Varoluşçuluk ve Nihilizm
20. yüzyıl ilerledikçe, modern bilinç kendisini eşzamanlı olarak hem bir genişleme, hem de bir daralmanın yaşandığı yoğun bir çelişkili sürecin ortasında kıskıvrak yakalanmış bir vaziyette bulmuştu. Olağanüstü entelektüel ve psikolojik sofistikasyona, sürgit tırmanan anomi ve marazilik duygusu eşlik ediyordu. Benzersiz bir ufuk genişlemesi ve diğerlerin tecrübelerine açılma gibi gelişmelerle birlikte, hiç de küçümsenmeyecek oranlarda gözlenen bireysel yabancılaşma duygusu yaşanıyordu. Hayatın her yönüyle -sözgelişi çağdaş dünya, tarihî geçmiş, diğer kültürler, diğer hayat biçimleri, atomaltı dünya, makrokozmos, insan zihni ve psişe’si ile- ilgili yığınla enformasyon üretiliyordu; ama daha az düzenleyici bir tasavvur, daha az tutarlılık ve kavrayış, daha az kesinlik sözkonusuydu her tarafta.
Rönesans’tan itibaren Batılı insanı tanımlayan -bağımsızlık, kendi geleceğini belirleyebilme ve bireycilik – temel şemsiyesi, gerçekten de bu idealleri pek çok insanın hayatında gerçeğe dönüştürmüştü ama öte yandan da, bireysel kendiliğindenliğin ve özgürlüğün, sadece teoride indirgemeci bilimcilikte değil, aynı zamanda pratikte kitle toplumlarının yaygın kolektiviteleri ve konformizmlerinde de boğulmuş bir dünyada gerçeğe dönüştürülmüştü.
Modern dönemin, bireysel ve sosyal özgürlüğü tetikleyen büyük devrimci siyasî projeleri, modern bireyin akıbetinin sürgit artan bir şekilde bürokratik ticarî ve politik üstyapıların hükümferma olduğu şartlara yol açıyordu zamanla. Nasıl ki, insan, modern evrende anlamsız bir zerre’ye dönüşmüşse, aynı şekilde, bireysel kişiler de, modern devletler de manipüle edilebilecek ya da milyonlarca kişi tarafından baskı altına alınabilecek önemsiz şifrelere dönüşmüştü. Modern hayatın kalitesi, sürgit tekdüze bir görünüm alıyordu. Aşırı güçlenme ve güçlendirmece mukabil, yaygın bir endişeli çaresizlik duygusu hâkimdi.
Derin ahlâkî ve estetik duyarlık, ürpertici zorbalık ve israfla karşı kar şıya gelmişti. Teknolojinin hızlanan ilerlemesinin faturası her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. Ve her hazzın ve her başarının arkaplanında, insanlığın gerçekten görülmemiş çaresizliği, yapayalnızlığı, terkedilmişliği gizleniyordu. Batı’nın yönelimi, yönlendirmesi ve itici gücü altında yaşayan modern insan, olağanüstü bir merkezkaç gücüyle, karmaşıklıkla, çeşitlilik ve süratle ileri ve dışarı doğru patlıyor, ateş saçıyordu. Ama öte yandan da, bu yönelim, modern insanı, kendisini bir yeryüzü kâbusuna ve manevî çorak ülkeye, şiddetli bir sınırlamaya, dar geçide ve görünüşte çözümlenemez bir görünüm arzeden bir felâketin eşiğine sürüklediği gözleniyordu.
Hiçbir yerde, bu problematik modern durum, Heidegger, Sartre ve Camus gibi önde gelen varoluşçu yazarların metinlerini ifade eden ama nihâî olarak modern kültürdeki kalıcı manevî krizi yansıtan bir felsefe ve hâlet-i rûhiye olan varoluşçuluk fenomeninden daha iyi bir şekilde ete kemiğe büründürülebilmiş değildi. 20. yüzyıl hayatının kaygı, karabasan ve yabancılaşması, varoluşçunun, insanın varoluşunun en temel, en çıplak ilgilerine yaklaştığı kadar derinlerde kök salmıştı: Istırap ve ölüm, yalnızlık ve ürperti, suçluluk duygusu, çatışma, manevî boşluk ve ontolojik güvensizlik duygusu, mutlak değerler ya da evrensel bağlamlar boşluğu, kozmik saçmalık duygusu, insan aklının kırılganlığı, insanlık durumunun trajik bir çıkmazın eşiğine dayanması. Böylesi bir ortamda, insan, özgür olmaya mahkûmdu. Tercih yapma zorunluluğuyla karşı karşıyaydı ve yanlış seçim yapmanın ağır ve bitmek bilmeyen yükünü çok iyi biliyordu.
Her iki uçta da hiçlik tarafından çepeçevre kuşatılmış sonlu bir varoluşun eşiğine fırlatılmıştı; o yüzden, Geleceğinden tastamam bihaber ve endişeli bir şekilde yaşıyordu. Beşerî özlemlerin sınır tanımazlığı, beşerî imkânların sınırlığının önünde teslim bayrağı çekmişti. İnsan, belirleyici bir öz’e sahip değildi: Yalnızca, varoluşu veriliydi; ölümlülük, risk, korku, can sıkıntısı, çelişki, belirsizlik tarafından çepeçevre kuşatılan bir varoluş ve hayattı bu. İnsan hayatının ya da tarihinin gerçekleştirilmesini, [yaşanılası, gerçek bir hayata dönüştürülmesini] mümkün kılabilecek hiç bir Mutlak Aşkın yoktu artık. Hayatta ebedî bir tasarım da ya da ilâhî inâyete dayalı bir gâye de kalmamıştı. Her şey, daha “yüksek” ya da “daha derin” bir akıl için değil, varolduğu için vardı, varoluyordu. Tanrı, ölmüştü; evren, İnsanî ilgilere kördü; anlamdan ya da amaçtan yoksundu.
İnsan, kendi hâline, yalnızlığa terk edilmişti. Her şey mümkündü artık. Otantik / sahici olabilmek için, hayatın anlamsızlığının katı, karabasan yüklü gerçekliğini itiraf etmek ve onunla özgürce yüzleşmek kaçınılmazdı. Hayata, yalnızca mücadele bir anlam veriyordu. Önceleri, 18. ve 19. yüzyılların ilerlemeci iyimserliğinden destek ve güç alan Romantik’in manevî coşku, tabiatla birleşme, birlik olma, ben’in ve toplumun kendi kendini gerçekleştirme çabası, artık 20. yüzyılın kâbus dolu gerçeklikleriyle karşı karşıya gelmişti ve varoluşçunun karabasanı ve kâbusu, bütün bir Batı kültüründe pek çok kişi tarafından derinlemesine hissediliyordu. Teologlar bile -belki de özellikle de teologlar-, varoluşçu ruha karşı oldukça duyarlıydılar ve yoğun ilgi gösteriyorlardı.
İki dünya savaşı, totaliterlik, holokost ve atom bombası tarafından harabu tûrab olan bir dünyada, hikmet dolu, kudret sahibi, her şeyin ve herkesin iyiliği için tarihe hükmeden bir Tanrı’ya inanç, savunulabilir temelini büsbütün yitirmişti. Çağdaş tarihî hâdiselerin eşi benzeri görülmemiş trajik boyutları gözönünde bulundurulunca, sarsılmaz bir inanç temeli ve kaynağı olarak Kutsal Kitap’ın düşüş’üne bakınca, Tanrı’nın varlığı konusunda muhkem bir delilin olmayışı dikkate alınınca ve hepsinden önemlisi de, seküler bir çağda, dînî inancın neredeyse bütün bir küre ölçeğinde yaşadığı bunalım yakından gözden geçirilince, teologların, modern duyarlık açısından herhangi bir anlamı olan bir Tanrı’dan sözedebilmeleri sürgit zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyordu: işte böylesi bir ortamda, görünüşte kendi kendisiyle çelişen ama gerçekte tek başına “Tanrı’nın ölümü”nün temsilcisi olan bir teoloji zuhûr etti.
Çağdaş anlatılar, anlamsızlıktan ve herhangi bir önemden yoksun bir bağlamda boş yere anlam ve değer vücûda getirmeye çalışan ürpertici bir karabasan ortamında çepeçevre kuşatılan bireylerin portresini çiziyorlardı sürgit artan bir yoğunlukta. İster mekanikleşmiş kitle toplumu, isterse ruhsuz kozmos biçiminde olsun, modern dünyanın amansız gayr-ı şahsîliği ve insansızlaşması olgusuyla karşı karşıya gelen Romantik’in bu duruma karşı tek vereceği karşılığın, ümitsizlik ya da kendi kendini intiharın eşiğine sürükleyecek [ve sonuç getirmeyecek] bir direnişten ibaret olduğu gözleniyordu.
Richard Tarnas – Batı Düşüncesi Tarihi 2,syf;237-240
Külliyat Yayınları