Peygamberlerin vahye muhatap olma keyfiyeti hakkında merak edilen konu başlıklarından bir tanesi, vahyin inzâl keyfiyetidir. Vahiy peygamberlere ve dahi peygamberimize hangi yollarla gelmiştir? Bu sual ve cevabı, Kur’ân-ı Kerîm’in tüm âyetlerinin Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rüyalarından ibaret olduğunu dile getiren kimseler gibi nevzuhur iddia sahiplerinin hatasını aşikâr kılmak için son derece lüzumludur. Vahy-i İlâhî’nin birçok inzâl yolu olduğu gibi, bu yollar hem Kur’ân tarafından hem de Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından beyan buy- rulmuştur. Öte yandan vahyin inzâline şahit olan sahabîlerm beyânları da bu noktada bize fikir verecek önemli ve kıymetli öğeler sunmaktadır.
Allah Teâlâ ile ilgili her şey “keyfiyetsizlik/bilâ-keyf” dairesi içindedir. Keyfiyetsiz olan her şey ise beşer idrâkinin ihata mahalli dışındadır. İnsan, mümkinü’l-vücûd bir varlık olarak vâcibü’l-vücûd olmanın gereği olan hiçbir şeyi hiçbir yönden bihakkın idrâk ve ihata edemez. Nasıl etsin ki? Âlemde her ne varsa hudûs ve zevâl alametleriyle kuşatılmış, insan ise duyu ve idrâki vasıtasıyla ancak ve evvela bu hâdis âlemden hareketle mâlûmât sahibi olduğu hâlde, O’nun zât ve sıfatları hudûs ve zevâl alametlerinin zerresinden münezzehtir. Dolayısıyla 0, her türlü teşbihten beri, aklın “işte O” zannederek yöneldiği her vehimden verâda iken, hangi kuvvet ve kudretle bihakkın ihata ve idrâk edilebilsin? Elbette edilemez. O’na dair her söz hakikatte kil ü kâlden ötede değildir. Vâcibü’l-Vücûd ile mümkinü’l- vücûd arasında tabir caizse aşılmaz bir ontolojik uçurum vardır. Söz konusu uçurum ise son kertede epistomolojik bir uçurumu da yanında sürüklemektedir. Ve zihin, söz konusu uçurumu kendi imkân ve kapasitesi ile aşmaya mâlik değildir. Vahyin inzâl hikmeti de zaten beşer idrâkinin yaratıcı hakkındaki idrâk sının ve müşkülüne dayanmaktadır.
Vâcibü’l-vücûd ile mümkinü’l-vücûd irtibatının yegâne yolu vahyin inzâlidir. Fakat bu irtibat nasıl tahakkuk eder? Bu cevaplanması kolay bir sual değüdir. Peygamberlerin beşer olduğu hakikatiyle birlikte düşünüldüğünde, temas edilen irtibatın bu irtibatı beşer idrakine uygun hale getirecek aracı elçiler ile gerçekleşeceği düşünülebilir. Zaten peygamberlerin vahyi bir melek vasıtasıyla almasının esprisi kendisini burada açıkça göstermektedir. Lâkin peygamberlerle melekler arasında da vücûd bakımından ciddi bir farklılık bulunmaktadır. Latif ve kesif iki varlığın birbiriyle münasebetini açıklamak da bu noktada izaha kavuşturulması gereken yeni bir müşkül olarak öne çıkmaktadır. Müfessirlerin vahyin ya Hz. Peygamber’in melek mertebesine yükseldiği ya da Cebrâil’in insan suretine büründüğü anlarda aktarıldığını beyan etmeleri, aslında ilgili müşküle bir cevap sunmak amacına matuftur.69
Kelâm sıfatı, ezelî bir sıfat-ı İlâhî olmak itibariyle ve kelâm-ı nefsî veçhesiyle beşerin idrâk mahalli ötesindedir. Salt aklî olarak verilecek her hüküm, bu sıfatı ve her İlâhî sıfatı ancak “var ve yok” olarak tavsif edebilir. Sıfatların mahiyetine dair sarf-ı kelâm edebilmek ise salt aklî bir muhakemeyi aşmaktadır. Bu durum, Zât-ı İlâhî için de aynıyla ve fazlasıyla geçerlidir. “Mâ arefnâke hakka ma’rifetike/Seni hakkıyla bilemedik”70 kelâm-ı kibârı veya Muallim Naci’nin (ö. 1893) tabiri ile “kemâl-i zillette olanların, rütbe-i rıf’atı tasavvur olunamayan Rabbe takarrübe bir yol imkânı olmadığı”71 her akl-ı selimin itiraf ve teslimin- dedir. Keyfiyetsiz olan kelâm-ı İlâhî’nin, yalnız keyfiyeti idrâk edebilen beşer algısına konu olabilmesi, onun lafzî bir formda intikali ve zihne bu hâliyle dahli sayesinde mümkündür.
