Türkiye’nin Vehimleri
*’ Türkiye’nin anlamlı bir kültür stratejisi geliştirebilmesi için iki saplantıdan kurtulması gerekiyor. Bunlardan birincisi Türkiye’nin kendini “modem dünyanın hasta adamı” olarak görmesi. Bu yaygın anlayışa göre Anadolu insanının birey, toplum ve evren anlayışı, adalete dayalı, özgürlükçü ve medeni bir yaşam biçiminin inşasına imkan vermiyor. Türkiye insanı ne yaparsa yapsın Tarihin gerisinde kalmak zorunda. Oysa tarihsel gecikmişlik ve Kültürel geri kalmışlık sendromuyla hareket eden bir Türkiye’nin Avrupa yahut Amerika yahut Uzakdoğu’yla sağlıklı bir kültür ilişkisine ‘ girmesi mümkün değil. Fransızlara “biz sizden daha laikiz”,Hollandalılara “biz sizden daha liberaliz”, Ingilizlere “biz sizden daha kurnazız , Amerikalılara biz sizden daha kapitalistiz” diyerek kendimizi tanımlamaya çalışmak, her tür varlık iddiasından vazgeçtiğimizi açıkça ilan etmektir. Tarihsel ve kültürel geri kalmışlık psikozundan kurtulmak zorunda olan Türkiye’nin köklü bir kültür tasavvuruna ihtiyacı var.
Türkiye’nin ikinci saplantısı, kendini Ortadoğu kültürünün “Üvey çocuğu” olarak görmesi. Nasıl Türkiye’nin tarihsel gecikmişlik sendromu, onu Batı kültür ve medeniyeti karşısında ac- ziyete mahkum ediyorsa, kendine has modernlik algısı da onu Ortadoğu ve İslam dünyasına karşı yabancılaştırıyor. Oysa Türkiye’nin kendi kendini Ortadoğu’nun üvey çocuğu ilan etmesi ve bölgenin ekonomik, siyasi ve kültürel potansiyelinden uzak durması, ne bölge politikaları ne de reel-politik açısından savunulabilir bir şey.
André Gide, 1910’lu yıllarda İstanbul’u ve Konya’yı ziyaret ettikten sonra günlüğüne şu mealde bir not düşmüştü: “Buraları gördükten sonra dünyadaki yegane medeniyetin bizim medeniyetimiz, yani Avrupa ve bahusus Fransız medeniyeti olduğunu tekrar anladım.” Gide’in bu ırkçı Avrupa-merkezciligini bugün da ha rafine yahut üstü kapalı biçimlerde yeniden üretmeyeceksek, bunun yolu kendimize yeni bir kültür haritası çizmekten geçiyor.
Bunun için bir geleneğe mensup olmanın şartları üzerinde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Türkiye, ait olduğu geleneği reddederek bir kültür inşasına girişemez. Bunun mümkün olmadığını son yüz yıllık kültür maceramızda gördük. Artık kültürün de tüketilen bir meta haline geldiği günümüzde, yeni yabancılaşma ve köksüzleşme dalgalarına karşı sağlam durabilmek için gelenek, kültür, siyasi bilinç ve ben-tasavvuru arasındaki dengeyi yeniden kurmak zorundayız. Bunu sağladığımız gün Cenne Camisi’nin çamur duvarlarının her yıl aşınmasından fazla endişe duymayız. Çünkü ona yeniden hayat üfleyecek çamurlu eller var olmaya devam etmektedir.
Televole Kültürü ve Kapitalizm
Küreselleşmenin yol açtığı kültürel sığlaşma, bizim çarpıp modernleşme tarihimizle birleşince ortaya ürpertici bir tablo çıkıyor. Yereli evrenselleştirme adına yapılan şeyler, kendimize ait hiçbir şeyimizin olmadığı fikrini güçlendiriyor. Televole kültürüyle derin bir sığlaşma yaşayan Türkiye, kültür ve kimlik politikalarında yeni bir paradigmaya geçmek durumunda. Fakat burada “yeni” ile kastettiğimiz, aslında kendimize ait ve zaten bizde olanı yeniden keşfetme sürecidir. Kültür bir icat işi değildir. Ben kültür üretiyorum diyerek kültür inşa edemezsiniz. Kültür, kelimenin kökündeki manasıyla, bir “ekme-biçme”, yetiştirme işidir. Her tohum her toprağa ekilmez. Aynı şekilde her toprak her tohumu kabul etmez. Her ekimin bir mevsimi ve hasat zamanı vardır. Şüphesiz yeni tohumlar ekmeyi her zaman deneyebilirsiniz. Ama toprağınızın özelliklerini, mevsimi, suyu, güneşi, inşam, orağı, çapayı dikkate almadan, sadece toprağa tohum serperek ürün alamazsınız. Kültür, üzerine bastığınız toprakla, soluduğunuz havayla, ısındığınız güneşle, ıslandığınız yağmurla doğru irtibat kurduğunuz zaman anlamlı, organik ve yaşayan bir değer haline gelir. Köksüz bir modernleşmenin ve kimliksiz bir küreselleşmenin cazibesine kapılıp “her şeyi her yerde her zaman ekeriz” demek, bir milletin kültür hayatı için cinayettir.
Küresel kapitalizm kültürlerin giderek sığlaşmasına yol açıyor. Enformatik ve maddi küreselleşme kültürlerin yeni derinlikler kazanmasına imkan tanımıyor, bilakis onları bir pazar metaı haline getiriyor. Kapitalizm tanımı gereği pazarlık konusu yapılamayacak hiçbir şeyin olmadığı önermesinden hareket ediyor. Bu önkabul, pazara yönelik her tür direnişin ortadan kaldırılması için yeni stratejilerin geliştirilmesini sağlıyor. Bu noktada kültürel sığlaşma, kültür ve ben-algısı katmanlarının giderek seyrekleşmesi, pazarlığa açık hale gelmesi ve sabitelerini yitirmesi sürecini ifade ediyor. Bu süreçte olamaz dediğiniz şeyler mümkün, bir zaman sonra da rutin ve norm haline gelebiliyor. Bir toplumun olamazları, kültürel sığlaşmayla orantılı olarak azalıyor.
öte yandan kapitalizm, toplu iğneden arabaya kadar sattığı her ürünün kültürel ve sembolik bir değerinin olduğunu biliyor.Bir ürünü pazarlayabilmek için önce onun neden vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu meşrulaştırması gerekiyor. Bu ise ekonometrik rakamlar değil kültürel algılama alanında yapılan bir şey. Bir ürünü üretip piyasaya vermeden önce önündeki muhtemel sosyal, psikolojik ve kültürel engelleri ortadan kaldırmanız gerekiyor. Her halükârda kültürel algılama biçimleri, pazar ilişkilerinin kilit unsurlarından biri.
Bu yüzden Cola Turka ürününü Türkiye’ye New York ve Chevy Chase üzerinden sokmaya çalışırken, Coca Cola -hemen her yıl Ramazan ayında verdiği reklamlarla- yerel bir ürün olduğu imajını aşılamaya çalışıyor. Cola Turka’nın yerliliğini New York ile, Coca Cola’nın ise yabancılığını Ramazan sofrası görüntüleriyle aşmaya çalışması, sembolik birer mesaj olmanın ötesinde, kültür algılamasının belirleyiciliğini teyit ediyor. Kısacası ekonomik pazar kavgası kültürel pazar kavgasıyla beraber ilerliyor. Bu yüzden de dünya kültürlerinin sığlaşması ve küresel güçler karşısında işlevsizleşmesi, McDonaldslaşma süreciyle atbaşı gidiyor. Türkiye’deki televole kültürü bu dalganın bizdeki yansıması. Bunun basit ama temel bir sebebi var.
Küresel bir kültür pazarında batılı ürünlerin hızlı ve köklü bir şekilde yer edinebilmesi için batılı olmayan yerel kültürlerin derinlik ve dirençlerinin azaltılması gerekiyor. Çünkü piyasaya sürülen bir ürünün kendine pazar içinde bir yer bulabilmesi, pazarda belli boşlukların ihdas edilmesine bağlı. Barbie bebeklerinin Çinli köylü çocukları arasında en popüler oyuncak haline gelebilmesi için, geleneksel Çinli aile, kadın, çocuk ve oyuncak tasavvurlarının değişmesi gerekir. Modern reklamcılık ve onun başarıyla ürettiği özenti kültürü bu zemini hazırlar, istekler birer ihtiyaç olarak tanımlanır. Barbie bebekleri bu suni boşluğu doldurmak için üretilmiş, aslında suni ama pazar değeri yüksek bir meta olarak çıkar karşımıza.
……………..
Kültürel Zenginlik mi, Popüler Oryantalizm mi?
Kültürel zenginlik ve çeşitlilik adına kendi kendimizi ‘oryanta- lize’ edişimiz de bu sürecin bir parçası. Bir pop şarkıcısı ‘yerlilik’ adına şarkı klibinde semazen kullandığında yahut saz çaldığında, evrensel olanla yerel olanı birleştirdiğini zannediyor. Kimileri bunun yerel kültürümüzün evrensel bir dille anlatılması olduğunu düşünüyor. Oysa bütün bunların anlamı, bizim kendimize tıpkı Batı’nın bize baktığı gibi, yani ‘oryantal, egzotik, ilginç, esrarengiz’ bir kültür donesi olarak baktığımızdır. Burada sormak gerekiyor: Pop müziğinin evrensel olduğunu kim söylüyor? Evrensellik hep batılı kültür ve sanat formları içinde mi tanımlanmak zorunda? Türkiye’de yerel olanı evrensel ile birleştirmek adına yapılan şeyler, kendimize ait evrensel bir değerimizin olmadığını itiraf etmek anlamına geliyor.
Fakat bu dün ortaya çıkmış bir durum değil. Bu süreci Osmanlı’nın son dönemine ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar geri götürmek mümkün. Cumhuriyet dönemi siyasi eliti seküler bir kültürün inşasını, radikal modernleşmenin bir aracı olarak görüyordu. Tarihsel geç kalmışlık sendromuyla hareket eden devlet, derlemenin önünde bir engel olarak gördüğü geleneksel kültürün yerine “Türkiye’ye özgü batılı bir kültür kimliği” inşa etmeye çalıştı. Bütün devrimci hareketler gibi Cumhuriyet eliti de Türk kültürünü dönüştürmenin ancak radikal bir operasyonla gerçekleşeceğine inanıyordu. Ve bütün devrimci hareketler gibi onlar da kültür ve kimliğin radikal kopuşlardan çok süreklilik tabi olduğunu ya anlamadılar ya da anlamak istemediler.
Cumhuriyetin kuruluş yılları bir kriz dönemiydi ve böyle bir dönemde ancak bir kriz ideolojisi üretilebilirdi. Peyami Safa’run Türk İnkılabına Bakışlar adlı kitabında da vurguladığı gibi Cumhuriyet elitinin kriz dönemi ideolojisi, kültürel yerelciliğe şiddetle karşı çıkarken, evrenselliği dönemin Avrupa’sı üzerinden tanımlamıştı. Kültürel gelenekler sekülerleştiği oranda evrenselleşebilir fikri, Cumhuriyet elitinin temel yaklaşımıydı. Bu yüzden çağdaş Avrupa kültürüne ait pek çok âdet ve gelenek, Hristiyan köklerinden bağımsız, seküler yani “nötr” olarak tanımlandığı için tereddütsüz bir şekilde benimsendi. Peyami Safa bunu şöyle özetliyor: “Garptan getirdiğimiz medeni âdetler arasında Hristiyan ananeleri de vardır. Garp takvimi ve Avrupa muaşereti Hris- tiyandır. Latin harflerini kabul ve -mesela üniversite gibi- garp tabirlerini ve ıstılahlarını Arabınkine tercih ettikten sonra bütün âdetleri ve sembolleriyle, İslam beynelmileliyeti içinden çıkarak Hristiyan beynelmileliyeti içine girmiş oluyoruz. Fakat benimsediğimiz garp ananeleri, dinî mahiyetlerini kaybederek, tamamıyla medeni bir mahiyet almışlardır” (s. 65; vurgu benim).
Peyami Safa’nın bu iyimser yaklaşımının nasıl hayalî bir Av rupa kültürü algısına dayandığını görmek zor değil. Bugün na evrenselciliğin ve egzotik yerelciliğin ötesinde yeni bir kültür t; savvuru geliştirmek zorundayız. Türkiye’nin “şiş kebap” ve “oryantal dans”ın ötesinde tarih ve kimlik derinliğine sahip kült politikaları üretebilmesi de buna bağlı.
İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem