Varlığın Ahenginden Müzik Devrimine

small-musiki-7w6qi79g-300x208 Varlığın Ahenginden Müzik Devrimine

Yalçın Çetinkaya*

*Istanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü’nde “Profesör”olarak görev yapmaktadır.

Islâm medeniyet tasavvuru, varlığın mebdeine yani başlangıcına sınır koymanın insan için mümkün olmadığını ve bunu sadece Allah’ın bildiğini vahyin öğrettikleri ile bilebilmektedir. İnsan yaratılmadan önce de varlıktan, yaradılmışlıktan ve başka bir boyut ve formda da olsa varlığın “hayatından” söz etmek mümkün. Varlığın var olma süreci içinde mûsikîyi meydana getiren temel unsurlardan olan ritm, âheng ve melodi, insan yaratılmadan önce de varlık âleminde mevcud idi. Ancak insan bunu, kendisi yaratıldıktan ve pek çok kabiliyet ile mücehhez kılındıktan sonra işitip algılayabildi ve tanımlayabildi. Çünkü bu üç unsur sadece mûsikînin değil aynı zamanda varlığın da önemli unsurlarıdır. Kâinat bir âheng üzerine kurulu ve bu âhengin kendi içinde muhakkak bir ritmi var. Ve hareket kâinatta var, hareketin olduğu her yerde mutlaka ses de var. Eğer bu ses, ritm ve âhengin olduğu varlık alanında tezâhür etmişse, o halde mûsikî de var demektir. Mûsikî sadece şarkı söylemek veya mûsikî enstrümanları ile icrâ etmek şeklinde tezâhür etmez. İnsanın konuşması da bir nevi mûsikîdir. Her insanın sesinin bir tonu vardır ve ortalama bir oktav aralığında konuşur. Konuşmasındaki vurgularla, tonlamalar, yükselmeler ve alçalmalarla her insanın konuşmasını âdeta bir melodiyi notaya alır gibi notaya almak mümkündür. Pythagoras’ın, feleklerin dönerken çıkardıklarını ileri sürdüğü sesler de mûsikî kapsamına girmektedir. Eğer çıkan seslerde ritmik bir akış ve kendi içinde bu ritme bağlı olarak âheng varsa, mûsikî meydana gelmeye başlıyor demektir. Böyle düşündüğümüz zaman mûsikîyi meydana getiren unsurlar, ezelden beri varlığın da en önemli unsurlarıdır.

İnsan yaratılmadan önce de kâinat vardı ve bu kâinatta ritm, âheng hatta melodi de, -Allah en doğrusunu bilir- mevcud idi. İnsan hiç şüphesiz, Allah’ın ne zaman yarattığını bilmediğimiz bu varlık âleminin içinde “insan” olarak yaratıldıktan sonra Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetler ve ilim sayesinde varlığı fark etti, bildi ve idrâk etti. Öyle zannediyor ve inanıyorum ki insan, varlığı tanımaya başladıktan sonra mûsikîyi meydana getiren ritm, âheng ve melodi gibi unsurların da varlığın birer parçası olduğunu idrâk etti.

Müziğin Diğer Sanatlara Üstünlüğü

Richard Wagner’in şu sözü her zaman çok hoşuma gitmiştir: “Bütün sanatlar bir gün müzik olmaya doğru evrilmektedir.” Bu sözünü muhtemelen Arthur Schopenhauer etkisiyle söylemiştir ama sonuçta güzel ve müzikle ilgili oldukça önemli bir söz söylemıştır Wanger. Schopenhauer müziği diğer sanatlardan ayrı ve üstün tutar.Sanat ona göre “tasarım” veya “yaratıcılık” olarak, ideaların bilgisiyle meydana gelir. Yani ”idealar” sanatın kaynağını oluşturur ve sanat eserinin ortaya çıkabilmesi için onların nesnelleşmesi gerekir. Bu nesneleşmenin oluş şekli de sanatın türünü gösterir. Schopenhauer sanatı; sanatın, nesnesi olan madde ile onun ideasına olan mesafesine ölçü olarak belirlemek süretiyle tasnif ederek alt basamaktaki ve üst basamaktaki sanatlar olmak üzere iki bölüme ayırır. “Görünür” olanla ilgisine göre bu tür sanatlar alt basamaktaki sanatları meydana getiren somut sanatlardır. Üst basamaktaki sanatlar ise, idealara daha yakın olan “soyut sanatlardır. Şöyle der Schopenhauer: “Her sanatın ortak amacı, her sanat nesnesinde kendini açığa vuran ideayı, her basamakta kendini nesneleştirici istemenin ideasını açmaktır.”… ve maddeyi sanatın en alt basamağı kabul ettiği için, buna bağlı olarak mimarî, görünürdür, resim ve heykel kadar olmasa da tabiatı taklid eder ve sanatların en alt basamağında olmalıdır.

Mimarî sanatların bir üst kademesine de resim ve heykel sanatını yerleştirir. Yazın sanatı da yaptığı betimlemelerden dolayı tabiatın taklidine dayanır ve dolayısıyla idealardan uzaklaşır. Dolayısıyla resim ve heykel sanatının bir üstünde yer alır. Ama müzik sanatı görüngülerden bağımsız ve saf idea olarak, en üst basamakta yer almayı hak etmektedir. Yine Schopenhauer müzik hakkında şunları söyler: Müzik sanatı, bütün başka sanatlardan ayrı olarak, tek başına durur. Müzikte dünyadaki varlıkların ideasının taklidini, yeniden üretimini görmek mümkün değildir. Dolayısıyla müzik yüksek ve parlak bir sanattır, insan tabiatı üzerindeki etkisi de çok güçlüdür. Mükemmel ve evrensel bir dil olarak müzik, insanın en derin bilincinde derinlemesine, tam olarak anlaşılır.”

Müzik, duyum olarak kulak yoluyla algılanır ve kulak yoluyla algılamak, algıyı daha saf ve güçlü kılar. Bu soyut sanatın insanı etkileme gücü diğer sanatlara göre daha fazladır. Bir müzik eseri ortaya koyan (besteci) tabiattan duyduğunu taklid ederek beste yapmaz, kendinde olanı ortaya çıkarır ve bu bakımdan orijinaldir ve bu orijinallik müziğin gücüyle birleştiğinde dinleyeni daha fazla etkiler. Bunlar, müziği diğer sanatlardan ayıran başlıca özellikleridir.

İslâm Medeniyetinde ve Osmanlı’da Mûsikî: Mûsikîye Yüklenen Mânalar Manevî Mûsikî Hakîkatin Mûsikîsidir

İslâm medeniyetinde müzik hakkında en olumlu, en makul fikirler sûfîlerce ileri sürülmüştür. Sûfîlerin ifadelerine bakıldığında müzikle ilgili son derece yapıcı yaklaşımların yanı sıra, onun İlâhî bir derinliği olduğu anlaşılır. Şirazlı Ruzbahan Baqlî de bunlardan biridir. Ruzbahan Baqlî Şirâzî, 522/1128 yılında Şiraz yakınlarındaki Fasa’da doğmuş, 606/1209’da Şiraz’da vefat etmiştir. Baqlî, bâtınî ve zâhirî ilimlerde üstad kabul edilen bir sûfi idi. Risâletu’l-Kuds adlı eserinde Baqlî müziğin önemine, hangi şartlarda meşru olduğuna,musikiyi dinlemeye yetklili  olanların ne tür özelliklere haiz kişiler olması gerektiğine, dinlemeye ve icra etmeye değer musiki çeşitlerinin hangileri olduğuna değinir. Baqli ruhun diriliğini  manevi musikiye (semâ) borçlu
olduğunu söyler. Ona göre mûsikî, insanlık halinin (beşeriyyet) sahip olabileceği bütün sıkıntılardan doğan düşüncenin duruluşunda var olup insan tabiatını heyecana getirmektedir.

Mûsikînin, Islâm geleneğinin bütünü içerisindeki önemi ve meşrûluğu ile ilgili sorular sadece kanunlara ve ilâhiyata isnâd edilemez. Bu daha çok İslâmiyet’in iç ve mânevi kısmıyla alâkalıdır. Bu yüzden de adlî seviyede ne çeşit müphem durumlar çıkarsa çıksın, özellikle mûsikînin İslâm mâneviyatı ile ilgisi söz konusu olduğundan, nihâî cevap, sûfızmde aranmalıdır. Bazı sûfîler, mûsikî konusunda bir hayli ileri düşünceler serd etmişlerdir. Bunlardan biri de Şirazlı Ruzbahan Baqlî idi.

Ruzbahan Baqlî’nin düşüncesine göre mûsikî, Rabbânî sırların (Esrâr-ı Rabbânî) uyarıcısıdır. Mûsikî, bazıları için günaha teşvik edici olabilir, çünkü o kişi aslında noksandır. Diğerleri için ise mûsikî öğüttür, çünkü o kişi, mükemmelliğe erişmiştir. Manevî mûsikî hakikatin (el-Hakk) mûsikîsidir. Rûhânî mûsikî, Allah’tan gelir, Allah’ın önünde durur, Allah’la beraberdir. Aşk (muhabbet) müridleri, mûsikîyi dünyevî benliklerinden yardım istemeksizin dinlerler. Özlem (şevk) yolunda yürüyenler, mûsikîyi, sebeplerden yardım istemeksizin dinlerler. Şiddetli aşkın azimkâr takipçileri manevî mûsikîyi kalpten yardım istemeksizin dinlerler. Manevî âşinalık ile dalgalananlar, manevî mûsikîyi, ruhlarından yardım istemeksizin dinlerler. Mûsikîyi bu araçlarla dinleyenler, Allah tarafindan örtülürler. Ama eğer dünyevî benlikleri ile dinlerlerse dinsiz (zındık) olurlar. Sebeblerin gücü ile dinlerlerse, övgüye değer olmaya hak kazanırlar. Kalpleri ile duyarlarsa, tefekküre dalanlardan olurlar. Ruhları ile dinlerlerse A huzura kavuşurlar. Manevî mûsikî, İlâhî huzurun dinlenmesi ve görülmesidir. Manevî ‘ mûsikî, İlâhî hakikatin hâzinesinin anahtarıdır. Manevî mûsikî hak âşıklarına câiz, câhiller için ise haramdır.

Baqlî’ye göre üç çeşit manevî mûsikî vardır. Biri bayağı insanlar, diğeri elit kesim, sonuncusu ise elitler içindeki elit kesim içindir. Bayağı insanlar tabiatlarının elverdiği F ölçüde dinlerler, bu ise onların, mûsikînin bâtınî yönünden yoksun oldukları anlamına gelir. Elit kesim kalbi ile dinler. Bu onları tetkik etmeye yöneltir. Elitler içindeki elit kesim, benliği ile dinler. Bu onların âşık olduğu anlamına gelir. «

İslâmiyet’in takındığı temkinli tavır, mûsikînin zâhirî yönü ile ele alınarak ku- dsiyetinin bozulmasına müsaade etmez. Zâhirî düzeyde mûsikî, hayvani duygulan harekete geçirmesin diye, sınırlandırılmıştır. Bâtınî düzeyde ise, duyguların alaşım değiştirmek ve benliği başka bir kalıba sokmak için bir araçtır. Ancak mûsikînin, dinleyicinin tabiatını bozmadan, önce cismânî benliğinin boyun eğdirilmesinin garanti edilmesi şartıyla çalınması gerekir.

Islâm medeniyeti, pek çok büyük mûsikî geleneklerim “İslâm’a rağmen” değil, “İslâm’dan dolayı” muhafaza etmiş ve geliştirmiştir. İslâmiyet, insanı Allah’ı unutturmaya götüren mûsikîyi yasaklamıştır. Kur’an kıssalarında, mübarek peygamberlere atfedilmiş İlâhîlerde, İslâm’ın kutsal münacatlarında ve iç boyutların vâsıtası ile mûsikiyi, İlâhî varlığa ulaşmak için bir basamak olarak tayin etmiştir.

Osmanlı-İslâm Mûsikîsi, “İnsan Merkezli” Bir Mûsikîdir

Allah, insanı yaratmayı murâd etti, onu yeryüzünde kendisine halîfe kıldı. Onu nimetlerıyle donattı, doksan dokuz esmâsı ile mücehhez kıldı. Kendisini anlayabilecek akıl verdi. Kendisinin sonsuz ve sınırsız ilmini idrak edebilecek kadar ilim verdi. Kendi külli irâdesinden bir cüz lütfetti. Hazret-i İnsan, yaratıcısı olan Hazret-i Allah’ın ruhundan kendisine üflemesiyle hayat buldu. Böylesine kabiliyetlerle donatılmış bir “eşref-i mahlûkât”, eşyanın hizmetinde olamaz, ancak eşya onun hizmetinde olabilir ve olmalıdır. İslâm medeniyeti, “insan”ı böyle algılar ve medeniyetin merkezinde konumlandırır. Bu medeniyet dairesinde her şey insan içindir, eşya da insanın hizmetinde olmalıdır. Bu medeniyet algısına göre eşya, bu medeniyet insanının elindedir ve onun kullanım tarzına göre şekillenir. Mûsikî de bir eşyadır ve İslâm medeniyetinde mûsikî de insanın hizmetindedir, insanın ona verdiği şekil ile şekillenir ve anlam kazanır. İnsan, Allah’ın yarattığı ses cevherini kendi yaratılmışlık zenginliği ve donanımı doğrultusunda, o ses cevherine müdahale etmeden kullanır. Islâm medeniyetinde insanın varlıkla ve eşyayla ilişkisi de bu anlayış üzerine kuruludur. Her şey insan içindir, insanın hizmetine sunulmuştur ve insanın bilgisi arttıkça eşyayla ilişkisi de bu bilginin anlam ve değeri nisbetinde olacaktır.

Mûsikînin “insan merkezli” olması, insan kabiliyetinin ve “yaratıcılığının birtakım mûsikî kuralları ile sınırlandırılamaması olarak okunabilir. Batı müziği, bu anlamda bir kurallar bütünüdür (Mozart’ın “Güzellik uğruna bozulmayacak kural yoktur diyerek, Amold Schönberg’in de “Atonal Sistem” ile bu kurallara âdeta başkaldırdıklarım hatırlamamız gerekmektedir.) İnsanî yaratıcılık zaman içinde tekâmül etmektedir ve meselâ iki yüz yıl önce yaşayan bir müzisyenin koymuş olduğu kurallar bugün için anlamını kaybetmiş olabilir. Bugünün daha fazla müzik dinleyebilen, inşam yaratıcılık” sınırları daha da genişlemiş olan müzisyenini geçmişin sınırlı bilgisi ile konulmuş kurallara bağlamak haksızlıktır. Batı müziğinde armoni kuralları neredeyse tamamen Köyledir- Bozulmuş, indirgenmiş, müdahale edilmiş bir ses cevherini muharref kutsala göre yeniden şekillendirmeye çalışan Batılı kilise müzisyenlerinin koyduğu kurallar bugün de geçerlidir. Ancak bütün bu kurallara rağmen özellikle Avrupa müziğinin ve bestecisinin klasik dönemden başlayarak romantik dönem sonlarına kadar, neredeyse tamamen kilisenin yörüngesinden çıkarak bağımsızlaştığım ve yüksek düzeyde seyrettiğini söylemek gerek Bunu da sanırım “Avrupalı bestecinin, kurallara rağmen İnsanî yaratıcılığın sınırlarım zorlaması” gibi takdire şâyân çabasıyla izah etmek mümkündür.

Osmanlı-İslâm mûsikîsi, Batı müziği gibi katı kurallarla sınırlandırılmış bir mûsikî değildir, çünkü fıtrî ve tabii ses cevherine müdahale edilmediği için bu cevher de zaten tamamen fıtrî biçimiyle kullanılmaktadır. Böyle olunca da “İnsanî yaratıcılık”ın sınırlan genişlemektedir.

Musikimizde kurallar koymak ve onu Batı müziğinde olduğu gibi standart hâle getirmek, Türkiyenin Batılılaşma ve modernleşme macerasıyla yakınlık arz etmektedir.Bu standartlar, musikimizi tektipleştirmekte ve insan merkezli olmaktan  uzaklaştırmaktadır.

Bir Âheng İlmi ve Sanatı Olarak Mûsikî

Bir âheng sanatı olarak mûsikî, kainatın ve bütün varlığın muhteşem âhenginin insan elinde ve insanı yaratıcılık” içinde vücud bulmasıdır. İnsan fıtratının mûsikî, melodi ve ritme yatkınlığı söz konusu. Bu yatkınlığı başka sanatlarda bu kadar açık bir şekilde görmek zordur. Bu yatkınlık, evvelâ insanın bu varlık âleminin önemli bir unsuru olmasıyla ilgilidir.

Müzikten hareketle, bütün varlık âleminde en küçük bir çelişki, eksiklik ya da hataya yer vermeden ve çok ince hesaplarla bu muhteşem âhengi var etmek, bütün kâinatın ve varlık âleminin, muazzam ilim sahibi; eşi, benzeri, ortağı bulunmayan tek bir yaratıcının varlığının yani “Lâ ilahe illallah”ın kozmik anlamda ispatıdır. Allah, Rahman Sûresi’nde; “Güneş ve Ay bir hesab iledir” buyurarak bu ince ve hassas hesab hakkında bilgi verir. Güneş ve Ay, en yakınımızda, gözümüzle görebildiğimiz varlıklar olduğu için, kâinatta var olan bütün gezegenlerin de bir hesab ile yaratılmış olduğunu öğretir. Hiçbir varlığın kendi kendini yaratması mümkün değildir. Zaten kendisi de “yaratılmış” olan tabiatın, herhangi bir şeyi yaratması mümkün değildir. Bir an öyle olduğunu varsaysak bile, varlığın her birinin farklı formlarda yaratılmış olması, onların tasarlanarak yaratıldığını gösterir. Tabiatta ise kendikendini “tasarlama”, “hesaplama” ve “âhengli yaratma” kudreti yoktur. Bu Beethoven’i reddedip dokuzuncu senfoninin kendikendini bestelediğini söylemek gibi ciddiyetsiz, gerçeklik derecesi düşük bir şeydir. Başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda görebildiğimiz bu muhteşem âheng, âdeta “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikretmektedir. Zaten âyette de beyan buyurulduğu gibi “Bütün yaratılmışlar, kendi lisanları ile Allah’ı zikretmektedirler.” Uçsuz bucaksız varlık âleminde bütün varlığı birbirleriyle âhengli yaratmak, ortağı olmayan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bir yaratıcının varlığını âdeta gözümüze sokarak göstermektedir.

Mülk suresinde; “Yedi göğü tabakalar halinde yaratan O’dur. Rahman’ın bu uyarmasında bir âhenksizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner” buyurarak varlık âlemini nasıl kusursuz bir düzen ve âhenk içinde yarattığını anlatmaktadır. Bu kusursuzluk varlık âleminde “âhenk” demektir. Kâinattaki âhenk, “Lâ ilâhe illallah”ın açık göstergesidir. Müzikteki âhenk, Pythagoras’ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır. Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah’ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah’tan uzaklaştırıcı değil, Allah’a yaklaştırıcı bir vesile olabilir. Bu söylediklerim, işin birinci kısmını anlatmaktadır. Mûsikî; melodi, ritm ve âhenk demektir ve bir âhenk ortaya koyar.

Nefha-i ilâhî ile can bulmuş insan, bütün varlığı âhenk ile yaratan Allah’ın “varlığı âhenkli yaratma”sı sebebi ile, âhenkli bir iç âleme sahiptir. İnsan, eski feylezofların tâbiri ile “âlem-i sagîr”dir… yani “küçük âlem”dir yani “mikro kosmos”… ve “âlem-i kebîr’in” yani büyük âlemin (makro kosmos)” âhengi ile aynı özellikleri taşır. Mûsikî bir âhenk ilmidir. Kâinat yani âlem-i kebîr âhenktir… insan yani âlem-i sagîr de âhenktir. Âlem-i sagîr, yani insan, içindeki âhengi mûsikî ilmi ve sanatı ile ifade eder ya da mûsikî, âlem-i sagîr’in âhengidir.

İnceleyin:  Johann Wolfgang Von Goethe - Goethe Der ki... Alıntılar

Buna bir de sûfîlerin getirdiği güzel bir izah vardır ki bu beni çok etkilemiştir. Sûfîler Elest bezmi ile ilişkilendirerek şöyle bir izah getirmiştir: “Elestu bi-Rabbikum?” şeklindeki ilâhî hitâbı keyfiyetsiz ve şekilsiz olarak dinlendikten sonra, o ilâhî hitâbı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hazret-i Âdem’in yaratılmasından ve zürriyetinin dünyaya gelmesinden sonra, bu gizli sırlar, zuhur eden halden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hâle gelir. Bunlar sevgi ve aşkları ezelden beri Allah için ve Allah ile olan, irfan sahipleridir. (…) Bundan dolayı mûsikîde saklı olan gizli sırları idrak eder ve hazlarını alırlar. Şüphesiz ki “Elest” hitâbını işitmiş olma sırrı, bütün canlıların tabiatında mevcuttur. Onun için her cins kendi tabiatına uygun bir şekilde semâ eder, semâ’dan kendi himmeti nispetinde hisse alır.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüz zaman, zannederim mûsikînin insan için ne mânâya geldiği ve diğer sanatlarla kıyas edildiğinde nasıl bir sanat olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yani özetle diyebiliriz ki bir âhenk ilmi ve sanatı olarak mûsikî, varlığın âhenginin yansımasıdır.

Aşkın Müziği: Osmanlı Mûsikîsinin Özünde Tasavvuf ve İlâhî Aşk Vardır

Mûsikî, insana ait bir sanattır ve insan bu sanatı bulunduğu her ortamda kullanmıştır. Eğlence meclislerinde müzik vardır, hüzün meclislerinde bu hüzne uygun müzik varolmuştur, ibâdet esnâsında icrâ edilen bir müzik vardır, yemek yerken icrâ edilen veya dinlenebilen müzik vardır. Müzik, insan hayatının bir parçasıdır ve insan, müziği hayatının her ânında kullanmıştır, bundan sonra da kullanmaya devam edecektir. Bu, her dönemde böyle olmuştur. En dindar toplumlarda da, en inançsız toplumlarda da müzik bir şekilde vârolmuş ve kullanılmıştır. Kilise, müziği kendi inanç değerlerine uygun hâle getirerek kullanmıştır; câmî mûsikîsi vardır, tasavvuf mûsikîsi vardır. Semâvî dinler olarak kabul edilen dinlerden tutun da bütün ideolojiler için müzik anlamlıdır.
Osmanlı gibi bir devletin de kendi kültürünün bir göstergesi olarak ve bu kültüre uygun formda bir müziği olmuştur. Hiç şüphesiz Osmanlı insanının da bir inanma biçimi olduğu kadar, bir eğlence biçimi de vardı ve bu eğlence biçimine uygun bir müziği de, inanç değerlerine uygun bir müziği de vardı. Toplumların müziklerini böyle bir çeşitlilikle ele alıp incelemenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Osmanlı müziği için tek başına “işret (eğlence) müziği” demek hem mümkün hem de doğru değildir. İnsan, müziği bir hamamın göbek taşında ter atarken de dinleyebilir hatta mırıldanabilir, eğlence ortamında da kullanabilir… Allaha ibâdet ederken de, O nu zikrederken .de kullanabilir.

Ama içinde inanç değerlerini ifade etmesinden tutun da eğlence müziğine varıncaya kadar hemen her çeşit müziği barındırıyor olsa da Osmanlı medeniyetinin ^’kısının merkezinde tasavvuf kültürü vardır, tasavvuf Osmanlı’da mûsikîyi seküler eylem olmaktan çıkarıp onu anlamlı hâle getirmiştir.Tasavvufî ekoller içinde mûsikîyi en fazla benimseyen ve ona çok yüksek bir anlam yükleyerek kendi ritüellerinde kullanan da mevlevîlik olmuştur. Her ne kadar teknik ve nazarî olarak kadîm mûsikî bilgisine dayanıyor olsa da, mevlevîliğin en önemli kavramı olan “aşk”, Osmanlı mûsikîsinin de en temel konusudur.

Mevlevîlik kültürü açısından bu aşk, “İlâhi aşk” olarak tezâhür eder. (Hatta birçok klasik Osmanlı şarkısındaki aşk, İlâhî aşka atıfta bulunur. Hacı Arif Bey gibi son dönem Osmanlı bestekarının eserlerinde bile bu İlâhî aşkın yansımaları vardır. Zaten “aşk”ın kendisi İlâhîdir, Platonun dediği gibi “aşk, İlâhi bir deliliktir”. Mecazî aşk, İlâhî aşkın âdeta frekansı azaltılmış bir yansımasıdır… mecâzî aşk, İlahî aşk yolunda belki bir köprüdür, bu bakımdan belki de ilâhı aşkın bir cüz’üdür). Hz. Mevlâna güzel sesi ve çalgı dinlemeyi “âşıkların gıdası” olarak kabul eder, Ney sazı “insân-ı kâmil”i sembolize eder, Ney’e düşen ateşin de “aşk ateşi” olduğunu söyler.

Mevlânâ’nın Mesnevî’si aşk üzerine kuruludur, Mesnevî’nin özü “aşk”tır, aşkı konu alır, aşk üzerinde yeşerir ve gelişir. Osmanlı mûsikîsinin Itrî gibi, Dede Efendi gibi en önemli bestekârları, mevlevîlik kültürünün tedris edildiği mevlevîhânelerde yetişmişlerdir ve Osmanlı mûsikîsinin özellikle bu iki büyük bestekârının eserlerinde bu kültürün etkisi ve izleri vardır. III. Selim ile birlikte Kutbu’n-Nâyî Osman Dede, Zekâî Dede gibi bestekârların da mevlevîlik kültüründen hayli nasiblendiklerini ve Osmanlı mûsikîsinin şâheserlerini besteleyen bu bestekârların eserlerinin daha sonraki bestekârlar için de birer numûne-i imtisâl hatta ilham kaynağı olduklarım düşünecek olursak, Osmanlı mûsikîsinin genelinde -mevlevîlik kültürünün ana belirleyici olması kaydıyla-, tasavvufun önemli bir hissesi olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı mûsikîsinin en önemli malzemesi olan dîvan şiirinin de tasavvuf kültüründen ve “aşk”tan ayrı tutulamayacağı aşikârdır. Abdülhak Şinâsi Hisar, “Dîvan edebiyatı, Dîvan şiiri aşkın hasbahçesidir” der.

Tasavvuf kültürü elbette bestekârların sadece eserlerine değil onların yaşama biçimlerine de yansımış olmalıdır ki bu kültür, bestekârın hayatında kuvveden fiile dönüşmüş ve bir “mûsikî eseri” olarak tezâhür etmiş olabilsin. Yoksa bestekârın tasavvuf kültürünü tam anlamıyla yaşamadan, bu kültürü iyice özümsemeden ve ona vâkıf olmadan bu tür eserler verebilmesi mümkün değildir.
Aşk, şarkısından tutun da mevlevî âyinine kadar Osmanlı mûsikîsinin temel konusudur. Aynı zamanda aşk, tasavvufun da temel konusudur ve sadece bu temel konu açısından bile tasavvuf kültürü ile mûsikî birbirine yakındır… tasavvuf kültürü ve İlâhî aşka erişen bir aşk ehli, bu İlâhî aşkı ifade edebilmek için mûsikîyi de kullanmıştır. Mûsikî, İlâhî aşkın bir ifadesidir. Osmanlı mûsikîsini (ki bence Cumhuriyetle birlikte Osmanlı mûsikîsinin tasavvufla olan bağı kopmuş ve mûsikîmizin muhte’ viyâtı seküler hâle gelmiştir) tasavvuf kültüründen ve “aşk”tan ayrı düşünmek bana pek doğru bir düşünce gibi gelmemektedir.

Ancak bu “İlâhî aşk”, toplumların sekülerleşme süreciyle birlikte anlamını ta betmiş ve “İlâhî aşk” olmaktan uzaklaşmıştır… hatta “aşk” olmaktan bile çıkmıştır.

Osmanlı Mûsikîsi, İslâmMûsikî Sanatının Devamıdır

Antik Yunan düşüncesi, İslâm filozoflarının elinde adeta yeniden şekillenmiş, Aristo ve Eflatun gibi bazı Yunanlı filozoflar, İslâm düşünce dünyasında yeni bir kişilik ve kimlik kazanmışlardır. Birçok İslâm filozofiında ve düşünce ekolünde antik Yunan düşüncesinin izlerini görebilmek mümkündür. Hatta iz olmanın da ötesinde, açık bir etkilenme de denilebilir buna. Antik Yunan ve İslâm düşünce ekolleri arasındaki te- mel farkın, İslâm düşüncesinin vahiy kaynaklı olmasına dayandığı ifade edilmektedir. Başka kadîm kültür ve medeniyetlerden tercüme edilen ve İslâm düşünce dünyasına kazandırılan bütün eserlerin de vahiy süzgecinden geçirildiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.

Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, iki önemli nehir medeniyeti olan Mısır ve Mezopotamya, Grek filozof ve ilim adamlarının sahneye çıkıp teorilerini kurmadan ve onları geliştirmeden çok önce olağanüstü bir nitelikte tıp ve matematiğin temellerini atmıştı. Yeryüzünü olduğu kadar gökleri de araştıran bu uzun geleneği temel alan Grekler, İlmî faaliyet merkezleri İskenderiye’ye kaymadan önceki yaklaşık üç yüzyıl gibi nisbeten kısa bir süre içinde sırasıyla Thales, Pythagoras, Platon ve Aristoteles i yetiştirdiler. Grek gücünün alacakaranlığı ile eski Mısır medeniyetinin son nefesleri esnâsındaki Mısır ülkesinde Grek, Mısır ve Doğu ilimlerinin yeni bir sentezine ulaşıldı. Bu sentez, ilim tarihinin Oklides, Batiamyus (Ptolemeus) ve dolaylı olarak Ca- linus gibi, İslâm medeniyetine âdeta Müslüman öğretmen ve üstadlarmış gibi girmiş isimler yetiştiren en verimli dönemlerinden birine yol açacaktı.

Yine Nasr’ın aktardığına göre Grek-Helenistik miras İslâm dünyasına doğrudan Atina’dan değil, İskenderiye’den ulaşmıştı. Böylece Platon (Eflatun), çoğunlukla Ye ni-Platoncular’m fikirleri çerçevesinde, Aristo ile Afrodisiash İskender ve Tyemistius aracılığı ile tanınmış olmaktaydı. Mistik unsurlarla titiz bir mantığı bir araya getiren, çeşitli ilim geleneklerinin sentezini yapan, tüm ilimleri bilgi türü ne göre ve başka birçok bakımlardan sınıflandıran İskenderiye ilmi, İslâm dünyasının beklediği | tarihî misafirdi ve nitekim aynı tarzda İslâm ilmi haline getirilerek Batiamyus ve Orijen’in İskenderiye’si, İbn Ataullah el-İskenderânî gibi Müslüman şeyhlerin yetineceği Müslüman Mısır’ın incisi hâline geldi. Bu akışın, diğer medeniyetlerdeki mûsikî birikimlerinin ve düşüncelerinin de aynı yolla İslâm dünyasına girmesine sebep oIduğu söylenebilir. Bu “ilim intikalleri”, İslâm dünyası için normal ve doğrudur. Hz. Muhammed’in “İlim ve hikmet, Müslüman’ın kaybolmuş malıdır, onu bulduğu yerde ” hadisi, Müslüman ilim adamım, müzisyenini, düşünürünü, araştırmacısını cesa- dendirir ve harekete geçirir. Onun zihin evrenini geliştirir, genişletir.
İslâm düşünürleri ve müzisyenleri muhtemelen mûsikî ile ilgili bilgi materyalini de vahiy süzgecinden geçirerek değerlendirdiler ve bunun sonucunda ortaya |oldukça ihtişamlı bir Islâm mûsikî düşüncesi formu çıktı. İslâm mûsikî düşüncesi  forrmu, el-Kindi,el-Farabi ve İbn,Sinâ gibi düşünürler ve İhvân-ı Safa gibi düşünce ekollerinin katkıları sonucu, söz konuşu ihtişamına ulaştı.Bu arada musiki ile ilgili olarak  Safiyuddin el-Urmevî ve Meragalı Abdülkadir şahsiyetlerce de de, günümüze kadar ulaşan ve oldukça anlamlı mûsikî nazariyat, çahşmalan yapıldı. Urmevî ve Meragî mn olgunlaştıkları mûsikî sistemi, Islâm ve Osmanlı mûsikî sisteminin temelini oluşturmaktadır.

Türk Müziği, Klasik Türk Müziği, Türk Mûsikîsi gibi adlandırmaların yanlış olduğunu ve en uygun adlandırmanın, “Osmanlı Mûsikîsi/Müziği” olabileceğini düşünüyorum. Osmanlı medeniyeti, sadece Türkler’in meydana getirdiği bir medeniyet değildi. Geniş Osmanlı coğrafyasının içinde kalan bütün dîni ve etnik toplulukların, bu medeniyetin meydana gelmesinde bir şekilde payı ve katkısı vardır. Ancak bu medeniyet, bir “İslâm medeniyeti’dir… İslâm medeniyeti de, bir “insanlık medeniyeti”dir… geniş katılımlı, geniş katkılı ve olabildiğince zengin bir medeniyettir. Çünkü İslâmiyet, yerel, bölgesel bir din değildir… bütün insanlığa indirilmiştir. Doğal olarak bu dine ait medeniyetin meydana çıkmasında, vahye uygun yaşayan toplumların ve insanların katkıları olmalıdır. Elbette bütün bu muhteşem karışımdan bir medeniyet lezzeti” elde eden de hiç şüphesiz, Türklerdir. Lâkin böyle olması, ortaya çıkan müziğin adına “Türk müziği” denilmesini gerektirir mi? Sözünü ettiğimiz ve pek çok farklı kültürün ortaklaşa ürettiği müzik dilinin ve kültürünün Türkler tarafindan icrâ ediliş ve yorumlanış şekli var, ama bu yorumlanış ve icrâ şeklindeki Türklere has farklılık, oldukça geniş bir kültür havzasının müziğine “Türk müziği” adının verilmesini tartışmak hâle getirebilir. Bu geniş kültür havzası, siyâsî haritaya göre k “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne kadar yayılan geniş bir havzadır ve içinde Rum, Ermeni ve Yahudilerden tutun da pek çok farklı etnik ve dînî çeşitliliğin kültürlerini ‘ barındırır. Biz bütün bu coğrafyanın ortak olarak ürettiği ve Osmanlı Devleti içinde gelişen müziğe “Türk müziği” adını veriyoruz. Bu geniş kültür havzasının müziğini elbette Türkler’in bir yorumlayış şekli var, ama sadece bu yorumlayış şeklinin Türk olması, bütün bu müzik kültürüne “Türk müziği” adım vermeyi gerekli kılmıyor diye düşünüyorum.

Osmanlı medeniyetinin bence en zengin alanı olan Osmanlı mûsikîsi, derin bir tarihsel boyutu olan Islâm mûsikî sanatının bir devamıdır. Osmanlı mûsikî sanatının Itrî, Dede, III. Selim, Hacı Arif Bey gibi isimlerini, el-Fârâbî, el-Kindî, İbn Sînâ, İhvân-ı Safâ, Meragah Abdülkadir ve Safiyüddin el-Urmevî gibi bu sanata bir şekilde katkıda bulunmuş insanlardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu mûsikînin başlangıcını da 16 veya 17. yüzyıllarla sınırlandırmak da, bu müthiş birikime yapılmış bir haksızlık olur. Osmanlı mûsikîsi, tasavvuf ehli tarafindan Bezm-i Eleste kadar dayandırılan, Hz. İdris’den (aleyhisselâm), Hz. Davud’dan (aleyhisselâm), Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) talebesi olduğu söylenen Pythagoras’dan neş’et eden mûsikî düşünce ve pratiğini de içine alır, bu düşünce ve pratiğin etkilediği Arap ve Fars başta olmak üzere hemen hemen bütün Doğu dünyasının mûsikî birikimini referans olarak kabul eder. Osmanlı mûsikî sanatı bütün bu muazzam kaynaklardan beslenerek varolmuş bir mûsikî sanatıdır ve açık bir şekilde “İslâm mûsikîsidir.

Osmanlı Mûsikîsinin Kadîm Kökleri

Türk müziği adı verilen müziğin, sadece bir milletin düşüncemi tekrarlamak istiyorum. Bu isimlendirme Rauf Yekta Beye aittir.’ Mazisi kadîm medeniyetlere kadar uzanan, Hz. Davud, Hermes (İdris Peygamber)ve Pythagoras a kadar giden muazzam bir müzik kültürüne sahib olduğumuzu belirtmek ıstiyorum. Bugün Türk müziği adı verilen müzik, boylerine kadîm bir müzik fikri ve kültürünün uzantısıdır. Bu kadîm müzik bilgisinin, belli bir döneme kadar Batı müziğini de etkilediğini söylememiz gerçek dışı olmayacaktır. Ancak bu etki, MS. yaklaşık 6. yüzyıla kadar süren bir etkidir ve Aziz Boethius’un müzik teorilerimdeki Pythagorien yansımalardan bu etkiyi anlayabilmekteyiz. Aziz Boethius müziği üç aşamaya ayırarak Pythagorien etkiyi ortaya koymaktadır: Birinci aşama “Musica İns- trumantalis”, ikinci aşama “Musica Humana” ve üçüncü aşama da “Musica Mun- dana”dır. Musica Mundana, gezegenlerin müziğidir ve sadece entelektüellerin, bilgi ve hikmet sahibi kimselerin anlayıp yapabilecekleri bir müziktir. Musica Mundana yaklaşımı, tipik bir Pythagoras düşüncesidir ve Aziz Boethius’un da kadîm müzik kültürü ile epey yakından ilgilendiğini, hatta Pythagoras’ın müzik düşüncesine de vâkıf olduğunu buradan anlamamız mümkündür. Şunu da rahatlıkla ileri sürebiliriz ki zaten Pythagoras’ın sahip olduğu, geliştirdiği bu müzik düşüncesinin temelleri, onun yetiştiği Mısır’daki Memphis Mabedi’nde öğretilen ve bu mabedin kurucusu Hermes (İslâm düşünürlerine göre Hz. İdris) öğretisine dayanmaktadır.

Hermes in, kâinatın Allah tarafindan bestelenmiş bir müzik eseri ve bütün yaratılmışların da -âdeta- bu besteyi icra eden birer enstrüman olduğu fikri ilginçtir ve müziğe getirdiği bu kozmik açılımı, Pythagoras’ta da görebiliriz. Sonuç itibariyle kadîm müzik bilgisi ve bütün müzik alanı aslında hikmet sahibi (hakim) insanların işidir ve bu kadîm müzik yaklaşımı, MS 6. yüzyıla kadar Aziz Boethius üzerinden Hıristiyan dünyasına da bir ölçüde girmiştir. Ancak bu kadîm müzik bilgisi, Hıristiyanlık tarihi boyunca belki de Hıristiyan dünyanın sahip olduğu ve olabileceği en üst düzey ve entelektüel kalitesi de hayli yukarıda olan Aziz Boethius’un hazin ve trajik sonu ile nihayete erimiştir. Bu kadîm müzik bilgi ve teorisi, doğuda Arap teorisyenleri üzerinden ve daha sonra da tasavvuf ehlinin katkılarıyla Osmanlı müziğine dâhil olmuştur. Meselâ Hz. Mevlânâ’mn, “Hakimler (hikmet sahipleri/feylesoflar) derler ki, ‘’biz mûsikî nağmelerini feleklerin dönüşünden aldık” şeklindeki sözü, bu müzik düşüncesinin Hermes IHz. İdris) ve Pythagoras’a kadar uzanan bir müzik düşüncesi olduğunu göstermesi bakımından önemli bir örnektir. Öte yandan yine Hz. Mevlânâ’nın; “Padişahın rebâb almaktaki maksadı, hitâb-ı İlâhîye olan iştiyâkındandır/özleminden)” şeklindeki beyti de, Cüneyd-i Bağdâdî’nin, mûsikînin Eleşt Bezmi’nde Allah’ın “Elestu bi Rab- likum?” şeklindeki hitâb-ı İlâhîsine dayandığı şeklindeki düşüncesini andırmaktadır Islâm tasavvuf ehline göre mûsikî sanatı ve ilmi, bezm-i elest’e-kadar uzanır.

İnceleyin:  Irkçılığı ilk dâvâ eden kimdir ve bu davranış, kimin özelliğidir?

Osmanlı mûsikîsinin tasavvufi ve felsefi (hikmete dair) bilgi ile donandığını ve geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.Mesnevinin ilk on sekiz beytinin Ney ile başlaması, Ney ve insan-ı kamil sembolizmi,bize musikinin sağlam bir tasavvufi temele oturduğunu göstermektedir. Ama bunun yanında Ya’kub el-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve Ihvân-ı Safâ gibi İslâm feylesoflarının ve düşünce okullarının düşüncelerine bak- tığımız zaman da mûsikîye özel bir önem atfedildiğini görmekteyiz. Bedri Dilşad’ın 15. yüzyılda Muradnâme başlıklı eserinde mûsikî hakkında “Bil evvel ki bu (mûsikî) ilm-i Idrîs’dür / Açık sözü sanma ki telbisdür” mısralarıyla başlayan şiiri, on beşinci yüzyıl Osmanlı düşünce dünyasının mûsikîye olan bakış ve yaklaşımını da yeterince ortaya koymaktadır.

Bedri Dilşad’ın bu mısralarından, kadîm mûsikî bilgi ve birikiminin Osmanlı’ya da aşağı yukarı aynı şekilde intikal etmiş ve “İlm-i şerîf-i mûsikî diye vasıflandırılarak mûsikîye verilen önemin böylece ortaya konulmuş olduğunu anlıyoruz. Bu bilgilerden hareketle Osmanlı mûsikîsinin, kadîm mûsikî bilgi ve birikiminin devamı olduğunu da söyleyebiliriz.

Osmanlı Mûsikîsinin Hikmetten Nasiblenmiş Bestecisi

İslâm medeniyetine ait bir besteci/müzisyenin “zaman algısı ve zamanı müzik eserinde kullanımı batılı besteciye göre farklılık arz eder. İslâm medeniyetine mensub bir bestecinin zamanı, elbette yaşadığı dünyanın zamanını da kapsayan ama zaman algısı ezelîlik-ebedîlik sonsuzluğu arasında gidip gelen ve ezelilik ile ebedîlik arasındaki sonsuzluk demek olan “İlâhî zaman’a ayarlıdır ve bestelerini bu zaman tasavvuru ve algısına uygun olarak yapar. İslâm medeniyet müziğinin zamanı içinde zamansızlık veya sonsuzluk gizlidir. Osmanlı/Islâm mûsikîsinde kullanılan usuller, aruz vezni kalıplarına uygunluk arz ediyorsa eğer, bu şiirsel zaman aynı zamanda sonsuzluk duygusunu ifade ettiği ve İslâm medeniyet bestecisinin zaman algısına uygun olduğu için kullanılıyor olmalıdır. O halde İslâm medeniyet bestecisine bu duyguyu veren nedir?

Bu sorunun cevabım, Osmanlı mûsikîsine yön veren Itrî, III. Selim, Abdülbâki Nâsır Dede, Nâyî Osman Dede, Hammâmîzâde İsmail Dede, Zekâi Dede gibi bestekârların mevlevîhânelerde mevlevîlik âdâb ve erkânına uygun olarak yetişmelerinde arayabiliriz. Mevlevîhânelerdeki dergâh ve tasavvuf terbiyesi, özellikle “riyâzâtffın yani nefs terbiyesi ve arınmanın bir parçası olan “çile doldurma”, bestekârın zamanı, kendini ve Rabbini idrâk etmesini ve sükûnete ermesini sağlar. Bu eğitim esnâsında edinilen edeb, sabır, sükûnet sayesindedir ki mü’min derviş bestekâr, âdeta bir kozmik salıncağa benzettiğim “Allah’ın ipi”ne, “Va’tesımû bihablillâhi cemîan (Allah’ın ipine sımsıkı tutunun)” ayet-i kerimesindeki tavsiyeye uyarak sımsıkı tutunur, hatta tutunmanın ötesinde bu salıncağa oturup kâinatta -âdeta- sallanır. Bu sallanış esnâ- sında bütün zamanların içinden geçerek zamanları aşar ya da —âdeta- “zamansızlığa” ulaşarak ve “hayret makâmı”na yükselerek kâinatı bu makamdan temâşâ eder, -âdeta- kâinattaki bütün varlıkların, feleklerin Allah’ı zikr seslerini, “Yer ile gök arasındaki bütün varlıklar (yaratılmışlar) kendi lisanları ile Allah’ı zikrederler” âyet-i kerîmesindeki hakikate uygun olarak işitip dinler. Yer ile gökler arasındaki varlıkların Allah’ı zikr sesleri öyle hoştur, âhenglidir ki dünyadaki en güzel mûsikî nağmelerinden bile daha güzel ve âhenglidir ve hikmetten nasibini almış olan mümin bestekâr,Hz.Mevlânâ’nın “Hakimler, ‘biz mûsikî nağmelerini feleklerin dönüşünden aldık’. ” sözünde ifade ettiği gibi, besteleyeceği eserin nağmelerini -âdetâ- feleklerin dönerken çıkardıkları zikr seslerinden alır.

Az önce sorduğum soruya yeni sorular ilave ederek devam etmek istiyorum. Batı müziğindeki gibi notaya alınmaksızın yani kaydedilmeksizin 300-400 yıl sonraya biraz değişerek ulaşmış olsa da Osmanlı/Islâm mûsikîsinin gündelik, dünyevî zamanın akıp gidişine, yıpratıcılığına direnerek zamanı aşmasını nasıl izah etmek gerekmektedir? Bir mûsikî eserinin kendi içinde geçip giden ve ölçülebilir bir zaman olmakla birlikte, onu zamana mütehammil (dayanıldı) kılan şey nedir? Şudur: Tasavvuf terbiyesi görmüş, varlığı yerli yerinde gören ve bütün varlığın sahibini tefekkür edip zikreden ve şükreden bir Islâm medeniyeti bestecisi, eserini kendi benliğini yüceltmek adına değil, “lem yelid ve lem yûled (doğurmamış ve doğmamış)” ve ölümsüz olan Allah adına ve O’nun rızası için yapmaktadır. Dolayısıyla, ölümsüz olan adına yapılan bir eser de ölümsüz ve zamana mütehammil olacaktır.

Kâinattaki âheng ve varlığın âhengi ile bu âheng neticesinde çıkan zikrin, -âdeta- bir İlâhî nağme hoşluğunda çıktığını düşünebiliriz. Bu nağmeler de bütün varlık gibi Allah’ın “Kün” emrinin neticesidir.

Osmanlı/İslâm Mûsikîsi İle Kur’an Arasındaki İlişki ve Âheng

Mûsikî, bir medeniyetin meyvesidir. Bu meyvenin lezzeti, o medeniyet toprağında yetişen kültür ağacından meyveye ulaşır. Meyve, medeniyet toprağının genetik özel liklerine sahiptir ve ait olduğu toprakla birlikte medeniyet ikliminin de özelliklerini yansıtır. Sadece mûsikîde değil, o medeniyet toprağında yetişen kültür ağacının şiir, hat, tezhib, minyatür gibi bütün meyvelerinde, ait oldukları medeniyet toprağının izleri, yansımaları vardır. Nasıl bir meyve kimyasal bir analize tâbî tutulduğunda, yetiştiği toprağın kimyasal özelliklerini taşıdığı görülüyorsa, bir medeniyetin bütün değerleri de aynı şekilde o medeniyetin özelliklerini taşır. Sadece medeniyetin kül türel meyvelerinde değil, ama daha da önemlisi insanında da ait olunan medeniye tin yansımaları görülür. Hatta, mühim ve öncelikli olan da medeniyetin insandaki yansımalarıdır. Mûsikî, şiir gibi ürünler, o medeniyetin şekillendirdiği insanın ortaya koyduğu ürünlerdir. Yani medeniyet bahçesinde büyüyen ağaç aslında insandır. Şiir, mûsikî gibi edebî ve sanatsal ürünler, “insan” denilen ve ait olduğu medeniyeti en iyi yansıtan ağacın ürünleridir.

O halde, medeniyet toprağındaki “ana karışım malzemesi” önemli demektir. Çünkü toprağı daha verimli hâle getiren veya o toprağı değerli kılan da budur. Islâm medeniyet toprağının ana karışım malzemesi Kur’ân-ı Kerîm… hatta bu toprak neredeyse tamamen Kurandan meydana gelmektedir. Dolayısıyla, bu toprakta yetişen her şey, Kur’an-ı Kerîmden izler taşımaktadır. Bu toprakta yetişen ağaç, yani insan, Kur’an’a uygun yetişir, iç dünyası Kur’an’a göre oluşur ve Kur’an’a uygun yetişen bu İnsanın ürettiği her şey, tabu olarak Kur’an’a bağlıdır ve Kur’an’dan izler taşır.Mûsikî ve şiir, iç dünyası Kur’an’a uygun oluşan bu insanın iç dünyasını ifade eden ürünlerdir ve Kur’an’ı yansıtır.

Bu sebebden ve ilişkiden dolayıdır ki, İslâm medeniyet mûsikîsinin eserieri, meselâ çok dünyevî ifadeler taşıyan şarkılar bile Kur’an’ı yansıtabilir veya Kur’an’la benzerlikler taşıyabilir. Ne kadar dünyevî ifadeler taşırsa taşısın bu şarkılar, belli bir seviyeyi, edeb ve ahlâkı yansıtır. Bir mûsikî nağmesi ile Kur’an tilâveti arasında benzerlikler, yakınlıklar bulunabilir ki vardır da…
İslâm medeniyetine aid mûsikî sanatının yüksek seviyelere ulaştığı Osmanlı mûsikîsinde tasavvufun derin etki ve izlerinin olduğu gerçeğini de, yazının başlarında belirttiğim gibi tekrar ifade etmek gerekmektedir. Tasavvufu Kurandan ayrı düşünmek mümkün olmayacağına göre, bu mûsikîde tasavvuf üzerinden gelen bir Kur’an etkisi bârizdir. Özellikle Mevlevilik kültürü üzerinden gelen bu etki, Osmanlı mûsikîsinin son dönemlerine kadar kendini açık bir şekilde hissettirmiştir. Osmanlı mûsikîsi, Galata, Yenikapı, Beşiktaş (daha sonra Bahariye) ve Üsküdar Mevlevihâ- neleri başta olmak üzere, mevlevîhânelerde yetişmiş ve çile doldurarak nefsten arınmış bestekârların eserleriyle kimliğini bulmuş bir medeniyet mûsikîsidir. Osmanlı/ İslâm medeniyet mûsikîsinin ürettiği en “din dışı” form olarak kabul edilen “şarkı” formunun bile en önemli ve dikkat çekici konusu “aşk”tır ve aşk, tasavvufun, özellikle mevlevîliğin zaten temel konusudur. Osmanlı mûsikîsinde mevlevî âyininden şarkıya kadar hemen bütün formlarda Kur’an’ın izini görmek veya hissetmek, Kur’an ile mûsikî arasında bir bağ kurabilmek mümkündür. Çünkü bu bağ, Hâfız Abdülkâdir k Merâgî’den, Hâfız Post’tan, Hâfız Itrîden, Hâfiz Sadeddin Kaynak’a kadar sayıları  elliden fazla olan hâfız bestekârlar üzerinden kurulmuş bir bağdır. Kur’an hâfizlan, Kur’an ezberleme ve okuma üslûblarım, Kur’an-ı Kerîm’i anlık bestelerle kıraat etme becerilerini bestelerine de yansıtmışlar ya da Kuranı bu şekilde kıraat etme becerileri onların bestekârlık yanlarını da güçlendirmiştir. O yüzden nâçizâne Osmanlı/Islâm medeniyet mûsikîsinin vokal icrâya dayalı bir eseri ile Kur’an arasında genetik bir benzerlik hatta ortaklıktan söz etmenin de mümkün olduğunu düşünüyorum. Osmanlı mûsikîsi ister kabul edelim ister etmeyelim, bu anlamda İslâmiyet’i Kurana uygun olarak yaşayan bestekârların yüreğinden çıkmıştır ve Kur’ân’ın yansımasıdır.

Bizim Müziğimiz Nasıl Bir Müziktir?

“Bizim müziğimiz” diye isimlendirdiğimiz müzik, Osmanlı Devleti’nin kültür ve medeniyet sınırları içinde gelişmiştir ve menşei İslâmiyet’tir, bu müziği yapan kişi Allah inancına, sevgisine sahib bir kimsedir ve ilhamını Kur’ân-ı Kerîm’den alır. “Bizim” diyerek sahiplendiğimiz bu müzik, ait olduğumuz İslâm inanç değerlerinin meydana getirdiği bir müziktir ve öncelikli amacı Allah’ı güzel zikretmektir. Bu amaç üzerine yükselen müzik kültürümüz zaman içinde başka kültürlerin müzikleri ile tanışıp genişlemiş ve zenginleşmiştir. Ama müziğimizi, her zaman hikmetten bir cüz olarak kabul etmişimdir, İslâm medeniyetinde bütün sanatların İlâhî hikmetle bir bağlanası vardır ve bu özelliği ile farklıdır. Elbette Allah’ın insana lütfettiği bir nimet olarak müzik, müzik olması sebebiyle zaten hikmetten bir cüzdür, ancak insan Allahın lütfettıği müzik nimetini, inandığı değerler sistemine veya ideolojisine göre şekillendirir ayrıca onu süfli birtakım eylemleri için araç olarak da kullanabilir, nefsinin arzuları veya şeytanın vesveseleri doğrultusunda yönetip yönlendirebilir. Böyle yaptığı zaman artık hikmetten bir cüz olarak kabul ettiğimiz müziğin (veya başka sanatların) hikmetle ilişkisi zayıflar ve kopar. İslâm inancı ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine inşâ edilmiş olan medeniyetimizin müziği, dînî veya lâdînî, nasıl olursa olsun Allah’ı direkt veya dolaylı olarak zikreden bir unsur olma özelliği ile diğer toplumların veya kültürlerin müziklerinden ayrılır.

Bu arada, Islâm inancında dînî-lâdînî yani dînî ve dindışı ayrımı yapmayı doğru bulmadığımı çünkü Islâm inancına göre hiçbir şeyin dînin kapsama alanı dışında olmadığım hatırlatmak istiyorum. Bu Hıristiyan Batının insan hayatını ikiye bölmesiyle ilgilidir ve yanlıştır. Allah insanı (ve cinleri) sadece kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır ve imtihan etmektedir. Dolayısıyla hiçbir şey, bu imtihan alanının dışında değildir. Ancak muharref İncil ile yükselen Hıristiyanlık inancı, böyle yanlış ve eksik bir inanç sistemi ortaya çıkarmıştır. Hıristiyan kilise menşeli Avrupa müziği de maalesef bu muharref kutsaldan neşet eden bir müziktir ve hakikat özlü Allah inanç ve bilgisiyle hiçbir ilgisi olmadığı için de hikmetten bir cüz olmaktan uzaktır, yaradılışı itibariyle hikmetten bir cüz olma vasfını, onu kullananın birikimi ve niyeti doğrultusunda kaybetmiştir veya kaybettirilmiştir. İslâm inancı ile ilgisi olmayan ve insanların yarattığı din ve Tanrıyı anlatan müziklerin hepsi için bunu söyleyebiliriz ve İslâm inancı, doğru ve Allah’ın râzı olduğu bir Allah inancından neşet ettiği için hikmetten bir cüz olma özelliğine sahip olan müziğin elbette bu müziklerle müzik olmanın dışında bir yakınlığı da yoktur. Temel fark budur. Ama bu temel farkın dışında ses sistemi ve bu seslerin kullanımını ihtivâ eden teknik hususlarda da fark
vardır.

Batı müziğinin vertical, yani dikey hareketinde armoninin tamamen fonksiyonların hareketi olduğu ve kurallar üzerine kurulu olduğu için, insanın hüzün gibi birçok duygusunu ifade etmekte yetersiz olması, batı müziğini birkaç cümle ile özetlemek ı açısından önemli olabilir. İlk başka duyduğumuz o görkemli çokseslilik, belki de batı I müziğinin duyguları ifade etmekteki yetersizliğini gizlemektedir. İslâm medeniyeti- 1nin müziği horizontal yani yatay hareketiyle makamsal yapısı içinde her sese hür bir şekilde kendini ifade edebilme hakkı verir, müzisyenin duygularını daha rahat ifade edebilmesini sağlar. Batı müziğinin dikey hareketine ve armonideki uyumluluk-u- yumsuzluk kurallarına göre uyumsuz olan bir aralık, İslâm medeniyetinden neşet eden yatay harekette uyumlu hâle gelebilmektedir. Bizim müziğimiz, ses cevheri zengin bir müziktir. Bu zenginlik dünyanın hiçbir müziğinde yoktur.

Mûsikînin Hikmetten Bir Cüz Olması

Hz. Mevlânâ şöyle söylemiştir: “Hakimler der ki:Biz musiki nağmelerini feleklerin dönüşünden aldık.

Osmanlı şairi Nabinin şu şiiri bize bu konuda yol göstermektedir:

“Mûsikî hikmete dâir fendir

Bilene bilmeyene rûşendir

Nice esrârı var idrâk edecek

Yer gelir, sineleri çâk edecek”.

Seyyid Vehbî de şunları söylemektedir:

“Mûsikî fenni de hikmettendir Ilm-i esbâb-ı tabiattandır.”

İhvân-ı Safâ adlı onuncu yüzyılda yaşamış İslâm düşünce topluluğu, bütün sanatların, hukemânın hikmeti sayesinde ortaya çıktığını savunur. Hukemâ, mûsikî de dâhil olmak üzere bütün sanatları hikmetiyle ortaya çıkarmış ve insanlar da onlardan öğrenmiştir. Mûsikî sanatının hukemâya ait olduğuna dair görüşlerini, Ihvân-ı Safâ şöyle dile getirir: “Kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile güçlendirsin. Bil ki, bütün sanatları hukemâ hikmetiyle ortaya çıkarmıştır. Sonra insanlar onlardan öğrenmiştir. (Sonra da) birbirinden öğrenmişlerdir. Sanat, hukemânın insanlığa bir mirası olmuştur. Âlimlerden öğrenenlere, üstadlardan talebelere. Muhtelif amaçları doğrultusunda, diğer sanatlar gibi işlerinde ve tasarruflarında kullanmışlardır. Kimi İlâhî yola yönelmiş; insanlar, mâbed ve ibadethânelerde, namazlarda kıraat esnasında, k dua, tazarru ve ağlama esnasında, mûsikîden faydalanmışlardır. Hz. Davud’un mezmurlarını okurken, Hıristiyanların kilisede (duaları esnasında), veya Müslümanların mescidlerde kıraatlerini güzel nağmelerle süslerken yaptıkları gibi. Mûsikînin bu amaçlar doğrultusunda kullanılması, kalb rikkati, nefslerin hudû ve huşûlan; ayrıca Allah’ın emir ve nehiylerine boyun eğmek, günahlardan ona tevbe etmek ve Allah’a yönelen salih insanların yaptığını yapabilmek içindir.”
Mûsikînin hikmetten bir cüz olduğunu söyleyenlerin de sadece Müslüman mütefekkirler olduğunu hatırlatmak isterim. Fârâbî’nin “ilimler tasnifi”nde ve ortaçağ Hıristiyan düşünürleri arasında da mûsikînin yüksek ilimlerden olduğu ifade edilirdi. Hatta Avrupada Aydınlanma sonrası Arthur Shopenhauer gibi bazı düşünürlerin de mûsikî/müzik sanatını “idealar”a yakınhğı açısından ele alıp yüksek ve eşsiz bir sanat olduğunu ifade ettiklerini belirtmek isterim.

Hece Dergisi Sanat Özel Sayısı,c.2,syf:1026-1040

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir