Türkiye’de Tek-Parti Dönemi Totaliterlik Deneyimi

indir6 Türkiye'de Tek-Parti Dönemi Totaliterlik  Deneyimi

1

Tek-Parti Diktatörlükleri

Avrupa’da iki dünya savaşı arasındaki dönemde birçok otoriter rejim kurulmuştu. Öyle ki 1918-45 arasındaki yıllara “diktatörlükler çağı” demek yanlış olmaz. İtalya’da Faşistler 1922’nin Ekim ayında Roma Yürüyüşü ile iktidara geldi; Almanya’da Naziler 1933’te Hit- ler’in Şansölye ilan edilmesiyle büyük bir zafer kazandılar; İspanya 1923’ten 1930’a kadar General Primo de Rivera’nın askeri diktatör lüğü altındaydı; Oliveira Salazar 1932’de Portekiz’de başbakan olduktan sonra “Katolik-Otoriter” bir devlet kurdu; Yunanistan’da ise General Metaxas 1936’da kurulan diktatörlüğün lideri oldu.1 Siyasi yönetim alanındaki bu hâkimiyet çağın politik, ekonomik ve kültürel koşullarının son derece otoriter ve milliyetçi ideolojiler tarafından belirlendiği anlamına geliyordu. Eric Hobsbawm’a göre bu dönemde Avrupa “liberalizmin düşüşüne”2 tanık oldu ve demokratik söylem geriledi. Dönemin yazılarında politik kültüre sinmiş, demokrasiden hoşnutsuz ve totaliter Faşist ve Nazi rejimlerine sempati duyan çokça ifade bulunabilir. Otoriter, muhafaza kâr ve gerici eğilimler seçkin entelektüeller arasında bile baskın çıkmaya başlamıştı.3

Bu genel sahnenin içinde, otuzlu yıllar Türkiye’de otoriter rejimin ve rejimi meşrulaştıracak ideolojinin kurulması için çok belirleyici olmuştur. Türkiye’de tek-parti döneminde siyaset, gelenek sel, dini, tarımsal imparatorluk koşullarını yukarıdan aşağıya doğru endüstriyel, kentsel bir ulus-devlet haline dönüştürmeye çalışı yordu. Siyasi liderlik “yeni bir insan” yaratma sloganıyla toplumun da dönüştürülmesini hedefliyordu.4 “Modernleşme projesi” de denilebilecek bu dönüşüm hedefi, devletin başarısızlık korkusunu içinden atamayarak her alanda aşırı denetleyici davranmasını da beraberinde getiriyordu. Sonuç olarak siyasi ortam kesinlikle özgür tartışmaya açık değildi.

Tersine, rejim, Cumhuriyet Halk Par- tisi’nin (CHP), hatta bizzat Mustafa Kemal’in, totaliterliğe doğru sürüklenmesi muhtemel otoriter yönetimi altındaydı.

Otoriter Rejimin Yerleştirilmesi

1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesiyle, Kemalist yönetimin her tür muhalefeti imkânsız hale getiren otoriter bir rejim olma yolunda önemli bir adım attığı söylenebilir. Devletin kumandan-liderleri güçlü bir milliyetçiliğin kurulabilmesi için Türk milliyetçi seçkinlerinin siyasi görüşleri arasında sağlam bir türdeşlik olmasının gerekli olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden en önemli adım her muhalif grubu köşeye sıkıştırmak ve yavaş yavaş tasfiye etmekti.5

İzmir Suikastı’ndan önce başlatılan siyasi tasfiye hareketi bu olayla doruk noktasına ulaştı; bu ise açık şekilde Mustafa Kemal’in otoritesine meydan okuma ihtimali olan herkesin gözden düşürülmesi ve ortadan kaldırılması anlamına geliyordu.6 CHP’nin 1927 Parti Kongresi’nde Türkiye’deki merkeziyetçi – otoriter yapının sağlamlaştırıldığını söylemek mümkündür. Kongreden önce, 1927 sonbaharında, yeni seçimler yapılmak zorunda kalınmış ve CHP’nin Meclis Grubu, Meclis Tüzüğü’nde bir değişikliğe gitmiştir. Bu değişiklikle milletvekillerinin aday gösterilmesi kararı ve seçimlerin yürütülmesi süreci Parti Meclisi’nden alınmış, Umumi Reis Mustafa Kemal’e verilmiştir. Bu değişiklik iktidarın tekelleşmesi olarak yorumlanabilir. Umumi Reis tüm nihai adayları belirlediğine göre, tüm milletvekilleri listesi aslında Mustafa Kemal’in onayı dahilinde hazırlanmış olmaktadır.7 Seçimlerden sonra, Ekim 1927’de İkinci Parti Kongresi düzenlenmiş, Mustafa Kemal bu kongrede “Nutuk”u okumuş ve tek-par- ti yönetiminin kurulmasında önemli kurumsal adımlar atılmıştır.

Tarik Zafer Tunaya’ya göre 1930’dan itibaren CHP’nin kanaat ve değerlendirmeleri, zamanın diğer tek-parti rejimlerinde olduğu gibi, partinin milli vâris olarak yegâne ve çok güçlü bir rolü olduğunu vurgulamaya başlamıştır.8 Mesela İsmet İnönü Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada partiyi şöyle tanımlıyordu: …müsaade buyurursanız bütün milli ve siyasi hayatımızda C.H.F.’nın büyük ve faal rolüne temas etmek isterim. Halk Fırkasının inkişaf devri, hususi, siyasi bir fırkanın dar çerçevesinden çıkarak bütün vatandaşlara kucağını açan, içtimai ve milli büyük bir müessese halini almıştır.9 CHP partiyi toplumsal hedeflerine ulaşabilmesine faydalı olacak şekilde yeniden örgütlemek istiyordu.10 1930’larda sıkı disiplinli bir parti örgütü, güçlü bir iktidarla birlikte, otoriter, komünist ve faşist yönetimlerin ortak özelliğiydi ve bunlar Türk siyasi seçkinleri tarafından dikkatle takip ediliyordu. 1929’da Büyük Buhran ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinden sonra partinin reforma ihtiyacı olduğu düşünülmüş ve böylelikle Kemalist tek-parti yönetiminin otoriter yönleri billurlaşmıştır. 1931’deki Üçüncü Kongre’de mevcut rejimin bir tek-parti devleti olduğu ilan edildi ve CHP’ye ya da devlete yönelik (çünkü ikisi de aynı şeydi) her türlü muhalefet “müsamaha gösterilemez” hale geldi. 1935’teki Dörfüncü Kongre’de de önemli kararlar alındı: Genel Sekreter pozis yonu İçişleri Bakanlığı’yla birleştirildi, valiler bulundukları şehir lerdeki CHP şubesininde il başkanı oldular. Bu yeni düzenlenmiş siyasi mekanizma içerisinde, CHP’nin rolü de yeniden tanımlanmış oluyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra devreye sokulan otoriter yönetim, Türk milliyetçiliğini etkin hale getirmek adına, katı bir devletçilikle birlikte diktatörlüğe dönüşmekteydi.11

Kültürün Kurumsallaşması:

Türk Ocakları Örneği

1927 Parti Tüzüğü’ndeki önemli düzenlemelerden biri politik, ekonomik, kültürel ve sosyal kurumlarin idaresi konusunda inisiyatif alınmasıydı. 1931 Kongresi’nden sonra CHP sosyal, ekonomik, kültürel meselelerde karar veren tek ve birincil otorite kaynağı haline gelmişti. Kültürel faaliyetlerin devlet denetimi altında kurumsallaştırılması düşünülecek olursa Türk Ocaklan’ndan Halkevleri’ ne geçiş Türkiye’de tek-parti yönetiminin kurulması sürecinde önemli bir adımdır. Çünkü amaçlanan, görece özerk bir yapıya sahip kültürel örgütlenmelerin, parti/devlet içinde massedilmesidir. Türk Ocakları,’2 İttihat ve Terakki dönemi Türkçülüğünün Cumhuriyet döneminde de çalışmaya devam eden (23 Nisan 1924’ten beri) en önemli örgütüydü. Türkçü ideolojik merkezlerin en önemlilerinden biri olan Türk Ocakları, Türk halklarının tarihini ve kültürünü araştırmak için kurulmuştu. Özel olarak amaçlanan milli eğitimi geliştirmek, Türklerin bilimsel, sosyal ve ekonomik stan dartlarını yükseltmek ve Türk dili ve ırkını ilerletmek için çaba göstermekti.13 Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Halide Edip, Hamdullah Suphi, Ahmed Ferit, Ahmed Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi tanınmış kişiler ve zamanın ünlü milliyetçileri Ocaklar çatısı altında toplanmış ve Türk milliyetçiliğinin inşasında önemli roller oynamışlardı. Ocaklar’ın yayınlan arasında Fichte, Voltaire, Aristo çevirileri, popüler masallar ve şiir kitapları, coğrafya ve yerel sanatlar üzerine çalışmalar, Ermeniler ve Kürtlerle ilgili orijinal ve çeviri araştırmalar vardı.14 CHP’nin 1927’deki yeni parti tüzüğünde Türk Ocakları, Umumi Reis Hamdullah Suphi’nin itirazlarına karşın, partinin denetimi altında bir örgüt haline getirildi. Mete Tunçay’a göre Mustafa Kemal bu Türkçü çekim merkezini kendi iktidarına karşı bir çeşit muhalefet olarak algılamış ve “geleneksel taktiğiyle, bölerek bir kısmını etkisiz bırakmayı, bir kısmını da tamamıyla kendisine bağlamayı tasarlamıştır.”15

Mustafa Kemal, Türk Ocaklari’nin dağıtılacağının ufukta belirmesinin ardından, seçimlerin yenileneceğinin ilan edilmesinden iki hafta sonra, 24-25 Mart 1931’de şu açıklamayı yapar: Türk Ocakları Halk Fırkası ile niçin birleştiriliyor? Milletlerin tarihlerinde bazı devirler vardır ki, muayyen maksatlara erebilmek için maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya getirmek ve aynı istikame te sevketmek lazımdır… Kuruluş tarihinden beri ilmi sahada halkçılık ve milliyetçilik akidelerini neşir ve tamime sadakatle ve imanla çalışan ve bu yolda memnuniyeti mucip hizmetleri sebketmiş olan Türk Ocaklarının aynı  siyasi ve tatbiki sahada tahakkuk ettiren fırkamla ve bütün manasıyla yekvücut olacak çalışmalarını münasip gördüm… Bu kararım ise milli müessese hakkında duyduğum itimat ve emniyetin ifadesidir. Aynı cins ten olan kuvvetler müşterek gayede birleşmelidirler. (a.b.ç.)16 Mustafa Kemal aynı konuşmada yeni Türk Ocaklarının faali yet alanının parti kararıyla belirleneceğini de vurgulamıştır. Atatürk’ün emirlerine cevaben, 10 Nisan 1931 ’de Türk Ocakları Genel Meclisi olağanüstü olarak toplanmış ve kendini lağvederek CHP ile birleşmiştir. CHP’nin 1931 Kongresi yapılırken, Türk Ocakları’nın yanı sıra, Türk Matbuat ve Türk İhtiyat Zabitleri Cemiyetleri ile Türk Kadınlar Birliği’nin de kendilerini feshettikleri anlaşılmaktadır. Kadro dergisi de yayımlanmaya başlamasından sadece iki yıl sonra, 1934’ te kapatılmıştır. Zaman zaman hükümetin hoşlanmadığı eylemlere girişen Türk Talebe Birliği’nin de 1930 yılında bir ara kapatıldığı belirtilmektedir.17 Tüm bu gelişmeler rejimin otoriter/totaliter yüzüne işaret eden önemli olaylar olarak görülmelidir.18 1930’ların Kemalist rejimini şu üç temel özellikle tarif etmek çok yanlış olma yacaktır: her tür farklılık, ayrılık ve iktidar partisine muhalefetin inkârı; devlet ideolojisinin yegâne gerçek olarak sunulduğu mutla- kiyetçi tutum; yönetici elitin ve özellikle de önderin kararlarının tartışılmazlığı.

İdeolojinin Yerleştirilmesi

Siyasi seçkinlerin 1930’larda yeni bir siyasi düzen arayışı içinde oldukları söylenebilir. CHP’nin ideologları destekledikleri siyasi sistemlerin propagandasını yapmaya başlamışlar, başanlı kalkmma modelleri olarak genellikle otoriter ve totaliter rejimlere atıfta bulunmuşlardı. Bu yazarlar ülkede disiplini sağlayacak, devrimin ilkelerini topluma benimsetecek ve halkı kurulan devlet düzenine hayranlık duymaları yolunda terbiye edecek bir düzen arayışı için deydiler. Bu hedefe ulaşmak için güçlü ve sağlam bir parti ve do layısıyla devlet örgütü şarttı.

Almanya Etkisi

Hem İtalya’nın hem Almanya’nın güçlü milliyetçilik deneyimleri Türkiye’deki tek-parti yönetimi için ilham kaynağı olmuştur.19 Nitekim Mussolini ve Hitler’in uygulamalarını müdafaa eden bir tutum tek-parti rejiminin siyasi seçkinleri tarafından yazılmış bazı kitaplarda görülebilir. CHP’nin Genel Sekreteri Recep Peker, İnkılâp Dersleri adlı kitabında Nasyonal Sosyalizm’in otoriter, devletçi ve korporatist taraflarından söz ederek, bu özelliklere hayranlık beslediğini gizlememiştir – vurgulanan özelliklerin Kemalizm’in de tanımlayıcı unsurları olduğu açıktır. CHP’nin 1935 Parti Programı’nın 50. maddesi de bu hayranlığı resmen belgelemektedir. Türk gençliği, onu temiz bir ahlak, yüksek bir yurt ve devrim aşkı için de toplayacak ulusal bir örgüte bağlanacaktır. … Yapılacak gençlik örgütü nün üniversite, okullar ve enstitüler, halkevleri, toplu işçi kullanan fabrika ve kurumlarla yukarıdaki gayelere göre, iş ve yönet birlikleri düzenlenecektir. Yurdda beden ve devrim eğitimi ile spor işlerinde biteviyelik göz önün de tutulacaktır.

Burhan Asaf Belge, Kadro dergisinde Nisan 1933’te yayımlanan “Bizdeki Azlıklar” adlı makalesini açıkça Almanların Yahudi ve Polak azınlıklar karşısında uyguladığı politikadan esinlenerek yazmıştır. Bu azınlıklar yalnızca Almanca bildikleri ve kendi dillerini bilmedikleri halde Almanları tatmin edememektedir. Oysa OsmanlIlar rahat davranmışlar, azınlıkları Türkçe öğrenmeye zorlamamışlardır. Onlar da “manavdan alışveriş yapacak kadar bile” Türkçe öğrenememişlerdir.20 Yazının devamında Belge şunları söylüyor: Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere bir ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat her misafirliğin sonu ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir? Bizim azlıklar, evdekilerine ka rışmasını şimdiye kadar hiç bilmediler. Fakat bundan sonrası için bunun sa mimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları şüphe yok ki hem onların hem bizim lehimizedir.21 Bu yazının yazılmış olması kamuoyunun dünyadaki gelişme lerle yakından ilgilendiğini gösteriyor. Almanya 15 Mart 1933’te Üçüncü Reich’ı ilan etmiş, 20 Mart’ta Almanya’da ilk toplama kampı açılmış ve 28 Mart’ta Hitler Yahudileri ve Yahudi mağazalarını boykot için emir vermiştir. Böyle bir konjonktürde yazılan yazı başka yayın organlarındaki benzer yazıların da katkısıyla etkili olmuş olmalı ki 13 Nisan 1933’te Ankara Yahudi Cemaati ‘‘samimi yolu kendileri arayıp bularak” Türkçe konuşma kararı almıştır.22

Altı Ok

Kemalist rejim, özellikle 1930’lann başlarından itibaren daha net bir ideolojik duruş edinmeye başlamıştır. CHP’nin temel ilkeleri olan Altı Ok, Kemalist ideolojinin çekirdeğini oluşturuyordu.

Altı Ok CHP Tüzüğü’ne resmen 193 l’deki Parti Kongresi’nde dahil edilmişti. Feroz Ahmad’a göre Kemalizm bir ideoloji olarak her ne kadar 1931’den sonra netleşmeye başlamışsa da aslında Milli Mücadele’nin 1919’daki başlangıcından beri farklı koşullara göre yapılan ayarlamalarla birlikte hüküm sürmekteydi.23 Recep Peker, profesyönel siyasi anlayışta bu kavramların daha önce de varlık gösterdi ğini beyan etmişti. Bu ilkelerin resmi hale gelmesiyle, tüm vatandaşların bu ilkelere inanacağını, bu ilkeleri seveceğini ve bu ilkelere uymak zorunda olacaklarını da belirtmişti. Böylelikle milli iradenin bir bütün olarak ahenk içinde olması sağlanmış olacaktı.24 1935’teki Dördüncü Parti Kongresi’nde Kemalizm terimi reji min ideolojisini adlandıran bir ifade olarak kullanılmıştır. Altı Ok’un 1937’de anayasaya dahil edilmesiyle, bu ilkelerin Kemalist rejimin sorgulanamaz öğeleri olduğu açıklık kazandı. Atılan bu adım, rejimin ideolojisinin yasal olarak devlet ve milletle birleşmesi anlamına geliyordu. Tekin Alp’e göre bu karar hükümet ve partinin tek bir bütün haline geldiğini ve hiçbir “tecezzi” kabul etmeyeceğini belirtiyordu.25 Tam da bu örtüşme nedeniyle ideoloji veya partiye karşı yapılan her türlü muhalefet karşı-devrim olarak algılanıyordu.

İdeolojik seferberlik kaygısı Kemalist elit çevrede önemli bir yer tutuyordu, çünkü rejime meşruiyet kazandırmak için ideoloji yi halka, özellikle de gençliğe yayma gerekliliği vardı. Dönemin kaynaklarında Kemalizmi tanımlamak için ideoloji terimi kullanıl masa da, kavram hemen her “cephede” -sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve eğitsel- ve gayet aktif bir şekilde milletin refahı için tek çare olarak kafalara kazınıyordu. Tüm bu “cephelerde” devlet vesayeti yaratmak, ideolojinin daha derinlere nüfuz edebilmesini sağlayacaktı. Bu yüzden Kemalizmin bir ideolojiden çok, katı bir şekilde uygulanan bir politika olduğunu söylemek daha doğru ola bilir. “İktidar” yeni Cumhuriyetin tek meşru ahlak kuralıydı.26 İdeolojiyi ve Kemalist devrimin ilkelerini yüksek eğitim gören genç kitlelere yaymak amacıyla 1934’te Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsünün kurulması, çarpıcı bir örnek olarak verilebilir. Cahit Tanyol enstitünün kurulduğunu, çünkü bizzat Atatürk’ün”böyle bir doktrin ihtiyacı” hissettiğini beyan ediyor.27 Recep Peker tarafından Ankara ve İstanbul Üniversiteleri’nde 1930’lann ilk yarısında verilen dersler de ideolojik seferberliğin üzerinde ne kadar önemle durulduğunun diğer bir örneğini oluşturmaktadır.

2- Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Unsurları

Bu bölümde söylemeye çalıştığım, Türk milliyetçiliğinin masaya yatırılan dönem süresince, yani Cumhuriyet’in kurulmasından Mustafa Kemal’in ölümüne dek geçen zaman içinde, geç Osmanlı döne minin Türkçü unsurlarının ve iki savaş arası dönemin faşist ve ırkçı ideolojilerinin etkisiyle şekillenmiş olduğudur. Türk milliyetçiliğinin özünde vatandaşlık esasına dayandığını iddia eden güçlü savı tartışmaya açmamın nedeni de budur.28 Türk milliyetçiliği, aynı zamanda, insanların “atalarının” anavatanlarından göç etmesinden yüzyıllar sonra bile kendilerini orayla özdeşleştirmelerine yol açan bir çeşit etnikleştirme (ethnifıcation) biçimini de barındırıyordu.29

Geç Osmanlı Döneminde Milliyetçiliğin Gelişimi ve Irk

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yetmiş senesi devletin temeline yönelik birbirini izleyen reform denemelerine sahne oldu. Tüm tebaanın eşit vatandaşlık haklarına sahip olacağını varsayan “Osmanlıcılık” ve Müslüman nüfusun refahını ve birliğini savunan “Ümmetçilik” bu reform projelerini şekillendiren iki farklı ideoloji olarak sayılabilir. Fakat Balkanlardaki Hıristiyanların kopuşuyla Osmanlıcılık, Müslüman grupların ayrılmasıyla da Ümmetçilik çerçevesinde oluşturulmuş modernleşme hareketleri anlamlarını yitirdiler.30 Büyük sansür altındaki Abdülhamid basını siyasi tartışmalara yer veremediği için, gazete ve dergilerde tarihsel ve kültürel meseleler önem kazandı. Ileriki yılların Türkçü hareketinin doğuşunu da simgeleyen Türk milli duygulan ilk bu dergilerde ifade edilme ye başlandı.31 Bu dönemin yazarları Türklerin yüksek erdemlerini, barışçıl karakterini, İslam ve dünya medeniyeti için önemini, devlet kurmadaki yeteneğini abartılı şekilde vurgulamaya çok yatkındı. Bunların yanında esas amaç Türkler hakkındaki “büyük yanlış anlamalari” düzeltmek ve kültürel mirası ve kökleriyle gurur duyan bir Türk milletini “yeniden yaratmaktı”. Osmanlı İmparatorluğundan arta kalan karmaşanın içinden sıyrılacak bir Türk milleti yaratmak için “milli gurur” hayati önkoşullardandı.32

Jön Türkler 1908’de iktidara geldiklerinde, ne Osmanlıcılık ne de Ümmetçilik Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğünü koruma amacını yerine getirebilecek durumdaydı. Yeni Pan-Türkist ideoloji, imparatorluğun Türk olmayan kısımlarinin devlete yabancılaşmasına ve kopmaların hızlanmasına cevaben entelektüellerin ara sından çıktı. Rusya göçmeni Türklerden Yusuf Akçura,33 1904’te Jön Türk yayınlarindan birinde üçüncü bir alternatif politika olarak Türkçülüğü öneren, “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı ünlü makalesini yayımladı.34 İmparatorluğun gerileyişi ve Batı Avrupa’da yükselen ulus- devlet fikrinin eşzamanlı yayılışı, imparatorluktaki çokuluslu millet sistemine dayanan görece özerk yönetimleri yadsıyarak, nüfusun türdeşleştirilmesi taleplerine hız kazandırdı. Jön Türkler’in izledikleri hedef de, “tek millet, tek halk” fikrine dayanarak, heterojen imparatorluğu homojen bir devlete dönüştürmekti.35 Bu bağlamda, Türkçü akımla birlikte ivme kazanan ırkçı bir vurgu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Irk gibi değişmez unsurlara dayanan ulus ve kültür anlayışının kendileri için bir örnek teşkil ettiğini birçok Türkçü ideolog ifade etmişti. “Irk, halk, tarih gibi kavramlara dayanan yapısıyla bu kültür [Alman kültürü], tarihsel ve milli bir kimlik oluşturmaya çalışan Türkçülüğün durumuna daha uygun düşüyordu.”36 İttihatçıların çoğu modem bir devletin an cak aynı duygulan paylaşan etnik bir grup üstüne inşa edilebileceğini savunuyorlardı.37 Anadolu, “kaynağa yakınlık” kavramı dolayısıyla önem kazan mıştı. Yapılması gereken Anadolu’yu Türkler için temiz ve güçlü bir yuva haline getirmekti. Birçok kişi hâlâ Anadolu köylüsünün kaba, cahil, kendini ifade etmekten yoksun olduğunu düşünse de, diğerleri Anadolu’daki insanları, kaynağa İstanbul’dakilerden daha yakın oldukları için, Türk kültürü ve ırkının gerçek ve bozulmamış taşıyıcıları olarak görüyordu.38

1890’lardan itibaren Anadolu’daki nüfusun ırksal kompozisyonu da dikkati çekmeye başlamıştı. Talat ve Enver Paşalar çeşitli vesilelerle Anadolu’nun “temiz lenmesini” desteklemişlerdir. Mesela Talat Paşa’nın sözleriyle, “İmparatorluğun içindeki bu değişik unsurlar her zaman Türkiye’ye karşı tertiplere giriştiler… Bu düşmanlıklan yüzünden sürekli toprak yitirdik. Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Bosna- Hersek, Mısır ve Trablusgarp gitti. Böylece imparatorluk hemen hemen yok olma noktasına gelecek kadar ufaldı. Elimizde kalanla yaşamımızı sürdürmek istiyorsak, bu yabancı halklardan kurtulun- malıdır.”39 Böyle bir anlayışın Ermeni kıyımı, Rumların sürülmesi, Yahudilerin yoksullaştırılması ve Türkleştirme politikaları gibi çeşitli sonuçlan olduğu ileri sürülebilir.40

Erken Cumhuriyet Döneminde Milliyetçilik ve İrkçılık:Aşağılık Kompleksi ve Irkçılığın Gelişimi

“Büyük ve şanlı” bir geçmişle birlikte “tarihten silinme” tehlikesi atlatmış olmanın, yeni kurulan ulus-devletler için baskı unsuru oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Geçmişin heybeti ve bugünün renksizliği arasındaki fark büyükse, bu “şanlı geçmiş”in yeniden yaratılması toplumsal bir hedef haline gelecek, zayıflık ne kadar ciddi hissediliyorsa, geçmişin idealleştirilmesi o derece önem kazanacaktır.41

Doğuştan gelen ve değişmeyen bir üstünlük ve aşağılama öğesi olarak kullanılan ırk kavramı, kolektif aşağılık hissinin genelleşmesi ve yetersizliğin öfkesinden kurtulmak için çok elverişliydi. On sekizinci yüzyıl Avrupası’nda, halk egemenliği, parlamento ve siyasi irade gibi kavramlara dayanan bir millet anlayışı, 19. yüzyılın ikinci yansından sonra egemenliğini milliyetçi ideolojiyle ilişkileri güçlenen ırkçı ve Sosyal Darvinist teorilere bırakmıştı.42 Aşağılık hissiyle yüz yüze gelen milliyetçi ideoloji, tersine bir savunma mekanizması geliştirerek dünyada önemli bir yeri olduğunu temin eden ve kendisiyle tekrar barışık hale gelmesi ni sağlayan, gururunu okşayacak bir inanç arayışı içine girmişti.43

Norbert Elias, The Germans adlı kitabında 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Alman milliyetçiliğinin oluşmasında aşağılanmışlığın rolünü vurgulamaktadır: Uzun bir dönem boyunca yenilgiler ve onu takip eden iktidar kayıplarıyla damgalanmış olan özürlü Alman tarihinin biriken etkisi ve bu nedenle kırılmış bir milli onur, kendisinden emin olmayan bir milli kimlik üretmiş, büyük geçmişin hayalini geleceğe hedef olarak taşıyan, geçmişe dönük bir milli ideal ortaya çıkmıştır. Bu da son derece habis davranış ve inanç eğilimlerinin doğmasını kolaylaştırmıştır.44 . David Kushner Türk milliyetçiliğinin, coğrafi sınırlan belli bir devletten çok, o kara parçasının üzerinde yaşayan halkı temel alan Orta ve Doğu Avrupa milliyetçiliklerinden etkilendiğini iddia eder.45 Çokuluslu imparatorluklardan koparak kurulmuş veya Almanya ve İtalya gibi siyasi bütünlüklerini geç elde etmiş devletlerin tecrübe ettiği bu tür milliyetçiliklerin çeşitli tipleri vardır, ama bazı karakteristik özellikler belirlemek gerekirse, romantizmin etkisiyle geçmiş görkemli günlerin hatıralarına özlemle bakmak ve üstünlük ve şovenizm eğilimlerinin baskın çıktığı görülecektir. Türk milliyetçiliğinin ideolojisi de romantik ve kültürel milliyetçi liğin kavramsallaştınlmalarıyla destekleniyordu.46 Görkemli bir devir başarısız savaşlar, kaybedilmiş topraklar ve imparatorluğun çöküşüyle kapanmıştı. Temel olarak hissedilen kronik bir özgü- vensizlik ve bir o kadar da kin ve kızgınlıktı.

Taner Akçam’a göre sürekli ve pürüzsüz bir gelişme kaydeden milletlere nazaran, Türk milli özgüveni oldukça zayıf kalmış ve milli kimlik oluşturulurken saldırgan bir tutum sergilenmiştir.47 Cem Eroğul ise Türk milliyetçiliğinin birbirine tamamen zıt iki farklı yol izlediğini belirtiyor.48 Bunlardan ilki, yok edilmek istenen bir halkın yaşam savaşı şeklinde tanımlanabilecek “anti-em- peryalizm”di. Bu bağlamda, Mustafa Kemal yeni ulusun var olabilmek için uygarlaşması gerektiğini görmüş ve Batılılaşma hedefi anti-emperyalist milliyetçilikle birleşmiştir. Diğer yandan ise Eroğul’un “emperyalizm uyduculuğu” dediği ve emperyalist sistemin bir parçası olmak anlamına gelen ikinci bir yüz çıkar karşımıza. Burada öncelik milletin korunmasında ve geliştirilmesinde değil, başka milletlere üstünlük taslanmasındadır. “Bir Türk dünyaya bedeldir,” sözü bu küçümseyici ama aynı zamanda kompleksli anlayışın dışavurumudur. Türkiye’de tek-parti döneminde Türkçü akım ırkçı bir retorikle yeniden kullanıma sokulmuş, bir dizi sosyal ve kültürel reform yoluyla imparatorluğun çokuluslu yapısı terk edilerek Anadolu Türklerinin etnisitesine dayanan, coğrafi sınırlan daralmış yeni bir ulus tanımı yapılmıştır. Milli kültürel kimliğin öneminin ayırdına varan Kemalist elit, ihtiyaç duyulan etnik mitleri, hatıralari, değer ve sembolleri, Orta Asya’dan gelen köklere, Oğuz Kağan’a kadar uzanan soya ve Türk dilinin eskiliğine dayanarak tedarik etmeye çalışmıştır.49 Böylelikle Türk milliyetçiliği ırk kimliğine dayalı bazı siyasi görüşlerin yayılmasına ön ayak olmuş ve Cumhuriyet’in farklı halkları arasında “saf Türk kanına sahip soylar” lehine ırkçı bir ayrım yapılmıştır.50

İnceleyin:  Latife Hanım ve Mustafa Kemal

Ali Fuat Başgil, İkinci Türk Tarih Kongresi’nde Türk milliyet çiliğinin Türklerin ırk bağlarıyla yakından alakalı olduğunu vurgulayan konuşmasında, ırk unsurunun milli kimlik içinde önem kazandığına dair güzel bir özet sunar. Milliyetçiliği ikiye ayırıp Fransız usulünü birlikte yaşama iradesinden oluşan bir birlik, Alman usulünü de kan ve dil birliği olarak tanımladıktan sonra, herhangi bir halkı millet addetmek için iki tanımın da gerekli olduğunu belirtir: …milleti vücuda getiren ne sadece maddi ne de sadece manevi elemanlar değil, bunların birleşmesinden ve kaynaşmasından hâsıl olan sentezdir. Müşterek soy, dil, tarih, kültür ve ideal birbirini tamamlayan faktörlerdir. Buna göre Türk milleti Türkçe konuşan, damarlarında Türk kanı taşıyan, yahut Türk asıllarından geldiğine inanan, mazide atalarının şahsında Türklüğün acı tatlı günlerini yaşamış, yahut bugünlerin hatıralarını benimsemiş olan, gönlü ve kültürü ile Türklüğe bağlı ve Türküm diyen vatandaşlardan mürekkeptir.51 (a.b.ç.) Milletvekilliği de yapan Ord. Prof. Vasfi Raşit Sevig, Türkiye Cumhuriyeti Esas Teşkilat Hukuku adlı kitabında Kemalizmin barındırdığı ırkçılık konusuna da değinmiş ve kan birliğinin kültür birliği kadar önemli olduğunu savunmuştur: Halkın siyasi bir vahdet teşkil eylemek hususundaki iradesi, kan ile olduğu kadar müşterek medeniyet ve müşterek tarih ile birleşmiş olmanın ifa desi olan dil ve kültür ile mefkûre birliğinde gözükecek olan iradesi milleti teşkilde kan kadar kıymetli bir esastır. Kemalcilikte halk kan birliği olduğu kadar irade ve anane birliğidir. …Milliyetçilik vasfımız bizi ”tevhid-i anasır” gayesinde boş yere koşan Osmanlılıktan ayıran esaslı bir vasıftır. Ahali mübadelesi ile ve ekalliyetlerin haklarından rızalarile feragat eylemeleri ile vatanda… ırk vahdeti temin edilmiş bulunuyor. Dil vahdeti temin edilmiş oluyor. …Türk inkılâbı Türk ırkı ve Türk tarihi ile iftihar eden bir inkılâptır.52 (a.b.ç.)

Orkun dergisi çevresine mensup, kendilerini Türkçü addeden bir yazar grubunun Atatürk’ün samimi bir ırkçı ve Türkçü olduğu nu savunmaları da ilginçtir. Hocaoğlu Selahattin Ertürk, “Irkçı-Tu- rancı Atatürk” adlı makalesinde bu iddiasını şöyle kanıtlamaya çalışıyor: Irkçılık içtimai hadiselerin sebeplerini antropolojik temellere dayandırmak bakımından ele alındığı takdirde; “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur,” diyen Mustafa Kemal’in -çapraşık içtimai meseleleri halledecek ilkeyi kanda aramak suretiyle- ırkçılığını ilan ettiği sarih değil midir? Irkçılık yabancı ırktan gelenlerin önemli mevkilere geçirilmemesi bakımından ele alındığı takdirde; “Aranıza alacağınız arkadaşların mümkünse kanını tahlil edin,” fetvasını veren ve “Türk ırkından olmayan askeri mekteplere giremez,” hükmünü yıllarca tatbik edenlerin iplerini elinde tutan Mustafa Kemal’in ırkçılığını görmemek için kör olmak gerekmez mi? Irkçılık kendi ırkının üstünlüğünü iddia etmek bakımından ele alındığı takdirde; “Bir Türk cihana bedel” diyen Mustafa Kemal, ırkımızı üstün tutmak suçunu işlemiş olmuyor mu? Türk ırkının medeniyet kurma kabiliyetinin üstünlüğünü yıllarca okul sıralarında Türk yavrularına telkin ettiren ve hatta bütün dünyadaki menşei meçhul veya münazaalı insanların Türk ırkın dan çıkmış gösterecek kadar ırkçılık yapan Mustafa Kemal değil midir?53

3 Türk Milletinin Asli Unsuru Olarak Irk:

Tarih ve Dil Tezleri

Milli tarihe romantik yaklaşım, 19. yüzyılda her milletin kendi milli tarihini saptamak için araştırma yapmaya başlamasıyla olgunluğa erişti denilebilir.54 Milli kimlik arayışı ve böbürlenmek amacıyla geçmişin anılışı romantik akımla koşut olarak gelişmekteydi.55 Bu yüzden romantizm ile “ilerici bir güç olarak milli tarih” kavramları arasında yakın ilişkiler olduğu söylenebilir. Halka “şanlı tarihini” hatırlatma ihtiyacı yüzünden “icatçı” tarihyazımı güç kazandı. Birçok Avrupa ülkesinde, yeni icat kültür unsurları ve kahramanlıkla ilgili icat edilmiş gelenekler, milli kimlik ve vatandaşlığın inşası için milliyetçi ideolojiye eklemlendi.56

Bütün ülkeler kendi milli koşullarına göre ve kendini doğrudan etkileyen siyasi güçlere bağlı olarak, kendine yapay bir geçmiş yarattı. Yeniden doğmuş bir dizi mite (soy ve köken mitleri, özgürleşme ve göç mitleri, şanlı çağ ve kahramanlık mitleri, vb.) dayanarak geçmişe dönmek bir millet fikri oluşturmak için gerekli görülüyordu.57 Türk milliyetçiliğinin ilk hedeflerinden biri gurur duyulacak bir tarih yaratmak ve Türk ırkının üstün bir ırk olduğunu kanıtla mak olmuş, Türk tarihi yeniden yazılırken Türklerin dünya medeniyetine katkıları vurgulanmıştır. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi, Türkiye’de siyasi seçkinlerin Türk milletinin “şanlı tarihini” icat etme dinamiklerini kavramak için önemli ipuçları verir. Bu tezlerle, Türk milli kimliğinin ana unsurları Türk ırkı ve Türk dili olarak tespit edilmiş, böylelikle milletin ırksal, yani ezeli, ebedi ve değişmez üstünlüğü kanıtlanmak istenmiştir.

Türk Tarih Tezi

Aslında tüm ulus-devletler, bağımsızlıklarının hemen ardından devletleşme sürecinde koptukları devletten daha gerilere giderek kendilerine yeni bir kimlik ararlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra Türk devleti kendini tarihsel bir arka planı olan bir milli kimlikle özdeşleştirmek zorunluluğunu duyuyordu. Bu bağlamda, Türk Tarih Tezi milli kimliğin inşasında temel taşlardan biridir. Tarih gele cek nesillere ileriye dönük bir hedef sunuyor ve milli bilincin yerleştirilmesi ve sağlamlaştırılması için araçsal olarak kullanılıyordu. Kendilerini görevlerine adamış misyoner-tarihçiler milli bilin cin yayılması için çok çalışıyorlardı. Tarih Tezi ile sınırlan çizilmeye çalışılan milli kimliğin temeli Türk ırkına dayanıyordu.58 Milliyetçi tarihçiler, Finlileri, Macarlari ve Türkleri büyük Turan ırkının üyeleri sayan bazı Avrupalı bilimcilerin ırkçı yaklaşımlarına hayran kalmışlardı. Tarihöncesi zamanlarda oldukça geri giderek, fiziki coğrafyanın da yardımıyla, Türk ırkıyla ilgili iddialarda bulundular. Devletin kuruluş aşamasında Osmanlı geçmişinden sıyrılma ihtiyacı duyulduğu için, Türk kültürünün kökleri bugünkü Türkiye’nin sınırları içinde değil, Türklerin anavatanı olduğu varsayılan “medeniyetin beşiği” Orta Asya’da aranıyordu. Kurgulanan tarih tezi Türklerin Anadolu topraklarının ve medeniyetlerinin Osmanlı’dan önceki haklı ve doğal mirasçıları olduğunu iddia ediyordu.59 Türkçü tarihyazıminin inanılırlığını güçlendirmek için, Orta Asya’daki hayali ülke Turan’la, Osmanlı coğrafyasının merkezi Anadolu arasında bir köprü kurmak gerekiyordu.60 Teze göre, tarihöncesi zamanlardan sonra Orta Asya’da yaşanan çok uzun kuraklıktan sonra buralarda yaşayan Türkler batıya doğru göç etmek zorunda kalarak medeniyetlerini dünyanın her yanına yaymışlardır. Dolayısıyla, Anadolu’ya gelen ari kanlı Türkler bu topraklardaki medeniyetlerin de kurucusu olmuştur.

Kurumsal Arka Plan: Türk Ocakları’ndan Türk Tarih Kurumu’na

Türk tarihini “yeniden yazmak” için atılan ilk adım Türk Ocakları Kanunu’na dayanarak Türk Tarihini Tetkik Encümeni’nin kurulmasıdır. Bu kurum 15 Nisan 1931’de Türk Ocakları CHP bünyesine dahil edilince Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’ne dönüşecektir.61 Türk Ocakları Genel Kurulu’nun 28 Nisan 1930’daki Atatürk’ün de bulunduğu son toplantısında, Aksaray delegesi ve tarih öğretmeni Afet înan, Türkler tarafından kurulmuş medeniyetler üzerine, hiç bir ciddi tarihsel araştırmaya dayanmayan bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında, “beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir,”62 diyen Afet înan aslında bu sözleriyle Türk Tarih Tezi’ni ilk kez dile getiren kişi olmuştur: Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta As ya olan Türklerdir. Çin medeniyetinin esasını kuran Türklerdir. Mezopotamya’da, İran’da milattan en aşağı 7000 sene evvel beşeriyetin ilk medeniyetini kuran ve beşeriyete ilk tarih devrini açan; Sümer, Akat, Alâm isimleri verilmekte olan Türklerdir. Mısır’da deltanın otokton sakinleri ve Mısır medeniyetinin kurucuları Türklerdir. Mezopotamya’da, milattan evvel 2300 tarihinde şöhret bulan Sami Hamurabi, tarihte mevki alan Asurlular, tarih içinde tarihtirler. Grek namını alan Doryanlar Anadolu’nun otokton ahalisi, ilk ve hakiki sahipleri, atalan, Etilen başlarında bulunan Türklerdir.63 İnan daha sonra kırk arkadaşı ile verdiği önerge ile “Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik etmek için hususi ve daimi bir heyetin teşkiline karar verilmesini,” önermiştir.64 Bu öneri oy birliğiyle kabul edilmiş ve Türk Ocakları bünyesinde çalışan Türk Tarih Heyeti ilk toplantısını 4 Haziran 1930’da yapmıştır. Heyetin ilk çalışması Türk Tarihinin Ana Hatları adlı, bir anlamda Türk Tarih Tezi’nin temel eksenlerini ortaya koyan bir kitap yayımlamaktır. Bu kitapla okullarda da okutulacak tarih bilgisi, öğrencilere “milli kimliği” aşılayacak şekilde düzenlenmiştir. Özellikle zamanın entelektüellerine65 ulaşmayı hedefleyen eser, bu kişileri adeta resmi tarih teziyle uyum içinde olmaya davet ediyordu. Kitabın yazarları66 amaçlarını açıkça belirtmişlerdi:

Şimdiye kadar ülkemizde yayımlanan tarih kitaplarının çoğunda ve on lara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki rolü bilinçli ya da bilinçsiz olarak küçültülmüştür. …Bu kitapta hedeflenen asıl amaç bugün, bütün dünyada tabii mevkiini geri alan ve bu bilinçle yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesine çalışmaktır, aynı zamanda büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk milleti için bir milli tarih yazmak ihtiyacı önünde atılmış ilk adımdır. Bununla milletimizin yaratıcı kabiliyetlerinin derinliklerine giden yolu aç mak, Türk deha ve karakterinin esrarını ortaya çıkarmak, Türk özellik ve kuvvetini kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırkî kökenlere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz.67 Tetkik Cemiyeti’nin dönüştürülmesiyle kurulan Türk Tarih Kurumu, tüm eski medeniyetlerin Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden bir milli tarih tezi hazırlamak amacındaydı. Her ne kadar Türk Tarih Kurumu’nun çalışma planı kurumun başkanı Haşan Cemil Çambel tarafından hazırlanmışsa da, aslında planın Atatürk’ün Çambel ve Afet înan’a verdiği talimatla hazırlandığı iddia edilmektedir.68

Tarih Kongreleri

Mustafa Kemal’in emri ve Maarif Vekâleti’nin düzenlemesiyle, Ankara Halkevi’nde Temmuz 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin birincil hedefi Türklerin çok kadim bir millet olduğu nu ve en eski çağlardan beri bu topraklar üzerine yerleşmiş olduklarını savunan Türk Tarih Tezi’ni kamuoyuna duyurmaktı. Tez, esas olarak, Türk boylarının anavatanları Orta Asya’da büyük bir kuraklık yaşadıktan sonra dünya üzerinde çeşitli yerlere göç ettik lerini ve oralarda medeniyetler kurduklarını savunuyordu. Toplantıda tarihçi olup olmadıkları dahi bilinmeyen bazı genç öğretmenler69 Avrupa, Asya, Kuzey Afrika medeniyetlerinin ve Fars ve antik Yunan kültürlerinin Orta Asya’dan göç etmiş Türkler tarafından yaratıldığım hiç zorlanmadan söylüyorlardı. Ancak tüm bu iddialar herhangi bir dayanağı olan bilimsel bulgular değil, icat edilmiş kurmacalardır. Katılımcı öğretmenlerden İhsan Şerif, OsmanlIlardan bahsetmeksizin Türk tarihini öğretmekte zorlandığını, çünkü Türkler hakkında çok az şey bildiğini itiraf etmişti.70 Oysa siyasi kadroların esas amacı “yeni millet” için yeni bir tarih yaratmaktı.

Irkın Önemi

Yapılan ilk iki tarih kongresinde sunulan çoğu tebliğ, çeşitli halkların tarihini ayırt etmekte açıklayıcı bir kategori olarak ırk kavramına ve özellikle de Türk tarihinin yazılması için Türk ırkının önemine işaret etmektedir. Hem Türk halklarının tarihi hem de dünya tarihi analiz edilirken, ırk temel araştırma birimi olarak kullanılmıştır. Türk tarihindeki kazanımlar ve görkemli çağlar ırka dayanarak açıklanmıştır. Türklerin kadimliği ve geride bıraktıkları büyük eserler fiziksel antropoloji tetkiklerine ya da ırkçı antropologlar tarafından yazılmış ikincil kaynaklara dayanarak “kanıtlanmış” ve birçok sunuma konu olmuştur. Afet İnan, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde, büyük ölçüde Eu- gfene Pittard’ın71 yazılarına dayanarak Türk ırkının tarihöncesine uzanan kadim kökleri üzerine “deliller” sunmaya çalışmıştır. Tebliğindeki anafikir, Türklerin tarihöncesi zamanlardan beri dünya üzerindeki ilk ve en ileri medeniyetlerin kurucusu olduklarıdır. Bunun yanı sıra, başkalan tarafından kurulmuş tüm medeniyetler de Türk istilaları sonrasındaki “aydınlanma” dönemiyle açıklanmıştır. “Medeniyetin beşiği Orta Asya’nın, Türklerin anayurdu” ol duğu tezi şu alıntıyla özetlenebilir:

Türk ana yurdu Orta Asya yaylasıdır! … Bu yurdun bel kemiği, “Altay- lar-Pamir” mıntıkasıdır. Türkler bu beşikte en az milattan 9000 yıl evvel, kültür sahibi bir ırk olmuş bulunuyordu.72 Türklerin ırk özellikleri tarif edilirken başvurulan önemli özelliklerden biri brakisefal kafa tipidir. Kongredeki diğer katılımcılar gibi Afet İnan’ın da vurguladığı, san ırkla Türkler arasında hiçbir bağ olmadığıdır. Bunun yanı sıra, Türklerin Orta Asya’da yaşayan tek ırk olduğunu ve başka hiçbir ırkın bu topraklarda yaşamadığını iddia etmiştir. “Orta Asya yaylalarının Otokton ahalisi, tek bir ırk manzumesi halinde teşekkül etmiştir; çünkü başka kandan ve tipten hiçbir halkın gelip karişmasina yurtları hududundaki tabi maniler yüzünden on binlerce yıl imkân olmamıştır.”73 İnsan türünün çok-soyluluk (polygenesis) teorisine dayanarak ürediğini savunan İnan, aslında farklı ırkları, bazı müşterek özelliklere sahip olan farklı insan türleri gibi tanımlamayı tercih ediyordu: İnsanların tek beşikten çıktığı iddiasında ısrar etmek faydasız gibi görünür. İnsana benzer birtakım mahluklar yeryüzünün birçok taraflarında yetişmişler ve bir dereceye kadar düşünce mahsulü olan eserler de vücuda getirmişlerdir, fakat bunlardan asıl adam denilmeye layık olanları, bilhassa kafalarının içi ve dışı bütün diğer hemcinslerinden çok farklı bir surette tekeşşüf ve inkişaf etmiş olanlardır. … Filhakika, insanlığın yüksek kültür beşiği yalnız bir tek yer olmuştur: Orta Asya.74 Şevket Aziz’in fiziksel antropoloji perspektifinden hazırlanmış sunumu da sadece Türk ırkının özelliklerine ve önemine yoğunlaşmıştır. “Beşerin menşeini insan teşekkülünün muazzam bir laboratuvarı olan Orta Asya’da” gören Şevket Aziz, “insanın bir tekâmül mahsulü olduğunu ve tekâmül silsilesinin hayvanlardan insana ka dar geldiğinin malûm” olduğunu söylüyor, “dünya üzerindeki bütün archaic insan tiplerinin” dolikosefal olduğunu ve uzun bir evrim süreci sayesinde, medeniyete hizmet eden brakisefallerin orta ya çıktığını belirtiyordu.75

Bugünkü Türk medeniyeti tarihten evvelki devirde garba gelmiş Alp, Broca’nın tabiriyle Celte ırkına bağlıdır. Ve maddi, manevi inkişaflara müsait, biyolojikman mütekâmil bir iskelete, ete ve kafaya, hamura malik bir beşer tipidir.76 Reşit Galip’in altmış iki sayfalık uzun tebliği de Türk ırkının fiziksel antropoloji metoduyla incelenmesi ve Türk medeniyetinin başarıları üzerinedir. Vurguladığı en temel nokta “beşeriyetin en geniş ailelerinin ırklar” olduğu ve “bu sebeple milli tarihin tetkiki ne milletin mensup olduğu ırkın mütalaası ile başlanmak lazım” geldiğidir.77 Türk ırkının üstünlüğü de Reşit Galip’in tebliğinde güçlü şekilde altı çizilen konulardandır: Gittikleri her yerde er geç hâkimiyetini kurarak münevver ve mütefekkir beşeriyetin bugün dahi hayranlığını… temaşa ettiği büyük medeniyetleri yaratmış olanlar, Alpliler bizim “Ata Türkler” diye andığımız insanlar dır… Diğer tiplerin kendi kendilerine dünyanın herhangi yerinde müstakil, asli medeniyetler kurabilmiş olduklarına dair arkeoloji ve antropoloji pek müşkülatla vesika verebilir. …Bunlar ancak Alpli tiple temasa geldikten ve onun yaratıcı ve yükseltici dehasıyla kaynaştıktan sonradır ki, yeni bir uyanışla ince ve yüksek medeni mahsuller veren unsurlar haline gelebilmişlerdir.78

Milli ve Bilimsel Tarih

Avrupa’da yaşananlar dönemin bilimcilerine milli bilincin tüm bilimlerin kaynağı olduğu fikrini dayatmıştı. 1890’lann önemli ideologlarından Albert Sorel, konuşmalarının tümünde “milletlerin tarihin ana muharriki” olduğunu savunmuştur.79 Dolayısıyla milliyetçiliğin zamanın tarihçileri için metodolojik bir temel olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkçü tarih araştırmaları da bilimin kazandığı prestij ve önemle uyum içinde gelişmiştir. Türk Yurdu dergisi örneğin, yayın politikasının bilimsel ve milli tarihle uyum içinde olduğunu belirtiyordu.80 “Bilimsel tarih”, Türk milliyetçiliğini güçlendirecek ve Türklerin şanlı tarihine ışık tutacaktı. Seçkinlere göre, ancak hiçbir tereddüt ve itiraza yer bırakmayan “nesnel bilimsel tarih” iddiası sayesinde, mitler gerçeğe dönüşecekti. Sosyal bilimler ve tarih araştırma enstitüleri devlet tarafından merkezileştirilirken, savunulan tezler bilimsellik veya tarihsel gerçeklik açısından değil, hayalgücü ile yaratılan mitlerin yüceltici etkisi açısından değerlendiriliyordu. “Bilimsel” fikir kırıntıları, makaleler, hipotezler, antropoloji, etnoloji ve tarih üzerine yapılmış önyargılı araştırmalar, Türk ırkının önemini “bilimsel” vasıtalarla vurgulamak isteyen siyasi amaçlar yüklenmiş bilimcilere yardımcı olmuştur.

Bu yüzden Türk Tarih Tezi’nin yaratıldığı andan itiba ren ciddiyetini zedeleyen unsurları da bünyesinde barındırdığını söylemek mümkündür.81 Örneğin, kendi beyanına göre Afet İnan’in çalışmasının amacı Tarih Tezi’ni sağlamlaştırmak için gerekli bilgiyi toplamak ve ezici bir ekseriyetle Türk olan bir topluma tarihsel bir kimlik aşılamaktı.82 Diğer bir deyişle, söz konusu kimlik zaten belliydi ve büyük çalışmalar sonunda keşfedilmiş bir bulgu değildi. Bu noktada, bilimsel araştırmanın sipariş üzerine yapıldığı açıktır. Siyasi seçkinler ulaşılması gereken münasip sonuçlar üzerinde mutabakata varmıştı, siparişi alan bilimciler de arzulanan sonucu sunmakla yükümlü zanaatkârlara dönüşmüştü. Hâkim söyleme göre yürütülen araştırmalar hem “millilik” özelliğini taşıyor, yani Türklere methiyeler düzüyor, hem de bilim sel yöntemlere riayet ediyordu. Ahmed Ağaoğlu, Naimâ gibi “en muktedir addettiğimiz benam tarihçilerimiz bile, Türk hakkında etrak-ı bîidrak’ gibi tahrikâmîz cümleler” kullanırdı dedikten sonra bu “şuursuz” eski nesli Türk ırkının erdemlerini yanlış anlamak ve yanlış sunmakla eleştiriyordu.83 Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti tarafından yazılan tarih kitabından birkaç satır okuyarak, eserin bilimsel ve milli niteliğine şöyle atıfta bulunuyor: Milletinize sarılınız, çünkü Türk milleti yüksektir ve cihan tarihinde bir temdin amili olmuştur. Dilinize sarılınız, çünkü bu dil ana dildir. Irkınıza sarılınız, çünkü ırkımız dünyanın en güzel, cismen ve ruhen en mükemmel enmuzeçlerinden birisidir.

Eserin sahibi heyet hükümlere, tasavvurlara, mütalaalara değil, müşahedenin ve tecrübenin verdiği mutalara, fennin ve tetkikatın meydana koyduğu vesikalara istinat ettiğini söylüyor. Böyle bir metot önünde dahi yalnız Türk değil, hak ve hakikat endişesi ile mütehassis olan her insan hürmetle eğilmeyle mükellef değil midir?84 (a.b.ç.) Fuat Köprülü de “milli tarihimize ait bütün maddeleri toplayıp bir araya getirmek ve sonra bunları kendi idrakimizla, kendi gözü müzle, şuurumuzla, terkip ederek bundan yeni bir bina yapmak mecburiyetindeyiz,” diyerek milli tarihin Türk tarihçiler tarafından “yeniden” yazılmasını vurgulamış, tarih biliminin de, aslında, evrensel olmaktan çok milli olduğunun altını çizmiştir. Köprülü mil li tarihi yeniden yaratmanın manevi kurtuluş anlamına geldiğini de belirtmiştir: …Tarihini yabancıların gözüyle gören bir millet manevi esaretten kurtulamamış demektir. Memleketimizde son birkaç sene zarfında büyük Ga- zi’nin irşadı ve teşvikiyle başlayan “milli tarihimizi yeniden yaratmak” faaliyeti, bizde de maddi kurtuluştan sonra bir manevi kurtuluş mücadelesine başlandığını gösteriyor.85 (a.b.ç.) Halil Nimetullah Bey, milli tarih yazarken karşılaşılan nesnellik sorunundan bahsettikten sonra, hem bilimsel olma iddiasını koruyan hem de milli gururu okşamayı başarsın Tetkik Cemiyeti’ni kutluyor:

Milli tarih mevzubahs olunca önümüze bir müşkül çıkar. O da ilmin kati bîtaraflığı ile milliyet duygusunun derin hassasiyeti… Âlimin nefsinde hadiseler kendi öz varlığına taalluk ettiği için bütün hissi unsurlar işin içine girmeye uğraşır. Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’nin ilmi usulü tutarak meydana getirdiği eser, mazide ne olduğumuzu gösterdikten sonra göğsümüzü gurur hissiyle kabartarak yine bütün dünyaya karşı bize “Biz var idik ve böyle var idik” dedirtmiştir. Artık istikbali yaratmak ecdadımızın bize verdiği bu asil varlığı, olduğu gibi yüksek vasıflariyle bizden sonraki nesillere devretmek tarihî vazifesi karşısında kalırız.86 (a.b.ç.) Türk Tarih Tezi’nin oluşturulmasında antropolojiye önem verildiği açıktır. Pozitif bilimlere daha yakın görülen bu disiplinden, birçok tebliğde metodolojik olarak faydalanılmıştır. Fiziksel antropoloji Türk ırkının teşhisi için asli bilim olarak görülmüştür. Esasen doktor olan Şevket Aziz, Türk ırkının tarihini yazmak için fiziksel antropoloji yöntemlerinin kullanılması gerektiğini savunmuştur. Antropolojiyi şöyle tanımlar: Antropoloji beşeriyetin bilimidir. Zoolojinin bir koludur… İnsanoğlunu hayvan türlerinden biri olan insanoğlunu hayvanlardan ayıran şey insanların anatomisi ve fizyolojisidir… Genel olarak sosyolojinin, fiziki antropolo jinin bir kolu olduğunu söyleyebiliriz, daha da doğrusu etnolojik antropolojinin bir dalıdır.87 Şevket Aziz, ”iki seneden beri Tıp Fakültesindeki Antropoloji laboratuvannda tetkikatta” bulunduğunu belirttikten sonra, ırkın antropometrik ve kraniyolojik yöntemlerle ölçülmesi mümkün, bilimsel bir kategori olduğunu iddia etmektedir: Kraniyolojide bazı muayyen kuturlar vardır. Bu kuturlar fıziko-şimil amillere bağlı hayatın uzvi tekâmülündeki determinizmanın ifadesi olmak itibarile biyolojik, ırkî bir kıymet arz eder. …İşte efendiler, enfüsi hiçbir tesirin altında kalmayarak sırf müspet ilmin metotlarile yapılmış olan bu ilk tetkiklerimiz neticesi… gösteriyor ki bu tip insan, bu ırkî ve kavmî tip, Türk, mütekâmil kraniyolojik karakterlere haiz tiptir.88 (a.b.ç.)

İnceleyin:  Müsbet ve Menfî Milliyetçilik

Tarih kongreleri esnasında milliyetçi tarihçilere karşı yükselti len muhalif seslerin tümü fazlasıyla çekingen kalıyordu, çünkü resmi ideolojiden uzaklaşarak milliyetçi olmamakla ya da bilimsel olmamakla suçlanmak istemeyen muhalefet ancak sınırlı bir eleştiriyi göze alabiliyordu. Tarihçilerin görevinin resmi tezi araştır mak, yazmak ve öğretmek olduğu kesin bir şekilde tanımlanmıştı. Ciddi eleştirilerde bulunacak cesareti gösterenler sert cezalara maruz kalmıştı.89

Güneş-Dil Teorisi

Dilde yenilik hareketleri 1900’lerden itibaren başlamıştı. Dil meselesinin tartışılmaya başlamasında, erken 20. yüzyılın reformistleri tarafından paylaşılan dilin milli kültür ve dolayısıyla bağımsız mil li varlığın temeli olduğu görüşü etkili olmuştu. Dil, halkları birbirinden ayıran temel kriter olarak algılanıyordu. Bu yüzden dilin korunması ve desteklenmesi bizzat milletin muhafaza edilmesi için önkoşuldu. Bağımsız Türk dili ilkesi benimsendikten sonra, eğer dil Türk milli kültürünün ve milli mevcudiyetinin temeli rolünü üstlenecekse, derinlemesine bir dil devriminin gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştı. Abdülhamit döneminde, dilin milli ve ırksal taraflarına ciddi bir ilgi gösterilmişti. Şemsettin Sami’nin aşağıdaki sözleri böylesi bir tutumu güzel ifade etmektedir: Kavmiyet ve ırkın birinci işareti, esası bütün fertlerin eşit olarak ortak malı, söylediği lisandır. Bir lisanı konuşan halk, bir kavim ve bir ırk teşkil eder. Bundan dolayı ırkî varlığını temin etmek isteyen her kavim ve ümmet en Önce lisanını düzeltmeye, yoluna koymaya, ilerletmeye… borçludur.90

Türkçülük önceleri Osmanlıcanın Türkleştirilmesi olarak anlaşılmıştı. O zaman için dil reformu, edebiyat, eğitim ve basın alanlarına yönelik bir çalışmaydı. Komşu ülkelerdeki ve Osmanlı topraklarındaki ayrılıkçı milli hareketler, Türkler arasında da milliyetçi duyguların yükselmesini hızlandırdı.91 Şarkiyatçı araştırmalar da Türkçülere cesaret veriyor, Türklerin Asurlulara çivi yazısını öğrettiği gibi ilginç iddialarda bulunuluyordu. Orta Asya’da, özellikle Orhon Nehri’nin civarında bulunan Runic (eski İngiliz-îskandinav) harflerle yazılmış yazıtlara özel ilgi gösteriliyordu. Türk ede biyatının çok eski zamanlarda -Peygamber’in zamanında, “AvrupalIlar hâlâ cahilken”- doğduğuna tanıklık edecek şekilde yorumlanıyordu bu yazıtlar.92 Cumhuriyet kurulduktan sonra yönetici seçkinler, bir önceki dönemin tartışmalarının da etkisi altında, dil meselesini “medeniyet değiştirme”nin simgesi olarak algıladılar. Dil meselesi deyince, “Dil Devrimi” de denilen, kültür alanındaki en önemli reformlar dan biri olarak kabul edilen Latin alfabesinin kabulü ve “Dilde Sadeleşme” diye adlandırılabilecek iki aşamadan söz etmek mümkün dür. Harf Devrimi, yabancı kökenli kelimelerin Türkçeden atılıp yerlerine Türkçe karşılıklar bulma düşüncesini doğurdu. 12 Tem muz 1932’de söz derleme ve yabancı dillerden gelen kelimeleri ayıklama gibi çalışmaları örgütlü ve merkezi bir şekilde yapabilmek için Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Tarih Kongresi’nden hemen sonra Türk dilinin durumunu görüşmek, çeşitli çalışma kolları kurmak, bir esas program hazırlamak için 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda ilk dil kurultayı yapıldı. Kurultayın otu rum programında Türkçenin kökleri, diğer dillerle ilgisi ve Türk dilinin eskiliği başlıca konulardı.

Kurultayın toplanmasındaki esas amacın dil faktörünü milliyetçi ideolojiye eklemlemek olduğu söylenebilir. Böylelikle tarih dışında bir alanda daha Türk medeniyetinin kadimliği vurgulanmış oluyordu. Oybirliğiyle kabul edilen tasarıya göre: İlk uygarlığı kuran Türkler olduğu gibi, ilk uygarlık dilinin de Türkçe olduğuna kuşku kalmadı. Birçok bilim adamı, Türk dilinin Hint-Avrupa denilen dillerin anası olduğunu belirtmişlerdir. Türk dili yüzyıllardan beri yabancı dillerle karışarak özlüğü bozulmuşken bile Doğu uygarlığının başlıca anlatış araçlarından biri olmuştur.93 Kurultayın en önemli amaçlarından biri, çok sayıda Arapça ve Farsça kelimenin Türkçeden ayıklanmasıydı. Kurultaydan sonra derleme, yabancı kelimelere karşılık bulma, tarama, terim, gramer, mukayeseli akademik çalışmalar gibi çeşitli konularda çalışmalar sürdü. 1932’de “Söz Derleme Heyetleri Talimatnamesi” adlı bir Bakanlar Kurulu kararıyla dil işleri hükümetin resmi görevleri arasında sıralanmıştır. Bu düzenlemeye göre her vilayet valiler, maarif müdürleri, belediye reisleri ve idarecilerden oluşan bir derleme merkezidir. Bir söz derleme kılavuzu hazırlanmış ve kurulan derleme örgütleriyle on dokuz ayda 130.000 fişlik söz derlenmiştir. Bu çabaların tümü Cumhuriyetçilerin kültür konusundaki ciddi tutumlarının ve ilgilerinin, aynı zamanda da sınırsız güçlerinin açık kanıtlandır.94

İkinci Dil Kurultayı, iki yıl sonra 18-23 Ağustos 1934’te toplandı. Bütün terimlerin Türkçe kökenlerden türetilmesi, türetilecek bu öztürkçe kelimelerin de okul kitaplarına girmesi kararlaştırıldı. İkinci kurultaydan sonra yine söz derleme ve gramer çalışmalarına devam edilmiştir. Kurultayı takiben, Türkçenin Arapça etkisin de kalmasının başlıca nedenlerinden birinin ibadet dilinin Arapça olması iddiasına dayanılarak, din dilini Türkçeleştirme çalışmaları başladı. Ezanın Türkçeleştirilmesi, Kuran’ın Türkçe çevirisi bu düşüncenin ürünü olan uygulamalardır. Dilde sadeleşme hareketi 1931 ve 1935 Cumhuriyet Halk Fırkası programlarının karşılaştırmalı bir incelemesiyle de görülebi lir. 1931 programı günlük konuşma diliyle yazılmıştır, fakat 1935 programında o gün için az bilinen birçok öztürkçe kelime kullanılmıştır. Program kitapçığının sonunda 159 kelime içeren küçük bir sözlük de bulunmaktadır. Soyadı Kanunu da (1934) dil devriminin gelişiminden etkilenmiştir, çünkü alınacak soyadlarının Türkçe olmasına özellikle dikkat edilmiştir. Üçüncü Dil Kurultayı (1936) temel olarak Güneş-Dil Teorisinin ilanı niteliğindedir. Teori dilin nasıl doğup geliştiğini araştırmayı amaçlamaktaydı ve aslında öztürkçecilik hareketiyle bağlantılı değildi. Türk dilinin kadimliği ve başka dillere kaynaklık ettiği savunulmaktaydı. Bu teoriyi, Türk milletinin çok kadim bir millet olduğunu kanıtlama gayretinin tetiklediği söylenebilir. Bilimsel olmak ya da bir dil felsefesi yaratmaktan çok, dönemin siyasi amaçlarına cevap verir nitelikte, bu bağlamda tarih teziyle de örtüşen bir kuramdır. Tarih alanındaki çalışmalarla paralel bir şekilde, milli bilinci güçlendirmek amacıyla doğduğu söylenebilir. Arapça ve Farsçanın yaygınlığına tepki olarak, birçok kelimenin aslının Türkçe olduğunun ispatına çalışılmıştır. Dilbilimle profesyonel olarak ilişkisi olmayan avukat Yusuf Ziya Özer, “icatçı” milliyetçi ideolojinin beklentilerine cevap verecek bir makale ya zarak, Türklerin, Yunanlılardan önce Anadolu topraklarında yaşadıklarını, bu yüzden de birçok Arapça ya da Yunanca kelimenin as lının Türkçe olduğunu savundu.95 Özer*in iddiaları, tahmin edileceği gibi hiçbir bilimsel içerik taşımıyor, sadece birtakım ses benzerliklerine dayanıyordu. Mesela afrodit “avrat”tan, poseidon, Türk- çede gemi anlamına gelen “bostagen,,den, vulcanus, bulanık demek olan “bulkanığ”dan gelmekteydi.96 Dilin önemli bir ırksal nitelik olduğu, İkinci Türk Tarih Kongresinde iddia edilen konulardan biridir. Kongre’nin katılımcıların dan, Prof. H. R. Tankut, dil ve ırk meseleleri üzerine konuşmasın da, bu iki faktörün birbiriyle yakından alakalı olduğunu ve tarihön 95.

“İki Darülfünun Müderrisi Biribirlerini Teçhil Ediyorlar”, Vakit, 13 Nisan cesi zamanlara uzanan kökleri olduğunu savunmuştur. Tankut’a göre, dilin mantığı ve psikolojisi, sosyal olduğu kadar ırksaldır da: Sosyolojinin de dil üzerinde tesiri çok geniştir. Böyle olmakla beraber, ırkî şartların çok defa bu tesiri şiddetle karşıladığı ve çok defa yolundan çıkardığı müşahede ediliyor. …Bu substratum’da [en derin ve ilk kültür taba kası] esas ırkî unsurlardır. Eğer zahirde ayrı ayn ve yekdiğerine yabancı gibi görünen birçok dillerin hakikatte ve esasta bir tek dil yani Prototürk olduklarını söyleyebiliyorsak bu, bulduğumuz yeni lengüistik kuralların bu il mi esaslara istinat etmesindendir.97 Güneş-Dil Teorisi, Macar dilbilimci Kvergich’in Türk dili için hazırlayıp Atatürk’e gönderdiği, esas olarak bazı seslerin bazı kav ramları, duygulan ifade ettiklerini söyleyen denemesinden esinlenerek geliştirilmiştir. Kvergich’e göre -ş sesi genişlik, -k sesi dur gunluk, -r sesi yakınlık ifade eder. Atatürk bu denemeden ilham alarak kelimeleri kökleriyle açıklamaya çalışmış, dildeki kavramların ilk insanın güneş karşısında gösterdiği ses tepkisinden başla yarak oluştuğunu, çünkü insanın kendisini idrak ettikten sonra çevresindeki şeylere ad koymak isteyeceğini belirtmişti. Ömer Asım Aksoy, Gaziantep Halkevi’nde yaptığı konuşmada teoriyi şöyle açıklamıştı: Güneş-Dil Teorisi ile kurulan Türk ekolü tarihten önceye uzanmaktadır. Bu suretle klasik ekolün bulamadığı “Dillerin Orijinilini, hudud kabul etme yen Türk dehası tarihten önceki devirde bulmuştur. … Bahsettiğimiz devir de insan şuur ve idrak ile kâinata baktığı zaman; kâinata şamil, her şeyin fevkında, hiçbir şeyle kıyas kabul etmeyecek kadar fayda, kuvvet ve eser sahibi olarak güneşi gördü. Yiyeceğini, yolunu, meskenini gösteren ve kendisini ısıtan güneş ve güneşten çıkan birçok vasıflari gösteren sestir ki türlü manaları ihtiva eder. İşte dil, bu suretle güneşten çıkmış olduğu için nazariyemizin adı Güneş-Dil Teorisi’dir. Bu güzel ve şairane isim, dilin güneş ten çıktığım göstermekle beraber güneş gibi âlemşümul olarak dünyaya yayılmış olduğunu da ifade etmektedir.98 (a.b.ç.)

Teori dilde ilk sesi A olarak kabul eder, çünkü “fizyolojik tetkikler ve tecrübeler göstermiştir ki boğaz hiçbir kasılma ve zorlama yapmadan ve dile, dişlere, dudaklara, ağza hiçbir şekil ve hareket vermeğe lüzum kalmadan insanın en kolay telaffuz edebileceği ses A’dır.”99 Bu yüzden bu ses, “güneşin ve güneşten çıkarılan tüm mevhumların adıdır.”100 Aksoy’a göre bu ses Uygur, Altay, Kırgız, Yakut, ve Çağatay lehçelerinde ve Sümercede şu anlamla ra gelir: “kamer, hayret nidası, yaratmak, göstermek, düzen vermek, söylemek, renk değiştirmek, yükselmek, uyanmak, korku, anlamak, izah, akıl, su ışık, resim, efendi, ziya, gün, gök, yer, mevki, söz, zekâ, ateş, hararet, beyaz.”101 Üçüncü Kurultay’dan sonra Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adı Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir. Kurumun politikası da “Devrimci bir anlayış ve bilimsel bir yöntemle sürekli olarak özleşme ve gelişme” sözleriyle tanımlanabilir.102

Nazan Maksudyan – Türklüğü Ölçmek,syf.39-71

Dipnotlar:

1. Avrupa’daki önemli gelişmelerin geniş bir özeti için bkz. Elizabeth Wiske- mann, Europe of the Dictators, 1919-1945, New York: Harper & Row, 1966. 2. Eric Hobsbavvm, Age of Extremes – The Short Twentieth Century 19141991, Londra: Abacus, 1995. 3. Michela Nacci, “The Present as Nightmare: Cultural Pessimism among European Intellectuals in the Period between the Two World Wars”, Zeev Stemhell (der.), The Intellectual Revolt Against Liberal Democracy, 1870-1945 içinde, Je- rusalem: The Israel Academy of Sciences and Humanities, 1996, s. 105-28. 4. Cennet Ünver, İmages and Perceptions of Fascism Among the Mainstream Kemalist Elite in Turkey, 1931-1943, Boğaziçi Üniversitesi, yayımlanmamış yük- sek lisans tezi, 2001, s. 2. 5. Muhalefetin tasfiyesinin safhaları hakkında detaylı bilgi için bkz. Mete Tunç ay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti YönetimVnin Kurulması (1923-1931), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1999.

6. Kemal Karpat, “The Republican People’s Party, 1923-1945”, Political Par- ties and Democracy in Turkeyy Metin Heper ve Jacob Landau (der.), Londra-New York: I. B. Tauris and Co. Ltd. Publishers, 1991, s. 42. 7. A.g.e., s. 43-7. 8. Eric J. Zürcher, Political Opposition in îhe Early Turkish Republic – The Progressive Republican Party 1924-1925, Leiden: E. J. BrilI, 1991, s. vii. 9. Ali Rıza Cihan (der.), İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları 1920- 1973, cilt 1, Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınlan, No: 56, 1992, s. 379-80. 10. Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek-Parti Yönetimi, İstanbul: Altın Kitaplar, 1983, s. 41-2.

11. Biriz Berksoy, Party Conferences 1935-1945: Academia’s Contribution to îdeological Mobilization in Turkey, Boğaziçi Üniversitesi, yayımlanmamış li sansüstü tezi, 2000, s. 25. 12. Türk Ocaklan hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İstanbul: İleti şim, 1997. 13. Tekin Alp, The Turkish and Pan-Turkish ideal, Londra: Liberty Press, 1951, s. 19 (önceki basım: Tekin Alp, The Turkish and Pan-Turkish ideal, Londra: Admiralty War Staff Intelligence Division, 1917). 14. Hamdullah Suphi Tannövtr, Dağyolu, İstanbul: Yeni Matbaa, 1929, s. 24-5. 15. Mete Tunçay, a.g.e., s. 306.

16. Cumhuriyet, 24-25 Mayıs 1931* aktaran Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937), İstanbul: AFA, 1992; İle tişim, 2003. 17. Mete Tunçay, a.g.e., s. 307. 18. A.g.e., s. 307.

19. Ömek olarak bkz. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilâli, İstanbul: Altın Kitaplar/Kaynak, 1967/1995; Tekin Alp, Kemalizm, İstanbul: Cumhuriyet Matba ası, 1936; Recep Peker, İnkılâp Dersleri, Ankara: Ulus Basımevi, 1936.

20. İlhan Tekeli, Selim İlkin, Bir Cumhuriyet Öyküsü: Kadrocuları ve Kadro’ yu Anlamak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2003, s. 295. 21. Burhan Asaf Belge, “Bizdeki Azlıklar”, Kadro, cilt II, sayı 16, Nisan 1933, s. 52. 22. Cumhuriyetin 75 Yılı, cilt 1,1923-53, İstanbul: Yapı Kredi, 1998, s. 143-4. 23. Feroz Ahmad, ittihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay, İstanbul: Kaynak, 1985, s. 222.

24. Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım (1923-1945), Ankara: Gün- doğan, 1992, s. 119. 25. Tekin Alp, Kemalizm, s. 196. 26. Büşra Ersanlı, a.g.e., s. 112.

27. Cahit Tanyol’un önsözü, Mahmut Esat Bozkurt, a.g.e., s. 3-4. 28. Sözü edilen “güçlü sav”, Giriş bölümünde belirttiğim günümüz sosyal bi limcilerinin bu kitabın yoğunlaştığı Erken Cumhuriyet dönemine hukuki çerçeve den bakması ve bu metinleri vatandaşlık esasının delilleri saymalarına dayanmak tadır. 29. T. K. Oommen, Citizenship, Nationality, and Ethnicity: Reconciling Com- peting Identities, Cambridge: Polity Press, 1997, s. 14.

30. Anthony D. Smith, National Identity, Londra: Penguin Books, 1991, s. 103-4. 31. David Kushner, Expressions of Turkish National Sentiment During the Ti me of Sultan Abdülhamid II, 1876-1908, University of Califomia, doktora tezi, 1968, s. 25; Türkçesi: Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, çev. Şevket Ser dar Türet, Rekin Ertem, Fahri Erdem, İstanbul: Kervan, 1979. 32. David Kushner, a.g.e., s. 70-1. 33. Bkz. Ek 3. 34. ”Üç Tarz-ı Siyaset”, İstanbul, 1327 (1911).

35. Frank Chalk ve Kurt Jonassohn, The History and Sociology of Genocide, Ne w Haven: Yale University Press, 1990, s. 249, 259. 36. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876- 1935), Ankara: Tarih Vakfı Yayınlan, 1986, s. 84. 37. Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918j, Ankara: Tarih Vakfı Yayınlan, 1982, s. 32. 38. David Kushner, a.g.e., s. 95.

39. Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthaus Story, New York: Double- day, 1918, s. 51; Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası, çev. Belkıs Torfilli, İstanbul: İSİS, 1991, s. 32-3. 40. Werber J. Çalınman, “Religion and Nationality”, American Journal ofSo- ciology, 49 (4), 1944, s. 524-9. 41. Taner Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunuy İstanbul: İletişim, 1992, s. 101. 42. A.g.e., s. 42. 43. Jacques Barzun, a.g.e., s. 145.

44. Elias, a.g.e., s. 329. aktaran Taner Akçam, s. 101. 45. Kushner, a.g.e., s. 9. 46. Günay Göksu Özdoğan, The Case of Racism-Turanism: Turkism During Single Party Period, 1931-1944: A Radical Variant of Turkish Nationalism, Boğa ziçi Üniversitesi, 1990, s. 43-6; Türkçesi: “Turan”dan “Bozkurt”a: Tek Parti Dö neminde Türkçülük, 1931-1946, İstanbul: İletişim, 2001. 47. Taner Akçam, a.g.e., s. 42.

48. Cem Eroğul, “Aydınlanma Aracı Olarak Öz Türkçe”, Bilanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Yılına Toplu Bakış Uluslararası Kongresi, Ankara, 10-12 Aralık 1998, der. Zeynep Rona, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 1999, cilt 1, s. 276. 49. Anthony D. Smith, National Identity, s. 103-4. 50. Günay Göksu Özdoğan, a.g.e., s. 10-11.

51. İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 20-25 Eylül 1937, Kongrenin Çalış maları ve Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara: Maarif Vekâleti, 1943, s. 223. 52. Vasfi Raşit Sevig, Türkiye Cumhuriyeti Esas Teşkilat Hukuku: Yüksek Po lis Enstitüsü’nde Verilen Dersler, Ankara: Ulus Basımevi, 1938, s. 287, 326.

53. Hocaoğlu S. Ertürk, “Irkçı-Turancı Atatürk”, Orkun, cilt 41, 13 Temmuz 1951, s. 3-5. 54. Thomas Nipperdey, “İn Search of Identity: Romantic Nationalism, Its In- tellectual, Political, and Social Background”, Joan S. Skumovvicz (der.), Romantic Nationalism and Liberalisin: Joachim Lelewel and the Polish National Idea için de, Boulder: East European Monographs; New York: Columbia University Press, 1981, s. 5. 55. BüşraErsanlı, a.g.e., s. 22. 56. Eric Hobsbawm, “Introduction: Inventing Traditions” ve “Mass Producing Traditions: Europe, 1870-1914”, Eric Hobsbawm ve Terence Ranger (der.), The In- ventionofTradition içinde, Cambridge: Cambridge University Press, 1983, s. 265. 57. Anthony D. Smıih, National Identity, s. 66. 58. Ufuk Esin, “Türkiye Cumhuriyetinin 75. Yılında Atatürk Düşüncesinde Ulusal Kimliğin Oluşumu”, Türkiye Cumhuriyetinin 75. Yılında Bitim “Bilanço 1923-1998” Ulusal Toplantısı, Ankara Eylül 1999, İstanbul: TUBA, 1999, cilt 1, 2. Bölüm, s. 286. 59. Murat Katoğlu, “Yeni Tarih Anlayışı ve Türk Tarih Kurumu”, Türkiye Ta rihi 4, İstanbul: Cem, 1992, s. 422. 60. Biişra Ersanlı, a.g.e., s. 75. 61. Türk Tarih Tezi’nin meydana çıkışıyla, Türk Ocaklan üzerinde devlet kontrolünün arttınlması eğiliminin bağlantılı olduğu açıktır.

62. Cumhuriyet, 29 Nisan 1930, no. 2148. 63. Uluğ İğdemir, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1973, s. 68-9. 64. Füsun Üstel, a.g.e., s. 336. 65. Kitabın ilk sayfasında sadece yüz nüsha basıldığı ve az sayıda kişiye da ğıtıldığı belirtilmektedir. Bunlar, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti üyeleri ve konuy la ilgili birkaç kişidir. 66. Türk Tarih Heyeti: Afet İnan, Mehmet Tevfik, Samih Rifat, Yusuf Akçura, Dr. Reşit Galip, Haşan Cemil, Sadri Maksudi, Şemsettin Bey, Vasıf Bey ve Yusuf Ziya Bey.

67. Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi, İstan bul: Kaynak, 1999, s. 25. 68. Uluğ İğdemir, a.g.e., s. 25. 69. Katılımcıların büyük çoğunluğu ortaokul ve lise öğretmenleridir.

70. Birinci Türk Tarih Kongresi, Kongrenin Zabıtları, Konferanslar, Münaka şalar 1932, İstanbul: Maarif Vekâleti, 1932, s. 14-7. 71. Pittard ırk ve tarih arasında sıkı bir ilişki görüyordu» çünkü insanın tarihi ni doğal tarihe bağlıyordu. Türk ırkının kökenleri üzerine araştırmalar yapmış ve arkeolojik bulgulardan antropolojik sonuçlara varmıştır. Temel hedefi Orta Asya ve Türkler arasındaki bağı abartılı antropolojik benzerliklere başvurarak göster mektir.

72. Birinci Türk Tarih Kongresi…, s. 30. 74. A.g.e., s. 22-4. 73. A.g.e., s. 31. 75. A.g.e., s. 48;

76. A.g.e., s. 50. 79. 11. A.g.e., s. 99. 78. A.g.e., s. 109, 111. Muharrem Fevzi Togay, Yusuf Akçura, Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Hüsnütabiat Basımevi, 1944, s. 40.

80. Büşra Ersanlı, a.g.e., s. 103. 81. Howard E. Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Ata türk, Ankara: Dost, 1968, s. 189. 82. Afet İnan, “Tarih İlminin Dinamik Karakteri”, Ankara Üniversitesi Yayın ları 38, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1956, s. 4: “Atatürk memleketimizdeki en kadim medeniyetleri keşfetmek, farklı dönemlerden Türk halklanyla sağlam bağ lar kurmak ve bilimsel metotlarla genel bir Türk tarihi yazmak istiyordu.”

83. Birinci Türk Tarih Kongresi…, s. 261. 84. A.g.e., s. 262. 85. A.g.e., s. 47.

86. A.g.e., s. 329. 87. Şevket Aziz Kansu, Antropoloji Dersleri, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938, s. ii-iii. 88. Birinci Türk Tarih Kongresi…, s. 271, 275.

89. Denilebilir ki üniversite reformu aslında milli tarih tezinin yaratılmasıyla ilgilidir. İleride bununla daha detaylı ilgileniyorum, ama burada bir örnek vermek istiyorum. Darülfünun Tarih profesörlerinden Zeki Velidi Bey, Tarih Kongresi’nde söz alıp “kuraklık” tezinin yanlış olduğunu söyleyince Reşit Galip’in (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Genel Sekreteri) şiddetli itirazlarıyla ve hakaretleriyle karşılaş mıştır. Ardından hem üniversitedeki işinden ayrılmış, hem de ülkeyi terk etmiştir.

90. “Lisan ve Edebiyatımız”, Sabah, no. 3132, 8 Ağustos 1898, aktaran David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul: Kervan, 1979, s. 96. 91. BüşraErsanlı, a.g.e., s. 75. 92. David Kushner, a.g.e., s. 57.

93. Murat Katoğlu, a.g.e., s. 418. 94. A.g.e., s. 419.

95. “İki Darülfünun Müderrisi Biribirlerini Teçhil Ediyorlar”, Vakit, 13 Nisan 1927. 96. Murat Katoğlu, a.g.e., s. 420.

97. İkinci Türk Tarih Kongresi…, s. 223. 98. Ömer Asım Aksoy, Güneş-Dil Teorisi ve 3. Türk Dil Kurultayı, Gaziantep: Gaziantep Halkevi Matbaası, 1936, s. 5-7.

99. A.g.e., s. 7. 100. A.g.e., s. 8. 101. A.g.e., s. 9. 102. Murat Katoğlu, a.g.e., s. 422. 103. Anthony D. Smith, National Identity, s. 75, 164.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir