Ümmetin İmamlarının Sünnete Sımsıkı Sarılması Hakkında

savsp3-300x225 Ümmetin İmamlarının Sünnete Sımsıkı Sarılması Hakkında

Ümmetin İmamlarının Sünnete Sımsıkı Sarıldıklarını, Gösterdiği Yola Rûm Olduklarını, Ona Uymaya Teşvik ve Muhalefetten Men Ettiklerini Gösteren Haberler

Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (223/838), Kitâbu’l-Kadâ adlı eserinde ve Dârimî (255/868), Sünen’inde Meymun b. Mihran’ın, şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Ebû Bekir (r.a), kendisine bir dâva geldiği zaman, Allah’ın Kitabı ‘na bakardı; eğer orada dâvayı halledecek bir şey bulursa onunla hükmederdi. Eğer Allah’ın Kita-bı’nda önüne gelen dâva ile ilgili bir şey bulamaz ve Rasûlullah (s.a.v)’ın o konuda bir sünnetini bilirse, onunla hükmederdi. Eğer Ki-tab ve sünnetle meseleyi halledemezse dışarı çıkar ve müslümanlara: ‘Bana şöyle şöyle bir mesele geldi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu konu­da verdiği bir hükmü biliyor musunuz?’ diye sorardı. Çoğu zaman, birkaç kişi yanına varıp Rasûlullah (s.a.v)’ın o konudaki hükmünü söylerlerdi.”

 

Dârimî’nin rivayetinde, şu ziyâde vardır: “O zaman Ebû Bekir (r.a), ‘İçimizde dinimizi muhafaza eden ve bize öğreten kimseler yara­tan Allah’a hamdolsun,’ derdi.”[1]

 

Ebû Ubeyd de şu ilâve rivayeti zikretmiştir: “O konuda Hz. Peygamber’in bir uygulamasını bulamazsa mü’minlerin ileri gelenle­rini toplayıp kendileriyle istişare ederdi; ortak bir görüşte birleştikle­rinde, onunla hükmederdi. Hz.Ömer (r.a) de böyle yapardı. Mesele­nin cevabını Kitab ve sünnette bulamazsa, ‘Ebû Bekir’in bu konuda bir hükmü var mı?’ diye sorardı. Eğer Ebû Bekir’in (r.a) bir hükmü varsa onunla hükmederdi; yoksa, cemaatın âlimlerini toplayıp kendi­leriyle istişare ederdi. Ortak bir görüşte birleştiklerinde, onunla hük­mederdi. ”

 

Yine Dârimî, Müseyyeb b. Râfiî’nin şöyle dediğini nakleder: “Ashâb, önlerine, hakkında Hz. Peygamber (s.a.v)’den herhangi bir hüküm ve haber bulunmayan meseleler geldiğinde, toplanıp mesele hakkında ortaklaşa görüş bildirirlerdi. Tabiî ki hak, birleştikleri görüşteydi.”

 

Beyhakî, el-Medhal d e, Zehebî, Tezkîratu’l-Huffaz’da, Kâbisa b. Züeyb’in şöyle dediğini nakleder: Bir nine, Hz. Ebû Be­kir’in (r.a) yanına gelip mirastan ne kadar pay alacağını sordu. Hz. Ebû Bekir, kadına: “Bu konuda Allah’ın Kitabı’nda herhangi bir açıklama yoktur. Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetinde de bir uygulama bilmiyorum. Hele sen şimdilik git de ben, bunu insanlara sorayım/’ dedi. Ve bu konuda bildikleri bir hadisin olup olmadığım yanındaki­lere sordu. Muğire b. Şu’be (r.a): “Ben Rasûlullah’ın yanında bu­lundum. Nineye altıda bir verdi,” dedi. Hz. Ebû Bekir:

“Söylediğine senden başka şahid var mı?” dedi. O zaman Mu-hammed b. Mesleme el-Ensârî (r.a) ayağa kalkıp aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, nine için hadisteki hükümle karar verdi.

 

İmam Ahmed, Arar b. Meymun’un şöyle dediğini nakleder: “Hz. Ömer, bize Müzdelife’de sabah namazını kıldırdı, sonra Meşâr-i Haram’da vakfe yaptı ve: ‘Müşrikler, güneş doğmadan Mina’ya git­mezlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v), onlara muhalefet etti,’ dedi. Sonra, güneş doğmadan Mina’ya doğru yola çıktı.”

 

İbn Mâce hariç diğer kütüb-ü sitte sahipleri, Abis b. Râbia’mn, şöyle söylediğini naklederler: Hz. Ömer’i (r.a) Hacerü’l-Esved’i öperken gördüm, şöyle diyordu: “Sen bir taşsın; fayda ve za­rar vermezsin. Şayet Rasûlullah (s.a.v)’ın seni Öptüğünü görmesey-, dim, ben de öp:nezdim.”[2] Hz. Ömer’in bu sözü, Şifâ’da da zikre­dilmiştir.[3]

 

İmam Ahmed, Sâlim’den, İbn Ömer’in şöyle dediğini nakle­der: Rasûlullah (s.a.v): “Sizden birisinin, hanımı, mescide gelmek için izin isterse onu menetmesin,”[4] buyurdu. Ömer b. el-Hat-tab’ın (r.a) hanımı mescidde namaz kılardı. Hz. Ömer, ona: “Sen, benim neyi sevdiğimi bilirsin!” dedi. Hanımı da: ‘Vallahi, sen beni bundan nehyedinceye kadar namazımı mescidde kılmaya devam ede­ceğim,” dedi. Hz.Ömer (r.a) saldırıya uğradığında hanımı da mes-ciddeydi.

Hz. Ömer (r.a), hanımının dışarı çıkmasından pek hoşlanmadı­ğı halde Rasûlullah (s.a.v)’ın emrine riâyet ederek hanımını mescid-den menetmemiştir.

 

İmam Şafiî, Risâle’de, Ebü Dâvud ve Beyhakî Sünen’lerinde, Tâvus’tan rivayet ettiklerine göre bir gün Hz. Ömer: “Allah adı­na soruyorum, Rasûlullah (s.a.v)’tan, cenin konusunda bir şey işiten var mı?” diye sordu. Hamele b. Mâlik b. Nâbiğa ayağa kalkarak:

“Evet, ben iki hanımımla beraberdim. Biri diğerine çadır direği ile vurdu ve kadın hemen düşük yaptı. Rasûlullah (s.a.v) da cenin tazminatı olarak bir köle azâd etmesini emretti,” dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a):

“Bunu duymasaydık az kalsın bunun dışında, kendi görüşümü­ze göre değişik bir hüküm verecektik,” dedi.[5]  Haber, İbn Abbas (r.a) yoluyla da rivayet edilmiştir.

 

Buhârî, Muğire b. Şu’be’den (r.a) rivayet ediyor: O, demiştir ki: “Hz. Ömer, düşük yapan kadının durumunu sordu ve ‘Bu konu­da Rasûlulah’tan (s.a.v) bir şey işiteniniz var mı?’ dedi. Ben de:

‘Ben işittim/dedim. ‘Nedir?’ diye sordu.

‘Hz. Peygamber (s.a.v)’in cenini düşürene, erkek veya kadın, bir köle âzad etmesi gerekir, dediğini duydum/ dedim. Hz. Ömer (r.a):

‘Söylediğine başka bir kaynak buluncaya kadar yanımdan ay­rılma/ dedi. Ben de çıkıp, Muhammed b. Mesleme’yi buldum ve kendisine getirdim. O da Hz. Peygamber (s.a.v)’den bu şekil duydu­ğuna benimle birlikte şahidlik etti.” İmam Müslim de bu haberin benzerini el-Misver b. Mahreme yoluyla rivayet etmiştir.[6]

 

Buhârî ve Müslim, Abdullah b. Âmir b. Râbia’dan, şu hadi­seyi rivayet ederler: Hz. Ömer (r.a), Şam tarafına yola çıktı. (Şam yolunda bir köy olan) Serğ’e gelince, Şam’da veba salgını olduğu ha­beri geldi. Abdurrahman b. Avı (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Bir yerde veba olduğunu duyarsanız, oraya gitmeyiniz; bulunduğu­nuz yerde veba yayılmışsa, ondan kaçarak başka yere çıkmayınız,”[7]  buyurduğunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Şam’a git­meden, bulunduğu yerden geri döndü.

Zührî (124/742), demiştir ki: Salim b. Abdullah b. Ömer, ba­na, Hz. Ömer’in, Abdurrahman b. Avf’tan işittiği hadisten dolayı insanları geri çevirdiğini haber verdi.

 

Buhârî, Hz. Âişe’nin (r.a) şöyle dediğini rivayet eder: “Hz. Ömer (r.a), Abdurrahman b. Avf kendisine, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Hecer mecûsîlerinden cizye aldığını haber verinceye kadar, mecûsîlerden cizye almıyordu.”[8]  İmam Şafiî, Risâle’de, benzeri bir haberi, Becâle yoluyla nakleder.[9]

 

İmam Mâlik de benzeri bir haberi, Muhammed el-Bâkır yo­luyla, şu lafızlarla rivayet eder: Hz. Ömer (r.a), mecûsîlerden bah­setti ve: “Haklarında nasıl davranacağımı bilmiyorum,” dedi. O za­man Abdurrahman b. Avf, kendisine, Hz. Peygamber (s.a.v)’in: “Onlara, ehl-i kitaba yaptığınız muameleyi uygulayın (yani cizye alın),” dediğini haber verdi.[10]

 

Beyhakînin, el-Medhal’âe, Zeyneb b. Ka’b b. Ucre’den nak­lettiğine göre bu hanıma, Ebû Said el-Hudrî’nin kızkardeşi el-Fü-rey’a b. Mâlik b. Sinan, (kendi başından geçen bir hadiseyi anlatır ve ailesine dönmek için Rasûlullah (s.a.v)’tan izin ister. Çünkü koca­sı, kaçan kölelerini aramak için yola çıkmış, Kaddüm tarafında onla­ra yetişmiş, fakat onlar da onu öldürmüşlerdi. Bu sebepten, Rasûlullah (s.a.v)’tan “Aileme dönebilir miyim?” diye izin ister ve: “Zira kocam, beni, kendisine ait bir evde terketmedi,” der. Rasûlullah da (s.a.v):

“İddet müddetin dolana dek bulunduğun evde otur,” buyurur. el-Fürey’a diyor ki:

“Ben de dört ay on gün iddet bekledim. Osman b. Affan (r.a) halife olunca, bana, Rasûlullah’ın nasıl hüküm verdiğini sordurttu. Ben de başımdan geçeni haber verdim. Ö da ona uyup aynı şekilde hüküm verdi.”[11]

 

Hz. Ali’nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Dikkat! Ben Peygamber değilim; bana vahiy de inmez. Fakat ben, gücümün yetti­ği kadar Allah’ın Kitabı ve Peygamberi Hz. Muhammed’in sünne-tiyle amel ederim.”[12]

 

İmam Alime  ve Beyhakî, Hz. Ali’nin (k.v) şöyle dediğini rivayet ederler: “Rasûlullah (s.a.v)’tan bir hadis işittiğimde, Allah Teâlâ’nın müyesser kıldığı kadar ondan istifade ederdim. Ashâbdan birisi, bana bir hadis söylediğinde ise ona, bunu Rasûlullah’tan işit­tiğine dair yemin ettirirdim; yemin ederse ona inanırdım. Ebû Bekir de bana -O, şüphesiz doğru söyler- Rasûlullah’ın;

‘Mü’min kul, bir günah işledikten sonra güzelce abdest alır, iki rek’at namaz kılar ve Allah’tan (c.c.) affını isterse Allah (c.c), onu mutlaka affeder,’[13]buyurduğunu haber verdi.”

 

İmam Buhârî, Câbir b. Semûre’nin, şöyle dediğini rivayet eder: Kûfeliler, Hz. Ömer’e (r.a), Sa’d’ı şikâyet ettiler. Bunun üzeri­ne Hz. Ömer, başlarına Ammar’ı tayin etti. Ondan da şikâyetçi ol­dular, hatta onun güzel namaz kıldırmadığını söylediler. Bunun üze­rine Hz. Ömer, adam gönderip Ammar’ı yanma çağırttı ve kendisi­ne:

“Ya Ebâ Ishak! Bunlar, senin güzel namaz kıldırmadığını söy­lüyorlar, ne dersin?” dedi. O da:

“Bana gelince, vallahi ben, onlara Rasûlullah (s.a.v)’tan gördü­ğüm namazı kıldırıyorum; ondan hiçbir şeyi noksanlaştırmıyorum. Yatsı namazını kıldırırken ilk iki rek’atta, biraz uzunca ayakta du­ruyor, son iki rek’atta kıraati hafif tutuyorum,” dedi. Hz. Ömer (r.a):

“Ya Ebû Ishak! Bu, senin düşüncen; bakalım halk ne diyor?” dedi ve onunla beraber birkaç kişiyi Kûfe’ye gönderdi. Gidenler, hiç­bir mescid bırakmadan bütün Kûfelilere onun durumunu sordular, hepsi de hakkında güzel övgülerde bulundu.[14]

 

İbn Abdilberr, Dârimî, Hâkim ve Beyhakî, Abdullah b.

Ebî Yezid’den rivayet ederler. O, demiştir ki: ‘İbn Abbas (r.a), ken­disine bir mesele sorulduğunda şöyle hareket ederdi: Meselenin hük­mü Allah’ın Kitabı’nda varsa onu söylerdi. Allah’ın Kitabı’nda yok, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetinde de bir cevap yoksa, bu hususta, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in uygulamalarına bakardı. Bir şey bulur­sa ona göre hüküm verirdi. Fakat ne Allah’ın Kitabı’nda, ne Rasûlullah’ın sünnetinde ve ne de Hz. Ebû Bekir ile Hz* Ömer’in uygulamalarında konu ile ilgili bir hüküm yoksa kendi içtihadı ile hüküm verirdi.”[15]

 

Beyhakî, Mâlik tarikiyle, Recâ’nm şöyle dediğini rivayet eder: “Abdullah b. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’in nasıl hareket etti-ğini ve hâllerini araştırır, buna büyük önem verirdi. Öyle ki, bu ko­nudaki dikkat ve ihtimamından, aklını kaybedeceğinden korkulur­du.”

Bezzâr ve Kâd-ı Iyâz, Ibn Ömer’den (r.h) rivayet eder:

“Ibn Ömer, Mekke ile Medine arasında bir ağacın altına gelir ve orada öğle uykusuna yatar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in de böyle yap­tığını söylerdi…”[16]

 

Ahmed b. Hanbel, İbn Sîrin’den nakleder. İbn Sîrin, demiş­tir ki: “Arafat’da Ibn Ömer’le beraberdim. Arafat’dan beraber dön­dük. Me’zemin’e varmadan dar geçide gelince, hayvanını çökertti. Biz de çökerttik. Namaz kılacak zannettik. Hayvanını tutan kölesi:

‘Namaz kılmak için durmadı. Fakat Rasûlullah’ın buraya ge­lince ihtiyacını giderdiğini hatırladı. O da (Rasûlullah’a (s.a.v) mu-tabaat için) aynı yerde ihtiyacını gidermeyi seviyor,’[17] dedi.”

 

İnsanlar, Abdülmelik b. Mervan’a bey’at ettiklerinde Abdul­lah b. Ömer (r.a), ona şöyle bir yazı gönderdi: “Allah’ın kulu, mü’minlerin emiri Abdülmelik’e… Ben, gücümün yettiği kadar sa­na, Allah’ın Kitabı’na ve Rasûlü’nün sünnetine uymak şartıyla bey’at ediyor, dinleyip itaat edeceğimi bildiriyorum. Evlâtlarım da bu şart­larda sana bey’at ettiklerini bildirirler.” Bu haberi, İmam Buhârî rivayet etmiştir.[18]

 

İmam Mâlik ve Tabarânî, Ibn Ömer’in (r.a) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “ilim üçtür:

1- Hakkı söyleyen Allah’ın Kitabı,

2- Hz. Peygamber’in sünneti.

3- Gerektiğinde ‘bilmiyorum’ demek.”[19]

 

Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman (r.a)’a demiştir ki: “Al­lah’ın Kitabı, Rasûlü’nün ve O’ndan sonraki iki halifesinin sünnet ve gidişatına uymak şartıyla, sana bey’at ediyorum.” Haberi, Buhârî rivayet etmiştir.[20]

 

Buhârî ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî’den (r.a) rivayet eder­ler. O, demiştir ki: “Ensar’la bir mecliste oturuyordum. Birden, Ebû Mûsâ korku ve endişe içinde çıkageldi.”Kendisine:

“Seni endişelendiren nedir?” dediler. O da:

“Hz. Ömer (r.a), yanma gitmem için beni çağırttı; kapısına git­tim. Üç defa seslenip izin istedim, kimse cevap vermedi. Ben de geri döndüm. Sonra, tekrar çağırttı. Gittim. Yanına varınca:

“Bize gelmene ne mâni oldu?” dedi. Ben de:

“Geldim, kapında üç defa selâm verdim; cevap vermediler ve ge­ri döndüm. Çünkü Rasûlullah (s.a.v): ‘Sizden biriniz (bir yere girmek için) izin istediğinde izin verilmezse geri dönsün,’ buyurmuştur” de­dim. Ömer (r.a):

“Bu söylediğine bir şahid getir, yoksa seni cezalandırırım,” dedi. Ebû Mûsâ, durumu anlatıp bir şahid istedi. Onlar da:

“Seninle bu cemaatın en küçüğü gidebilir,” dediler. Bunun üze­rine Ebû Said, kendisiyle Hz. Ömer’in huzuruna kadar gitti ve Ebû Musa’nın, Hz. Peygamber (s.a.v)’den işittiği izin isteme hadisini ken­disinin de işittiğini söyledi. Hz. Ömer, Ebü Musa’ya hitaben:

“Seni suçlamadım, fakat Rasûlullah (s.a.v)’tan nakledilen bir hadis duydum; vesikalandırmak istedim,”dedi.[21]

 

İbn Mâce ve İbn Hıbban, Urve b. Abdullah b. Kuşeyr’den rivayet ediyorlar. O, demiştir ki: Muaviye b. Kurra, babasından naklederek bana şunları anlattı: “Müzeyneli bir heyetle beraber Rasûlullah’ın yanına geldim. Kendisine biat ettik. Hz. Peygamber (s.a.v)’in düğmeleri çözülmüştü. Hırkasının yakasından elimi soktum ve sırtındaki Nübüvvet mührüne dokundum.”

Urve, demiştir ki: “Muâviye ve oğlunu, yaz ve kış düğmeleri ilikli görmedim. Bu konuda Hz. Peygamber’e ittiba ediyorlardı.”[22]

 

Dârimî, İbn Mesud’dan (r.a), onun şöyle dediğini rivayet eder: “Allah’ın Kitabı’ndan, bize sorduğunuz ve bizim de bildiğimiz herşeyi sizlere aktardık. Aynı şekilde Rasûlullah’ın sünnetinden sorduğunuz herşeyi de size haber verdik. Artık sonradan ortaya çıkardığınız bid’atlardan, bize bir sorumluluk yoktur.”[23]

 

Lâlekâî,  es-Sünne adlı eserinde, A’lâ b. el-Müseyyeb’den rivayet eder. Abdullah, şöyle demiştir: “Biz, elimizdeki delillere uyuyoruz, kendimiz uydurmuyoruz; tâbi oluyoruz, bid’at çıkarmıyo­ruz. Hadislere yapıştığımız müddetçe de sapıtmayız,”

Hâkim, Hz. Ali’den rivayet eder: Hz. Ali’ye (r.a) birtakım in­sanlar gelip İbn Mesud’u Övmeye başladılar. Hz. Ali de: “Ben, sizin söylediklerinize katılıyorum ve şunu ilâve ediyorum: Kur’ân’ı okudu, helâlini helâl, haramını haram bildi; o, dinde fakih, sünnette âlim birisidir.”

Ebu’l-Bahterî der ki: Hz. Ali’ye (k.v): “Bize İbn Mesud’dan bahseder misin1?” denilince şöyle dedi:

“Kur’ân ve sünneti öğrendi, bunlarla yetindi. Bu da ilim olarak ona yetti.”[24]

 

Said b. Müseyyeb, İbn Abbas yoluyla, Sa’d b. Muaz’ın (r.h) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Üç şey var ki ben, onlarda gerektiği gibi hareket eden birisiyim. Bunların dışında ise insanlardan her­hangi bir kimse gibi davranmaktayım. Bu üç şey:

1–  Rasûlullah (s.a.v)’tan işittiğim herşeyin, Allah tarafından gönderilen bir hak olduğunu bildim.

2– Namazda, nefsim başka şeyle meşgul olduğunda onu kaza et­tim.

3– Bulunduğum bir cenazede, nefsim bana, orada söylenmesi ge­rekenlerin dışında bir şeyden bahsetti ise o cenazeden ayrıldım.”

Said b. Müseyyeb (93/711), demiştir ki: “Bu hasletlerin ancak bir peygamberde bulunacağını düşünüyorum.”[25]

 

İbn Sîrin der ki: “Selef, sünnet üzere devam ettikleri müddetçe, doğru yolda olduklarını düşünürlerdi.”[26]

 

Evzâî (157/774), demiştir ki: “Rasûlullah’ın ashabı ve Tâbiin’in beş haslet üzere olduğu söylenirdi:

1- Cemaate devam.

2- Sünnete ittibâ.

3- Mescidleri tamir.

4- Kur’ân’dan okumak.

5- Allah yolunda cihad.”

Bunu, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir.

 

Beyhakî, el-Medhal’âe, İbn Vehb’den, İmam Mâlik’in şöyle dediğini nakleder: Kur’ân, hadis ve ashabın rivâyetleriyle yetinen ve onlara güvenerek hüküm veren kimseye: “Niçin bunu söyledin?” de­nemez.

 

İmam Şafiî, er-Risâle’de şöyle der: Bana, Ebû Hanife b. Simâk b. Fadl eş-Şihâbî haber verdi. Dedi ki: Bana, İbn Ebî Zi’b el-Makburî’den, Ebû Şurayh el-Ka’bî’nin şöyle dediğini anlattı:

Rasûlullah (s.a.v), fetih senesinde buyurdu ki:

“Kimin bir yakını öldürülürse o, iki hayırlı şeyden birini tercih eder: isterse Öldürenden diyet alır, isterse kısas uygulanır.”[27]

 

İbn Simâk demiştir ki: İbn Ebî Zi’b’e: “Ya Ebu’l-Hâris! Sen, buna göre mi davranıyorsun?” dedim. Bunun üzerine göğsüme vur­du, bana bir hayli bağırdı, yanıma sokuldu ve: “Ben, sana Rasûlullah (s.a.v)’tan hadis söylüyorum, sen ise bana: ‘Ona göre mi hareket edeceksin?’ diyorsun. Evet, O’nun hükmüne uyuyorum. Bu, bana ve onu işiten herkese farzdır. Allah (c.c), insanlar içinde Mu-hamtned (s.a.v)’i seçti, O’nun sayesinde ve terbiyesinde onları hidâyete ulaştırdı; O’nun için seçtiklerini ve bildirdiklerini insanlar için de seçti. Bundan sonra insanların, isteyerek yahut istemeyerek O’na tâbi olmaları gerekir. Hiçbir müslümanın bundan kaçış yeri yoktur,” dedi. Durmadan konuşuyordu. Keşke sussa diye temenni et­tik.

 

Beyhakî, el-Medhal’de, İbn Mübârek’in şöyle dediğini rivayet eder: Ebû Hanîfe’yi şöyle derken işittim: “Hz. Peygamber (s.a.v)’den bir haber ve hüküm gelince onun, başımız gözümüz üstünde yeri var­dır. Rasûlullah’ın ashabından bir haber gelince sözlerinden, kuvvetli bulduğumuzu seçeriz. Tâbiîn’den bir haber ve hüküm gelince onu iyi­ce tetkik ederiz, sonuçta alırız veya terk ederiz.”

İnceleyin:  Edebi Açıdan Hadislerde Teşbih ve Temsiller

 

Takiyyüddîn Sübkî de bu sözün benzerini zikretmiştir. Yine Sübkî, Nuaym b. Hammâd yoluyla, Ebû İsmet’in şu sözünü nak-letmiştir: Ebû Hanîfe’yi şöyle derken işittim: “Rasûlullah (s.a.v)’tan gelenler, başım gözüm üstüne. Ashâb-ı Kirâm’dan gelenlerde tercih yaparız. Bunun dışındaki kimselere gelince; onlar da ilim adamı, biz de ilim adamıyız.”

 

Beyhakî, el-Medhal’de, Yahya b. Durays’m şöyle dediğini nakleder: Süfyan es-Sevrî’nin yanındaydım. Bir adam geldi ve:

“Ebû Hanîf hakkında bir şey demeyecek misin?” dedi. Süfyan: “Ne var, ne oldu?” diye sordu. Adam:

“Kendisini dinledim. ‘Önüme gelen bir meselede Allah’ın Kita-bı’na bakıp hüküm veririm. Onda cevap bulamazsam, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine müracaat ederim. Allah’ın Kitabı’nda ve Rasûlü’nün sünnetinde bir şey bulamazsam, Hz. Peygamberdin ashabının sözüne bakarım. Onlardan uygun gördüğümün sözünü alır, diğerlerinin sözünü bırakırım. Meseleme cevap varsa, ashabın sözünün dışına çıkmam. Ama söz, ibrahim, Şâ’bî, İbn Sirîn, Ha­san, Ata ve İbnu’l-Müseyyeb’e gelince, (birçoklarını daha saydı) on­lar içtihad etmişlerdir; onlar gibi ben de içtihad ederim/ diyor” dedi.

 

Yine Beyhakî, el-Medhal’de, Osman b. Ömer’in şöyle dediğini nakleder: İmam Mâlik’e bir adam geldi. Kendisine bir mesele sordu. İmam da:

“Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu,” dedi. Adam:

“Sen de böyle mi düşünüyorsun?” deyince, İmam Mâlik:

“Peygamber’in emrine muhalefet edenler, başlarına bir musibe­tin gelmesinden veya şiddetli bir azaba uğramalarından korksun-lar,”[28] âyetini okudu.

 

İbn Abdilberr, İmam Mâlik’in şöyle dediğini nakleder: “İn­sanlar arasında verilen hükümler esasen iki çeşittir:

1– Allah’ın Kitabı’nda bulunan veya sünnetin ortaya koyduğu hüküm. Doğru ve kendisine uymak vâcib olan hüküm budur.

2-  Âlimin, kendi görüşüyle (delillerin de yardımıyla) içtihad ederek ortaya koyduğu hüküm. Bu, doğru olabilir.

Üçüncü bir hüküm de var ki, sırf zorlamayla elde edilir. Bunun için en uygun sonuç, isabetli olmamasıdır.”[29]

 

Rivayet edildiğine göre İbn Şübrüme, nazım halinde şöyle de­miştir:

Hasma şefaat olmaz hükümde, Akıllı ve fakih âlim önünde.

Kitab ve sünnetle hüküm verince, Sen teslim ol, zâlim inat etse de.

Bir nass olmayınca içtihad ettim. Hükmü, halkça malum şeye benzettim.

Süfyan es-Sevrî (r.h) de: “Bin ancak hadislerle ayakta durur,” demiştir.[30]

 

Hâkim, Rabîb b. Süleyman’dan nakleder: O, der ki: İmam Şafiî’nin yanındaydım. Bir adam kendisine bir mesele sordu. O da: “Hz. Peygamber’den (s.a.v) rivayet olunduğuna göre o, şöyle şöyle bu­yurmuştur,” dedi. Adam;

Ebâ Abdullah! Sen de böyle mi söylüyorsun?” deyince, İmam Şafiî irkildi, hali değişti, rengi sarardı ve adama:

“Hay yazık sana! Rasûlullah (s.a.v)’tan bir hadis rivayet eder de onun gibi hüküm vermezsem beni hangi yer taşır, hangi semâ gölge­lendirir? Evet, ondan gelenler başım gözüm üstüne. Evet, emri başım gözüm üstüne,” dedi.

İmam Şafiî’nin bu sözünü, Ibnu’l-Kayyım, el-İ’lâm adlı ese­rinde, ayrıca Sübkî, Suyûtî ve Ebû Nuaym, birbirine benzer lafız­larla muhtasar olarak nakletmişlerdir.

 

Hâkim, Beyhakî, Ebû Nuaym ve Takiyyu’s-Sübkî’nin, Rabî’den rivayet ettiklerine göre şöyle nakletmiştir: İmam Şafiî, bir gün, bir hadis rivayet etti. Orada bulunan bir adam:

‘Ya Ebâ Abdullah, sen de hadisteki gibi mi hüküm veriyor­sun?” diye sorunca, İmam:

“Ben, Rasûlullah (s.a.v)’tan bir hadis rivayet eder de ona göre hüküm vermezsem, bilin ki aklım gitmiş demektir,” dedi.

Yine Rabînin rivayetine göre İmam Şafiî, şöyle demiştir: “Kı­yası devreye sokarak Rasûlullah (s.a.v)’tan gelen hadisleri terk ede­meyiz. Sünnetin bulunduğu yerde kıyasa mahal yoktur.”

Yine İmam Şafiî (r.h): “Rasülullah’ın sünnetine uymaktan başka yapılacak bir şey yoktur,” demiştir.[31]

 

İmam Ahmed’in şöyle dediği anlatılır: Bir toplulukla beraber­dim. Su kenarındaydık. Onlar, soyunup suya girdiler. Ben de: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ederse peştemalsiz hamama girme­sin,”[32]  hadisiyle amel ederek soyunmadım. O gece bir rüya gör­düm. Birisi bana: “Müjde ey Ahmed! Sünnetle amel etmen sebebiyle Allah seni affetti. Seni kendisine uyulan bir imam yaptı,” diyordu. “Sen kimsin?” dedim; “Cibril,” dedi.[33]

 

Sehnûn’a: “Bir âlim için bildiği bir konuda, ‘bilmiyorum’deme­si caiz midir?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiştir: “Allah’ın Kita­bı ve Rasûlü’nün sünneti hakkında caiz değildir. Fakat insanların kendi görüşüne gelince ‘bilmiyorum’ demesi caizdir. Çünkü o, bu gö­rüşün doğru mu yanlış mı olduğunu bilemez.”[34]

 

Talk b. Ganem demiştir ki: “Hafs b. Gıyâs, bir meselede hü­küm verirken gecikti. Kendisine niçin beklediğini sordum, bana: ‘Bu, sadece benim görüşümdür. Kitab ve sünnette, onunla ilgili bir şey yoktur; onu kendi gücümle ortaya çıkardım, öyleyse acele niye?’ ceva­bını verdi.”

 

Kâd-ı Iyâz (544/1149), Şifâ’da. zikreder: Sehl b. Abdullah Tüsterî, demiştir ki: “Bizim yolumuzun temeli üç şeye dayanır:

1- Ahlâk ve amellerde Hz, Peygamber (s.a.v)’e uymak.

2- Helâl lokma yemek.

3- Bütün amellerde niyeti hâlis tutmak.”[35]

 

Ebû Nuaym, Hilye’de, Tüsterî’nin şöyle dediğini nakleder: “Yolumuzun esasları altı şeydir:

1- Allah’ın Kitabı’na yapışmak.

2– Rasûlullah’ın sünnetine uymak.

3- Helâl yemek.

4– Eziyeti terk etmek.

5– Günahlardan çekinmek.

6– Hakları yerine getirmek.”[36]

 

İmam Kuşeyrî (465/1072), Risâle’de zikreder: Cüneyd el-Bağdâdî (297/909), demiştir ki:

“Bizim bu mezhebimiz, Rasûlullah (s.a.v)’ın hadisine sımsıkı bağlanmıştır. Kim, Kur’ân’ı ezberlemez ve hadisi yazarak yerinden öğrenmezse, bu işte kendisine uyulmaz. Çünkü bizim ilmimiz, Kur’ân ve sünnete bağlıdır.” [37]

 

Ebu’l-Kâsım Nasrabâdî (307/977), demiştir ki: “Tasavvufun esasları şunlardır:

1– Kitab ve sünnete sarılmak.

2– Şehvet ve bid’atları terk.

3- Meşâyıha hürmet ve ta’zim.

4- Halkın özür ve kusurlarını kabul.

5- Virdlere devam.

6– Ruhsatla ameli ve hisse dayalı te’villeri terk.’[38]

 

Ebû Süleyman ed-Dârânî (215/830) de şöyle demektedir: “Ço­ğu zaman kalbime, tasavvuf ehlinin kalbine gelen nükte, ilham ve işaretler gelir. Fakat ben, onları, iki âdil şahid olan, Kur’an ve sün­netle kontrol edip haktan olduklarını anlamadıkça, kabul ve amel et­mem.”[39]

 

Ebû Bekir S iddik (r.a), demiştir ki: “Rasûlullah (s, a.v)’ın yap­mış olduğunu bildiğim ve gördüğüm her ameli ben de yaptım. O’nun emrinden bir şey terk edersem, ayağımın kaymasından korkarım.”[40]

 

İbn Abdilberr, Hz. Ömer (r.a)’den nakleder. O, bir hutbesinde şöyle demiştir: “Sünnetlere yapışarak cehaletleri ortadan kaldırın.”[41]

 

Beyhakî, Hz. Ömer’in (r.a) şöyle dediğini nakleder: “Kur’ân’ı öğrendiğiniz gibi sünnetleri, miras ilmini ve kelimelerin kullanış alanlarını da öğreniniz.” İbn Abdilberr de Hz. Ömer’den, aynı sözü nakletmiştir. Kâd-ı Iyâz ise bunu, valilerine yazdığını zikretmiş­tir.[42]

 

İbn Cerîr et-Taberî (310/922), Şa’bî’den nakleder. Şa’bî (104/722), demiştir ki: “Hz. Ömer (r.a), Şurayh’ı, Kûfe’ye kadı ola­rak gönderdiği zaman: ‘Önüne bir mesele gelince, Allah’ın Kitabı’na bak; onda bulduğunla hükmet, hiç kimseye bir şey sorma. Kur’ân’da bir şey bulamazsan, sünnete bak. Sünnette de meselenle ilgili bir şey bulamazsan, kendi görüşünle içtihad et/ dedi.”[43]

 

Nesâî, Şa’bî yoluyla, Şurayh’tan şunu nakleder: Şurayh, Hz. Ömer’e, bir mesele için mektup yazdı. O da cevaben şunları yazıp gönderdi: “Önüne gelen bir meseleyi halletmek için önce, Allah’ın Ki­tabı’na bak. Allah’ın Kitabı’nda meselene cevap yoksa, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine göre hüküm ver. Allah’ın Kitabı’nda ve Rasûlullah’ın sünnetinde bir cevap bulamazsan, sâlihlerin hükmüne göre hüküm ver. Şayet hiçbirinde de bir şey bulamazsan, istersen kendi görüşünle hemen bir hüküm ver, istersen (bana danışman için) tehir et. Tehiri, senin için daha hayırlı görürüm. Vesselam.”[44]

 

İbn Kayyım, yukarıdaki rivayetin sonunu şu lafızlarla naklet­miştir: “Şayet hiçbirinde meselene cevap bulamazsan muhayyersin; eğer kendi görüşünle içtihad etmek istersen içtihad et. Ve eğer mesele­yi bana danışmak istersen bunu, senin için daha hayırlı görürüm. Vesselam…”[45]

 

Hz. Ömer (r.a), Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’ye yazdığı mektubunun başında şöyle demiştir: “Bundan sonra, şüphesiz hüküm verme, ke­sin bir farz ve takip edilecek bir sünnettir.” Bu meşhur kıymetli mek­tubu, İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350), İ’lâmu’l-Muvakkiîn adlı eserinde zikredip çok güzel bir şekilde şerhetmiştir.[46]

 

İbn Abdilberr, Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakleder: “Sünnet (uyulması gereken), Allah ve Rasûlü’nün ortaya koyduğu amellerdir. İnsanların yanlış görüşlerini, ümmete, sünnet gibi göstermeyiniz.”[47]

 

İbn Abdilberr’in, Said b. Müseyyeb’den rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir: “Hz. Ömer b. el-Hattab, Medine’ye geldiğinde bir hutbe verdi. Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle söyledi: Ey insan­lar! Ben, size birtakım sünnetler (uygulamalar) ortaya koydum, bir­çok farzlar (görevler) yükledim. Ve sizi apaçık bir yolda bırakıp gidi­yorum. Ancak daha sonra, kendi his ve görüşlerinize göre hareket edip insanları sağa sola sapıtmanızdan korkuyorum.”[48]

 

Yine İbn Abdilberr, Haris b. Abdilberr, Haris b. Abdullah b. Evs’ten rivayet eder: Haris demiştir ki: “Hz. Ömer’e geldim ve Kabe’yi tavaf edip, hayız gören bir kadının durumunu sordum:

‘Vazifesinin sonu, Kabe’yi tavaf olsun; bu, ona kâfidir,’ dedi. Ben de: ‘Rasûlullah (s.a.v) da böyle fetva vermişti,’ deyince Hz. Ömer:

“Yazıklar olsun sana! Rasûlullah’a sorduğun şeyi, ona muhalif bir görüş söylemem için bir de bana mı soruyorsun, dedi.”

İbn Mesud (r.a), demiştir ki: “Sünnetle yetinmek, bid’atla içti­had etmekten daha hayırlıdır.”[49]

 

Yine İbn Mesud (r.a), demiştir ki: “Şüphesiz sözlerin en güzeli, Allah’ın Kitabı’dır. Hidâyetin en güzeli, Muhammed (s.a.v)in gös­terdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, sonradan dine sokulanlardır. Size va’d edilenler, mutlak gelecek ve siz engel olamayacaksınız.”[50]

 

Ebu’l-Ahvas anlatıyor: İbn Mesud (r.a), perşembe günü insan­lara vaaz ediyordu. Bir gün şöyle dedi: “Asıl bilinecek ve uyulacak şey ikidir: Hidâyet ve söz. Sözün en doğrusu, Allah’ın kelâmı; yolun en güzeli de Hz. Muhammed (s.a.v)’in davetidir, işlerin en kötüsü, sonradan dine sokulan şeylerdir. Dikkat edin (dinin kabul etmediği) her yeni şey bid’attır. Dünya işleriyle fazla uğraşmayın; kalbiniz ka­tılaşır. Uzun amellerle oyalanmayın. Şüphesiz her gelecek olan şey, yakındır. Dikkat! Asıl uzak olan, hiç gelmeyecek şeydir.”[51]

 

Abdullah b. Yezid anlatıyor: Bir gün insanlar, Abdullah b. Mesud’un başına toplanarak soru sormaya başladılar. İbn Mesud (r.a), kendilerine şöyle söyledi:

“öyle bir zaman geçti ki biz, o zaman ne hüküm verdik ne de bu konumdaydık. Sonra Allah Teâlâ, gördüğünüz gibi bize, bu dini teb­liğ etmemizi takdir buyurdu. Artık bugünden sonra, içinizden kime hüküm verme işi tevdi edilirse, önüne gelen meseleyi çözmek için önce, Allah’ın Kitabı’na baksın. Allah’ın Kitabı’nda cevabı olmayan bir iş geldiğinde, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine baksın. Eğer önüne, Al­lah’ın Kitabı’nda ve Rasûlü’nün sünnetinde bulunmayan bir şey ge­lirse, sâlihlerin verdiği hükme göre hüküm versin. Şayet, hiçbirinde de cevap bulamazsa, kendi görüşüyle içtihad etsin ve: ‘Ben korkarım, ben çekinirim’ demesin. Şüphesiz, helâl açık, haram bellidir, ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler bulunmaktadır. Şüpheli işlerle karşılaştığında, seni rahatsız edeni bırak, kalbinin rahat ettiğini İbn Abdilberr ve İbn Ebî Heyseme, “Kendi görüşüyle içti­had etsin,” sözünden sonra, şu ilâveyi de zikrederler: “Eğer doğru ve güzel içtihad yapamayacakla kalksın, utanmasın.”[52]

 

İbn Abbas (r.h), demiştir ki: “Allah’ın Kitabı’nda bulunmayan, Rasûlullah’ın sünnetinde de geçmeyen yeni bir görüş ortaya atan kimsenin, Allah’ın huzuruna çıkınca hâlinin ne olacağı bilinmez.”[53]

 

Yine İbn Abbas (r.h), der ki: “İlim ve hüküm kaynağı ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlullah’ın (s.a.v) sünnetidir. Bir kimse, bunla­rın dışında, kendi görüşüyle bir şey söylediği zaman bu, onun hasenatına mı yoksa seyyiâtına mı yazılır, bilmiyorum.”[54]

 

Yine İbn Abbas (r.h), der ki: “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle dedi ve falanca da böyle dedi derken, azaba uğrayacağınızdan ve yere ba­tacağınızdan korkmuyor musunuz?”[55]

 

İbn Ömer (r.h), demiştir ki: “Ümmet, sünnete sarıldığı müddet­çe, doğru yoldan sapmaz.”[56]

 

Buhârî ve Dârimî, Câbir b. Zeyd’in şöyle dediğini rivayet ederler: “İbn Ömer, tavaf esnasında bana rastladı. Dedi ki: Ey Ebu’ş-Şa’sâ! Sen, Basra’nın fakihlerinden ve kendisinden fetva iste­nen birisisin. Dikkat et, ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti ile fetva ver.” Dârimî, şu ilâveyi de ekler: “Eğer bunun dışında ha­reket edersen, helak olursun ve helak edersin.”[57]

 

İbn Abdilberr, Safvan b. Muharraz el-Kârî’den nakleder: O, demiştir ki: Abdullah b. Ömer’e (r.h), yolculuktaki namazı sordum.

Cevaben: “İki rek’attır; kim sünnete muhalefet ederse küfre girer,” de­di. Kâd-ı lyâz da aynı sözü Şifâ’da. nakletmiştir.[58]

Übeyy b. Ka’b (r.a) demiştir ki: “Kur’ân ve sünnete yapışınız. Kur’ân ve sünnet üzerinde amel eden bir kul, iç âleminde Rabbini zikrederek O’nun haşyetinden dolayı gözyaşı dökse, Allah, ona ebe-diyyen azâb etmez. Yine, yeryüzünde Kur’ân ve sünnete göre amel eden herhangi bir kul, gizlice Allah’ı zikredip, haşyetinden tüyleri ür~ perince, yaprakları kurumuş bir ağacın, kuvvetli bir rüzgârın esip bütün yapraklarını döktüğü gibi bu gözyaşı ve ürperme de onun gü­nahlarını döküp temizler. Kur’ân ve sünnetle yetinmek, bunlara muhalif bir içtihaddan ve bir bid’ata uymaktan daha hayırlıdır. Öy­leyse amellerinizin, -uygulama olsun, içtihad olsun- Peygamber’in (s.a.v) usûlüne ve uygulamasına bağlı olmasına dikkat ediniz.”

 

Bu sözü de Kâd-ı lyâz nakletmiştir:[59]  Hâkim, Müstedrek’te, Abdurrahman b. Ebzî’den nakleder: O, demiştir ki: “İnsanlar, Hz. Osman hakkında birtakım dedikodu ve haksız ithamlarda bulunun­ca, Ubey b. Ka’b’a: ‘Bu fitneden kurtuluş yolu nedir?’ dedim. Ubey (r.a): ‘Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir. Onlardan, hük­mü açık olanla amel et; anlamadığını da bilenine sor’ dedi.”[60]

 

Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde, Ebu’d-Derdâ’nın (r.a) şöyle dediğini nakleder: “Sünnetle yetinmek, ona muhalif içtihadla amel­den daha hayırlıdır.” Müellif, aynı sözü, Ubeyy b. Ka’b’dan da rivayet etmiştir.

 

Dârimî, Ebû Nusayr’ın şöyle dediğini nakleder: “Ebû Selem, Basra’ya gelince ben ve Hasan, ziyaretine gittik. Hasan-ı Basrî’ye dedi ki: Demek, Hasan sensin! Basra’da en çok görmek istediğim ki­şi sendin. Sebebi de duyduğuma göre sen, kendi görüşünle fetva veri-yormuşsun. Kendi görüşünü bırak; ancak Allah’ın Kitabı’nda ve Rasûlü’nün sünnetinde bir hüküm ve işaret varsa ona göre fetva ver.[61] Ibn Kayyım da benzeri bir haberi, kısaca nakletmiştir.[62]

 

Beyhakî, Medhal’de Mâlikin şöyle dediğini nakleder: Ömer Abdülaziz, şöyle derdi:

“Rasûlullah (s.a.v) ve O’ndan sonra gelen idareciler, Allah’ın Ki­tabı’na uygun, taatını artıran ve dinine kuvvet katan birtakım uygulamalar koymuşlardır. Hiçbir kimseye, onları değiştirmek, bozmak ve onlara ters düşenin görüşüne bakmak caiz değildir. Onlara uyan hidâyeti bulur, onlara dayanan muzaffer olur. Muhalefet eden, mü’minlerin yolunun dışına çıkmış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk: ‘Kim, mü’minlerin yolunun dışında bir yola tâbi olursa onu döndüğü tarafa sevkederiz ve (sonunda) Cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir/’[63] buyuruyor.”[64]

 

Ömer b. Abdülaziz’in idarecilerinden birisi, beldesinin hâlini ve hırsızların çoğaldığını yazarak: “Onları zan ile yakalayıp cezalan­dıralım mı yoksa hâllerini isbat edecek delile ve sünnetteki uygula-maya göre mi hareket edelim?” diye talimat istedi. Allah kendisinden razı olsun, o da şu talimatı yolladı: “Onları delil ve sünnetteki usûle göre cezalandır. Hakça davranış onları ıslah etmezse Allah, onları ıslah etmesin.”[65]

 

Yine Ömer b. Abdülaziz, Urve b. Zübeyr’e şu mektubu gön­dermiştir: “Bana mektub yazıp insanlar arasında nasıl hüküm veri­leceğini soruyorsun. Bil ki, hüküm verilirken önce, Allah’ın Kitabı’n-da olana uyulur. Sonra, Allah Rasûlü’nün sünnetine bakıp hüküm verilir. Sonra, hidâyet yolunun imamlarının hükmüne müracaat edi­lir. Onlarda da bir cevap yoksa, ilim ve görüş ehli ile istişareye gidi­lir.”[66]

 

Dârimî, Ömer b. Abdülaziz’den nakleder: Ömer b. Abdüla­ziz, idaresi altındaki insanlara bir yazı ile şu talimatı verdi:

“Allah’ın Kitabı’nda veya Ra’sûlullah (s.a.v)’ın ortaya koyduğu bir sünnette, hiç kimsenin görüş bildirme hakkı yoktur. Ümmetin gö­rüşü, ancak hakkında bir âyet ve sünnet bulunmayan konularda ge­çerlidir.” Bunu, İbn Abdilberr ve İbn Kayyım da kitaplarında kı­saca zikretmişlerdir.[67]

 

Hasan b. Vâsıl, Isâ b. Dinar’ın şöyle dediğini nakleder: “Siz­den öncekiler, ancak görüş ve yolları ayrıldığı, hak yoldan saptıkları, peygamberlerinin sünnetlerini terk edip dinde kendi görüşlerine göre söz söyleyerek dalâlete düştükleri ve insanları da sapıklığa düşür­dükleri vakit helak oldular.”[68]

İnceleyin:  2-Sünnetin Delil Oluşuna Hadis-i Şeriflerden Deliller

 

Şurayh, demiştir ki: “Sünnet, sizin kıyasınızdan önde gelir. Öy­leyse, sünnete uyunuz ve bid’at çıkarmayınız. Hiç şüphesiz, sünnetle­re sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız.”[69]

 

Katâde der ki: “Vallahi, peygamberinin sünnetinden yüz çevi­ren herkes helak olur. Sizin, sünnete sarılıp bid’atlardan uzaklaşma­nız ve fıkha yapışıp şüphelerden kaçınmanız gerekir.”[70]

 

Urve b. Zübeyr der ki: “Sünnete yapışın, sünnete. Şüphesiz sünnet, dinin esasıdır.”[71]

 

Hasan el-Basrî (r.h), demiştir ki: “Söz, ancak amelle makbul olur. Amel ve söz ise ancak niyetle sahih olur. Söz, amel ve niyet ise ancak sünnete uyarsa kabul görür.” Bu sözü, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir. Müellif, aynı sözü, Said b. Cübeyr’den de benzeri lafızlarla rivayet etmiştir.

 

Yine Hasan el-Basrî “Sünnete uyarak yapılan az amel, bid’ata dalıp yapılan çok amelden daha hayırlıdır/’[72] demektedir.

 

Amir eş-Şa’bî de: “Sünneti terk ettiğiniz zaman helak olursu­nuz,”‘[73] demiştir.

 

Ebu’l-Aliye ise: “Sizin, Peygamberinizin sünnetine ve Ashâb-ı Kirâm’ın hâline uymanız gerekir,” demektedir. Sözü, Lâlekâî rivayet etmiştir.

 

Abdullah b. Avn el-Basrî de: “Kim, İslâm ve sünnet üzerine vefat ederse, bütün hayır çeşitleri kendisine müjdelenir/’ demektedir. Bu sözü de Lâlekâî, es-Sünne”sinde rivayet etmiştir.

 

Yine ibn Avn, şöyle demiştir: “Üç şeyi kendim ve mü’min kar­deşlerim için seviyorum: Tedebbûr ve tefekkür ile Kur’ân okumak. Araştırıp soruşturarak sünneti Öğrenmek. Hayır için buluşmanın dı­şında, insanlardan uzaklaşıp bir köşeye çekilmek.”[74]  Lâlekâî, bu sözü kısa olarak es-Sünne’sinâe zikretmiştir.

 

Ahmed b. Hâlid, demiştir ki: “Sünnet, içinde hiçbir şüphe bu­lunmayan haktır.” İbn Vaddah, bu haberden çok hoşlanır ve: “Gü­zel, çok güzel,” derdi.[75]

 

Zührî (124/742), demiştir ki: “Bizden önceki âlimlerimiz: ‘Sün­nete sarılmak kurtuluştur,’ derdi”[76]

 

Hakem b. Uteybe, demiştir ki: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in dışın­da, herkesin sözü alınır da alınmayabilir de. “Beyhakî, aynı sözü Mücâhid’den rivayet etmiştir.[77]

 

ibn Abdilberr, Ibn Vehb yoluyla, Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakleder: “Tâbi olunacak sünnet, Allah ve Rasûlü’nün ortaya koy­duklarıdır. Yanlış görüşleri, ümmet için sünnet gibi göster meyiniz.”[78]

 

Lâlekâfnin rivayetine göre Evzâî (176/792), şöyle demiştir: “Sünnet neredeyse, sen de orada ol.”

 

Yine Evzâî, şöyle der: “İnsanlar seni terk ederse de sen, selefin (geçmiş büyüklerin) hâl ve haberlerine sarıl. Sana karşı yaldızlı söz­lerle konuşsalar da kendi görüşüne göre ahkâm kesenlerden sakın.” Bu sözü İbn Kayyım, Î’lâmu’l-Muvakkiîn’de zikretmiştir.[79]

 

Ibn Mübarek (181/797), der ki: “Dayandığınız şey hadisler ol­sun. İçtihadlardan da hadisleri açıklayanları alınız.”[80]

 

Yahya b. Kesîr’e: “Kişiye ne zaman fetva vermesi vâcib olur?” diye sorulunca: “Hadisleri ve görüşleri iyi bildiği zaman,” diye cevap vermiştir. Bu rivayeti de İbn Kayyım nakletmiştir.[81]

 

Ibn Vehb anlatıyor: Mâlik b. Enes’in yanında oturmuş, hadis müzâkere ediyorduk. Bir ara dedi ki: “Sünnet, Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ondan geri kalan boğulur.” Bu­nu, İmam Suyûtî Miftâhu’l-Cenne kitabında zikretmiştir.

 

Yine İbn Vehb, demiştir ki: Mâlik b. Enes, bana, şöyle dedi: “Sakın sünnete karşı gelmeyin, tamamıyla ona boyun eğin.” Bu rivayeti, Makdisî, el-Hucce ala Tarîki’l-Muhacce adlı eserinde nak­letmiştir.

 

İbn Cerîr, Tehzibü’l-Âsâr adlı eserinde, İmam Mâlik’in şöyle dediğini nakleder: “Rasûlullah (s.a.v) vefat etti; vahiy kesildi, din ta­mamlandı. Bundan sonra, Rasûlullah’ın (s.a.v) sünnetlerine tâbi olunması gerekir. Kimse, görüşlere tâbi olmasın. Çünkü birisi, bir görüşe uyar; bir başkası da daha kuvvetli bir görüş bulur, ona uyar. Sen de her ne zaman görüşü üstün birisi yanına gelse; döner, ona uyarsın. Böylece görüşler arasında kalırsın.”[82]

 

Veki’, demiştir ki: “insanlar, hadisten her ne öğrense onu, mübtelâ olduğu bir hevâdan alıkoyar.” Bu sözü, Nasr b. el-Makdisî, el-Hucce kitabında zikretmiştir.[83]

 

İmam Şafiî (r.h), der ki: “Rasûlullah’ın sünneti yanında, hiç kimsenin, ona aykırı söz söyleme yetkisi yoktur.”

 

Yine İmam Şafiî’den bir uyarı: “Rasûlullah’a ait bir sünnet bulduğunuzda ona tâbi olunuz, başka kimsenin sözüne iltifat etmeyi­niz.”[84]

 

Rabî der ki: İmam Şafiî’yi, şöyle derken işittim: “Kitabımda, Rasûlullah’ın sünnetine aykırı bir söz bulursanız, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine göre hareket ediniz ve benim sözümü terk ediniz.”[85]

 

Hermele b. Yahya anlatıyor: İmam Şafiî, der ki: “Rasûlullah (s.a.v)’tan sahih olarak gelen sünnete ters düşen herhangi bir sözüme rastlarsanız, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözüyle amel etmeniz daha evlâdır; benim sözüme uymayınız.”[86]

 

Yine İmam Şafiî, der ki: “Hiçbir kimse için, herhangi bir şey hakkında ilimsiz olarak: ‘Bu helâldir veya haramdır’ deme yetkisi yoktur. Bu ilim, Kitab’da, sünnette, icmâda veya bu kaynaklara da­yalı kıyasta mevcuttur.”[87]

 

Muhammed b. Hasan, demiştir ki: “Şer’î ilimler, dört yoldan elde edilir:

1- Allah’ın Kitabı’ndan.

2- Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetinden.

3- Ashâb-ı Kirâm’m icmâsından. Ashabın ihtilâf ettikleri konu­lar da bunun içine girer. Her ne kadar, ihtilâf durumunda, içlerin­den birisi seçiliyorsa da bu, benzerlerine kıyasla elde edilen bir ilim olmaktadır.

4- Müslüman fakihlerin güzel ve uygun bulmalarıyla. İslâmî ilimler, sonuçta bu dört kaynaktan çıkmaktadır.”[88]

 

Yine Muhammed b. Hasen, der ki: “Kim, Allah’ın Kitabı’nı, sünneti, Rasûlullah’tn ashabının sözlerini ve müslümanların fakih-lerinin güzel gördüğü hükümleri bilirse namazında, orucunda, hac-çında, kendisine emir ve nehyedilen bütün işlerde, karşılaştığı mese­lelerinde içtihad etmesi ve hüküm vermesi caiz olur. Bu durumda iç-tihad eder, araştırır ve benzeri hükümlere kıyas ederse hata ihtimali olsa bile, çıkardığı neticeyle amel etmesi caizdir.”[89]

 

Seleme b. Şebîb, der ki: İmam Ahmed’i şöyle derken işittim: “Şafiî’nin görüşü, Mâlik’in görüşü ve Ebû Hanîfe’nin görüşü, bü­tün bunlar bence bir görüştür ve alınıp alınmama konusunda birdir­ler. Bizi bağlayan, ancak hadislerde olanlardır.”[90]

 

Ahmed b. Sinan anlatıyor: Velid el-Kerâbisî, dayımdı. Vefatı yaklaşınca yanındaydım. Oradakilere dedi ki:

“Kelâm ilmini, benden daha iyi bilen birisini biliyor musunuz?”

“Hayır,” dediler.

“Peki, beni töhmet altında tutacağınız bir hâlimi biliyor musu­nuz?” dedi.

“Hayır,” dediler.

“Size bir vasiyette bulunmak istiyorum; kabul edecek misiniz?11 dedi.

“Evet,” dediler. O zaman:

“Hadis ehlinin bulunduğu hâl üzere bulunun. Çünkü ben, hak­kın onların yanında olduğunu gördüm,” dedi.[91]  Hadiseyi, el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde nakletmiştir.

 

İbrahim et-Teymî, şöyle dua ederdi: “Allahım! Dinin ve Pey-gamberi’nin sünneti sayesinde beni, hakka muhalefetten, hevâya uy­maktan, dalâletten, karışık işlerden, ayak kaymasından ve kuru çe­kişmelerden koru.”[92]

 

Bişr b. Sırrı es-Sakatî, demiştir ki: “İlme baktım, onun hadis ve görüşlerden ibaret olduğunu gördüm. Hadisleri inceledim; içinde peygamberlerin, Ölümün, Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyet, azamet ve celâlinin, Cennetin, Cehennemin, helâlin, haramın, yakınlarla ilgiye teşvikin ve bütün hayır çeşitlerinin zikredildiğini gördüm. Görüşleri incelediğimde içinde, hile, katılık, hakkı zorlama, dinde kısır çekiş­me, hile ile amel, yakınla ilişkiyi kesmeye götürecek sebepler ve hara­ma karşı cür’et buldum.”[93]

 

Fudayl b. Iyâz (187/802), demiştir ki: “İslâm ve sünnet üzere ölene ne mutlu! Durum böyle olunca bu hâl üzere vefat etmek için: ‘Allah’ın dilediği olur,’ sözünü, çokça söyleyin.” Bu sözü, Lâlekâî, es-Sünne adlı eserinde zikretmiştir.

 

İmam Kuşeyrî (465/1072), Risâle’de zikreder: Ebû Osman el-Hîrî (298/910), demiştir ki:

“Allah ile sohbet, edebi güzelleştirir; heybet ve murakabe hâline devam etmekle, Rasûlullah ile sohbet de sünnete ittibâ ve ilmin gere­ğine yapışmakla hâsıl olur.”[94]

 

Yine Ebû Osman, der ki: “Kim, sözünde ve fiilinde sünneti ken­dine âmir yaparsa, hikmetle konuşur. Kim de kendine, hevâyı âmir yaparsa, bid’atla konuşur. Allah Teâlâ: ‘Eğer ona itaat ederseniz hidâyete ulaşırsınız,’[95] buyurur.” Kâd-ı Iyâz da aynı sözü, Şifâ’da. nakletmiştir.[96]

 

İmam Kuşeyrî’nin nakline göre Sehl b. Abdullah, şöyle (283/886) demiştir: “Fütüvvet, sünnete ittibâ etmektir.”[97]

 

Hilye sahibi ise aynı zâttan şu nakli yapar: “Kim, tam manâsıyla Hz. Peygamber’e uyarsa onun kalbinde, herhangi bir şeyi seçme ve sevme endişesi kalmaz.”[98]

İmam Kuşeyrî,   şöyle  nakletmektedir:  İbrahim Havvas (291/904), demiştir ki: “Sabır, Kur’ân’ın ve sünnetin hükümlerinde sebat etmektir.”[99]

 

Zünnûn el-Mısrî (245/859) de: “Allah’ı sevmenin alâmetlerinden birisi de Allah’ın Habîbi’ne (s.a.v), ahlâkında, fiillerinde, emir ve sünnetlerinde tâbi olmaktır,”[100]der.

 

Ebû İshak İbrahim b. Davud’u dinleyelim: “Allah’ı sevmenin alâmeti, O’na itaati ve Rasûlü’ne mutabaatı, her şeye tercih etmek-tir.”[101]

 

Ahmed b. Ebi’l-Havârî (230/844), der ki: “Kim, sünnete uyma­dan amel ederse ameli bâtıl olur”[102]

 

Ebu’l-Abbas Ahmed b. Sehl, demiştir ki: “Kim, sünnetin ede­bine yapışırsa Allah, onun kalbini, marifet nuruyla nurlandırır. Al­lah’ın Habîbi (s.a.v)’ne emir, fiil ve ahlâkında uymaktan daha şerefli bir makam yoktur.”[103]

 

Şah b. Sucal el-Kirmânî (276/884), der ki: “Kim, gözünü ha­ramlardan ve nefsini şehvetlerden alıkoyar, içini murakabeyle, dışını sünnete ittibâ ile ma’mur eder ve kendisini helâl yemeye alıştırırsa, feraset ve görüşünde hata etmez.”[104]

 

Ebû Bekir Timistânî’yi (340/951) dinleyelim: “Hak yol açıktır. Kitab ve sünnet önümüzdedir. Hicret ve Allah Rasûlü’nün sohbetiyle, ümmetin önünde olan ashabın fazileti malumdur. Kim, bu Kitab’a ve sünnete sarılır, nefsinden ve halktan uzaklaşır ve kalbiyle Allah’a hicret ederse o, özünde ve sözünde sâdık birisi olur.”[105]

 

Ebû Hafs Haddâd (260/874) ise şöyle der: “Kim, bütün vakit­lerde söz ve fiillerini Kitab ve sünnetle süslemez ve nefsânî düşüncele­rini kötülemezse, onu, gerçek erlerin arasında saymayınız.”[106]

Şu da onun sözü:

“Kulun, Rabbine ulaşacağı yolların en güzeli, bütün hâllerinde O’na ihtiyaç içinde olduğunu bilmek, bütün fiillerinde sünnete uyma­ya devam etmek ve yiyeceğini helâl yoldan ele geçirmektir.”[107]

 

Lâlekâî, es-Sünne’de, şöyle nakleder: Şâz b. Yahya demiştir ki: “Cennete giden yollar içinde, hadisle amel edenlerin yolundan da­ha doğru bir yol yoktur.”

 

İmam Kuşeyrî,  şöyle nakleder: Ebû Hamza el-Bağdâdî (289/901), demiştir ki: “Kim, hak yolunu bilirse sülâku kendine kolay olur. Allah’a giden yolda, bütün hâl, söz ve fiillerde, Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktan başka hiçbir delil ve değer yoktur.”[108]

 

Nasr el-Makdisî, el-Hucce adlı eserinde, Cüneyd el-Bağdâdî’nin (298/910) şöyle dediğini nakleder: “Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Rasûlullah (s.a.v)’ın hâl ve haberleri­ne sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamberin yo­lu açıktır.” Allah Teâlâ: “Şüphesiz, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için gü­zel bir örnek (yaşantı) vardır,”[109]  buyurur. Bu haberi, Kuşeyrî de kısaca zikretmiştir.[110]

——————

[1]Dârimi, Mukaddime, 20.

[2] Buhârî, Hacc, 60; Müslim, Hacc, 250; Nesâî, Menâsik, 148.

[3] Şifâ; II, 34.

[4] Buhârî, Ezan, 166; Müslim, Salât, 124; İbn Mâce, Mesâcid, 15.

[5] Ebû Dâvud, Diyet, 19; Nesâî, Kasame, 12; İbn Mâce, Diyât, 11; Risale, 427; Müsned, I, 364.

[6] Buhârî, Ferâiz, 11; Müslim,Kasame, 35, 36, 37; Ebû Dâvud, Mukaddime, 54.

[7] Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92, 94; Ebû Dâvud, Cenâiz, 6.

[8] Buhârî, Cizye, 1; Beyhakî, Sünen, IX, 189.

[9] Şâfıî, Rİsâle, 430.

[10] Mâlik, Muvatta, Zekât, 42.

[11] Ayrıca bkz. Şâfıî, Risale, 438-439; Ebû Dâvud, Talak, 44; Tirmizî, Talak, 23; Nesâî, Ta­lak, 60; İbn Mâce, Talak, 1.

[12] Beyhakî, Mectaa/, 94; Ahmed, Müsned.,1, 10.

[13] Beyhakî, Medhal, 94; Ahmed, Müsned, I, 10.

[14] Buhârî, Ezan, 95; Müslim, Salât, 158; Nesâî, îftitah, 74.

[15] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 58; Dârimî, Mukaddime, 20; Beyhakî, Medhal, 127-128; Hâkim, Müstedrek, I, 127.

[16] Heysemî, Mecmaıı’z-Zevâid, I, 175.

[17] Ahmed, Müsned, II, 131; Heysemî, a.g.e., I, 174-175.

[18] Buhârî, Ahkâm, 43; Mâlik, Muvatta, Bey’at, 3.

[19] Tabarânî, e\-Mu’cemu’l-Eusat, II, 7; Heysemî, a.g.e., I, 172.

[20] Buhârî, Ahkâm, 43.

[21] Buhârî, İsti’zân, 13; Edeb, 32; Ebû Dâvud, Edeb, 127; Tirmizî, Isti’zan, 3. Müslim, Edeb, 32.

[22] Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Libas, 22;Müsned, IV, 19, 35;el-îsâbe, III, 233; İbn Sa’d, I, 460.

[23] Dârimî, Mukaddime, 17.

[24] Beyhakî, el-Medhal, 142-143; Hâkim, Müstedrek, III, 318.

[25] İbn Abdilberr, Cânıiu Beyâni’l-İlm, II, 192.

[26] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 35.

[27] Buhâri,Diyât, 8; Müslim, Buyu, 11; Ebû Dâvud, Diyât, 4.

[28] Nûr, 63.

[29] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 25.

[30] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 34.

[31] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 33.

[32] Nesâî, Gusl, 2; İbn Mâce, Edeb, 38.

[33] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 35.

[34] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 25.

[35] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II. 34.

[36] Ebû Nuaym, Hilye, X, 190.

[37] Kuşeyrî, Risale, 140.

[38] Tezkire, 790 (Hz. S. Uludağ)

[39] Tezkire, 310.

[40] Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 39.

[41] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 18.7.

[42] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 123; Beyhakî, Medhal, 266-267; Şifâ, II, 31.

[43] Dârimî, Mukaddime, 200; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X, 115.

[44] Dârimî, Mukaddime, 20; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, X, 115.

[45] İbn Kayyım, İ’lâm, I, 85.

[46] İbn Kayyım, a.g.e., I, 85-86 v.d.

[47] îbn Abdilberr, Câmiu Beyânİ’l-İlm, II, 136.

[48] ibn Abdilberr, a.g.e., II, 187.

[49] Dârimî, Mukaddime, 23; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 32.

[50] Buhârî, İ’tisâm, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 181.

[51] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 181.

[52] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 58.

[53] Beyhakî, Medhal, 157; Dârimî.

[54] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 136.

[55] Dârimî, Mukaddime, 39.

[56] Beyhakî, Medhal, 194.

[57] Dârimî, Mukaddime, 20.

[58] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 32.

[59] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 32.

[60] Hâkim, Müstedrek, III, 303.

[61] Dârimî, Mukaddime, 20.

[62] İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkiîn, I, 74.

[63] Nisa, 1115.

[64] İbn Abdüberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 187; Kâd-ı lyâz, II, 30.

[65] Kâd-ı lyâz, Şifâ, II, 33.

[66] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 24.

[67] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 24.

[68] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 137.

[69] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 137.

[70] Ahmed, Kitâbü’z-Zühd’de rivayet etmiştir.

[71] Beyhakî, Medhal, 195; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 138.

[72] Kâd-ı lyâz, Şifâ.

[73] Beyhakî, Medhal, 198.

[74] Buhârî, İ’tisâm, 2; İbn Abdilberr, II, 28.

[75] İbn Abdilberr, II, 28.

[76] Dârimî, Mukaddime, 16; Kâd-ı Iyâz, Şifâ, II, 30; Beyhakî, Medhal, 454.

[77] Beyhakî, Medhal, 107.

[78] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 136; Ayrıca bkz. İbn Kayyım, İ’lâm, I, 54.

[79] îbn Kayyım, a.g.e., I, 75.

[80] Beyhakî, Medhal, 202; İbn Abdilberr, a.g.e., II, 127.

[81] İbn Kayyım, a.g.e., 47.

[82] îbn Kayyım, a.g.e., I, 78.

[83] Hatib, Şerefu Ashâbi’l-Hadis, 60.

[84] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, IX. 107.

[85] Beyhakî, Medhal, 205.

[86] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, IX, 106, 107.

[87] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 26.

[88] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 26.

[89] İbn Kayyım, a.g.e., I, 38.

[90] İbn Kayyım, a.g.e., I, 79.

[91] Hatib, Şeref, 56.

[92] îbn Abdilberr, a.g.e., II, 188.

[93] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 35.

[94] Kuşeyrî, Risale, I, 141; Tezkiretü’l-Evliyâ, 499.

[95] Nur, 54.

[96] Kâd-ı Iyâz, Şifa, II, 34, Tezkire, 500; Kuşeyrî, Risale, I, 122.

[97] Tezkire, 344; Kuşeyrî, a.g.e., II, 474.

[98] Ebû Nuaym, Hilye, X, 190.

[99] Tezkire, 618,

[100] Tezkiretü’l-Evliyâ, 185. (335)

[101] Hilye,X, 354.

[102] Tezkiretü’l-Evliyâ, 372.

[103] Sülemî, Tahakâtus-Sûfiyye, 268 (Halep, 1986, II. Baskı)

[104] Tezkire, 404; Kuşeyrî, Risale, I, 136.

[105] Tezkire, 725; Kuşeyrî, a.g.e., I, 188.

[106] Tezkire, 421; Kuşeyrî, a.g.e., I, 107.

[107] Tezkire, 421.

[108] Kuşeyrî, Risale, I, 117.

[109] Ahzâb, 21.

[110] Kuşeyrî, Risale, I, 117; Bkz. Tezkire, 458.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir