Hz. Peygamber (sav.)’in ebedi âlemine göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar meydana gelmiş idi. Bu ihtilaflar Hz. Ebubekir (ra.) ile Hz. Ömer’in (ra.) halifelik dönemlerinde yok denebilecek kadar az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, özellikle de Hz. Ali’nin (ra.) zamanında zuhur eden Haricîlik cereyanı ve düşüncesi daha da artmış idi.
Vehhabilik, kökü Haricîliğe dayanan ve İbn Teymiye’nin alt yapısını oluşturduğu bir akımdır. Vehhabiliğin kurucusu bugünkü Riyat şehrinin kuzeyinde bulunan Uyeyne’de Hicri 1115 M. 1703 tarihinde dünyaya gelen Muhammed bin Abdülvehhap’tır. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan Abdülvehhap, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etmiş ve burada İbn Teymiye’nin fikirlerinden etkilenmiş, oradan da Basra’ya gitmiştir. Basra’da tevhit konusunda tartışmalarda bulunmuş; İslam dinin dört ana kaynağından olan edille-i şeriyeden kıyas ve icmayı kabul etmemektedir. Babasının vefatından sonra da fikirlerini ve faaliyetlerini Necd bölgesinde yaymaya devam etmiştir. Abdülvehhap, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; bu yüzden insanların dalalete düştüklerini, dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, onların kanlarının ve mallarının inanan muvahhitlere helal olduğunu ilan etti.
Onun fikirleri Necd bölgesi halkına çok cazip geldi. Necid Bölgesi; Haricîlerin Hz. Ali tarafından bozguna uğratıldığı, Müseylime-i Kezzab’ın yalancı peygamberliğini ilan ettiği ve Halid Bin Velid’in kılıcıyla bozguna uğratıldığı bir mekândır. O bölgenin halkı, Hz. Peygamber (sav.) döneminde Müslümanlığı kabul ettikleri halde, Yemen, Aden, İran, Hint, Irak ve Şam’ın tesiri altında kalmış ve birçok yanlış akidelere sahne olmuştur. Bunun içindir ki, Müseyleme-i Kezzâp, Secâh, Tuleyha ve Esvedu’1-Ansi gibi peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar o bölgeden çıkmış, sonraki dönemlerde de muhalif isyancı gruplar burada zuhur etmiştir. Bu bakımdan, Abdilvehhâp’ın fikirleri burada revaç bulmuş ve hızlı bir şekilde yayılmıştır. Onun fikirlerini kabul etmeyen nice insanlar kılıçtan geçirilmiş, mallarına el konulmuş ve kendi aralarında paylaşılmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri Vehhabilik konusunda şöyle buyurur:
“Vehhâbiler kendilerini Hanbelî mezhebinden saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’an meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din namına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Hâlbuki bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.”[1]
“ Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahâbeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:
Birincisi: Hazret-i Ali (ra.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şialığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (ra.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir. Hazret-i Ali (ra.) “Şâh-ı Velâyet ” unvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.
İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (ra.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr , seciyelerine girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (ra.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (ra.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (ra.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne , fırsat buldukça tecavüz etmişler.”[2]
Abdülvehhap’ın fikirlerini cebir yoluyla kabul ettirmeğe çalışması üzerine, Necit’in güçlü kabilelerinden biri olan Halid oğullarının reisi Süleyman b. Ureyir’in Uyeyne emirinden İbn Abdülvehhap’ın öldürmesini veya sürgün edilmesini talep eder. Bunun üzerine İbn Abdülvehhap, Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye’ye gelir ve emir Muhammed b. Suûd’la anlaşır. Böylece Vehhabî devletinin temelleri atılmış oldu. (1157/1744). Abdülvehhap, fikirlerini yaymak, hâkimiyetini arttırmak ve Arap Yarımadası’na sahip olmak için bu fırsatı çok iyi değerlendirir.
Abdülvehhap 1206 tarihinde ölünce, onun izinden giden Muhammed İbn Suûd, bu fikrin özellikle siyasi cephesini yaymaya ağırlık vermiştir. Onların süratle toprak kazanıp Necid’e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzak olmaları, en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile meşguliyetleri büyük rol oynamıştır. Bu durumdan istifade eden Vehhabîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiilerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabîlerin öldürülmesini bahane ederek, 10 Muharrem 1802’de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirdiler ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbesini de yağmaladılar. 18 Şubat 1803’de de Taif işgal edildi.
Yine bunlar Hz. Ali Efendimiz’in (ra.) kabrini, Harem-i Şerifi ve Ravza-i Mutahharayı yağma ve talan etmişlerdir.
Ahmet Cevdet Paşa, Vehhabilerin Taif’i işgal ettikleri zaman yaptıkları zulümleri şöyle dile getirir:
“Vehhabiler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu… Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler”[3]
Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren İbn Suûd, halka şöyle hitap ediyordu: “…Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslam’ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk’ı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler… Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur… Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir…”[4]
İbn Suud, ayrıca Medine halkına şu uyarılarda da bulunuyordu:
“Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balıksırtı toprak yığılmış hale getirmek. Muhammed b. Abdülvehhap’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.”[5]
1800’lü yıllara gelindiğinde Vehhâbî devleti, Halep, Hind Okyanusu, Basra Körfezi, Irak ve Kızıl Deniz’e kadar yayılmış oldu.
Vehhabiliğin, büyük bir tehlike olduğunu gören Osmanlı Devleti’nin hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereğinin yapılması için talimat vermişti. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medine, Mekke ve Taif Vehhabiler’den geri alındı. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud’un üzerine gitti. İbn Suud direndi ise de 1814’de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğradı ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818’de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderip astırdı. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak bu savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necid bölgesinde yeniden faaliyete başladı ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başardı. Sonraki yıllarda birtakım hanedan tartışması oldu ise de Suud hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya etti. Ayrıca Hindistan ile İngiliz hükümetinin de desteğini alan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necid, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre, İbn Suud’un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhinde olamayacağı, onların istediklerini yapacakları birtakım hususlar hükme bağlandı.
Birinci Cihan Harbi’nde mağlup olan Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine’den çekilince Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi tekrar ele geçirirdiler. Abdülaziz b. Suud, 1926 tarihinde “Necid ve Hicaz Kralı” olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması ile de tam istiklâlini ilân etti ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtuldu. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz b. Suud, ölümüne kadar (1953) Suudi Arabistan Kralı olarak saltanatını sürdürdü.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Vahhabiliğin kurulmasında, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Harbi’nde mağlup olması, İngilizlerin Vehhabilere para ve silah yardımı yapması ve özellikle de İngiliz casuslarından Hempher’in büyük katkısı olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade eder:
“Her neyse… Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi her bir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.”[6]
Vehhabilik, Suud-i Arabistan’ın resmî mezhebidir. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslam ülkelerinde de taraftarları mevcuttur. Bu inancın temelinde sertlik, taassup ve kendi düşüncelerinde olmayanları küfürle itham etmek vardır. Bunun içindir ki, onlar, kendilerine “Muvahhidûn” demekte ve kendilerini İbn-i Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hambel’in mezhebini devam ettiren sünniler olarak görmektedirler. Onlar; “Biz, itikatta selef, amelde ise Hmnbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikat hususunda Selef mezhebinin nascı (Eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdülvehhap, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler.
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi
[1] Nursî, B. S Mektubat (28. Mektup, 5. Mesele)
[2] Nursî, B.S Mektubat (28. Mektup, 6. Mesele
[3] Târih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263
[4] Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175
[5] Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.
[6] Nursî, B. S Mektubat (28. Mektup, 6. Mesele)
0 Yorumlar