İşte, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelen vahyin keyfiyetini konu etmek aslında onun formunu/lafzım sual etmek demektir. Vahyin inzâline eşlik eden formun mânâya tahvilinin nasıl gerçekleştiği de elbette ayrıca ele alınmayı gerektirmektedir. Bu husus, aslında alfabeden mürekkeb kelime yani lafzın mânâya delâlet ediş, zihinde mânâyı hâsıl ediş yolundan farklı bir anlama sahip değildir.
Belli harflere ve harflerin birleşimi ile belli kelimelere ve en nihayetinde belli lafızlara sahip olmak, zihinde mânânın zorunlu olarak mevcut olmasını gerektirmez. Mânâ, bir araz olarak mahlûkâtullahtır ve ancak Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla hâsıl olur. Âdetullah icabı Cenâb-ı Hak mânâyı halk edişini lafızlara bağlamış, insanoğlu da bu lafız yolunda alfabeyi vesile olarak kullanmıştır. Fakat Allah Teâlâ’nın bir mânâyı zihinde yahud kalpte halk etmesi için illa alfabenin lafzına ihtiyaç yoktur.72 Bu lafız bazen bir çınlama, bazen bir uğultu şeklinde de olabilir.73 Nitekim işin sonunda o lafzın kendisi mânâyı yaratmayıp, mânâ Allahu Azîmüşşân’ın tekvini ile beşer idrâkinde mevcut olmaktadır. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ezelî ve keyfiyetsiz kelâm-ı İlâhîye muhatap oluşu yani vahyin kendisine intikali, bir şekilde kelâm-ı lafziye istinad etmekte ve “vahyin şekilleri” olarak rivayet edilen tüm yollar, Allah’ın bilgi ve mânâyı yaratmak için alfabeyi, tahsili vb. lafzî yolları zorunlu kılmadığını, sünnetullahı delen bir kısım yaratmaların lütf-i İlâhî ile tahakkuk edebileceğini ihtar etmekte, bu yönüyle de İnsanoğluna mucizelerin en büyüklerinden birini göstermiş olmaktadır.
Hz. Peygamber’in vahiy alış yolu hangi şekilde olursa olsun muhkem âyetlerin beyân ettiği veçhile bu şekle Arapçanın eşlik ettiği muhakkaktır.74 Yani birazdan arz edileceği üzere, vahiy ister Cebrâil (a.s.) ile, ister kalbe ilkâ ile, ister başka bir yolla nâzil olmuş olsa da nihayetinde bu nüzûle Arap dili eşlik etmektedir. 75Çünkü “dinin mevcudiyetinden, muhatap açısından bakıldığında ancak, dilde bahsedilebilir.”76 Tabi Resûl-i Ekrem’e vahyin Arapça inzâli, onun ümmîliği meselesini de gündeme getirecektir. Peygamberimizin ana dili olan Arap- çaya konuşma yönü itibariyle hâkim olduğu ihtilaf edilmeyecek bir husustur. Hatta onun, dile hâkimiyet açısından kavmi- nin üstünü olduğu da sabittir. Bununla birlikte ümmîliğin tartışmalı hâle geldiği nokta Arapçaya okur-yazarlık düzeyindeki vukufiyettir. Çünkü peygamberi “ümmî” olarak vasıflayan bizzat Kur’ân olduğu için77 bu konunun açıklığa kavuşması beklenmektedir.
Kur’ân’da geçen ve Hz. Peygamberi niteleyen ümmî kavramı hakkında pek çok izahta bulunulduğu mâlûmdur. Ağırlıklı görüşe göre bu kelime, Hz. Peygamber’in mutlak olarak okuma yazma bilmediğine temas etmektedir. Söz konusu izahı benimseyenler de kendi içinde iki görüşe ayrılmaktadır: [I] Kur’ân’ın ve dahi bu âyetin inzâli öncesindeki durumda ümmî olduğunu söyleyenler, [II] vefat edene değin ümmî kaldığını söyleyenler. Ümmî kelimesinin Hz. Peygamber (s.a.v.)’in okuma yazma bilmediğine ya da öğrenmeyeceğine değil, onun dinî bir bilgiye sahip olmadığına delâlet ettiğini söyleyenler ise mezkûr lafzın anlamı konusunda azınlığı oluşturmaktadırlar. Hangi izah tercih edilirse edilsin, onu bir kısım suallerin takip edeceği mukadderdir. Nitekim ilk zümreye; “Kur’ân ve peygamber okumaya, ilme, yazıya teşvik ederken peygamberin kendisini bu emirlerden uzak kılması nasıl mümkün olabilir?”, “Hz. Peygamber’in yazı yazabildiğine yahud yazılan yazıyı okuyabildiğine delâlet eden bir kısım rivayetlerin nasıl anlaşılması gerekir?” tarzında sualler yöneltileceği, yöneltildiği bilinmektedir. Diğer zümreye de; “Okuma yazma bilen bir kimsenin söylediklerini başka bir bilgi kaynağından edinmediği nasıl ispatlanabilir?”, “Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmediğine delâlet eden rivayetler nasıl anlaşılacaktır?” şeklinde sualler yöneltilmektedir.
Şahsî kanaatimiz, ümmî lafzmm, okuma yazma bilmeme konusunda mutlak olumsuzluğu yansıtmadığı yönündedir. Nitekim sıfât-ı nebî arasında sayılan “fetânet” vasfı, peygamberlerin zamanlarının en zeki, anlayışlı kişileri olmalarını ifade eder.78 Bu sıfatın lüzumunu ihsas ettiren pek çok unsur bulunmaktadır ve bahs-i diğerdir. Lâkin temas edilen vasfa sahip olduğuna itikâd ettiğimiz Hz. Peygamber’in, bugün vasat seviyedeki bir kimsenin dahi birkaç zaman içerisinde çözebildiği okuma-yazma işini 23 senelik risalet döneminde çözememiş olduğunu varsaymak muhaldir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yakın ashabından Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Übey gibi isimlerin tamamı okuma yazma bilmekte ve zaman zaman vahiy kâtipliği yapmaktadırlar. Fakat bununla birlikte yine şahsî kanaatimizce Nebiyy-i Zîşân okuma yazmayı vefat edene değin kasıtlı olarak öğrenmemiştir. Çünkü okuma-yazma öğrenimi birer âlet ilimdir. Âlet, gayeye götüren ve ismi ile müsemma olan bir vasıtadan ibarettir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.) vahy-i İlâhî’ye muhatap olarak, zaten arzu edilecek ve ulaşılabilecek nihai hakikate ve ilme muttali kılınmışken,79 tekrar okuma yazma emrine ittiba ederek buradan zâhirî vasıtalarla ilim tahsilinde bulunma çabası tabir caizse daha yükseği daha alçakta olan ile değiştirmek gibi bizzat Kur’ân’ın zemmettiği80 türden bir işi gerçekleştirmek olacaktır. Lâkin daha evvel temas edüdiği üzere vahy-i İlâhî’nin Arapça inzâli kıraat/konuşma/tilavet düzeyinde Hz. Peygamberin kalbinde sükûn hâlinde olduğu gibi, âyetlerin lafzı ve hatta imlâsı dahi onun -okumak kabilinden değil âdeta fotoğra- fik bir muhafaza gibi- hafızasında sükûn hâlindedir. 81Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’de “Allah sana kitabı indirdi, hikmeti verdi ve bilmediklerini öğretti”82 buyurmuştur. Nitekim bazı vahiy kâtiplerine, yazılan âyetlerin imlâsı ve i’rabı hususunda telkinlerde ve tashihlerde bulunduğunu gösteren rivayetler, üzerinde durduğumuz hususu teyid eder durumdadır. 83Hatırlanacağı üzere “Rabbin ona (îsâ aleyhisselâm) hikmeti, Tevrat’ı ve İncili öğretecek”84 meâlindeki âyet-i kerîme hakkında müfessirler, söz konusu öğretmeden kastın “bunları yazmayı Hz. İsa’ya bizzat Allah Teâlâ’mn öğretmesi” olduğunu beyan etmişlerdir.85
Ezcümle, Nebî-i Mükerrem Efendimiz okuma yazma öğrenme kabiliyeti ve imkânından elbette mahrum değildi. İstemesi hâlinde pek tabi bunu en kısa sürede gerçekleştirebilir- di. Fakat o bunun, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ikram ettiği büyük nimetin kadr u kıymetini bilememek demek olduğunu tercihen, başkalarıyla ortak kılınmadığı bu ilim kanalından içmeyi, ilmi menbaından almayı sürdürdü. Bununla birlikte vahyin Arapça inzâl edildiği hakikatine muvafık olarak hem okunuş hem de yazılış itibariyle Kur’ân’ın zabtı ve bilgisine de muttali kılınmıştı. Özlü bir şekilde izah etmeye çalıştığımız bu durum; bir taraftan Kur’ân’ın Arapça inzâli, bir taraftan peygamberin ümmî olması, aynı şeküde vahyin keyfiyeti hakkındaki izahatımız ve diğer taraftan beşer idrâki açısından kelâm-ı nefsinin kelâm-ı lafzîye lüzûmu noktasında söylediklerimizle de muvafıktır, onları tamamlayıcıdır. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in okuma-yazma öğrenmemesinin bazı hikmetlere ve maslahatlara mebnî olduğu açıktır. Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (ö. 471/1078) de işaret ettiği üzere;“[Peygamberimiz okuma-yazma öğrenmemesi] Peygamberlik hücceti daha açık ve ezici olsun, tesiri daha güçlü olsun, hakikati inkâr eden ve yanlışında direten kişiler bu yanlışlarında ısrar etmesinler, şüphe arayanlar da herhangi bir açık kapı bulamasınlar diyedir. Yoksa yazı öğrenmek zatı itibariyle kötü olduğu için ümmî kalmış değildir.”86
Melikşah Sezen – Kur’an-ı Kerim’in Yazı Tarihi,syf:46-53
Dipnotlar:
69. Ebü Mansur el-Mâturidi, Te’vilâtü”LKur’ân, XVL $. 151-52; Çâperdi, Şerhul’1-Keşşâf, Süleymaniye Ktp., Damat İbrahim Paşa kl., nr. 162, vr. Za-b.
70 Hacı Bektaş-ı Veli, Şerh-i Besmele, (haz.) Hamiye Duran, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2012, s. 50; Şemseddin es-Sivasi, esSafâyih fi Tercümeti’i-Levâyih, İstanbul: Sivas Belediyesi Yayınları, 2017, 8. 65.
71. Muallim Nari Pcâz-ı Kur’ân, İstanbul: Mathaa-i Ehuzziva 1301 e 97
72 Aynülkudât el-Hemedâni, Zübdetü-Hakâik, s. 164-166.
73. Rivayetlerde zikredilen uğultunun mahiyeti hakkında fikir verebilecek bir rivayet şöyledir: “En’âm süresi doğu ve batıdan gökyüzünü dolduran, yükselen tesbih ve takdis sesleriyle yeryüzünü ttreten bir grup melek refakatinde inzâl edilmiştir.” Celâleddin es” Süyüti, el İtkân fi Ulümi’-Kur’ân, s. 94; Ahmed Davudoğlu, Sahih Müslim Tercümesi ve Şerhi, ll, s. 587.
74 Yusuf, 12/2; Zuhruf, 43/3.
75.Kur’ân’ın Arapça olması, onun muhtevasında kök itibariyle acemi bazı kelimelerin bulunduğu hakikatini reddetmemektedir. Bu konuya ayrı bir başlık altında temas edilecektir.
76.” Tahsin Görgün, Anlam ve Yorum, İstanbul: Külliyat Yayınları, 2. Baskı, 2018, s. 157.
77 A’râf 7/157-158.
78 Melikşah Sezen, Peygamberlerin Vasıfları ve İsmet Sıfat, İstanbul Siyer Yayınları, 2019, s. 28-34,
79 Ebü Mansur Muhammed b. Muhammed el-Mâturidi, Tevilâtül Kur’ân, VI, s. 80.
80 Bakara, 2/61.
81 Kurân-ı Kerim, Resül-i Ekrem’i “sahife okuyan” olarak tavsif etmektedir ve bu tavsifi, mezkür tespitimizle ilişkilendirmemiz mümkündür. Bkz. Beyyine, 98/2.
82. Nisâ, 4/113.
83 Necmeddin Ömer en-Nesefi, et-Tefsir fit-Tefsir, (nşr. & çev.) Muhammed Coşkun, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2019, I, s. 110-111; Tayyar Altıkulaç, Mesâhif-i Kadime, İstanbul: İrcica, 2015, s. 53; Fahreddin Kabâve, Ve La Yezalune Yukatiluneküm fi Meydanit-Talim ve’l-Bahsü’-İlmi ve Urubetil-Lisan, İstanbul: Dârü’l-Lübâb, 3. Baskı, 2017, s. 90.
84. Âli İmrân, 3/48.
85 Ebü Mansur Muhammed b. Muhammed el-Mâturidi, Tevilâtü”l. Kur’ân, Il, 8. 307.
86 Abdülkâhir el-Cüzcâni, DelâilüLİ’câz, (çev.) Osman Güman, İstanbul Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2015, s. 30.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…