Velînin Kerâmeti Nebisinin Mucizesidir
Peygamberlerin mu’cizeleri, hayatlarından sonra da devam eder. Allah Teâlâ, tevfîkiyle kendilerini hidayete erdirdiği kulları vasıtasıyla bu mu’cizeyi izhar eder. Bu cihetle kerâmeti inkar eden mu’cizeyi inkar etmiş olur.
Kerâmet; tâat ve ibadeti isyanından, takvâsı gafletinden fazla olan zevatta görülür. Allah Teâlâ bunlar hakkında tabiî kanunları iptal eder; Aklın idraki dışında olayları izhar eder. Kerâmet, ikram ve tekrîm manası ndadır. Ehli Sünnet velCemaat ittifakla kerâmetin var olduğuna kâil oldular. Kur’ân-ı Hakîm’den Meryem aleyhesselâm’ın kıssası, sebebsiz olarak rızkı bulması; Ashab-ı Kehf’in çürümedikleri halde üçyüz sene mağarada yatmaları kıssası; Âsafın, Belkıs’ın tahtını Süleyman aleyhis- selâm’a getirmesi kıssası ile istidlal ettiler. Bunlar hepsi Kur’an’la sabit iken, Mu’tezile kerâmeti inkar ettiler. İbrahim Hakkı bunları reddetmeye işaret olarak şöyle dedi:
İhtiyaç oldukça velîler yiyecek ve giyecekleri bulurlar
Hayvanlarla, cansız varlıklarla Allah Teâlâ’nın izniyle konuşurlar.
Bazan vecd u hâletle, su üzerinde yürürler
Havada uçarlar. Allah Teâlâ tabiî kanunları onlara iptal eder.
Hadislerde dahi bu hususta deliller çoktur. Ashâbı kiramdan da, tabilerinden de birçok kerâmet görülmüştür.
Nitekim imam Ahmed, Tirmizî ve Beyhakinin tahric ettikleri hadiste Ebu Hureyre radıyallâhu anh şöyle demiştir: Ben Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e yanımdaki birkaç hurmayla gittim. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in önüne koydum. Bereket için dua etmesini istirham ettim. Hurmalarımı iki eliyle toparladı. Bereket için dua etti. Ve:
“Şunları tut; tuluğuna koy. Ondan almak istediğin zaman elini İçine sok; istediğin kadar al. Fakat bu işin sırrını kimseye bildirme; pek de savurma.’’ buyurdu. Ben de o hurmaları aldım. Allah’a andolsun, Allah yolunda şu kadar şu kadar vesk (Bir vesk yüzaltmışbeş kilo altmış gramdır.) harcadım. Biz de ondan yiyorduk ve yediriyorduk. Hazreti Osman’ın vefatına kadar bu iş devam etti. Onun şehid olmasıyla bereketi kesildi.
Parantez içinde belletmiş olduğumuz gibi, bir vesk = yük, yüzaltmış- beş kilo altmış gram kadardır. Ebû Hureyre’nin Peygamber’in yanına götürmüş olduğu hurmalar, mendili içine yerleşecek kadardı. Fakat senelerce ondan yüklerce dağıttığını, yediğini ve yedirdiğini ifade etmiştir. Bu hem Peygamber’in mu’cizesidir, hem onun kerâmetidir.
Nitekim Buhârinin de tahric ettiği hadiste Abdullah bin Mes’ûd şöyle demiştin
“Andolsun ki bizi yenilen yemeklerin teşbihini işitiyorduk.”
Yine imam Buhârinin tahric ettiği bir hadiste Câbir radıyallâhu anh şöyle demiştir: «Uhud muharebesi başlamak üzereyken gecede babam beni çağırdı ve şöyle dedi: “Oğulcağızım, bu harbde Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabından ilk önce benim öldürüleceğime kanaat ettim. Vallâhi Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem müstesna senden daha aziz bir kimseyi arkamda bırakmadım. Biliyorsun benim borcum vardır. Borcumu ver. Kızkardeşlerine iyilik yap.” Sabahleyin ilk önce o öldürüldü; kendisinden sonra öldürülen bir zatla defnedildi.»
Yine Bezzâr, Tabarânî, Hâkim, Ebû Nuaym ve Beyhakfnin tahric ettikleri bir hadîs-i şerifte Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in azadiısı olan Sefîne şöyle anlatmıştır: «Bizans diyarlarında esir oldum. Fırsat bulunca yola koyuldum. Askerlerin yerini arıyordum. Ansız karşıma bir aslan çıktı. Ona yöneldim: Ey Ebe-l-Hâris, (Aslana takılan lakabdır.) ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in azadlısıyım. Sen benden ne İstiyorsun? dedim. Akabinde aslan önüme geldi, dizlerini yere koydu. Başını dizleri üzerine koydu, kuyruğunu salladı ve mırıldandı. Sonra kalktı yan tarafıma geldi. Her işittiği bir sese yönelirdi. Sonra bana bakar idi. Askerlere ulaştırıncaya kadar beni korudu. Ben askertere ulaşınca o da beni bırakıp gitti.»
imam Beğavinin tahric ettiği bir hadiste Urve bin Zübeyr şöyle anlatmıştır: Ervâ binti Evs, “Saîd bin Zeyd bin Amr bin Nevfel bir arazimi gasben almıştır” diye Mervan’ın yanında dava açmıştı. Mervan Saîd’i çağırdı. Saîd radıyallâhu anh: “Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
“Kim zulmen bir yerden bir karış kadar alırsa, (kıyamet gününde) o yerin yedi tabakasına kadar boynuna asılacaktır.” diye İşittikten sonra, yerden bir şey alır mıyım? dedi ve araziyi Ervâ’ya bıraktı. Mervan da: Bu hadisten başka senden hiçbir şahid ve yemin taleb etmem, dedi. Saîd radıyallâhu anh bundan gücendi ve: Allah’ım, eğer bu kadın yalancı ise, onun gözünü kör et. Ve bu arazide onu öldür, diye beddua etti. Ervâ’nın bir müddet sonra gözü kör oldu; kaplumbağaları içine atmak üzere kazılan bir çukura düştü ve orada öldü.
Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Allah’ın dostlarından birisi gücenip birisine beddua ederse yahud da dua ederse, Allah Teâlâ onun dileğini yerine getirir. Binaenaleyh velînin âciz olması anında Allah Teâlâ Zülce- lal Hazretleri onu taciz edene gazab kapılarını açar; onu hidayetten uzaklaştırr. Artık o velîyi taciz ettiği nisbette gazaba uğramış olur. Bundan dolayı İmam Gazâlî diyor ki: “Evliyâyı taciz edenlere hidayet ve tevfîk kapısı kapanır.” Bundan daha büyük ceza olmaz. Nitekim kudsî olan hadîsi şerifte Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim Ben’im bir dostuma ezâ cefâ verirse, muhakkak Ben de ona harb ilan etmişim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum Ban’a yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan Ban’a yaklaşır. Tâ ki Ben onu severim. Onu (tam) sevdiğim zaman da, onunla İşiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağına yardımcı) olurum. Eğer Ben’den bir şey isterse, ona veririm. Ban’a sığınırsa, onu korurum.”
Kitabımızın 158-160 sayfalarında bu hadîse aid olan bazı meseleleri yazmıştık. Şimdi ise bu konuya giren şu kısmını hatırlayalım:
“Yardımcı olurum” diye tercüme ettiğimiz tusr; birkaç vecih üzere mana edilmiştir:
a-Hizmetimi ona sevdirir; ve ondan hoşnut olacağım ameli işlemeye kulumu muvaffak kılarım,
b-Yasaklarımın acısını ve İşlemekte korkuyu veririm, Bu takdirde muzaf mahzuftur. Yani “Kulağını, gözünü, elini, ayağını, yasaklarımdan korurum.”
c-Azalarını maksadlarına yönlendiririm. Şöyleki her bir ezasının göreceği vazifeyi, on kişinin azası görmez. Mukâşefeyi ihsan ederim.
d-Azalarına yardımcı olurum; maddî kuvvetleri ihsan ederim,
e-Onun azalarına öyle bir kuvvet bahşederim ki, kudretimle görüp İşitir, tutar; ve ilmimle anlar.. Bu takdirde da muzaf mahzuftur. Şöyleki, eliyle görür, gözüyle tutar olur. Doğrusu nurların eserlerini müşahade eder.
İşte böyle olan zâtı tâciz edenin, Allah Teâlâ’nın rahmetinden mahrum olacağı, aynı hadîs-i şerifin
Ben’im bir dostuma eza cefâ verirse, muhakkak Ben de ona harb ilan etmişim.” cümlesinde tasrih buyrulmuştur. Demek Allah Teâlâ’nın dostlarına eza cefa veren kimseye İmam Gazâlinin dediği gibi hidayet ve tevfîk kapısı kapanır.
İmam Nesefî Akâldi’nde diyor ki; «Evliyânın kerameti haktır. Velîye kerâmet, âdetlerin (yani tabiî kanunların) yollarının nakzı üzere zahir olur. Az bir müddette çok mesafeyi katedebilirler; ihtiyaç zamanında yiyecek, içecek ye libası bulurlar; su üzerinde yürürler; havada uçarlar; cemad, dilsiz hayvanlar onlarla konuşur; onlara teveccüh eden kimselerden bela kalkar.» Gazalî’nin bu sözü İmam Nesefî’nin tasrih ettiği
‘’müteveccihten belânın defi gibi” cümlesinin bir nevi izahıdır.
Ebû Abdullah ez-Zu’ferânî; “Deniliyor ki, İbrahim Edhem hem Basra’da hem de Mekke’de aynı günde bulunmuştur. Buna ne buyurursunuz?” sorusuna şu cevabı vermiştir: «Ibnu Mukâtil bir kimsenin iki yerde bulunmasına inanılmasının küfür olduğunu, çünkü bunun kerâmetlerden değil mu’cizelerden olduğunu söyler İmiş. Amma ben onun bu meseleyi bilemediğini söylerim. Ve böyle bir İnanca da küfür diyemem.»
Allâme Teftezânî diyor ki: «insaf, İmam Nesefî’nin sözüdür. İmam Nesefî, “Keramet olarak Ka’benin İbrahim Edhem’i ziyaret ettiği naklolunmaktadır. Buna ne buyurursunuz? Böyle hüküm etmek doğru olur mu?” sorusuna şu cevabı vermiştir: Evet, velîlere kerâmet yolu üzere tâbiî kanunların iptali mümkündür. Ehli Sünnet vel Cemaatin itikadı da budur.» Allâme Ibnu Âbidîn nikah bahsinde nesebin tesbiti hususunda bu konuda birçok nakiller yazmıştır. Hanefî ulemâsından hiçbirisi evliyanın bu gibi kerâmetlerini inkar etmemişlerdir. Binaenaleyh velîlerin kerâmeti haktır.
“(O, bütün) Gayb(ın hakikatini) bilendir. Binaenaleyh gaybına kimseyi muttali etmez O (Allah). Meğer ki, beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O bunun önünden ardından gözetleyici melekler dizer. Tâ ki (o peygamberler) Rabb’lerinin gönderdiklerini (o gözetleyişlerin) hakkıyla (kendilerine) tebliğ ettiklerini bilsin(ler). (Allah peygamberlerin) Nezdinde olup bitenleri (onların her halini ilmiyle) kuşatmıştır. Her şeyi sayı(sı)yla saymıştır. ”
Mu’tezile bu ayete dayanarak evliyânın kerâmetini inkar ettiler. Bazı serseri insanlar Keşşâf’ın bu ayete dair izahını okuyarak, birçok müslümanların, özellikle ehli tasavvufun keşif ve kerâmetini inkar etmeye cesaret etmektedirler. Bunların “kîl ve kâ’ileri bâtılı yaymaktan başka hiçbir şey değildir. Allâme Teftezânî’nin de tasrih ettiği gibi,
“Binaenaleyh gaybına kimseyi muttali’ etmez O (Allah).” cümlesi, kaziye-i sâlibe-i cüz’iye hükmündedir; ve umumu ifade eden nefyi, selbin hıyezinde vuku bulmuştur. Bundan dolayı mantıkî olarak nefiy, selb-ul-umum içindir. Mu’tezilenin anladığı gibi umûm-u selb için değildir ki, evliyânın kerâmetlerinin inkarı hakkında bir delil teşkil etsin. Bunun nakîzi “Bazı kullarını bazı gaybemuttali eder” demek olur. Nitekim Ehli Sünnet velCemaatten birçok müfessirler de bu ayeti bu şekilde mana ettiler. Bu ayetle dahi evliyânın keşif ve kerâmetleri tesbit olunmaktadır.
Peygamber sailallâhu Teâlâ aleyhi ve sellem dahi, evliyânın kerâmetlerini ashâb-ı kirâma nakletmiştir. Nitekim Müslim ve Buhârî’nin de ittifakla tahric ettikleri bir hadiste Ebî Hureyre radıyallâhu anh diyor ki: Rasûlullah sailallâhu aleyhi ve sellem:
“Bir vakit bir adam bir ineği yürütüyordu. Yoruldu da ona bindi. İnek ona: ‘Bizler bunun (yük yüklemek ve binmek) için yaratılmadık. Ancak biz yerde çift sürmek için yaratılmışız.’ dedi.” buyurdu. Bunun üzerine İnsanlar: ‘Subhânallah inek konuşmuş.’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Gerçekte Ben buna inanıyorum; Ebû Bekr de, Ömer de.” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr Sıd- dîk ve Hazreti Ömer mecliste değillerdi. Yine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Bir vakit bir adam koyununu güderdi. Ansız bir kurt, sürüsünden bir koyuna koşarak yakaladı. Çoban ona ulaştı, koyunu kurtardı.
Bunun üzerine kurt ona: ‘İnsanlar kalmadığı günde yani benden başka hiçbir çoban kalmadığı günde kim koruyacak?’ dedi.” buyurdu. Yine insanlar: ‘Subhânallah kurt konuşuyor.’ dfediler. Bunun üzerine Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: “Amma Ben buna inanıyorum; Ebû Bekr de, Ömer de.” buyurdu, ikisi de orada değillerdi.
Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, inek ve kurt gibi hayvanların Allah Teâlâ’nın dostlarıyla konuştuklarını beyan etmiştir. Ebû Bekr ve Ömer radıyallâhu anhumâ’nın da hayvanlarla konuştuklarının îmâsı vardır. Daha evvelden ibnu Mes’ûd’ un: “Andolsun ki biz yenilen yemeklerin teşbihini işitiyorduk” hadîsini de nakletmiştik. Binaenaleyh bu gibi kerâmetler ashabdan dahi görülmüştür. Öyleyse kerâmet ve özellikle kerâmetten cüz’î gaybı bilmek, sadece peygamberlere mahsus değildir. Kâmilen peygamberlere tam ittibâ’ edenlere de cüz’î gayb bildirilir.
Yukardaki ayet-i kerîmede Mu’tezileye delil olmadığı gibi, Müslim, Buhârî ve imam Ahmed’in de tahric ettikleri, Ebî Hureyre radıyallâhu anh’ın rivayet ettiği,
“Beş şey gaybdandır; Allah’tan başkası onları bilmez (buyurdu ve:) {Gerçekte kıyametin ne zaman kopacağını bilmek şübhesiz Allah’a mahsustur. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanları o bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse de nerede öleceğini bilmez. Gerçekte Allah en iyi bilendir ve her şeyden haberdardır.} (mealindeki Lokman sûresinin 34’üncü ayetini) okudu.” mealindeki ayet ve hadiste de Mu’tezileye delil yoktur. Çünkü gayb iki kısımdır: Gayb-ı mutlak ve gayb-ı mukayyed..
-Gayb-ı mutlak, eşyayı hakikati üzere bilmektir. Mesela kıyametin hakîkatini bilmek gibi bilgiler, Allah Teâlâ’ya mahsustur. Allah Teâlâ bu gayba, mahlukunu muttali etmez. Binaenaleyh eşyanın hakîkati üzere bilmeyi İddia eden kafir olur. Bunda ümmet ihtilaf etmemiştir.
-Gayb-i mukayyeddir. Ehli Sünnet velCemaatin ittifâkıyla,cü’zi de olsa Allah Teâlâ bazı kullarını bazı gayba muttali kılar. Nitekim Tarh-ut -Tesrib’in müellifi Zeyneddîn-il Irrâkî eliyor ki: «Yukardaki hadîs-i şerif ve ayet-i kerimede, keşif ve kerâmeti inkar edenlere delil yoktur. Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri bazı kullarını bazı gaybi şeylere muttali kılar. Bu ıttılâ’ peygamberlere mahsus değildir. Allah’ın bildirmesiyle enbiya birçok gaybı bilmişlerdir. Allah Teâlâ bazı evliyânın hatırlarına (zihin ve kaiblerine) bilgiyi ilkâ eder de, onlar da bu sayede gayb-ı mukayyed kısmından olan ve herkesçe bilinmeyen birçok şeylere muttali olurlar. Nitekim Müslim, Tirmizî, Neseî ve imam Ahmed’in de tahric ettikleri Ebî Hureyre’den, Ayşe radıyailâhu anhâ’dan ve daha başka ashabdan gelen rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduğu
“Hakîkaten sizden önceki ümmetlerde ilham alan bazı insanlar olmuştur. Eğer Benim ümmetimden onlardan biri varsa, hiç şübhesiz o Ömer bin Hattib’dır.” mealindeki hadis de meseleyi açıkta izah etmektedir. Bu gibi ilhamla şereflenenlere, edeben, gaybı bildi denilmez; ilham aldı denilir. Nitekim Sıddîk-i Ekber radıyallâhu anh, zevcesinin hamlinin kız olduğunu bilip bildirmiştir. Bu bilgi Peygamber’e nisbet edildiği vakit “gaybı bildi” denilir; evliyâya nisbet edildiği zaman da “ilham aldı” denilir.
Hatta herkesin bilemediği bilgilerin bilgisi, evliya olmayanlarda da bulunabilir. Mesela tecrübe sûretiyle, bazı sebeblere dayanılarak bir kadının hamlinin erkek veya dişi olduğunu bilmek bu kabildendir. Evliyâdan başkasına bu bilgi nisbet edildiği zaman “tahmin” denilir. Çünkü bunda yanılmak tarafı galibdir. Bazıları demişlerdir ki: Ayet-i kerîmedeki nefiy, kâhinlerin ve müneccimlerin sözlerinin iptali içindir. Ayetin zâhirinde bir kimsenin öleceği yeri bilmesi nefyedilmiştir. Yani kişi nerde öleceğini bilemez; amma ne zaman öleceğini bilebilir. Bu dahi evliyâya mahsus değildir. »
Hâsılı kelam, gayb-ı mukayyed beş kısımdır
a-Meleklere, enbiyâya bildirilen bilgidir.
b-Enbiyâya kâmilen ittibâ’da bulunan evliyânın bilgisidir. Nitekim Sıddîk-i Ekber, vefat edeceği sırada Hazreti Ayşe’ye: Malı nasıl taksim edersin? diye sormuş; muşârun ileyhâ: Şöyle şöyle taksim ederim, deyince, Sıddîk-i Ekber zevcesine işareten: Sen bunun doğuracağı kıza ne dersin? buyurmuştur. Ebû Bekr Sıddîk’ın vefatının dokuzuncu ayı tamamlanmadan kızı doğmuştur. Burada Ebû Bekr Sıddîk’ın iki kerâmeti vardır: Birincisi nutfe halindeki hamli; İkincisi de hamlin kız olmasını bilmesidir. Bu kabil bilgiler, ferâset ve basiretle bilinir.
c-Müsbet ilimlerin tecrübelerine dayalı, herkesçe bilinmeyen bilgidir. Mesela doktorun iki aydan sonra, hamlin erkek veya dişi olduğunu filimlerte tesbit etmesi gibi. Bu kabil bilgiye ilim denilir.
d-Kahinlerin, müneccimlerin bilgisidir. Bunda iman şartı yoktur. Buna istidrac ve ihane denilir.
Tecrübelere dayanarak takvimcilerin filanca günde yağmurun yağmasını bildirmesi gibidir. Buna dahi tahmin denilir.
Kahinlik bahsinde biraz daha izah gelecektir.
Netice-i meram, imandan sonra bir insan peygambere kâmilen tam ittibâ’ ederek ma’rifeti kesbederse ve Allah Teâlâ’nın sıfatlarını güzel bilirse, tâbi olduğu peygamberin mucizelerinden bir mu’cize kendisinde zuhura çıkar? Amma meleğin bildirmesiyle dur; amma ferâset ve basiretle olur. Münâvî diyor ki; «Avam mü’minlerde dahi bu gibi hususlar müşahade edilmiştir. Bu hususta delili çoğaltmaya lüzum yoktur. Kerâ- metin varlığına, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şahadeti kafidir.»
Hafız ibnu Hacer diyor ki: «Birinci asırdan sonra, sahih İlhama sahib birçok evliya zuhur etmiştir. Bu da ümmetin şerefine delildir. Bu ümmetten nebi gelmeyeceği için, Allah Teâlâ önceki nebilere gönderdiği vahiyden bedel bu ümmetten evliyâya İlham göndermiştir; tâ ki ümmet bunları görerek mu’cizeyi ve enbiyâyı tasdik etsinler.»
Gazâli diyor ki: «Ebdallerden birisine rastladım. Nefsin müşahadesi hakkında soru sordum. O da sağına baktı: Sen ne diyorsun?; soluna baktı: Sen ne diyorsun?; sonra kafasını göğsüne koydu: Sen ne diyorsun? dedi. Sonra bana cevab verdi. Ben kendisine kiminle konuştuğunu sordum. O da bana: “Sağ ve solumdaki meleklerden sordum; bilmiyoruz dediler. Kalbimden sordum; o da bana cevab verdi. Demek benim kalbim onlardan daha iyi biliyor.” dedi.»
İnsanın kalbi ayna gibidir. Mü’min azalarını, onlarla yapılacak haram ve mekruhlardan sakındırınca, kalbi parlar. Parladıkça nurlar müşahade edilir ve ona akis yapar. Bu akisler, olayların sûretini temsil eder. Kimisine yazı görünür; kimisine karikatür görünür; kimisine ses gelir. Böylece bir biigi tahsil edilir, ki
“…onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı(na yardımcı) olurum. Eğer Ben’den bir şey isterse, ona veririm. Ban’a sığınırsa, onu korurum.” mealindeki hadiste işaret edilmiştir.
Nitekim Beğavî, İmam Ahmed, Dâremî ve Ebû Ya’lâ’nın tahric ettikleri bir hadiste, Vâbise bin Ma’bed radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bana: “Ey Vâbise, sen gelip Benden hayr ve günahtan soruyorsun değil mi?” buyurdu. Ben de: Evet, dedim. Bunun üzerine parmaklarım toparladı ve göğsüme vurarak şöyle buyurdu:
“Nefsinden fetvâyı taleb et Kalbinden fetvayı teleb et. (üç kere buyurdu). Müftiler (kalbine muhalif) fetva verseler dahi. Kâmil hayr, nefsinin ona sükûnet bulduğu peydir ve kalbinin ona sükûnet bulduğu şeydir. Günah nefsinde gıcırtı yapan ve göğsünde dolaşandır.”
Bu hadîs-i şerîf, günahlardan temizlenmiş ve melekten ilham almış kalbin, dînî ilimleri dahi başka bir kalbden ilham alacağını ve nefsin de salah bulacağını beyan etmektedir. Evet, nurlar azalarına hâkim olan zâtın kalbi kitabdır. Arif Tüsterî diyor ki: «Âlimler, zâhidler ve kullardan birçoğu, kalbleri kapalı olduğu halde ölürler. Sıddîkların, şehidlerin kalbleri müstesnadır. Eğer nurlarla kalbi parlamış evliyânın bâtınî ilimleri, kalbi açılmamış ulemânın zâhirî ilimlerine daha galib olmasaydı, Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem “Kalbinden fetvayı teleb et. Kalbinden fetvayı taleb et. Kalbinden fetvayı taleb et.” diye üç kere buyurmazdı. Kur’ân’ın nice sırları, zikirler, fikirler, güzel tefsirler, Allah’ın dostlarının kalblerinden zuhura çıkar ki, fukahadan ehli tahkik dahi ona yol bulamazlar.
“Allâh’ım, kalbimde nur yarat. Gözümde, kulağımda nur yarat. Sağımdan solumdan nur yarat. Üstüme nur, altıma nur, önüme nur, arkama nur ver. Ve bana nur yarat.“
Ve kerâmet iki kısımdır: Birincisi yukarda anlaşılmıştır. İkincisi ise, istikametle ifade edilir. Sonra istikamet de, İslam dînine aid bilgileri elde etmek, diğer ifadeyle sünneti güzel bilmek şartıyla onunta amel etmektir. Çünkü bilip de amel etmeyen “mağdûbun aleyhim”; bilgisiz amel edenler de “dâllîn” dir. Sırât-ı müstakim, ikisinin ortasıdır.
Sünnetle yaşamak, diğer ifadeyle Peygambere ittibâ’ ne kadar ziyade olursa, o kadar kalb temizlenmiş, ayna gibi parlamıştır. Ve ne kadar zikredilirse, nurlar o kadar o aynaya akis yapar, içinde sûretlenir. Bu iki hususun birleşmesinden keşif ve kerâmet ortaya çıkar. İstikametsiz kerâmet, istidracdır yahud ihânedir yahud sihirdir. Binaenaleyh kerâmeti kesbetmeden evvel, istikâmet yolunda sebat etmek gerekir. Bu hususta “Mü”minin İstikâmeti Velînin Kerâmetidir” ve “Özleşme Yolu” adlı eserlerimizde izahlar vardır; oraya havale..
İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadn Ölçüsüdür