Türkiye’de Seçkin Zümrenin Değişimine Dair Bir İzah Denemesi
Mezar gıpta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
Yahya Kemal / Süleyman Nazif
“Herkesin rûhanî kurbiyeti ne kadar ise,
Muhammedi verasetten de o kadar varistir.”
Bayram-ı Veli
Medeniyetleri, kültürleri, ülkeleri, devletleri, hâkimiyetleri, hükümetleri, iktidarları (adına ne dersek diyelim insan topluluklarının eseri olan ve onları bir arada tutan “anlam yapıların) gerçekte kuran ve devâm etmelerini sağlayan “şey”in sırrının tam olarak çözüldüğünü henüz söyleyemeyiz. Ama böyle bir “sır” olduğunu ve bu sırrın birden fazla doğru yorum ve çözümünün olabileceğini artık biliyoruz. Bir şeyi daha biliyoruz ki, bütün bir siyasî düşünceler tarihi sanki bu sırrın çözümüne dair tartışmalardan ibaret. Ayrıca her toplumun kendine mahsus sim olduğu gibi kendine mahsus çözümünün de olacağı aşikârdır.
Bu sırrın gerçek sırdaşları ise, bir bakış açısına göre; sadece o toplumsal yapıların azizleri veya kurucu babaları olabilir. Bu azizler, o anlam yapılarının (devlet, bayrak, ülke, medeniyet vs.) sadece sistematiğini değil, aynı zamanda metafiziğini de inşa ederler. O müesseseler zamanla bir şekilde yalnızca o metafiziğe dayanarak ayakta kalır. Bu metafizik ve onun azizleri olmadan, o yapıların büyülü mânâlarını tam olarak izah edemeyiz.
Aslında bütün toplumsal sistemler, ait olduğu toplumun inanç hiyerarşisi içinden çıkan kıymetler tablosu çerçevesinde şöyle veya böyle müteal kabul edilen değerler esas alınarak kurulur. Bütün dinlerin, ideolojilerin ve yönetim şekillerinin, hatta ideolojisiz bir yönetim tekniği olması varsayılan demokrasilerin dahi azizleri ve üstün değerlerden neşet eden ilmihâlleri vardır. Bu değerlerin temel vasfi, ahlâki oluşları ve fizikötesi kıymetlere istinat etmeleridir. Bu yüzden bu kurucu azizlerin hepsi aynı zamanda birer ahlâk kurucularıdır. Gerçekte hepsi bir şekilde peygamberlerin tebliğ ettiği şeyi devam ettirirler veya o tebliğle bir şekilde irtibatlıdırlar. Hepsi öncüdür, hepsi radikaldir, hepsi idealisttir…
İlk bakışta fark edilmese bile “gerçek” dünyada yalnızca bu idealistler hükümrandır. Belki görünmezler ama gerçek muktedir onlardır. Onlar bir memleketin hakiki seçkinleridir. Onlar iç âlemde de iktidardır. Sosyalist, kapitalist, Müslüman, Budist veya Hıristiyan fark etmez. Onlar görünen dünyanın görünmeyen “iktidarıdır”. Onları muktedir yapan asıl şey, pür ahlâki zeminde yaşamayı “tercih” etmeleridir. Bu yüzden onların yegâne endişeleri “hakikattir”. Aslında iktidarı pek umursamazlar.
Onların durduğu yerden bakıldığında iktidar, “sahih” bir güç değildir. Çünkü iktidar gerçek dünyaya değil, “fani dünya”ya ilişkin bir şeydir. İktidar sekülerdir, dünyevîdir, geçicidir, elden ele gezer ve hakikat nezdinde bir kıymet ifade etmez. Bu yüzden iktidarın dünyası kendini anlamlandırabilmek için her zaman kendinden üstün bir dünyanın değerlerine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç dahi oldukça reel, dünyevî, teknik anlamda fonksiyonel, değerden bağımsız[1] yani tabiat kanunu gibi bir şeydir.
Sizin iktidarınız gözünüz açıkken, benimki gözümü kapayınca
Çocukluğum 1960’h yılların Aksaray’ında geçti. Aksaray, tarihî, kültürel açıdan özellikle “hâkimiyet hatıraları”[2bakımından Selçuklu esintileri taşıyan bir Orta Anadolu şehridir. En azından o yıllarda öyleydi.59 Şehrin sosyal hafızasında Selçuklu Medeniyetinin tedaileri yanında Somun- cu Baba, Yusuf Hakikî Baba, Ali Baba gibi Osmanlı dönemine dair isimlerin de ayrı bir yeri vardı. Bu isimler, hâlâ bir şekilde sosyal tesirlerini devam ettirmekle beraber o yıllarda (yani 60’larda) sanki biraz daha kuvvetli bir tonda geleneğin içinden sesleniyorlardı. Selçuklu ve Beylikler döneminin eserlerinden olan Ulu Cami ve Kızıl Minare gibi mimarî yapılar ise şehrin iç hafızasında hayatiyetlerini günümüzde tesirleri hemen fark edilecek bir şekilde sürdürüyor.
Aksaray, tipik bir Anadolu şehri işte. Sokak aralarında yatırlar, evliya türbeleri, etrafında masallar dolaşan yalnız mezarlar ve bunların çevresinde şehre rengini ve asıl hüviyetini veren birçok isim… Bu isimler, şehir hayatının içinde adeta bir hemşehri gibi yaşıyor ve Aksaraylıların zihin ve muhayyilelerine sirayet ederek sanki onların hayalhanelerini tanzim ediyorlardı.
Ne var ki bu isimler arasında geçmişte Aksaray’ı yönetmiş, iktidar seçkini diyebileceğimiz yönetici elitten hiçbir muktedirin adı neredeyse geçmezdi.3 Şehrin manevi havasında dolaşan ruhlar ekseriyetle, hatta tamamen ilim ve gönül dünyasında yaşayan isimlerden oluşuyordu.[4] Bundan şehrin kendini yönetenleri unuttuğu sonucunu çıkaramayız elbette. Ama hayatiyeti ve işlevi devam ettirilerek yaşatılan veya kendi muharrikleri ile yaşayan isimlerin daha çok kalp ve zihniyet dünyasına ait maneviyat büyükleri olduğunu da inkâr edemeyiz.
Yaşadıkları devirde büyüklüklerini umumun paylaştığı değerler dünyasından alıp kendilerine mahsus bir hiyerarşi içerisinden toplumsal muhayyileye yansıtan ve halka yakınlığına rağmen “yönetici elit”in iktidar atmosferine mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan “ruh aristokratları”… Büyüklüklerini bugün de devam ettirmeleri öyle anlaşılıyor ki âid oldukları dünyaya mahsus değerlerin ömrü ile kayıtlı görünüyor.
Sanki o “maneviyat büyükleri”nin yaşadıkları yılların eski Aksaray’ında, iktidar seçkinleri dünyasından ayrı ama ondan çok da farklı olmayan bir dünyada yaşayan ve seçkinliğini tamamen sivil ve kendiliğinden işleyen oldukça tabiî bir sosyal süreç içinde kazanan ve belki de bu yüzden halkın daha çok alâkadar olduğu bir dünya veya halkın daha çok itibar ettiği ayrı bir seçkinlik hiyerarşisi vardı.[5] Bu “fizikötesi seçkinler” hiyerarşisinin halk nezdinde gördüğü itibar iktidar seçkinlerininkinden az değil hatta sanki daha kuvvetliydi. Bunların itibarı, dünyevî iktidarın biraz uzağında ama sanki daha sahih ve daha gönüllü bağlara yaslanıyordu.[6]
Birbirinden tamamen farklı iki ayrı zihniyet dünyasının varlığından söz edebilir miyiz bilemiyorum ama farklılığı hissedilebilen bir sosyal alanın varlığını ve resmî muktedirler dünyasından değişik bir hiyerarşi olduğunu inkâr edemeyeceğimiz aşikâr. İstinat ettikleri birim değerleri bakımından bu iki ayrı dünyanın birbirlerine yakınlığı veya uzaklığı elbette tartışılabilir. Lâkin toplumsal işlevleri açısından iki ayrı sosyal değerlendirme mekanizmasının varlığı inkâr edilemez gibi görünüyor.[7] Aynı dünyadan neşet etmelerine rağmen farklı görünen bu iki ayrı âlem birbirlerine yaklaştığı nispette Türk dünyası da yükselmiştir.
Devlet gücünü kullanan idareci seçkinlerin dünyası daha çok dünyevî ve örfî bir dünyaydı; metafizik dinamiklerden kuvvet alan manevi seçkinlerin dünyası ise kültürel ve dinî kodlara yaslanan manevi değerler dünyası. Mevlana’nın “Sizin saltanatınız gözünüz açıkken devam eder; bizimki ise gözümüzü kapayınca başlar” sözü böyle bir ayrışmanın en uç ifadesi olarak okunabilir. Burada Mevlana’nın sözünü ettiği dünya, kendi dünyası, tarikatlara ait tasavvuf! bir dünya imiş gibi görünse de yansımaları açısından asla sadece onlara ait olmayıp, toplumsal açılımları olan, kamusal alanda da tesirleri görülen ve farklı bir değerler hiyerarşisinde ifadesini bulan bir dünya idi.
Öyle ki neredeyse toplumun tamamı, hatta yönetici seçkinler bile o dünyanın gölgesinden bir şekilde etkileniyorlardı. Çünkü Mevlana’nın dünyasına ait değerlerin benimsenmesi kendiliğinden ve hiçbir dış zorlama olmadan gerçekleşiyor, muktedirler dünyasında da geniş bir kabul görüyordu. O kadar ki bu iki dünya arasındaki mesafe, “idari meşruiyet”in de bir bakıma ölçüşüydü. Buna rağmen bu dünyalar arasında ihmal edilemeyecek bir gerilim de her zaman vardı.
Günlük hayatta muktedirlerin dünyası insanlara biraz uzak ve soğuk görünüyordu. Kendi halinde yaşayan “sade insan” devlete uzak durmayı seçiyordu. Hatta bazı âlim ve mutasavvıflar devlet kademelerinde görev almaktan “ölüm pahası”na kaçınıyorlardı. O kadar ki klâsik kültürümüzde devlet idâresinden ve idârecilerden uzak duruş, atasözleri- ne kadar sinmiş toplumsal bir tavırdı. Ancak bu toplumsal tavrı devlete ve dayandığı değerlere yabancılık veya karşı oluş olarak okumak bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Bu bakımdan “Allah kimseyi devlet kapısına düşürmesin” sözünü, “Allah devlete ve millete zeval vermesin” sözü ile beraber okuyunca burada anlatılmak istenen şeye daha çok yaklaşılır diye düşünüyorum.
Bu uzak duruş tavrını, idareyi kirli görmenin değil, idârenin sahip olduğu ve dağıttığı maddî ve dünyevî değerlerden daha üst bir değerler tablosuna itibar etmenin neticesi olarak görmek herhalde daha az yanıltıcı olur. Çünkü bu duruşa yakından bakıldığında devlete uzak durmakla beraber devlete karşı bir tavra da kolay kolay rastlanmaz. Ancak her halükârda devletin uzağında kalmak isteyen ve en az devletlû seçkinler kadar güçlü, kerameti kendi değerler dünyasından menkul ayrı bir seçkinler dünyasının varlığı da inkâr edilemez. Bu dünyanın seçkinleri ve değerleri günlük sosyal hayata devletten daha yakın ve sosyal hayatta devletten daha müessirdi.
Bahçe biziz gül bizdedir
Günlük hayatı düzenleyen hukuki normların kaynağı tamamen olmasa da büyük ölçüde vahye dayanıyordu. Ayrıca vahyin gündelik hayat içerisindeki anlık gelişmelere vereceği cevapların yani bir tür yasamanın üretileceği mekanizma içerisinde “sivil”[8] diyebileceğimiz süreçlerin de ihmal edilemeyecek boyutta tesirleri vardı. İslâmî literatürde “içtihat” denilen yasama faaliyeti resmî veya sivil ayrımına pek fazla itibar etmeyen bir hukuk müessesesidir. O kadar ki merkezî hükümetin fizikî olarak da uzağında bulunabilen mesela herhangi bir köyde hatta “başka bir memlekette” ikamet eden bir ilim adamı insanların günlük hayatlarına dair bir kural geliştirebiliyor, bu kural genel olarak ulemanın ekserisi tarafindan şeriata uygunluğu onaylanınca da hukuki bir norm haline geliyor ve bütün İslam ülkelerinde benimsenebiliyordu.
Kıyas-ı fukaha ve icma-i ümmet dediğimiz hukuk mü- esseseleri tabiatları icabı sivil süreçlerde işleyen hukuk kaynaklandır. Bir tür sivil yasama… İşte bu sivil yasamanın getirdiği bazı ayrıcalıklar ve toplumun dinî hayatını yani toplumsal yansımaları itibarıyla gönlünü ve vicdanını düzenleyen bir seçkinlik anlayışı, tabiatıyla ayrı bir dünya oluşturuyordu ve “itibar” açısından “devletlû” anlayışından hiç de aşağı kalmıyordu. Devlet katında geliştirilen hukuk, yani “örfî hukuk” ise daha çok kamusal alanı düzenliyordu. Özel alanlar ve kamusal alanın fertlere ilişkin düzeyde resmî sınıflarla birlikte ahaliye de hitap eden bölümleri ise bir sivil yasama sayabileceğimiz “içtihadî” süreçlerin katkısıyla düzenleniyordu.
İçtihat, bilindiği gibi şahsî birtakım vasıfları ve uzmanlık bilgilerini gerekli kılıyordu. Müçtehitlerin taşıması gereken vasıflara baktığımızda görürüz ki hukuk yapıcısı olan müçtehit aynı zamanda Mevlana’nın bahsettiği gözü kapatınca görülebilen âlemin de saltanatına mensup olmalıdır. Aksi halde yapılan içtihadın getirdiği hukukî normlar, toplum tarafından kabul merhalesinde zaman zaman reddedilebiliyor veya biraz zorlanarak kabul ediliyordu.
Burada elbette müçtehidin vasıfları ön plana çıkıyordu. Müçtehidin, o ruh aristokratlarının, o mânâ büyüklerinin sınıfından olması içtihadî kurallara karşı gösterilecek toplumsal rızayı adeta kendiliğinden üretiyordu.
Klâsik kültürümüzde yönetici seçkinlikten farklı olan bu “kesbî” ruh seçkinliği temelde itikat, ilim ve amele dayanırdı. Bu seçkinliğin temellük tarzı ve yükseliş basamakları, mansıpları, mevkileri ile toplumsal hayatta mevzile- nişi de çok farklıydı. Temellük tarzı seçkinliği tayin eden faktörlerin dünyasında yapılan cehdli bir yolculuğu gerekli kılıyordu. Bu yolculuk ancak “ruh”u olanların katlanacağı bir kalb yolculuğuydu. Fizikötesi bir âlemde cereyan ettiği için yolculuğun ara menzilleri ve irtifa kademeleri “gayb izi” taşıyan[9] ve ancak erbabınca fark edilebilen toplumsal “makam”lardı. Bu makamlara toplumsal hayatta “görünür” olmayan ama oldukça fonksiyonel, “irfan” içinden merdivenlerle çıkılırdı. Çıkılan yerin derunî değerlere açılan manevî bir tarafı vardı. Ama buna rağmen gaybî seçkin olmanın cehd ve kabiliyet gerektiren bir yanı da her zaman vardı.
O metafizik aristokratların dünyasındaki hiçbir mansıp, içi boş bir mesnede istinat etmediği gibi, onların dünyasında her türlü seçkinliğin kişinin kendi kabiliyetini ilgilendiren bir tarafı vardı. Ve en mühimi cemiyet nazarında bu fizikötesi seçkinliğin daha çok bilgi, amel, sezgi ve “nasip” gibi dünyevî değerlere kolay tahvil edilemeyen gerekçeleri vardı.
Klâsik değerler dünyamızın manevî hiyerarşisi içerisinde kendine mahsus bir seçkinliğin tebarüz ettiği bu sahalarda kabiliyetin dışında soyluluk, zenginlik, makam, mansıp gibi hiçbir ön şart aranmıyordu. Bu seçkinlik sahaları herkese açıktı ve avamdan birinin dahi bu fizikötesi özelliklere sahip olma imkânı her zaman vardı. Çünkü bu sahadaki üstünlük vasıfları liyakat ve kabiliyete dayanıyordu.
Irkî veya içtimâi menşe kesinlikle sorgulanmazdı. Ezkaza herhangi bir sebeple sorgulansa dahi bu sorgulamanın neticesi asla “norm” kabul edilmezdi. Çünkü böyle bir sorgulamaya esas teşkil edebilecek normatif kurallar yoktu. Bu konuda aleni tartışma yapılabilecek bir atmosfer de yoktu. İnsanların menşei belki gizli olarak tetkike konu olabilirdi ama kimse bunu ifşa edip herhangi bir müeyyideye mesnet saymaya tenezzül etmezdi. Kesinlikle bu konuda yasaklar koyan bir kurallar veya teamüller hiyerarşisi de yoktu. Zira insanın “insan” olmaktan başka doğuştan getirdiği hiçbir zenginliği yoktu. “Analar hür insanlar doğuruyor”du çünkü.[10]
Seçkinliğe temel teşkil eden değerler münhasıran avamın ya da havassın inhisarında değildi. Herkese açıktı. Çünkü bu değerler daha çok dinin ve ahlâkın sahasındaydı. Öğretilemeyen, plana ve programa gelmeyen bir yanları vardı. Ağırlıklı olarak his ve sezgi düzeyinde intikal ettirilirdi. Bütün İlmî tasniflerin dışında tutulan bir imti-yazları vardı. Ama bütün ilimlerin özünde de bu değerlere ulaşmak gibi bir “iç gaye” vardı. Çünkü ilmin ahlâkî olmak vasfi o yılarda devam etmekteydi.
Muktedirler sınıfında bile bu değerlere karşı açık bir saygısızlık görülmez hatta derin bir saygı hissedilirdi. Devletten bağımsız sivil seçkinler dünyasının kıymet hükümlerinin, muktedirler katında çok aşikâr olmayan ama oldukça etkin bir fonksiyonelliği vardı. Çünkü muktedirlerin resmiyet kazanmış ve kamuoyu önünde ifade edilebilecek gayeleri “manevî” değerlere ulaşmak veya onlara göre kıymet kazanmaktı.
Bu itibarla, bu değerler, iktidarın “dolayım”ından geçerek devlet atmosferini de düzenleyici bir işlev yüklenebiliyordu. Devlete âid gücün sağladığı imtiyazlı mevki yanında devlet gücünün meşruiyeti bu “sivil”, “manevî” değerlere olan mesafe ile doğru orantılıydı. Çünkü hayatın düzenleyici kıstasları bu değerlerden mülhemdi. Bu tespitin pratikte tatbiki imkânsız gibi görünebilir, ancak tatbik kabiliyeti tartışmalı olsa da toplumsal görünürlüğün başka türlü ifade edilmesi mümkün değildi.
Her bilen bilir mi; bilmekten bilmeye şükür ki fark var
Klâsik anlayışta ilim, sosyal kıymet hükümlerinden bağımsız olmadığı gibi aşağı ve yüksek tabakadaki kişilerin şahsî hayatlarını düzenleyen bir başvuru kaynağı ve ortak bir ıstılahlar bütünüydü. Çünkü hayattan bağımsız ve ma- nevî-kültürel değerler bakımından tarafsız bir ilim anlayışı toplumsal hayatta henüz kendine yer bulamamıştı. İlmin hâlâ hayata dönük bir tarafı vardı. Müspet ilim veya fen ilimleri diye tasnif edilen ve din dışı sayılan ilimlerin dahi ahlâka ve irfana taalluk eden bir vasfının olduğu kabul edilir. Böylece hayatın özünde mündemiç bir cevhere hitap ettiği düşünülürdü.
Tarafsızlık kayıtsızlık sayılır ve hayatın bütün sahaları için asla anlaşılmayan ve kabul edilemeyen bir tavır olarak görülürdü. Bu bakımdan ilmin “ahlâk dişiliğini” -ahlâki değerlerden bağımsız oluşunu- Osmanlı uleması hiçbir zaman kabul edememiştir. Dolayısıyla muhayyile, dil, rüya ve akıl gibi sahalarda benzer renkler taşıyan ve muhakkak ki bir ahenk ihtiva eden sosyal tavırdan ilim telakkisi de nasibini almıştı. “Faydasız ilim” diye bir kavram ve bu kavramın toplumsal bir işlevi vardı. İnsanlar faydasız ilimden Allah’a sığınıyordu.
Osmanlı dünyasının değerler tablosunun referans kaynağı olan İslâm, avam havas ayrımı yapmadan bütün insanlara hitap ederdi. İslâmî ıstılahta bir tek kelimenin bile, yalnız avama veya yalnız havassa mahsus değil, her seviyeye hitap eden, şümullü ve birleştirici bir fonksiyonu vardı. Belki bazı kelimeler mânâ itibariyle ledünnî kabul edilirdi. Bunlar, “ifşaat-ı Muhammediye”den değil, ancak “emânât- ı Muhammediye”den sayılır ve yalnızca ehline hitap ederdi. Bu ledünnî sahanın emir ve mesajları yani Muhammedi emanetleri umum için bağlayıcı değildi.
Bu emanetlerin sırrına vakıf olanların, mahiyetini bugün izahta zorlanacağımız bir seçkinliği o gün için çok anlaşılır bir şekilde temellük ve temsil ettikleri varsaydırdı. Belki de bu yüzden Osmanlı toplumu sadece maddî sahalarda tesiri görülebilen dünyevî bir aristokrasiden -en azından Müslüman ahali katında- mümkün mertebe manevi meşruiyeti ve iltifatı esirgemiştir. Dünyevî gücün sahiplerini de elbette “saymış” ancak bu “sayma” işi hiçbir zaman gönüllü bir “rıza” ile taçlandırılmamışım.
Öte yandan dünyevî mânâda güç, kuvvet ve zenginlik sahipleri dahi o maneviyat büyüklerine iltifat etmişlerdir.[11] Çünkü hiç kimsenin meşruiyetini dinin tayin ettiği zihniyet dünyasından almayan bir zenginliğe veya değere çok fazla ve aşikâre itibar etmesi hoş görülmezdi. Bu anlamda insanları ayıran ve sahip oldukları “maddî” zenginliklere göre tasnif eden herhangi bir hiyerarşinin toplum içinde “açık kabul” görmesi elbette düşünülemezdi. Maddî zenginlikler hiçbir kalıcı tasnife mesnet teşkil edemezdi.
Aristokrasiyi[12] Batıda yerine getirdiği “fonksiyon” itibariyle düşünürsek Osmanlıda aristokrasinin yerini “sünûf-u devlet” tutmuştur[13] diyebiliriz herhalde. Gerçi “fonksiyon” itibariyle bakıldığında Osmanlıda bütün toplumsal tabakaların ve zümrelerin gayesi devleti faal tutmaktı. Çünkü Türklerde devlet, bütün faziletlerin kaynağı sayılıyordu.[14] Sadece aristokrasinin değil hiçbir sosyal kesimin devletten bağımsız olarak kendi varlığıyla mukayyet bir sebeb-i vücudu yoktu. Belki de, sınıflı bir toplum olmayışımızın en önemli sebebi devletin bu “özgün konumlanış”ı idi.
Bu itibarla Osmanlıda bir “ilim aristokrasisi”nin olduğunu veya aristokrasiye -her şeye rağmen- benzeyen tek sosyal zümrenin ilmiye sınıfı olabileceğini söylemek fazla yanlış olmaz. Yazının başında bahsi geçen “metafizik seçkinlerin” meşruiyetlerini istinat ettirdikleri değerlerin mimarı ilmiye sınıfi idi. İlmiye sınıfı, sanki o fizikötesi âlemin zahirini inşa ediyordu. O mânâ büyükleri “zahir uleması” dedikleri ilmiye mensuplarına aslında ters düşmemeye dikkat ederlerdi. Kaldı ki ilmiye sınıfının da büyük çoğunluğu maneviyat erlerindendi. O fizikötesi âlemde dahi söz sahibiydiler. Bu mânâda ilmiye sınıfına belki tam olarak aristokrasi diyemeyiz ama toplumsal planda avam-havas,devletlû-sivil herkes tarafından kabul gören bir imtiyaz ve devamlılıklarının olduğunu da herhalde görmezden gelemeyiz.
Bu noktadan bakıldığında Osmanlı toplumunda da bir değerler ve zümreler hiyerarşisi elbette vardı. Bu hiyerarşinin künhüne bugün tam vakıf olamıyoruz ama garip bir kıdemiyet, hiyerarşi ve kıymetlendirme sisteminin varlığını da inkâr edemiyoruz.
O mânâ öyle toplamış ki bizi,mânâyı yitirsek de dağılmıyoruz
Batılılaşma sürecinde kadîm devirlerde geçerli olan hiyerarşi sarsıldığı için toplum kendince yeni bir hiyerarşi oluşturmakta gecikmemiş lâkin toplumsal derinliklerden kuvvet ve meşruiyet alamadığı için bu hiyerarşi, milletle nizalı ve biraz zora dayanan bir sahtelikle malul olmuştur. Toplumsal mikyaslar itibarıyla sahih kıymetlere istinat etmeyen bu “sahte hiyerarşi” devlete olan yakınlık mertebesinde, devlet görevlileri arasında özellikle de Tanzimat paşaları çevresinde örülmeye başlamıştır. Sahte diyorum, çünkü bu hiyerarşi hiçbir zaman “tecrübe” edilme imkânını bulamamış ve her dönemde devletin sahip olduğu güç halesinden nemalanarak günümüze kadar gelmiştir. Zaten günümüzde de neyin ne olduğu cumhuriyet döneminin ilk yıllarında cereyan eden hercümerç yüzünden iyice birbirine karışmıştır. Cumhuriyet dönemi bu sahteliği kurumsallaştırmıştır.
Bu sahtelik aslında bir değerler buhranının hem sebebi hem de neticesi olmuş ve bu kıymet erozyonu içinde insanımız bir arada yaşama kabiliyetini ve samimiyetini yitirmiştir. Çünkü “kadîm” seçkinlik müessesesinin ortadan kaldırılması kendiliğinden olmamış ve sadece seçkinlerle sınırlı kalmamış, koskoca bir dünya bütün kıymet hükümleriyle beraber gürül gürül elimizden kayıp gitmiştir.
Gerçek değerler kaybolunca da dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi bizde de “alelâdelik” kendini seçkin mevkiine koyma fırsatını yakaladı ve toplumun sabit vahid-i lavasileri kaybolmaya başladı. Üstüne üstlük yaşadığımız zorba modernleştirme, incelikleri kırdı geçirdi.
Toplumsal hayatta herhangi bir şeyin üstten ve “zor’la kurgulanması, kelimenin en hafifi ile faşizmdir. Faşizm ise bütün güzelliklerin ve elbette seçkinliklerin baş düşmanıdır; çünkü seçkinlik ferdî hürriyeti zorunlu şart sayar. Kaldı ki, âid olduğu kültürü ıskalayıp da dünya ölçeğinde kendini seçkin diye kabul ettirmiş bir tane bile seçkin yoktur.[15]
O eski seçkinler kayboldu. Onları yetiştiren, bir şeyleri öğrenmelerini, anlamalarını, başkalarının anlayacağı tarzda anlatmalarını ve elbette anlaşılmalarını sağlayan şartların nerdeyse tamamı “zamanın ruhu” tarafından buhar edilip uçuruldu. Bugün için o insanları yeniden yetiştirsek dahi bir anlamı olmayacak, çünkü şartlar kayboldu. Hatta onlara ihtiyaç da yok. Çünkü o insanlar kendi atmosferleriyle kayboldular. Şimdi artık hiçbir güzellik geçmişten devralınıp yarına intikal ettirilemiyor. Bu hengâmede farklılığı ve şahsiyet oluşumunu imkânsızlaştıran bir modernleştirme hiçbir güzelliğin boy atıp serpilmesine imkân ve ihtimal bırakmadı. Şimdinin seçkinleri, İnsanî ve irfanî mânâda seçkin değil. Hepsi alet edevata benziyor; dişli gibi, cıvata gibi.
Yirmi birinci yüzyılda milletimiz pek çok konuda olduğu gibi seçkinlik anlayışında da “temeller’le bağını yeniden kurarak “kendi seçkinini” ete kemiğe büründürmek imkânlarını araştırmalıdır. Eskiden bu milletin benimseyebileceği seçkinleri vardı. Bunlar, ekseriyetle, “ruh aristokratları” diyebileceğimiz türden insanlardı. Hepsinin bir ruhu vardı ve bu ruhlarıyla ne yapılabileceğini biliyorlardı.
Şimdi seçkinlerimiz batılı, modern, çağdaş, küresel ve sahte… Bir ruhları olup olmadığı ise zikre şayan bile değildir.[16] O eski ruh aristokratlarını yeniden görebilmek için önce bu şimdinin “makine insan” üreten şartların sırrını -bir sırrı varsa eğer- öğrenmeli ve değiştirmeliyiz. Bunun için de o ruh aristokratlarını en azından unutmamalıyız.
Bugünkü Türk insanı tarihten çok sağlam bir kimlik devralmasına rağmen bu kimliği “temellük” etmek noktasının çok uzağındadır. Öte yandan bu kimliğin bize sağladığı farklılığı bilmek ve anlamak herhalde temel eğitimin ilk basamağı olmak durumundadır. Bunun ideolojik hiçbir yönü yoktur. Hiçbir dayatmayı içermez. Bizim seçkinimiz de medenî dünyanın herhangi bir ülkesinin seçkini gibi bir “temel” üzerinde yükselmelidir.
Bütün milletler seçkin evlatlarına farklı ve kaliteli bir eğitim verirler. Bunun sosyal adalet, fırsat eşitliği gibi birtakım değerlerle çelişen hiçbir yönü yoktur. Bilâkis bu değerlerin icabıdır. Seçkinler farklı eğitilir ve bu eğitim kesinlikle “temel eğitim” dediğimiz süreçte verilen (elbette bizde de verilmesi gereken) genel kabul görmüş değerlerin üzerinde yapılır. Çünkü bir milletin seçkini o milletin bir numunesi olmak durumundadır. Sadece bir takım kabiliyetler insanı seçkin yapmaz, belki farklı yapar. Seçkinliğin başarılı olmak yanında milletine yakın durmak, millî değerleri benimseyip özümsemek ve temsil etmek gibi bir çizgisinin olduğunu veya olması gerektiğini düşünüyorum. Yoksa seçkin demek, mensup olduğu milletten “mahiyet” olarak farklı demek değildir. Seçkin, bir milletin seçilmişi, temayüz etmişi demektir. Tıpkı sütün kaymağı, denizin coşkun dalgası gibi…
Cengiz Aydoğdu – Yalnızlık Muhatap İster,syf:116-131
Dipnotlar:
[1] Buradaki değerden bağımsızlığı herhangi bir ideolojiye, dünya görüşüne veya dine bağlı olmadan “öyle”dir anlamında anlamak lazım Sün- netullah dediğimiz şey. Yoksa Allah’ın sünneti sırf öyle olduğu için bir değere bağlıdır. Bağlıdır ama bağımlı değildir. Bizatihi kendisi değer ifade eder. Yaratılmışlığmdan ötürü…
[2] Hâkimiyet hatıraları şehirlerin kimliğini en çok etkileyen unsurdur ve en çok hükümet konakları, kaleler, kışlalar, mabetler ve eğitim binaları gibi temsîlî yapılarda kendini gösterir.
[3] Çünkü bugünkü Aksaray, -pek çok benzer şehrimiz gibi- hiç bir şeyi ifade etmiyor. Çiğ bir kargaşa ve popüler bir curcuna… Hiçbir sosyal değerin yankılanmadığı bir görsellik…
ibaret. Piri Mehmet Paşa’yı da söyleyeceğim ama onun ismine izafeten yapılanlar Cumhuriyet dönemine rastlar.
[5] Hatta devlete başkaldırmış, çeşitli sebeplerle devletle karşı karşıya gelmiş suç dünyasına ait eşkıyanın dahi adı geçer ama bir yöneticinin adı geçmez.
[6] Bir nevi ruh ve metafizik hiyerarşisi, bunlara metafizik aristokratlan da diyebiliriz.
Belki tek istisnası, tarihçilerin, veziri tarafindan Aksaray’da zehirlendiğini söylediği Sultan IV. Kılıçaslan’dır. Kaldı ki onunki de bir türbeden
Gerçi bunların dünyevî olup olmadıkları da tartışma dışına çok zor çı-karılır ama…
[8] Bizim nesil bu anlayışın son kalıntılarına veya radyoaktif serpintilerine şahit oldu. 80’li yıllardan sonra o anlayış tamamen yok oldu ama toplumsal hafızanın derinliklerinde izini sürmek hâlâ mümkün.
[9] Buradaki sivil vurgusu yönetimin uzağında anlamındadır ve sivilliği de abartılmamalıdır.
[10] Gerçi bu yerlerin toplumsal görünürlüğü de toplumun manevi nüfuzu-
na bağlıdır ya. Mesela bugün bu yerleri görebilir miyiz, bilemiyorum.
[11] Beşik uleması geleneğine rağmen bu böyleydi. Bunu abarttığımı dü- şünmüyorum. Elbette insanın olduğu yerde birtakım zaafların ve bozulmaların da olabileceğini akılda tutuyorum ama idealize edilen ve prototip kabul edilen şemanın bu olduğunu söylüyorum. Muhakkak ki bu şemadan sapmalar olmuştur. Belki istisnaları pek çoktu, lâkin kaide buydu.
[12] Buradaki iltifat belki de zoraki bir iltifattı. Ama bizim için önemli olan şey şu ki; toplumun itibar ettiği ve saydığı güç, çoğunlukla manevî dinamiklere yaslanıyordu.
[13] Aslında aristokrasi sınıfının olmaması bizim için büyük kayıp. Çünkü aristokrasi bir değer yapıcısıdır. Aynı zamanda değer taşıyıcısıdır da. Aristokrasinin oluşturduğu değerler kendisinden sonra gelenleri de etkiler. Aristokrasinin yarattığı değerler, aristokrat olmayanlar tarafindan da benimsenmeye başlayınca gelişme toplumsal anlamda başlamış demektir. Avrupa’da böyle olmuş. Hatta Gasset kitleselleşmeyi, kitlelerin aristokratlar gibi yaşamak istemelerine bağlar. Seçkin yaşamaya hücum. Kitlelerin hücumu isyanı.
[14] Denilebilir mi doğrusu bilemiyorum. Ama batıdaki işleviyle düşünüldüğünde bizim tarihimizde benzer anlamıyla başka bir sosyal tabaka da pek gözümüze çarpmıyor.
[15] Buradaki bütün faziletlere kaynaklık eden devlet telakkisini, “din ü
devlet, mülk ü millet” bağlamındaki devlet olarak düşünmeliyiz.
[16] Küreselleşmeye rağmen bu böyledir.
[17] Kaldı ki, âid olduğu kültürü ıskalayıp da dünya ölçeğinde kendini seçkin diye kabul ettirmiş bir tane bile “seçkin” yoktur. Küreselleşmeye rağmen böyledir bu. Çünkü bir toplumun seçkini demek, o toplumun kültürü ile bağlarını iyi kurmuş ve o bağın sağladığı alan üzerinde “bir şeylerde sahip olmuş kişi demektir. Tarih sahibi büyük ve gelişmiş ülkeler bunu böyle yapar. Mesela, Fransa’nın en koyu ateisti bile de- runî bir katolisizmden etkilenmiştir. Çünkü Fransa aslında o “derunî katolisizm” demektir. Fransa bu “aslını” bütün tartışmaların üstünde tutarak “temel eğitimi” ile ortaya koyar, bütün nesillerinin ruhuna işlemeye gayret eder. Ama asla bu işi zorbaca yapmaz. Sadece her Fransız çocuğuna Fransız olmak gibi bir imkânının olduğunu bildirir. Yani tebliğ eder. Ve Fransız eğitiminin yetiştirdiği modem insan, üzerindeki elbiseler, medenî ve modern bazı alışkanlıklar dışında mesela Napolyon’la rahatlıkla anlaşabilir. Ama bugünkü modem Türk, mesela Fatih’e en az bugünün Fransız’ı kadar yabancıdır. Çünkü bizim temel eğitimle ortaya koyacağımız bir derunî Türkiye yoktur. Veya biz yok saymışızdır.