Mütevâtir Haberler

155329903_tn24_02 Mütevâtir Haberler

Beşinci Sınıf: Mütevâtir Haberler

İkinci Kısım: Yakını Olmayan ve Burhanlar İçin Kullanılmaya  Uygun Olmayan Öncüller

Bu öncüller iki türdür. İlki fıkhî konularla ilgili zannî kıyaslar için uygundur diğeri ise bunun için de uygun değildir.

Birinci Tür

Yakînî kıyaslar için olmayıp fıkhı kıyaslar için uygun olanlardır ve üç 15 sınıftır. Bunlar meşhur, makbul ve maznun önermelerdir.

Birinci Sınıf: Meşhur Önermeler (Meşhûrât)

Mesela bizim selamı yaygınlaştırmak, yemek yedirmek, yakın akra­baları ziyaret etmek, doğru sözlü olmaktan ayrılmamak, yargıda ve hüküm­de adaleti gözetmek gibi şeylerin iyi bir şey olduğuna hükmetmemiz gibi.

Yine, insana eza etmek, canlıyı öldürmek, iftira atmak, kocaların hanımların ahlaksızlığına rıza göstermesi, nimete karşı nankörlük ve taşkınlık kötüdür (kabih) diye hükmetmemiz de böyledir. Bunlar öyle önermelerdir ki insan; mücerret aklı, vehmi ve hissiyle baş başa kalsaydı zihin mücerret akıl ve hisse uyarak bu önermelere hükmedemezdi. Zihin ancak bir takım arızî sebeple] dolayısıyla bu şekilde hükmeder ki bu sebepler nefiste/zihinde bu önermeler pekiştirir ve onları sağlamlaştırır. Bu ârızî sebepler beş tanedir:

Birincisi yaratılıştan gelen kalp inceliğidir. Kalp inceliği insanların çoğu hakkında geçerlidir. Öyle ki bir kavim, ilk anda hayvanı kurban etmenin aklen kötü olduğunu vehmeder. Şayet dinin ve fıkhın siyaseti insanları bu vehimden vazgeçirip hayvan kesmeyi güzel görmeye ve hayvan kesmenin Allah’a yakınlaşma vesilesi kabul edilmesine yönlendirmeseydi insanların çoğunun inancı bu olurdu.

İşte bu yüzden Mu‘tezile ve çoğu itikadi fırkalar, kesildiğinde hayvanlara acı çektirme ve akıl hastalarının hastalıkları sebebiyle acı çekmesinde Allah’ın adaletinin nasıl sağlandığı hususunu cevaplandırırken çok zorlanmışlardır. Bu sebeple söz konusu fırkalar tabiatlarındaki incelik nedeniyle hayvan kesmenin kötü olduğunu iddia ettiler. Onların bir kısmı haşirden sonra âhiret yurdunda hayvanlara bunun karşılığının verileceğini söyleyerek savunmada bulundurlar. Bun­lar yine kralın zayıf birisine bir dilim ekmeği, bunu ona şamar atmadan yapması mümkün olduğunda, şamar atarak vermesinin çirkinliğini fark edemediler.

Başka bir fırka da, hayvanların kurban edilmelerini savunmak için, hayvan kesmenin onların işledikleri yaralama ve öldürme suçlarına karşılık hayvanlara verilen bir ceza olduğunu, onların mükellef olduğunu ve bu be­denlere, onun içinde azap görmeleri için, tenasüh yoluyla yeniden gönderildiğini ileri sürdü.

Oysa onlar cezalandırılacağını bilmeyeni bu suçtan cay­dırmak ve vazgeçirmek maksadıyla cezalandırmanın kötü (kabih) olduğunu bilmediler. Eğer onlar bir hayvanın geçmiş suçları sebebiyle cezalandırıldığı­nın farkında olduğunu iddia ediyorlarsa (o zaman) hayvanların müfekkire gücü var demektir. Bu durumda sinek ve kurtçukların işlerin hakikatlerini, geometrik ve felsefi ilimlerin hepsini biliyor olduklarını kabul etmek gerekir. Oysa bu kabul, histerimizle öğrendiklerimizi tümüyle yadsımak anlamına ge­lir.

Ayrıca ceza verenin intikam, öfkesini dindirmek veya gelecekteki muhte­mel bir zararı önleme şeklinde herhangi bir amacı ya da cezalandıranın bunda başka bir maslahatı yoksa bu cezalandırma da kötüdür. Allah, yaratıklarına acı  vermeden de onları mükellef tutup sorumluluk yüklemeye kadirdir. Dolayı­sıyla eğer onların, suç işlemekten masum bulunana acı vermenin kötü olduğu şeklindeki sözlerini doğru kabul edersek, önce mükellef kılarak sonra da ceza vererek onlara eziyet etmenin gerekçesi nasıl ortaya konulabilir ki!

İkincisi, insanın hamiyet sahibi ve izzeti nefsine düşkün yaratılmasıdır. Kişinin kadınının ahlaksızlığına razı olmasının kötü olduğUna hükmedilmesi bu sebebe dayanır. Bunun akla ait zorunlu bir hüküm ol­duğu zannedilir. Bir topluluk eşlerini kiralamayı alışkanlık haline getirip,buna alışıp bu işten rahatsızlık duymadıkları halde insanlar böyle zanne­der. Dahası zina yapanların hepsi başkasının eşiyle yapılan ahlaksızlığı iyi  (hasen) kabul ederler ve arzu ve şehvetlerine uygun düşmesinden dolayı zinayı kötü görmezler; ve zina hususunda eşleri uyaranı, eşlere zina eden­lerin yaptıklarını söyleyenleri ayıplarlar ve eşleri bu şekilde uyarmanın son derece kötü ve çirkin olup, gammazlama, jurnalleme, dedikodu ve gıybet yapmak türünden olduğunu iddia ederler.

İyi ahlaklı kişiler ise bu haber vermenin iyi bir şey ve bir sorumluluğun yerine getirilmesi niteliği taşıdığı görüşündedirler. Dolayısıyla insanların iyi-kötü (hüsün ve kubuh) konu­sundaki hükümleri çelişmektedir ve onlar bu konudaki hükümlerin aklî  önermeler olduğunu zannetmektedirler. Oysa bu hükümlerin menşei, in­sanın yaratılışında ona yerleştirilen bu özellik ve huylarıdır (hamiyet ve izzet-i nefis).

Üçüncüsü ise insanın başkalarıyla barışı, iyi geçinmeyi, yaşamın sürdürülmesi konusunda işbirliği yapmayı sevmesidir. İşte bu yüzden insanlar nezdinde selamlaşmayı yayma ve yemek ikram etme yollarıyla sevgi­yi kökleştirmek iyi; kötü sözler söyleyip insanları yanından uzaklaştırmak, iyiliğe karşı nankörlük yapmak ve benzeri şeyler kötüdür. Şayet insanlar bahsedilen davranışları, iyi gördükleri bu şeylere bir vesile veya onlar için bir engel olarak görme noktasında bu tarz tabii bir eğilim sahibi olmasalardı, bu konular hakkında insanların salt akılları tek başına ne iyi ne de kötü diye hüküm verirdi. İşte bu yüzden biz barış içinde yaşamayı sevmeyen ve başkasına baskı yapmaya meyleden bir topluluk olduğunu da görmekteyiz ki onlar nezdinde en zevkli ve en iyi şey; hücum edip baskın yapmak, yağ­malamak, savaşmak ve öldürmektir.

Dördüncüsü ise insanları ıslah etmek için getirilmiş olan din’ terbiye ve ahlaktır. Bu dini terbiye, çocukluktan itibaren ebeveynden ve öğretmenlerden işitilerek tekrarlanması ve bu esaslara göre insanın yetişip büyümesi sebebiyle, zihinlerde sanki akıl kaynaklı olduğu zannı doğuracak şekilde iyice kökleşmiş inançlara dönüşürler. Mesela, rükû, secde, hayvan­ları kurban edip kanını akıtmakla Allah’a yakınlaşma gibi şeylerin iyi kabul edilmesi böyledir. Şayet bu şeyler, çocukluktan beri bu şeyleri kabul etmek üzere terbiye edilmemiş akıllı kişiye ilk kez sunulmuş olsaydı bu kişi salt aklına dayanarak bu şeylerin ne iyi ve ne de kötü olduğuna hükmederdi, Nitekim zaten bu şeylerin iyi oluşu, dinin bunların iyi olduğunu belirt­mesi sebebiyledir ki böylece vehim, çocukluktan beri olan tedip ve terbiye sebebiyle bunları kabule boyun eğmiştir.

Beşincisi ise pek çok cüz’înin/tikelin taranmasıyla istikra yapmak­tır. Buna göre bir şey, çoğu durumda başka bir şey ile birlikte bulununca bu ikisinin mutlak olarak birbirinden ayrılmaz ve beraber olduğu zannedi­lir. Nitekim selamlaşmanın çoğu durumda güzel olmasından dolayı selam­laşmayı yaymanın mutlak olarak her durumda iyi olduğuna hükmedilmesi ve bunu yaparken defi hacet esnasında selam vermenin kötü olduğunun dikkatten kaçması gibi. Yine doğru sözlülüğün, amaçlara uygun ve çoğu  hallerde rağbet edilen bir şey olması sebebiyle doğru olduğuna hükmedilir, hatta bunun bizatihi iyi bir şey olduğu zannedilir. Bu sebeple bir nebi ya da veli kulu öldürme gayesiyle saklandığı yer kendisine sorulan kişi, yalanın çoğu durumda istenmeyen kötü bir şey olması sebebiyle, onların yerini gizlemenin kötü olduğunu düşünebilir.

İşte sıraladığımız bu ve benzer sebepler; nefsin bahsedilen hüküm­leri vermesinin sebepleridir. Bu hükümlerin ne hepsi doğru ve ne de hepsi yanlıştır. Fakat anlatmak istediğimiz şudur ki, bu hükümlerden doğru olan­ların doğruluğu, ilk akıl nezdinde, açıkça doğru olanlar gibi apaçık değildir. Aksine her ne kadar ilk akıl nezdinde övgüye değer olsa da, onun doğruluğu-nu tahkik etmek için akıl yürütüp araştırmak gerekir. Çünkü doğru olan öv­güye değer olandan ve yanlış olan da çirkin ve yerilmesi gerekenden başkadır.

İnceleyin:  Felsefe ve Filozoflar: Eleştirel Bir Yaklaşım

Zira, nice çirkin ve yergiye layık olan şey doğru; ve nice övgüye layık olan şey de yanlıştır, övgüye layık olan doğru olabilir, fakat gizli ve ince bir şartın bulunması kaydıyla. öyle ki insanların çoğu bunu fark edemeyip övgüye layık olanın mutlak olarak doğru olduğunu düşünür. Oysa övgüye layık olan ancak bir şartla doğru olur. Mesela “doğru söylemek iyidir” sö­zümüz gibi. Bu, mutlak olarak değil, aksine bir takım şartlar ile böyledir Öldürülmek istenen nebinin yerini tarif etmek ve benzeri durumlarda ol­duğu gibi, şartlardan bazısının yitirilmesi sebebiyle doğru söylemek kötü hale gelebilir.

Bu meşhur önermeler ile aklî-aksiyom niteliğinde (evveli) öner­meler arasındaki farkı bilmek istersen şöyle yap: Akıllı ve baliğ, reşit bir kişi olarak birdenbire dünyaya geldiğini, asla bir eğitim almayıp, herhangi bir mezhep ve görüşle karşılaşmadığını, bir toplulukla birlikte yaşamadığını, bir düzen ve siyaset tanımadığını, fakat mahsûsatı müşahede edip ondan bazı imge ve hayaller aldığını varsay. Sonra bir an için “insan öldürmek kö­tüdür ve insanı helak olmaktan kurtarmak iyidir” sözümüzü aklına arz et. Buna göre bu öncüller hakkında kuşkulanman veya duraksaman, yani on­lardan hareketle hüküm veremeyecek bir durumda kalman mümkündür. Oysa “aynı anda, tek bir şey üzerinde hem olumlu hem olumsuz hüküm vermek doğru değildir” ve “iki birden daha çoktur” sözlerimiz hakkında duraksaman mümkün olmaz. O halde, bu tarz öncüller doğru görünen olmakla birlikte yanlış olmaları da muhtemel olunca, yakin/kesin olması beklenen burhanlar için uygun olmayıp fıkhı kıyaslar için uygun olurlar.

İkinci Sınıf: Makbûlât

Bunlar, tevâtür sayısından daha az olan bir cemaat veya atalarımız, üstatlarımız, önder alimlerimiz gibi açık bir adalet ya da sınırsız ilmiyle başkaları içinde temayüz etmiş tek bir şahısın bize haber verdiği ve bizim de tasdik ederek inanmaya devam et­tiğimiz şeylerdir. Mesela dindeki âhad haberler buna bir örnektir.

Bunlar (makbûlat) aklî burhani kıyaslar için değil fıkhî kıyaslar için uy­gundur. Çünkü âhad haberlerin zan doğurma noktasında kapalı ve gizli kalmayan bir değeri vardır. Dolayısıyla sahih kitaplardaki yaygın olan ha­disler; bir kişinin naklettiği gibi değildir; yine raşid halifelerden birinin naklettiği şey, başka birinin naklettiği şey gibi değildir. Bu noktadaki zan-nın sayılamayacak kadar çok farklı derecesi vardır.

Üçüncü Sınıf: Maznûnât

Maznûnat, daimi ve değişmez özellikte olarak değil de çelişiğinin de mümkün olduğu akla gelmekle beraber nefsin daha çok meyletmesi sebebiyle tasdik edilen bazı hususlardır. Mesela “filan kişi ancak kuşku uyandırıcı şekilde, geceleyin dışarı çıkar” sözümüzdeki gibi. Zira nefis bu hususa meylederek, fiillerinde tedbirli davranmayı bu meyil üzerine inşa eder. Oysa nefis, meyil ettiği bu zan ile birlikte onun zıddının da mümkün olduğunun farkındadır. Bazı durumlarda zıddının da mümkün olmasını hissettirmesi bakımından ele alındığında meşhûrat ve makbûlata, zanna dayanan (maznûne) adı verilmesi mümkündür. İlk anda bir itikat/kanaat doğuran nice meşhur önerme vardır ki iyice düşünüp soruşturursan nefsin onu kabul etmeye boyun eğişinin bir zanna veya bir yanlışa bağlı olduğu görülür.

Tıpkı “zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etmelisin” diyenin sözü gibi. Bu, zihnin derhal kabul ettiği övgüye layık ve meşhur bir sözdür. Sonra da iyice düşünülünce sözün çelişik olduğu ortaya çıkar. Bu çelişki şudur: Zalime yardım edilmemeli, bilakis zulmüne mani olunmalı ve zalime karşı mazluma yardım edilmelidir. Bu konuda nakledilen ha­disten murat edilen de budur. Şöyle ki Hz. Peygambere bu konu “zalime nasıl yardım edilir” diye sorulmuştur. O da “ona yardım etmek, (mazluma) zulmetmesine mani olmandır”19 cevabını vermiştir.

İkinci Tür

İkinci tür öncüller ise ne katî ve ne de zannî konularda uygun olan aksine ancak gerçeğin üstünü örtmek (telbîs) ve mugalata yapmaktan başka bir şeyde işe yaramayanlardır. Bunlar “benzetilenler” (müşebbehât). yani onlardan olmadığı halde görünüşte daha önce geçen üç kısma benze­tilenlerdir. Müşebbehât üç bölümdür.

Birincisi: Sırf Vehmiyyât

Bunlar, insan vehminin kuşku ve şüpheden uzak bir şekilde, kesin olduğu vehmiyle hükmettiği önermelerdir. Mesela hayatının ilk dönemle­rinde insanın, yönüne işaret edilemeyen bir mevcudun varlığının imkansız  olmasına; yine ne âleme bitişik, ne âlemden ayrı; ne âlemin içinde ne de dışında olan, kendi zâtıyla kâim olan bir mevcudun varlığının imkansız olmasına hükmetmesi gibi. Bu “tek bir şahıs tek bir anda iki yerde buluna­maz” ve “bir, ikiden küçüktür” önermeleri gibi, aklî- aksiyom niteliğinde (evvelî) olan önermelere benzer. Sırf vehmî önermeler; “adalet güzeldir, zulüm kötüdür” diye misal verdiğimiz meşhur önermelerden daha güçlüdür. Böyle bir güçte olmasına rağmen vehmi önermeler, mahsûsâttan önce gelen veya onlardan daha genel olan şeyler ilgili olduğu zaman yanlış olur. Çünkü vehim, mahsûsâta alıştığı için hisse konu olmayan hakkında, mahsûsâtta alıştığı gibi hüküm verir.

Vehmin yanlış oluşu ise, vehmin tek tek doğruluğunu kabul et­tiği, fakat bunlardan doğan sonucu kabule yanaşmadığı öncüllerden anla­şılır. Zira vehmin, kendi benzerini idrak etme gücü yoktur. İşte salt vehmi öncüller, bu yanlış öncüllerin en kuvvetlisidir. Zira hayatın ilk yıllarında fıtrî özellik, bu yanlış öncüllere aklî- aksiyom niteliğindeki (evveli) önermelerde hüküm verdiği gibi, aynı güçte hükmeder. İşte bu yüzden vehmiyyat mahsûslara dair olunca yakînî doğru olur ve vehmiyyata güvenmek salt aklî önermeler ve hissî önermelere güvenmek gibidir.

İkincisi: Zannî Önermelere (Maznûnâta) Benzeyenler

Bunlar üzerinde araştırılınca zann ortadan kalkar, silinir gider. Mesela, “zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım etmelisin” diye­nin sözü gibi. Bu tür aynı zamanda meşhûrata da benzer. Bazen iki has- mın münazaralarda vaz‘ ya da inanma yoluyla üzerinde anlaştıkları müsel lemât tarzı önermeler, meşhurât veya maznûnâta benzer şekilde olabilir.

Fakat bunların taraflarca peşinen kabul edilmesi mümkün olursa ve dinleyenlerce tekrar tekrar işitilince, dinleyenler bu öncüllere alışırlar ve ne­fislerinin bunları doğru kabul etmeye olan meyli yanlış kabul etmeye olan meylinden daha çok olur. Dolayısıyla bu meylin zan olduğuna inanılır, zira zannın anlamı zaten inanç noktasında bir meyletmedir. Fakat zan, bir sebebe bağlı olarak ortaya çıkan ve sebeple arasında (aklen) bir uyum olan meyildir. Mesela senin geceleyin dışarı çıkanın şüphe uyandıracak bir işten dolayı dışarı çıktığına inanman gibi. Zira nefsin gece dışarı çıkan için bu töhmete meyletmesi bir sebepten dolayıdır.

İnceleyin:  Ş.Teoman Duralı - Felsefe Bilimin Odağında Metafizik "Alıntılar"

Şayet bir grup, örneğin mavi gözlü sarışının ancak hain ve kötü huylu olduğunu tekrar tekrar işitmiş olsa, böyle bir kişi gördüklerinde nefislerinin onun hain olduğu inancına meyli, düzgün birisi olduğu inancına olan meyilden daha çok olur. Oysa bu meyil, doğruluğu kesin olan bir sebepten kaynaklanmayıp, kulaktan duyularak oluşan salt bir hayalden ibarettir. İşte bu yüzden “duyan, duy­duğunun gerçek olduğunu kurgular” denilmiştir. Dolayısıyla “zannî öner­melere benzeyen” bu tür ile gerçek anlamda zannî olanlar (maznûnat) ara­sında bir fark vardır.

Muhayyelât da bu türe yakındır. Muhayyelât; bir şeyin, kötü veya iyi kabul edilen başka bir şeye, onunla kötü ve iyi olmasına sebep olmayan, farklı bir vasıfta ortak oluşundan dolayı benzetilmesidir. Bu durumda nefis de bu benzerlik sebebiyle bir şekilde ona meyleder. Oysa bu bir zan bile değildir. Muhayyelât, en aşağı seviyede olmasına rağmen insanları çoğu fiilleri yapmaya harekete geçirir. İleri atılma ve geri dur­ma şeklinde insanların yaptığı tasarrufların çoğu bundan kaynaklanır. İşte bunlar daha önce anlattığımız şiir niteliğindeki öncüllerdir. Dolayı­sıyla bu hayalin etki alanının dışında kalan bir akıllı kişiyi göremezsin. Öyle ki erkeğin evlenme teklif edeceği kadının isminin, çirkin bulunan bir Sudanlı veya Hintli ismi olduğu söylense, isminin çirkin olmasından dolayı insan tabiatı bu kadından uzaklaşır. Dolayısıyla bu hayal, kadının mevcut güzelliği ile yarışır ve ona direnerek bir soğukluk meydana getirir.

Hatta içinde (dinî ve teolojik) doktrinlere olumlu ve olumsuz bir şekilde temas edilmeyen aritmetik ve mantık ilminin, inkarcı filozofların ilimle­rinden olduğu söylenince, din ehlinin tabiatı bu ilimden uzaklaşır ve so­ğur. İşte bu cinsten yani muheyyelattan doğan meyil ve uzaklaşma bir zan ya da bir bilgi değildir. Dolayısıyla bunlar, ne zannî ve ne de fıkhı kıyaslar­da öncül yapılabilir.

Üçüncüsü: Yanlışlar (Galatlar)

Yanlışlar, ya yanıltan bir lafızdan veya bir lafzın manasından kay­naklanır. Lafızdan ortaya çıkan yanlış şöyle olur: Eşadlı (müşterek) bir ismin anlamlarından sadece biri için doğru olan bir öncülü zihnin, bu aynı ismi başka bir şekilde alan başka bir anlama taşımasıdır. Öyle ki bu eşadlı- lığın farkına varmanın zor olduğu bir yerde yapılır. Tıpkı nur kelimesinin, bir keresinde gözle görülen ışık, bir başka keresinde ise Allah Teâlanın“Al­lah göklerin ve yerin nurudur:” ayetinde nurdan kastedilen manada kullanılması gibi. Bu yanlış bazen, Allah Teala’nın “Onun tevilini bilen ancak Allah’tır. İlimde sağlam olanlar ona inandık derler.”ayetinde olduğu gibi, sözdeki durak yerinde yanlış yapmaktan kaynaklanır.

Buna göre “Allah” lafzı üzerinde vakfedildiğinde ortaya çıkan anlam, ihmal edilerek durulmadığında, “ilimde sağlam olanlar” sözü bu lafza atıf yapılmış olur ve (“Onun  tevilini bilen ancak Allah ve ilimde sağlam olanlardır” şeklinde) yanlış bir öncül meydana gelir. Bazen de bu yanlış i‘rab (gramer) hatasından kaynak­lanır. Tıpkı Allah Teâlanın“Şüphesiz Allah müşriklerden beridir ve Resulü de”ayetinde olduğu gibi. Buna göre “Resûlü” sözündeki lam harfinin harekesi yanlışlıkla kesre ile okunursa (“.. .ve Resulünden” şeklinde) yanlış bir öncül meydana gelir. Lafızla ilgili olan buna benzeyen hatalar çoktur.

Mana bakımından olan yanlışlara bakarsak, bunla­rın bir kısmı mananın aksinin (döndürmesinin) tahayyül edil­mesinden doğan hatalardır. Biz “her kısasın sebebi kasıt­tır dediğimizde her kastın kısasa sebep olduğu zannedilir.

Doğrusu kasıt, kısasın ayrılmaz parçası (mülâzımı) olarak görülünce, kısasın da kastın ayrılmaz parçası olduğu zannedilir. Bu cins yanılgıya neden olan husus, hızlıca (zihin yeterli düşünme imkanı bulamadan önce) akılda 1 oluşur ve insan işin aslının farkına varamadığı sürece buna kanar ve aldanır. Bu hususta uyarılıncaya kadar da bu yanlış anlayış hayalinde varlığını sürdürür.

Mana bakımından olan yanlışın diğer bir kısmı da, bir şeyin ayrılmaz parçasının (lâzımının) bizzat o şeyin yerine konulması sebebiyle ortaya çıkan hatadır, öyle ki bir şey üzerine bir hüküm verildiğinde bu hükmün onun lâzımı hakkında da geçerli olduğu zannedilir.

Mesela namaz taat ve ibadettir ve her namaz bir niyete ihtiyaç duyar” denildiğinde, itaat namazın lâzımı olması sebebiyle, her taatin niyete ihtiyaç duyduğu zannedilir. Oysa durum böyle değildir. Doğrusu imanın aslı ve Allah’ı bilmek,tanımak (ma’rifetullah) bir taattir ve bunun niyete ihtiyaç duyuyor olmasi imkan dahilinde değildir. Çünkü ma‘buda(taat ve ibadet ile) yaklaşmaya niyet etmek, mabudu bilme ve tanımadan önce olmaz. Bu husus, da aklî  ve fikhî konularda yanılmaya çokça yol açan bir konudur.

Yanlışların nedenleri tek tek sayılması zor olan bir husustur ve  biz burada belirttiklerimiz yoluyla, açıkça anlatmadığımız nedenlere de bir işaret ve tembih yapmış olduk. O halde zikrettiğimiz bu öncüllerimi kısımları on tanedir. Bunların dördü birinci kısımdan, üçü de ikinci kısmındandır ki bunlar fikhî kıyaslardır. Üçü ise son kısımdandır ki bunların hükmünü şimdi anlatmış bulunuyoruz.

Bir kimse “aklî kıyaslar, fikhî kıyaslardan hangi bakımdan farklılık  arzeder?” derse cevabımız şudur: Kıyasın sûreti/formu bakımından araların­da bir farklılık yoktur, fark, ancak bu kıyasların maddeleri bakımındandır. Ancak farklılık her maddede değildir, zira aklî kıyaslarda öncül olan önerme fikhî kıyasta da öncül olabilir. Fakat bazen aklî kıyaslar için uygun olma­yan, mesela zanniyat türünden önermeler fikhî kıyaslar için uygun olabilir.

Bazı önermeler de her iki kıyas için uygun olmayabilir. Mesela müşeb- behât (meşhûrât, makbûlât ve maznûnâta benzetilenler) ve (aşağıda ge­çecek olan) mugallitât (yanlışa sebep olan şeyler) böyledir. Nitekim aklî ve fıkhî önermeler, önermeyi tümel kılan şeyin niteliği konusunda da bir birinden farklılaşır. Buna göre fıkıhta tikel öncüllerin tümel kabul edilme­sine müsamaha edilir. Tikel mukaddimelerin tümel kabul edilmesi, Hz. Peygamber in söz ve fiillerinden, icmâ‘ ehlinin sözlerinden ve -usûl-i fıkıh­ta derinlemesine ele alındığı üzere, eğer bir fikhî delil olarak görülürse- tek tek sahabenin görüşlerinden anlaşılır.

Bu öncüllerden, aklî- aksiyom niteliğindeki (evveli) öncül yerine geçenler, lafzı sarih ve bize geliş yolu açık olandır. Mesela Şâriden işitilen sarih lafız böyledir; ki mütevâtir de Şâriden işitilen gibidir. Mesela, Yüce Allah’ın “üçü hac mevsiminde yedisi de döndükten sonra olmak üzere tam on gün’ ayetinin lafzı sarihtir, yani toplam sayının on olmasını kastediyorum, ve (bize geliş) yolu açıktır, yani Kuran mütevâtirdir demek istiyo­rum.

Bazen onun yolu açık, lafzı zahir olur. Mesela az önceki, ayette ‘ dön düğünüzde”ibaresinden murat edilen gibi. Bazen lafzı sarih olur ama geliş yolu açık olmaz; Hz. Peygamber in sözlerinden tevâtür sayısına ulaşmayan bir ya da birkaç kişinin naklettiği nass niteliğinde lafız gibi. Nihayet, bazen  de ne sarih ne de mütevâtir gücü olur; tevâtür sayısına ulaşmayan bir ya da birkaç kişinin naklettiği zahir lafiz gibi.

İmam Gazali,Mi’yaru’l İlm,syf;262-282

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir