Velînin Kerameti, O Velînin Kendisine Tabi Olduğu Peygamberin Mucizesidir

allah-dostlari Velînin Kerameti, O Velînin Kendisine Tabi Olduğu Peygamberin Mucizesidir

Evliyanın Kerameti

Bilmelisin ki, evliyanın kerametine dâir sözler iki mesele­de toplanır:

·         Kerâmetin câiz olması

·         Kerâmetin meydana gelmesi

Kerametin câiz olmasına gelince:

Evliyâdan kerâmetlerin zuhûr etmesi meselesi, mümkün olan işlerdendir. Şayet bu, gerçekleşmesi mümkün olan işler­den olmasaydı bu takdirde gerçekleşmesi zorunlu olan yahut gerçekleşmesi asla mümkün olmayan işlerden biri olurdu. Kerametin gerçekleşmesi asla mümkün olmayan şeylerden olduğu görüşü, doğru değildir. Zîrâ gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyin, aklen de imkânsız olması gerekir. Kerâmetin evliyâdan zuhûr etmesi ise, aklen imkânsız bir şey değildir. Aynı şekilde kerâmetin evliyâdan zuhûr etmesinin zorunlu bir iş olduğu görüşü de yanlıştır. Zîrâ Allah dostları, kendi­sinde hârikulâde hiçbir hâl sudûr etmemiş bile olsa, velînin velâyetinde ittifâk etmişlerdir.

Buradan kerâmetin, gerçekleşmesi mümkün işlerden ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Gerçekleşmesi mümkün olan hiçbir şeyi akıl imkânsız olarak kabul etmez. Aklın imkânsız kabul etmediği ve imkânsız olduğuna dâir bir rivâyetinde de bu­lunmadığı bir şeyin meydana gelmesi ve Allah’ın bu şekilde evliyâsına kerâmeti ikrâm etmesi câiz ve mümkündür.

Kerâmetler bazen şu şekillerde ortaya çıkar:

Tayy-i mekân, suda yürümek, havada uçmak, olmuş olan şeyleri bilmek, henüz olmamış şeyleri bilmek, yenilen ve içilen yemeğin artması, vaktinden önce bir sebzenin olgunlaşması, kuyu kazmadan suyun çıkması, hayvanları emir ve hizme­tinde kullanmak, şartlar elverişli olmadığı hâlde yağmur için duâ edip yağmur yağdırmak, insanın dayanabileceği sınırla­rın ötesinde uzun bir müddet yememek ve içmemek, kuru bir ağacın meyve vermesi vb. Bütün bu kerâmetler beş duyu or­ganıyla görülüp algılanan kerâmetlerdir.

Allah dostları nezlinde bu kerametlerden daha üstü­nü ve yücesi, manevî kerâmetlerdir ki bunlar:

Mârifetullah, Allah’a haşyet duymak, sürekli murâkabe, emir ve nehiyleri yerine getirmede acele davranmak, derin bir yakîne sahip olmak, kuvvet ve temkîn sahibi olmak, Allah’tan öğrenip almaya devam etmek, Allah’a dayanıp güvenmek, Allah’a tevekkül etmek gibi kerâmetlerdir.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbas’m şöyle dediğini işittim: Tayy iki kısımdır: Küçük tayy, büyük tayy.

Küçük tayy bu bütün velîler için söz konusu olup, doğu­sundan batısına kadar bütün yerin bir anda dürülüp kısalma­sıdır.

Büyük tayya gelince; nefislerin sıfatlarının tayyidir. O doğ­ru söylemiştir. Allah seni tayy-i mekân kerâmetinden mahrum edecek olsa, ona kulluğunu tam bir vefâyla yerine getirdiğin takdirde bu senin rütbeni asla düşürmez.

Nefislerin, sıfatlannın tayyine gelince, bu tayyi gerçek­leştiremeyecek olsan, bu takdirde ayıplananlardan ve gafiller zümresinden olursun.

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiştir: îmân kerâmeti ile smel kerameti bunları kapsayıp kuşatan iki kerâmettir. imân kerâmeti, yakîn ve müşâhedenin artmasıyla meydana lir. Amel kerâmeti de tabi’ olup ardınca gitmek, iddiâ ve  davâlardan vazgeçmek sûretiyle meydana gelir. Kendisine bu iki keramet verildiği hâlde bunlardan başka bir şeye özlem  duyan kimse yalancı bir müfteri olup ilim ve amelde yanlışm içindedir. Bu kimse hükümdarlığın bahtiyarlığına erip, ondan râzı olan; fakat daha sonra rızâ hâlinden çıkarak insanları yö­netmeye merak salan kimseye benzer. Beraberinde Allah’tan râzı olmayı içermeyen her türlü kerâmetin sahibi, farkında ol­madığı bir yerden derece derece azâba yaklaştırılan, mağrur, eksik ve kusurlu ya da helâk olmuş bir kimsedir.

Sonra yine bil ki, Allah’ın evliyâsının bazı gaybî mesele­lere vakıf olması aklın reddedeceği bir şey olmadığı gibi bunu destekleyen bazı rivâyetler de gelmiştir.

Hz. Ebû Bekir (r.a), ölümüne yol açan hastalığa yakalan­dığında kızı Hz. Âişe’ye (r.a) şöyle dedi. -Bu esnâda Hz. Ebû Bekir’in hanımı hamile bulunuyordu:

“O ikisi senin erkek ve kız kardeşlerindir. Hâricenin kar­nında bir kız çocuğu görüyorum. Ona hanımının karnında bir kız çocuğu gördüğümü haber ver.”

Gerçekten de onun haber verdiği gibi oldu.

Hz. Ömer (r.a) de şöyle demişti:

“Ey Sâriye dağa sığın!”

Bu esnâda Sâriye Irak’m en uç noktalarında bulunuyor­du. Fakat Hz. Ömer’in Medine’den söylemiş olduğu bu sözü işitmişti. Allah Sâriye’ye onun bu sözünü duyurmuştu. Sâriye bu esnâda düşman tarafından sarılmış durumdaydı. Hz. Ömer (r.a) ona dağa sığınmasını söylüyordu. Sâriye de bu sözü duyarak dağa sığınmıştı. Ardından düşmanlarına karşı büyük bir zafer elde ettiler. Hz. Ömer (r.a) bu sözünü, min­berde hutbedeyken söylemişti. Hutbeye ara verip minberden

Sâriyeye seslenmiş ve onu şöyle uyarmıştı: “Ey Sâriye dağa sığın!” Ardından hutbesine kaldığı yerden devam etmişti. Kimi sahâbiler Hz. Ali’ye (r.a) gelerek:

“Bugün Ömer hutbe verirken birden hutbesini yarıda bı­rakarak: “Ey Sâriye dağa sığın!” dedi ve ardından kaldığı yer­den hutbesine devam etti.” dediler. Hz. Ali onlara şöyle dedi:

“Yazıklar olsun size! Ömer’i kendi hâline bırakın. O ne yaptığını çok iyi bilir.”

Bir süre sonra Sâriye Medine’ye geldi. Hz. Ömer’in (r.a) hutbe verdiği günde, kendisinin o gün neler yaşadıklarını ve işitmiş olduğu Hz. Ömer’in seslenişini anlattı.

Yolda yürürken güzel bir kadına bakan ve ardından Hz. Osman’ın huzûruna giren bir adama Hz. Osman (r.a) şöyle dedi:

“Sizden bazılarınız yüzünde zinâ izleri âşikâr belli olup du­rurken huzûruma giriyor.”

Her asır ve şehirde evliyâ hikâyeleri bulunmakta olup, bunlar tevâtür derecesinde olup inkârı mümkün değildir.

Sonra Allah sana merhametiyle muamele etsin, ben sana bir şey söyleyeceğim ki, bununla bu tür haberleri tasdik etmen senin için kolay olacaktır: Allah’ın seçilmiş kullarından bazıla­rına gayba dâir bazı şeyleri bildirip haber vermesi, cismânî ve maddî biçimde değildir. Bu ancak hakk’ın nûruyladır. Bunun delili de Peygamber Efendimizin (s.a.v) şu hadisidir:

İnceleyin:  Mucize, Keramet, Sihir ve Hile

“Mü’minin firâsetinden sakının, çünkü o Allah’ın nûruyla bakar.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v), mü’minin, kendi beden ve varlığıyla değil Allah’ın nûruyla baktığını haber vermiş iken,

Allah’ın, bazı has kullarına kimi gaybî bilgileri vermiş olması nasıl yadırganabilir?

Nitekim daha önce naklettiğimiz bir kudsî hadiste şöyle gelmiştir:

“Ben onu sevdiğim zaman işiten kulağı, gören gözü olurum…”

Hak, kimin gözü olmuşsa, onun gaybtan bazı şeyleri gör­mesi yadırganmaz.

Bu hadisin bazı rivayetlerinde ise şöyle gelmiştir:

“Onu sevdiğim zaman onun için göz, kulak, kalp, akıl ve el olurum.”

Buna şöyle îtiraz edilebilir: Peki, bunu kabul edecek olur­sak, Allah’ın şu âyetlerine ne diyeceksin?

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır.’’

Allah, bu meselede peygamber dışında hiç kimseyi ayrı- calıklı kılmamıştır.

Bilmelisin ki, ben Şeyhim Ebû’l-Abbas’ı şöyle derken din­ledim: “Sıddîk ve velî de bu ayrıcalığa dâhildir.”

“Bu açıklama Kur’ân-ı Kerim’in metninde bulunan bir ifâde değil.” diyerek buna îtiraz edilecek olursa;

Bil ki, “hükümdar bugün huzûra girmesi için sadece ve­zire izin verdi.” denildiği zaman vezirle beraber vezirin hiz­metçilerinin de girmiş olması mümkündür. Vezire verilmiş olan izin ona tabi’ olanlara da verilmiş sayılır. Aynı şekilde Allah velîlerinden birine gaybî birtakım meseleleri haber ver­diği zaman bu, o velînin peygamberlik makâmı dairesi içinde yer almış olmasından ileri gelmiştir. O, Allah’ın gaybını ken­diliğinden değil, kendisine tabi’ olduğu Peygamber’in nûru vâsıtasıyla görüp bilmiştir.

Ayet, Allah in bildirdiği kişi dışında hiç kimsenin gaybı bi­lemeyeceğine işaret etmektedir.

Ayrıca Allah gayblarından bazılarına muttalî kıldığı kimse­ye bunun sebebini de “ondan razı olmak” olarak açıklamıştır. Yani o kimse Allah’ın nezdinde razı olunan bir kuldur. Allah âyette ne nebî ne sıddîk ne de velî dememiş, sadece resûl de­miştir. Her ne kadar bunların üçü de râzı olunan kullardan ol­makla beraber, Allah onlann içlerinden resûl buna daha lâyık olduğu için onu anmakla yetinmiştir.

Şu açıklamalar Allah’ın velîlerinin kerametlerine .inanma­yı sana kolaylaştıracaktır:

Her şeyin üzerinde olan Allah’ın kudreti velîde kerâmeti ortaya çıkarmıştır. Sen kulun zayıflığına değil, o kulda yürür­lükte olan efendinin kudretine bak. Velînin kerametini inkâr etmek, Kadir-i Mutlak olan Allah’ın kudretini inkâr etmektir. Yine bu inkâr senin Allah’ın azametini müşâhede etmene de engel bir körlüktür.

Belki kerâmetin inkâr edilmesinin sebebi, kerametin, kendisine nispet edildiği kula çok görülmesi, ona yakıştırıla- mamasıdır. Hâlbuki o kulda kerâmet zuhûr ederken, bununla o kulun kendisine tabi olduğu zâtın yolunun doğruluğuna ta­nıklık edilmiş olmaktadır. O olağanüstü hârikulâde hâlin o kul­da ortaya çıkması itibariyle o hâl, velî için kerâmet; kendisine tabi’ olunan kimsenin bereketiyle ortaya çıkması bakımın­dan da mucizedir. Bundan dolayı şöyle demişlerdir: “Velînin kerâmeti, o velînin kendisine tabi olduğu Peygamber’in de mucizesidir.” Bundan dolay, sen tabi’ olana (velîye) değil Allahın, evliyasına bahşedip senin de tasdik ettiği îman ve yakîni kabul etmiş olman, evliyanın, bazı gaybî mese­leleri bilmesi, havada uçması, su üzerinde yürümesi gibi inkâr ettigin kerametlerinden çok daha büyük ve önemlidir. Senin bu hâlin şu kimseye benzemektedir:

“Hükümdar seçkin yakınlarından birine içi kıymetli yakutlarla dolu bir sepet verir. Sen de bu durumu bilirsin. Se­petin içindeki her bir yâkutun değeri on bin dinardır. Sonra hükümdarın o yakını:

“Hükümdar bana yüz dinar verdi.” dediğinde yâhut ken­disinden böyle bir şey söylediği nakledildiğinde sen bunu ga­ripsiyorsun. Akıl ve anlayış sahibi bir insan senin bunu ya­dırgamanı doğru bulur mu? İçi kıymetli yakutlarla dolu sepet verdiğini bildiğin hâlde hükümdarın ona yüz dinar vermiş olmasını nasıl yadırgarsın? Allah dünya ve ahirette kullarına, Allah’a îmân ve rubûbiyetini bilmek kadar üstün ve yüce bir kerâmet vermemiştir. Çünkü hâller ve makâmlar, virdler ve vâridâtlar, bütün nûr ve fetihler, gaybm bazı konularına nüfûz etme, gaybtan sesler duyma, kerâmetin işlemesi, cennet ve içindekiler, hûriler, köşkler, nehirler ve meyveler, Allah’ı gör­mek gibi dünya ve âhiretin bütün iyilik ve güzellikleri Allah’a îmânın bir kazancı ve parçasıdır. Bütün bunlar îmânın netice­lerinden ve îmânın etki ve nûrlarının devammdandır.

AJlah bizi ve seni has kullarına verip râzı olduğu îmân gibi bir îmânla rubûbiyetine inanmış mü’minlerden eylesin ve mu­radına teslim olmayı hem bize hem de sana nasîb eylesin.

Lâyık olmadıkları için Allah’ın yardım ve desteğinden mahrum olan kimi insanlar, Allah’ın evliyâsının kerâmetini tü­müyle inkâr etmişlerdir. Böyle bir anlayış ve gidişattan Allah a sığınırız. Aslında bu tür konular anılmaya bile değmez. Fakat biz senin, şu hususu iyi bilmen için bunları anlatıyoruz: Allah bir kulun sapıtmasını murat ettiği zaman ne akıl ne de ilim ona fayda vermez. Allah şöyle buyurmuştur:

“Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah’a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın.”

“Size (Kur’an ve sünnet gibi ) apaçık deliller gel­dikten sonra, eğer barıştan saparsanız, şunu iyi bilin ki Allah Azizdir, Hâkimdir.”

“Kendisi her şeyi koruyup kollayan fakat Kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?”

İnceleyin:  İsrânın Mâhiyeti,Mi'râc'ın Ruhla mı, Bedenle mi Olduğu?

Bundan dolayı hâller, sözler, fiiller, mertebe ve derece­ler, Allah’ın kuluna yardım edip onu bunlarda muvaffak kıl­masına bağlıdır. Allah’ın yardım etmeyip muvaffak kılmadığı sürece bu hâllerin hiçbirinin nûru bulunmaz, kabule değer kıymet taşımaz ve sahibi de bir iltifâta ve yönelişe sahip ola­maz. Allah’ın başarıyı nasîb etmesi (tevfîk), Allah katında çok kıymetlidir bundan dolayı Allah Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde ondan söz etmiştir. Allah şöyle buyurmaktadır:

“Başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir.”

Allah’ın tevfîkinin elde edilmesini sağlayan ve bunun ala­meti olan hâl ve duruma gelince; bu, herhangi bir işi yaparken ya da herhangi bir işten uzak durup kaçınırken Allah’a karşı fakir ve muhtaç olduğunun farkına vararak tam bir yönelişle Allah’a dönmek, zillet ve meskenet denizine O’nun huzûrunda dalıp kaybolmaktır. Allah şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun, sîzler zelil- güçsüz olduğunuz hâlde A], lah, Bedir de de yardım etmişti/’

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak an­cak yoksullara, düşkünlere… mahsustur.”

İlim ve amelle sana verilmiş olan nûr ve fetih cennetine Ayet-i Kerîmede şu sözlerle bahçesine giren kişi gibi girme. Allah onu şöyle anlatmaktadır:

“(Böyle gurur ve kibirle) kendisine zulmederek ba­ğına girdi. Şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok ola­cağını sanmam.”

Aksine sen cennetine Allah’ın râzı olduğu şekilde ve O’nun memnun kalacağı sözler söyleyerek gir. Allah bunu da şöyle anlatmaktadır: “Bağına girdiğinde: Mâşaallâh! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya!” Peygamber Efendimizin (s.a.v)’de şu hadisini iyi anla:

“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet yalnız Allah’ındır.) sözü cennet hâzinelerinden bir ha­zinedir.” Bir başka rivayette: “Arş’ın altında bulunan hâzine­lerden bir hazinedir” buyurmuştur.

Hadiste geçen hazine sözünün anlamı açıktır: Her türlü güç ve kuvvetten samimi biçimde teberrî edip, güç ve kuvve­tin yegâne sahibinin Allah olduğunu îtiraf etmektir.

Evliyânın kerametini inkâr eden kimselere, naklî ve aklî- ’deliller yeterince cevap verip, onun inkârını reddetmekte ve böyle bir kimsenin kötü âkıbetinden de korkutmaktadır.

Bazı insanlar kendi zamanlarından önce yaşamış olan Marur, Seriy ve Cüneyd gibi evliyanın kerametini kabul edip, tasdik etmiş, fakat kendi zamanlannda yaşayan evliyanın kerametlerini yalanlamışlardır. Bu insanlar Şeyh Ebû’l- Hasan’m dediği şu kimselere benzemektedirler: Onların yaptı­ğı İsrailoğullannın şu yaptığına benzemektedir:

Mûsâ ve Isâ (a.s)’a inanmışlar; fakat kendi zamanlarında yaşayan Hz. Muhammed’i yalanlamışlardır. Diğer bir grup in­san da Allah’ın mülkü içinde kerâmet sahibi evliyâmn bulun­duğunu kabul ediyor; fakat kendi zamanlarında bir kimse için bunu kabul etmiyorlar. Onlardan herhangi birine bir kimse­nin velî olduğu yahut birinin kerâmet sahibi olduğu söylendiği zaman derhâl hevâya tabi olarak aldanmış, gaflet bağlarıyla bağlanmış akıllarının onlara sunduğu ölçülerle bunu isbâta kalkışıyorlar. Fakat onların, velîlerin kerâmet sahibi olduklarını kabul etmeleri, onlarda tabi’ olma ve ardınca giderek hidâyet bulma nûrunu meydana getirmiyor. Zîrâ tabi’ olup ardınca gitmek, ancak varlık âleminde yaşadığı bizatihi bilinen, meç­hul olmayan bir velîye mümkün olabilir.

Sen ancak Allah’ın sana gösterdiği, ona bahşetmiş oldu­ğu husûsiyete seni vâkıf ve muttali kıldığı velîye tabi olabilir ve onun ardınca gidebilirsin. Böylelikle Allah hususiyetini be- şeriyyetinin önüne geçirerek sana o veliyi gösterir, sen de ona tabi olarak Allah’ın dosdoğru yoluna girersin.

Sana nefsinin hastalıklarını, gizli ve saklı yönlerini göste­rir, Allah’ın uğrunda cem olmayı öğretir. Allah’tan başka her şeyden kaçmayı ve Allah’a ulaşıncaya kadar O’nun yolunda O’nunla beraber yürümeyi, nefsine kötülük etmeyi ve Allah’ın sana olan ihsânlarını öğretir. Nefsinin kötülüklerinden nasıl kaçıp uzaklaşacağını sana bildirir. Allah’ın sana olan ihsân ve lütuflarını öğrenmek, senin Allah’a yönelmeni, O’na şükret­meni ve O’nun huzurunda saatlerce durmayı gerektirir.

Biri çıkıp şöyle îtiraz edebilir:

“Senin anlattığın bu vasıflardaki insan nerede? Sen ban kuzey Afrika’daki Anka kuşu gibi hayâli bir şey anlatıyorsun ”

Bilmen gerekir ki, bu yolda yol gösteren rehberlerin bulunması sebebiyle senin muhtaç olduğun mesele, rehber de ğil; bu insanlara ulaşma ve onları tanıma konusunda samimi isteğinin olmamasıdır. İçten ve samimiyetle iste, mürşidi bu. lursun. Allah’ın Kitabında şu iki Ayet bu sağlam ve sarsılmaz kalbi bağlılık ve samimiyeti anlatmaktadır:

“(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana, kendine yalvardığı zaman karşılık veren mi?”

“Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”

Şâyet sen susuzluktan kavrulan kimsenin suya ihtiyaç duyması ve yine dört bir yandan korkuyla sarılıp kuşatılan kimsenin emniyet ve güvene ihtiyaç duyması gibi bir ruh hâli içinde seni Allah’a ulaştıracak kimseye ihtiyaç duyup şiddetli bir arayış içinde olsaydın, mutlaka onu senin onu arayışından daha yakın bir şekilde bulurdun. Eğer sen yavrusunu kay­beden annenin arayışı gibi Allah’ı arasaydın, kesinlikle O’nu sana yakın ve senin duâlarına, çağrılarına icâbet eden Rab olarak bulurdun. Aynı şekilde seni O’na ulaştıracak yolların da zor olmadığını görürdün. Bu açıklamalar, kerametin hem mümkün olduğunu hem de meydana geldiğini göstermek üzere yapılmıştır.

Selefin ittifâk ettiği keramet örneklerini sayıp anlatmak mümkün değildir. Üstad Ebû Kasım el-Kuşeyrî yazmış olduğu “Risâle”sinde bu konuya özel bir bölüm ayırmış ve yeterince bilgi vermiştir.

 

Ataullah İskenderi – Allahın İki Veli Kulu

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir