Tut Elimi

5a0954a6d3806c806838fa4e-300x212 Tut Elimi

Soğuk ve rüzgârlı bir kış günü, apartman önünde bir dostumu bekliyorum. Kapıdan bir anne ve çocuk çıkı­yor. Dışarıya adımını atar atmaz,anne durup çocu­ğun montunun önünü kapatıyor. Aradan on dakika geçmeden bir adam ve yaşlı annesi çıkıyor kapıdan, adam durup annesinin paltosunun düğmelerini dik­liyor. Anne çocuğa, çocuk anneye bakıyor; anne çocu­ğun elini tutuyor, çocuk annenin. Yaşam, bu ihtimam ve sevgi ile anlam buluyor. Duygusal bağlarımız, amaçlarımız, hayallerimiz bizi yaşama bağlıyor. Ama en çok da elimizi tutan, bizi duyan binlerinin olması bizi ayakta tutuyor.

Bir yakınım kaybetmiş olanlar bilir, sevdiğiniz kişi o şehirde olmayınca koskoca şehir nasıl bir anda boşa­lır. Sokaklarında yürürken sevdiğinizle karşılaşma ih­timaliniz yoksa artık o şehri eskisi gibi sevebilir misiniz? Oysa görünüşte her şey aynıdır; evler, sokaklar, yürüdüğünüz yollar… ama ruhunuz üşür. Şehrin sizi ısıtan, teselli eden büyüsü, “aşinalığınız” yok olur. İn­san her yolculukta aslında kendisini arar, kendi içine yürür. Sevdiğimiz biriyle karşılaşma ihtimali, bir so­kakta beliriverecek bir aşinalık bize güven duygusu verir. Sadece bir kayıp yaşadığımızda değil, anlamı yitirdiğimiz her durumda biraz daha kaybolur, yolu­muzu biraz daha yitiririz. Anlamın olmadığı bir dünya ışıksızdır: Niçin varım, neden yaşıyorum?

Modern ha­yat, özellikle büyük şehirlerde öylesine hızlı ve telaşlı akıyor ki durup da hayatın anlamı üzerine kafa yor­muyoruz. İnsan kendi içsel gerçekliğine yaklaştığı her seferinde tabanları yağlıyor. Bir düşünün bakalım. Ne kadar sahici, ne kadar kendiniz kalabiliyorsunuz? Baş­kaları üzerinde bir izlenim oluşturmaya çalışmaksızın, sadece kendi olduğunuz gibi ne kadar mevcutsunuz? Kendi gönlünüzün türkülerini ne kadar seslendirebiliyorsunuz? Kapitalizm, tüketim, medya ve kültür en­düstrisi her ânınızı nasıl geçireceğinizi, hatta yaşama dair hedeflerinizi belirlemiyor mu? içinizde, o çok de­rinlere itip, susturduğunuz sahici benliğinizin sesini en son ne zaman duydunuz? Ne zaman konuştunuz onunla?

Modern yaşamın hız ve gerekliliklerini,anlamlı bir yaşamın şartları ile örtüştürmekte zorlanıyoruz.

Hayatımızı anlamlı kılmak bize tutunacak bir el uzatırken, anlam yitimi bizi derin bir boşluğa itiyor.

Anlamsız yaşamak zifiri karanlıkta yön bulmaya ben­zer. Hani meşhur Konfüçyüs’e atfedilen bir nükte var­dır: “Hiçbir şey karanlık bir odada siyah bir kedi ara­mak kadar zor değildir, hele de siyah bir kedi yoksa.” Anlam her birimizin gayretine muhtaç, biz çabalarsak kendisini ele verecek. Karanlığa küfretmekten vazgeçip ışığı uyandırdığımızda. Hayatı anlamlı kılmak için ge­reken temelleri şöyle sıralayabiliriz:

  • Ait olmak
  • Bir amaca sahip olmak
  • Hikâye oluşturmak
  • Aşkınlık

Bu temeller, toplum ve diğer insanlarla olumlu iliş­kiler geliştirmemize ve hayatımızı anlamlandırmamı­za hizmet ediyor. Bir topluluğa ait olmak, bize sevil­diğimizi ve değerli olduğumuzu hissettiriyor. Hem ilgi görüyoruz hem de ilgi göstererek etrafımızdakilerle sürekli bir duygusal etkileşimde bulunuyoruz. Bu bizi yalnızlık hissimden koruyor. Üstelik bu durum bebeklik dönemimizden beri böyle. Tıp tarihinde yapılmış çok sayıda çalışma, yetimhane ya da bakımevlerinde yalnız büyüyen birçok bebeğin çok küçük yaşlarda hayatını kaybettiğine işaret ediyor. Kötü bakım koşullarının ya­rattığı fiziksel şartlar bir yana, ebeveynleri tarafından terk edilmiş ve sevgisiz bir ortamda büyümek zorunda bırakılmış bebeklerin yaşadığı kalp kırıklığı, hayata tutunma ve hayatı sevme zorluğu yaratabiliyor.

Bu­gün biliyoruz ki kronik yalnızlık, bağışıklık sistemini olumsuz etkiliyor ve erken ölümlere neden oluyor. Be­beklik dönemimizdeki hayat kaynağımız, yani bir ilişki arayışımız, büyüdüğümüzde değişmiyor. Bu duygusal bağlara sahip olmak bizim için hâlâ hayati önem taşı­yor. Yalnızlığı, mutsuzluğunun sebebi olarak gören pek çok insan var. özellikle sosyal bağların zayıfladığı bu yalnızlık çağında, ilişki kurmak ve geliştirmek kadar onları sürdürmek de bir sorun. Dikkatinizi çekmiştir, bu durumun ülkelerin gelişmişlik seviyesiyle doğrusal bir ilişkisi yok. Ekonomik koşulların iyi olduğu Kuzey Avrupa ülkeleri, mutsuzluk ve yalnız hissetme konu­sunda diğer birçok “az gelişmiş” ülkeden daha da kötü durumda. Materyalist dünya anlayışı bize “maddi ko­şullarımız iyileştikçe, bunun hayatımızın diğer alanla­rına sirayet edeceğini; daha çok sevileli ve değer gören insanlar haline geleceğimizi” söylüyor belki ama hayat maddi değerler etrafında değil, görünmez ve ölçülmez manevi değerlerle bir tat ve kıvam buluyor.

Kurduğumuz ilişkiler, sosyal bağlar,mutluluğumuza ve hatta sağlığımıza doğrudan etki ediyor.

Roseto Etkisi olarak bilinen bir çalışma vardır. Amerika da, İtalyan kökenli Amerikalıların yaşadığı Roseto bölgesinde, kalp krizi kaynaklı ölüm oranlan çevre bölgelerle karşılaştırıldığında oldukça düşük­tür. Yapılan incelemeler bu sonuçların İtalyan ailele­rin daha sıkı sosyal bağlar ve ilişkiler sürdürmesinden kaynaklandığını gösterir. Zaman ve nesiller değiştikçe yani Rosetolular Amerikanlaştıkça bu oran eşitlenir. Yalnızlık, kalp krizi oranlarını tırmandırmıştır. Sosyal bağlarımız, yaşamdan aldığımız keyfe ve sağlığımıza doğrudan etki ediyor. Aktif sosyal yaşamı olan hasta­lar, yalnız olanlara göre daha hızlı iyileşiyor. Sosyal çevresi geniş olan kişilerde bunama daha az görülüyor. Tek bir yakın ilişki bile depresyondan daha kolay çık­manızı sağlayabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Şöyle bir durup bakalım kendimize. Günlük yaşam­da, çevremizdeki insanlarla kurduğumuz anlık ama tatmin edici bağlantılar ruh sağlığımıza nasıl da iyi gelir değil mi? Kendimizi değerli hissederiz, karşımız- dakine de kendini değerli hissettiririz. Tüm bu ilişki­lerin, yani sosyal bağların ve anlık bağlantıların ortak noktası, kendimize değil diğer insanlara odaklanma- mızdır. Anlamlı bir hayat arıyorsak, bunu diğer insan­lardan ve sosyal bağlardan uzaklaşarak inşa etmemiz pek mümkün değil.

İnceleyin:  Erkekler de İnsan Sayılsın (Dişilere Tapıyorlar)

Hayatı anlamlı kılmanın bir diğer temeli ise “bir amaca sahip olmak”tır. Ölüm kampından kurtulan psikiyatrist Viktor Frankl, “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her ‘nasıl’a katlanabilir,” diye yazmış­tı. Bir amacımız varsa, yaşama daha sıkı tutunuruz. Bunun ne olduğu çok önemli değil, yeter ki tutarlı ve uzun vadeli bir hedef olsun. Kimimiz elli yaşına kadar yüz ülke görmeyi hedef ediniriz, kimimiz bir vakıf kur­mayı, kimimiz iyi bir evlat yetiştirmeyi, kimimiz iyi bir kul olmayı.

Kimimizin somut maddi hedefleri vardır, kimimiz bir yaşam sanatçısı olarak güzelliklerle dolu bir ömrü inşa etmeye talibizdir. Bizi yolda tutacak, ya­şamla bağımızı ve toplumsal ilişkilerimizi diri tutacak bir hedefe yüreğimizi koymanın önemini vurgulamak istiyoruz. Bir menzil-i maksudun varlığı, yürünecek bir yolun, uğruna ter akıtılacak bir ülkünün hayatı aydın­latmasından söz ediyoruz. Bazen geçmişimize dönüp baktığımızda, kendi kendimize şöyle dediğimiz olur: “Acaba bunu nasıl başarmışım?” Oysa hatırlayın, bu başarılar hep bir hedef peşinde tutkuyla koştuğunuz zamanlarda size gelmiştir. Çünkü ancak gerçek bir hedefiniz ve güçlü bir motivasyonunuz olursa konfor alanınızın dışına çıkar ve kanatlarınızı açarsınız. Açıl­mamış kanatların büyüklüğünü kimse bilemez.

Konfor alanınızın dışına çıktığınızda mucizevi bir şey olur: Kendi kapasitenizi ve tutkularınızı keşfedersiniz.

Bir şeyi tutkuyla istediğinizde onunla aranızdaki engelleri ortadan kaldırmak için daha çok çaba gös­terir, daha çok çalışır ve eylemlerinizde daha seçici olursunuz. Amaç, size hem bir uğraş hem de bir mizan sunar. Amaç, hayatınızı anlamlandırmanıza yardımcı olur.

Üçüncü temelimiz hikâye oluşturmak. Yaşam hikâ­yelerini oluşturamayanlar ya da o hikâyeleri yanlış okuyanlarla meslek hayatımda oldukça sık karşılaşı­rım. Aslında biz ruh hekimleri bazen sadece onların hikâyelerini yeniden yazmalarına, doğru okumalarına yardımcı oluruz. Her hayat kendi hikâyesini üretir ve her hikâye bir tanıklık ister. Fakat yaşam hikâyesini oluşturma konusunda herkes aynı derecede becerikli değil. Kimileri sadece kötü anlara ve başarısızlıkla­ra odaklanır, kimileri ise bir illüzyonu hikâyeleştirir.

Oysa her yaşamın özünde bir hikâye saklı. Başkaları­nın hikâyelerine tanıklık ederek, çevremizdeki bilgileri özümseyerek etrafımızı ve hayatımızı anlamlandırma­ya çalışırız. Bu arada kendi biricik hikâyemizi oluş­tururuz. Bunu yapabilen kişiler, hayatlarını anlam­landırmakta sorun yaşamazlar. Ömrün sonbaharına geldiğimizde geriye dönüp bir bakalım: Geriye ne kaldı benden? Vücudum toprağa karıştığında geride hangi hikâye yankılanmaya devam edecek? Ömrümüzü uğru­na yaşadığımız bir ülkü, bir hassasiyet bizden sonra­sına da damga vuracaktır, insan, kendisiyle yitip git­meyecek bir ülkünün peşinde uçurtmalarını uçurmak ister. Varlık daha bütün olana, sönmez ve geçmez olana bitişmek hevesindedir.

Anlam inşa etmede bir diğer temel direk ise aşkınlık. Yakınınızda koyu bir futbol taraftarı varsa bilirsi­niz, maç günleri farklı bir ruh hali içinde olurlar. Hele maçı izlerken âdeta vecde kapılır, ayrı bir ruh haline geçerler. Futbolla ilişkiniz yoksa bunu anlamlandır­manız zor ama biraz psikoloji bilginiz varsa aradaki bağı kurabilirsiniz. İzlediği ister futbol maçı olsun is­ter hayran olduğu bir şarkıcının konseri; insanlar var­lıklarını bitiştirdikleri şey ile aşkın bir bağ kurarlar. Bu aşkınlık hali çok daha yüce ve arı duru bir biçim­de ibadette gözlenir; birey, huşu içinde kutsal varlığa yönelir. Bir akışın içine dahil olmak şeklinde tanımla­yabiliriz bu durumu. Benliğin kendini aşıp, kendinden daha güçlü gördüğü bir şeyin parçası olması ve onunla bütünleşmesi. Yaptıkları işe coşku ve hevesle, aşk ve iştiyakle bağlanan kişiler sık sık böyle bir akışın içine dahil olurlar. Bir ressam, resmi başında saatlerce aç ve susuz çalışabilir; üstelik ne zamanın nasıl geçtiğini fark eder ne de açlık hisseder. Bir dağcı, dünya rekoru için Antarktika’da saatlerce antrenman yapabilir. Bir abid, saatlerce Yaratıcı’nın huzurunda dua ve taatte durabilir. Tüm bunları mümkün kılan, işte bu aşkınlık halidir.

Hayatımızı anlamlandırdığımız ölçüde, hayatımız­dan tatmin buluruz. Peki durum böyle ise, herkes an­lamlı bir hayat peşinde mi koşar sizce? “Evet, mutlaka öyle!” diyorsanız yanıldınız. Pek az insan bunun üze­rine kafa yoruyor. Bir koşturmaca var doğru, ama ya­rışlar “anlam” değil “maddiyat ve bireysel başarı” kate­gorilerinde. Hemen yargılayamayın; ne de olsa insan, kendi çağının ürünü. Mevcut resmin toplumsal ve ta­rihsel gelişimine bakalım önce. Nereden nereye sürük­lenmişiz, bir görelim.

Benliğin yeni düsturu, yaşamlarımızın kumaşını değiştirdi; artık benliğimiz de pazarın rüzgârları ile aynı yönde salınıyor.

Değişen Dünya, Değişen Birey

Sosyal hayat büyük oranda ekonomi politik şartla­ra bağımlı. Sosyal dünyamız genellikle piyasanın ritmi ve karakteristiğini aynalayıp taklit eder. İnsanlık ta­rihi süreksizliklerin, değişimlerin tarihidir. Modern­lik, 17. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkıp tüm dünyaya yayılan toplumsal örgütlenme ve yaşam biçimleri­ne işaret eder. Modernliğin getirdiği yaşam tarzı ve ekonomik sistem, geleneksel toplumsal yaşantımızı kökünden değiştirdi. Bugün içinde bulunduğumuz mo- dernite sonrası dönem ise birçok farklı isimle anılıyor Bilgi toplumu, tüketim toplumu, postmodernite… Kü­reselleşme ve dijital devrim postmodern zamanların en önemli itici gücü. Modernitenin ekonomik sistemi olan kapitalizm, postmodernitede liberal ekonomiye evrildi.

İnceleyin:  Gabriel Marcele Göre Modern İnsanın Temel Problemleri:Soyutlama Ruhu ve Ontolojik Anlam Kaybı

1970’lerden itibaren küresel piyasaları etkisi altına alan neoliberal politikalar, baş aktörleri dev­let, vatandaş ve sermaye olan bir sistemde; vatandaşı müşteri, devleti de bir hakem olarak konumlandırıp, iş dünyasının sorunsuzca çalışması için gerekli düzenle­melerin yapılmasını sağlıyor. Neoliberal politikalar ve bireycilik bambaşka bir benlik tasavvuru oluşturuyor. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler! Benliğe ahlaki sınırlar çizmek, şirketlerin tamahkârlığını sınırlandır­mak, modern günahlar araşma yazıldı. Bu bencil ben­lik, “varlığım başkalarına değil, sadece bana iyi his­settirsin; bir tek kendime saygım olsun ama başkaları da beni sayıp sevsin,” diyerek arz-ı endam ediyor. “Yok artık, böyle bir politika olur mu?” demeyin sakın.

Ame­rika’da 1900’lerin sonunda bu fikir öyle revaçtaydı ki kendine saygı duymanın tüm toplumu kurtaracak bir sosyal aşı olduğu düşüncesi, politikacıların söylemle­rinden tutun da okul müfredatlarına kadar her şeye si­rayet etmişti. “Kendini sev, kendine güveni” ilkesi, gide­rek “Kendinden başkasını sevme, kendinden başkasına güvenme!” ilkesine dönüştü ve aşın bireyci tutumları doğurdu. Kamusal iyi, bireysel iyinin yanında değer kaybetti. Kendine saygı duymakta yanlış olan bir şey yok, ama benliğe yapılan bu abartılı vurgu her köşe başında kendine tapınan narsisistik bireyler üretti. Kendini gösterme, maddi olanı teşhir ederek onay top­lama esasına dayalı ekran ve ağ teknolojilerinin bu dö­nemde yükselişe geçmesi, asla tesadüf değil.

Neoliberal politikaların nihai hedefi ekonomik iyi­leştirmeden çok yeni bir insan modeli ortaya koymak: Bağımsız, bireyci, bencil. Ortalama olmak, sıradan ol­mak artık kabul edilebilir değil, çünkü öyleleri hük­men yenik sayılıyor. Doğuştan mağluplar. Sesi çok çı­kan, daha çok görünür olan, kendini iyi pazarlayanlar bu oyunun galibi. Bu oyuna bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde dahil oluyoruz. Tüm bu piyasa koşulları, bera­berinde yeni bir kültür inşa ediyor: Özseverlik (narsi­sizm) kültürü. Medyaya bir göz gezdirin; televizyon, yazılı basın, sosyal medya hiç fark etmez; sürekli gözü­müze sokulan “şöhretler” var değil mi? Aslında şöhret değil “celebrity” demeliyiz, çünkü böyle tanımlanıyor­lar; yani sadece tanınır ve ünlü değil, bir de ayrıcalıklı ve önemli statüsüne sahipler. Çok tanındığı için ünlü olan kişiler. Nasıl ve neyle tanındığımız önemli değil.

Bu bir yarışma programındaki saldırgan tutumumuz­la da olabilir, serkeş bir hayat hikâyesinin kahramanı olmakla da. Christopher Lasch Narsisizm Kültürü’nde bu kişilerin kamusal ve özel yaşam alanlarında ölçütle­ri belirleyen özsever (narsist) kişiler olduğunu yazmış­tı. Rekabetçi ve maddiyatçı bir kültürde şöhret olmak, önemli sosyal ayrıcalıklar ve maddi kazançlar sağlar. Cezbedici değil mi? Güç ve cazibe merkezi olmayı kim istemez sonuçta? Oysa çoğu kez bu bir göz yanılması­dır. Bu şöhretler Lasch’ın dediği gibi özsever kişilerse,çocukluklarındaki travmaları örtmek için kendileriyle ilgili “kör bir iyimserlik” ve “büyüklenmeci bir kişisel yeterlik illüzyonu” içinde yaşarlar; yani sahici benlik­leri ile temsili benlikleri arasında bir uçurum vardır.

Bu uçurumun derinliğini ve ruhta açtığı gediği bir dü­şünün. Özseverlik kültürünün her bireyi kendi hazzı peşinde koşar. Çocuksu döneme sıkışan benlik, gerçek­lik ile arasına bir perde çeker; özdisiplin, sorumluluk, iş, fedakârlık, diğerkâmlık gibi yüklerden kurtulmak ister. Şimdi şu soru üzerine biraz kafa yoralım: “Benim refahım, benim mutluluğum, benim dünyam!” diyen bireyler “Biz” olmayı başarabilir mi? Bu bencillik ve özseverlik kültüründen sağlıklı bir toplum sadır olur mu? Zor görünüyor, değil mi?

İnsan, bağ kuran, ilişki arayan bir varlık. Duygusal ve bilişsel sistemimiz yalnızlık ya da duygusal açlık durumlarında alarm verir. Yaşamla, çevremizdeki in­sanlarla, tabiatla bağ kurarak hayatımızı anlamlandır­dığımız noktada daha fazla insan oluruz; daha derine kök salar, daha fazla gelişiriz. Gövdemiz sağlamlaşır; rüzgârlardan, fırtınalardan, dış etkenlerden daha az etkileniriz. Maddiyatçılık ve bencilliğe ram olmadan, anlamlı bir hayat yaşamaya çalışarak daha mutmain ve özgür bireyler olabiliriz. İnsanı en çok avlayan kor­kulardan birisi de kaybetme korkusu. Kaybedeceği bir şeyleri olduğunu zanneden kişi korkar. Maddiyatçılık, sahip olma çabasını insan olma çabasının önüne koyu­yor. Sahip olduklarımızı kaybetmekten korktuğumuz­da, olduğumuz veya olabileceğimiz o iyi kişiden uzak­laşabiliyoruz. Bize yol gösteren bir anlam duygusuyla, bizi kuşatan sosyal ölçülerin yonttuğu bir kişilik değil; kendi gönlümüzün, kendi ülkümüzün, kendi hikâyemi­zin insanı oluruz. Her şeyin hızla buharlaştığı bu mo­dern zamanlarda, birbirimizi ve hikâyelerimizi kaybet­meyelim. Yaşamlarımızda anlamı ve sosyal bağlan diri tutalım. Nasıl mı? Safları sıklaştırarak başlamaya ne dersiniz?

Kemal Sayar-Berna Yalaz – Ağ:Sanal Dünyada Gerçek Kalmak,syf.21-32

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir