Tuğyana Entelektüel Kılıf: Feminizm, Bio-Politika ve Toplumsal Cinsiyet

toplumsal-cinsiyet-300x145 Tuğyana Entelektüel Kılıf: Feminizm, Bio-Politika ve Toplumsal Cinsiyet

Kamil Ergenç

İnsanın özgürlüğü sorunu, düşünce tarihinin esaslı meselelerinden biridir. Yapıp etmelerimizin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini hep merak etmişizdir. Yaptığımız şeyi neden öyle yaptığımız ile uzak durduğumuzdan hangi sebepten ötürü teberri ettiğimiz hususu bütün bir düşünce tarihi boyunca, özellikle ahlak felsefesi bağlamında, tartışılagelmiştir. İnsan, bir otorite tarafından “belirlenen” olmaktan genel olarak hazzetmez. Bu durumu köle olmakla eşdeğer görür. Kölelik ise iradesine pranga vurulmuş kişilerin özelliğidir. Bu nedenle özgürlük her zaman çekiciliğini korumuştur.

“Bağ”lardan kurtulmak, kendi olabilmek, tercihlerinin öznesi olmayı başarmak, birey olma iradesini gösterebilmek, otoriteler karşısında bağımsız olarak varlığını sürdürmek şeklinde anlaşılmıştır genel olarak. Özgürlük, tarihin hiçbir döneminde anlam arayışından bağımsız değildir.Varlık alanında işgal ettiği yerin anlamını “bilme” ihtiyacı insanın temel arzusudur. Mutluluğu elde etmesi bu bilgiye bağlıdır. Bütün bir ömrü boyunca bu bilginin peşinden koşar. Dünya zindanından kurtulmak içindir bu koşusu. Öz yurdunu aramaktadır. Celalettin Rumi’nin Mesnevi’nin girişinde konuşturduğu “ney” gibidir insan… Ney, kamışlıktan koparılmış olmanın verdiği ıstırapla feryat etmektedir.

Yanık sesinin sebebi budur. Yalnız kalmıştır ve tekrar öz yurduna kavuşma anını beklemektedir. İnsan da safiyet makamından tenzil-i rütbeye maruz kalarak dünyaya düştüğünden beri (hubût), tekrar öz yurduna kavuşma arzusuyla yanmaktadır. Hiçbir sorunun olmadığı asude, sorunsuz, rahat ve müreffeh olan makamdan; düşmanlığın,
fitnenin, cinayetin, nifak ve şikakın, fücur ve fesadın olduğu dünya hayatına geldiğinden beri inim inim inlemektedir. Neyse ki “Hâdi” olan Allah (c.c), insanı bu dünyaya gönderdikten sonra da hidayetini (yol göstericiliğini) esirgememiş, peygamberler aracılığıyla yeryüzünde sarhoşça dolaşan bu aciz varlığa (insana) lütufta bulunmuştur.

Özgürlük sevdasıyla yanıp tutuşan ve fakat delaletin bin bir türüyle haşır neşir olan insana bağışlanan bu ilahi rehberlik nimeti (vahiy), hiç şüphesiz nimetlerin en büyüğüdür.

İnsanın Kuvveleri

İnsan kendisine verilen kuvvelerle dünya hayatına gözlerini açar. Bu kuvveler akıl, öfke ve arzudan ibarettir. Klasik metinlerimizde ruhun özellikleri bağlamında sayılan bu kuvveler bütün bir hayatı boyunca insana eşlik eder. İnsan, akıl kuvvesiyle meleklere öfke ve arzu (şehvet) kuvvesiyle de hayvanlara benzer. Şayet öfke ve arzu kuvvesini aklının kontrolüne verirse kemale doğru yol alır. Tersi durumdaysa, yani öfkesi  ve şehveti aklına galip gelirse aşağının da bayağısı bir varlık hâline gelir. Kitab-ı Kerim’in “esfele sâfilîn” dediği bu insandır. Akıl, öfke ve şehvet ruhun özellikleri olmakla birlikte ruh bir bütündür.

Tıpkı rengi, biçimi, kokusu ve tadıyla bir bütün olan meyve gibi… Bu bütünün içinde akıl, kendisini öfke ve şehvetin tesirinden vahyin yardımı olmadan kurtaramaz. Bu nedenle “selim akla” sahip olmak için pür hakikat olan vahye istinat etmek gerekir. İlahi rehberlik işte burada gereklidir. Peygamberler, pür hakikati evvela kendi benliklerinde yaşar ve insanlara örnek olurlar. İnsanlar da peygamberi örnek alarak müstakim bir yol üzere hareket ederler.

İnsanın, kendisine verilen kuvveleri kullanma yetisine irade denir. İrade, insanı hem melekler hem de hayvanlar âleminde istisnai bir varlığa dönüştürür. İnsanı, melekleri kıskandıracak seviyeye ulaştıran da hayvanları utandıracak bayağılığa düşüren de iradedir. İrade, tercihte bulunmak demektir. Tercih yapma yeteneği insanı insan yapar. Denebilir ki insan, tercihleri ölçüsünde insandır. Celalettin Rumi’nin bir rubaisinde dediği gibi:” Topraktan yaratılan bedenimiz göklerin nurudur/Gayretimize melekler bile gıpta eder/ Bazen günahsızlığımızı melekler kıskanır/Bazen arsızlığımız şeytanı kaçırır.” Hem Platon hem de Kindi akıl, öfke ve şehveti semboller aracılığıyla tanıtır. Akıl meleği, öfke köpeği, şehvet ise domuzu sembolize eder. Aklını kullananlar meleklere mahsus safiyete kavuşurken, öfke ve şehvetinin esiri olanlar köpekler ve domuzlara benzerler. Kısaca hayvanlaşırlar. Akıl ve irade sahibi olmasına rağmen öfke ve şehvetin esiri olanları aziz Kur’an, hayvandan da aşağı bir varlık olarak tanımlar.

Buraya kadar söylediklerimiz ele alacağımız konuyla alakasız gibi görülebilir. Ancak özgürlük
kavramının arkasına sığınarak “beden”i merkeze alan bir ideolojik duruşla karşı karşıya olduğumuzu bilmek zorundayız. Feminizm, bio-politika ve toplumsal cinsiyet biri olmadan diğeri düşünülemeyecek olgulardır. Esasında kavram haritası oldukça geniştir. Fakat ben ana omurgayı teşkil ettiğini düşündüğüm kavramları masaya yatırmayı
tercih ettim. Sözünü ettiğim bu kavramların, her geçen gün, literatürdeki yerlerini kavileştirdiklerini de söylemeliyim. Öyle ki Diyanet İşleri Başkanlığı bile bu literatürün anahtar kavramlarından olan “cinsel yönelim” kavramını hazırladığı bir resmi belgeye koymuştur. (Bkz. Ulusal Meslek Standardı Manevi Danışmanlık s. 17)

Ayrıca bu kavramların literatürdeki yerlerini sağlamlaştırmaya en büyük desteği, hiç şüphesiz, 17. yüzyıl Avrupa’sının ifsat olmuş aklı tarafından biçimlendirilen ve temel amacı Avrupamerkezci insanevren-tabiat-tarih-zaman ve mekân tasavvurunu Avrupalı olmayan toplumlara benimsetmek olan “bilim” vermiştir. Özellikle de antropoloji, psikoloji, sosyoloji ve tıp… İlginçtir bu alanlar aynı zamanda Avrupalı olmayan toplumları Avrupa’nın müdahalesine açık hâle getirme ve müdahaleye bilimsel kılıf üretme ihtiyacını da karşılamışlardır.

Yani bir anlamda bu disiplinler için “kolonyalizmin uç beyleri” denebilir. Dolayısıyla gerek feminizm ve toplumsal cinsiyet kuramının gerekse Foucault tarafından ana çerçevesi çizilen bio-politika modelinin ihtiyaç duyduğu doneleri sözünü ettiğimiz bu bilim dallarından devşirdiğini söyleyebiliriz. Sadece bu durum bile ilgili kavramların ne kadar operasyonel bir içeriğe sahip olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu nedenledir ki bu üç kavramı masaya yatırırken sorunun kaynağı olarak Hıristiyan Avrupa’yı görmek durumundayız.Kavramların canlı olduğu, belli bir tarihsel vasatta ve belli bir davranışlar dizgesini içerecek şekilde ürediğini; zamanla içerik kaybına veya değişimine maruz kalacağını; bir kavramı anlamanın yolunun o kavramın içine doğduğu toplumda cari olan iktisadi, içtimai, siyasi, hukuki ve felsefi bağlama nüfuz etmek gerektiğini hatırda tutmakta fayda var.Beden ve özgürlük ekseninde gündemlerimizi işgal eden bu kavramların aziz Kur’ân’ın kavramlar hiyerarşisinde nereye tekabül edeceği hususu da kanaatimce önemlidir. Amacımız sadece meseleyi Hıristiyanlığın tarihindeki gelişimi bağlamında tartışmak olmamalı.

Bu kavramların içkin oldukları fiillerin Kur’an zaviyesinden isimlendirilmesi de yapılmalıdır. Ki böylece itikadi duruşumuz netleşsin. Bendeniz bu bağlamda fahşa ve tuğyan kavramlarının muhteva olarak söz konusu bağlama uygun olduğunu ve tuğyanın, fahşayı da kapsayan “şemsiye” bir kavram olduğunu düşünüyorum. Haddi aşma, azgınlaşma, taşkınlık yapma, sınır tanımama gibi anlamları havi olan tuğyan kavramıyla; çirkinlik, ahlaksızlık, aklın ve örfün kabul etmediği filleri tanımlamak için kullanılan fahşa kavramı, feminizm/ bio-politika/toplumsal cinsiyet kavramlarının İslam noktayı nazarından nasıl görülmesi gerektiğini netleştirir umudundayım. Bu bağlamda, niteliksel olan (yani ölçülebilir ve sayılabilir olmadığı için eşitliğin konusu olamayacak olan) erillik ve dişillik olgusunu “eşitlik” düzleminde tartışmak suretiyle adaletin ve hikmetin uzağına demirleyen feminizmin haddini aştığı kanaatindeyim.

Feminizmin kavram haritasında önemli bir yer işgal eden “toplumsal cinsiyet” kavramının ise (özellikle Judith Butler tarafından savunulan) biyolojik varlığımızın cinsiyetsiz olduğu ve erillik ve dişillik rollerinin içine doğduğumuz toplum tarafından bize giydirilen bir elbise olduğu iddiasıyla topluma yüklediği “Rab” rolünden ötürü haddini aştığını düşünüyorum. Ve en nihayetinde beden/hayat üzerinde mutlak hâkim olma iddiasındaki
ulus-devleti (iktidarı) eleştireyim derken, üremeyi öncelemeyen cinselliğin (homoseksüellik ve lezbiyenlik) meşruiyetine kapı aralamaya çalışan Foucaultçu bio-politik kuramın da, içerisinde hakikat kırıntıları barındırıyor olmasına rağmen, merdut olduğunu iddia ediyorum. Çünkü bize lazım olan hakikatin kırıntıları değil bizzat kendisi…

Feminizmin Serencamı

Sözünü ettiğimiz bu kavramların başlıkta yer alma biçimi kronolojiktir. Feminizm, Avrupa’da erkek egemen kültürün mağduru olan kadının özgürleşme hamlesi olarak doğdu. Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin şeytanla eş tuttuğu ve bu nedenle hayatın dışına attığı ya da erkeğin mülkü olarak konumlandırdığı kadının Fransız İhtilali
sonrasında her türlü baskıcı otoriteyi dışlayan karşı duruşu feminizmin temel ideolojik formasyonunu oluşturur. Birey olma çabası bu formasyonun en önemli unsurlarından biridir. Sonraları çalışma hayatında yaşanan haksızlıkların giderilmesi amacıyla verilen mücadele de bu bağlamdan bağımsız değildir. Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı yoğun ve ağır çalışma koşulları altında inleyen kadınların, erkeklerle aynı haklara sahip olma istekleri bu sürecin en önemli sacayaklarını oluşturur. Kapitalizmin boy vermeye başladığı yıllarda sömürülen emeğinin hakkını alabilmek için sosyalist örgütlenme içine giren kadınların feminizme kazandırdıkları yeni perspektif 20. yüzyılda da devam eder.

Fransız İhtilali’nin en meşhur sloganlarından biri olan eşitlik, feminist ideolojinin de serlevhasıdır. Erkeğin olduğu her alanda olma isteği bir anlamda erkekle yarış hâlini alır. Politik hakların kazanılması için verilen mücadele, ancak 20. yüzyılda meyvesini verecektir. Türkiye bu alanda Avrupa’nın önüne geçer.

Kadınların oy kullanma hakkına sahip olmaları Türkiye’de Avrupa ve Amerika’ya göre oldukça erken bir zamana rastlar. Artık kamusal alanın her alanında yer almayı başarmış bir kadın imgesi oluşmuştur. 20. yüzyıl, politik alanda varlığını ispatlayan kadın örnekleriyle doludur. Margaret Thatcher en önde gelenleri olacaktır. Halkı Müslüman ülkelerde ise 90’lı yıllarda eş zamanlı olarak Tansu Çiller ve Benazir Butto’nun isimleri öne çıkar. Politikaya kadın elinin değmesi feminist ideolojinin zafer hanesine altın harflerle yazılır.

Son yıllarda her seçim döneminde kadın yönetici sayıları üzerinden siyasi partilere uygulanan tazyik, kazanımların artmasını ve muhkemleşmesini temin eder. Türkiye özelinde söyleyecek olursak, kadın yöneticilerin olmadığı ya da az olduğu siyasi partiler “heteronormatif” kavramının gazabına uğramaktadır. Feminist literatürün bu efsunlu kavramı, muhatabını anında terörize etmektedir. Batının Doğu için kullandığı ilkel/primitif, barbar ve vahşi kavramları ne ifade ediyorsa “heteronormatif”te öyledir. Batı nasıl ki barbarlığı,vahşiliği veya son yıllarda, anti-demokratikliği gerekçe göstererek işgal ve sömürülerini meşrulaştırdıysa, feminizm de “heteronormatif” kavramının himmetiyle bütün emellerine ulaşmayı dener.

Kolonyal dilin istimlak ettiği Hint zihnini yeniden otantisitesine kavuşturmayı şiar edinen Spivak bile bu kavrama kayıtsız kalamaz. Britanya’nın Hindistan’ı sömürgeleştirme sürecinde bazı Hint geleneklerini (mesela kocası ölen kadının kocasının cesediyle birlikte yakılması geleneği) “insanlık dışı “ ilan edip müdahaleyi meşrulaştıran sinsiliğini deşifre eden Spivak’ın, heteronormatif kavramının da bir tür sömürgeleştirme biçimi olduğunu fark edememesi ilginçtir.

Ataerkilliğin egemen olduğu Hint toplumunda Spivak’ın temsil ettiği feminizm, benzer kodları taşıyan diğer toplumlara da örnektir. Heteronormatif kavramı geleneksel kodları aşırı “eril” karakterinden dolayı mahkûm ederken, aynı zamanda cinsiyeti biyolojik olmaktan ziyade toplum tarafından belirlenen bir kategori olarak inşa eder.Böylece biyolojik varlığımız herhangi bir cinsiyeti barındırmayan bir bağlama hapsedilir. Erilliğin ve
dişilliğin toplum tarafında zerk edilen bir gerçeklik olduğu algısı oluşturulmaya çalışılır. Modern sosyoloji bu noktada en iyi yardımcıdır. İnsanın içine doğduğu toplum tarafında şekillendirildiği bilimsel(!) tezleri, toplumsal cinsiyet kavramının içeriğine oldukça zengin bir katkı yapar. Dildeki “erillik” argümanından sadece gelenek değil, o gelenekte içkin “din” de nasibini alır. Türkiye’deki feminist havzanın Kur’ân’ın dilinin aşırı eril olduğuna dair iddiaları bu bağlamda dikkat çekicidir.

Beden müstakil bir varoluşu mu temsil eder yoksa kültür sayesinde yorumlanan bir tarihsel gerçeklik midir? Biyolojik varlığımız herhangi bir cinsiyeti içermeyen hususiyette midir? Yoksa var olduğumuz andan itibaren bir cinsiyete ve o cinsiyetin gerektirdiği rollere sahip miyiz? Yetiştirilme tarzımız cinsiyet rollerinin doğuştan gelen hususiyetlerini değiştirebilir mi? Şayet cinsiyet gibi bütün bir hayatı etkileyen rollerimiz bile toplum tarafından belirleniyorsa o zaman “ben” idrakinden nasıl bahsedilebilir? Karakteri/şahsiyeti/benliği/ferdiyeti harici unsurlar tarafından “belirlenen (determine edilen)” bir varlığın “iradesinden” söz edilebilir mi? İradesi olmayan varlık mesul tutulabilir mi? Ve belki en önemli soru bedenimiz kimin? Bedenimiz üzerinde mutlak anlamda bir
tasarruf hakkına sahip miyiz?

Bu sorulara bilimin cevap veremeyeceğini düşünüyorum. Hele ki, kolonyalizmin uç beyliğine soyunmuş tıp, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji disiplinleri asla… Çünkü bugün adına bilim denilen olgu, içeriği ve metodolojisi itibariyle, ifsat olmuş aydınlanma aklının ürünüdür ve bu akıl kutsalla rabıtası koparılmış bilgiyi referans almaktadır. Dolayısıyla yukarıdaki sorulara verilecek bilimsel yanıtlar daha baştan “yanlı”dır. Kimin yanını tutacağı ise aşikârdır. Bu bilim, bütünüyle zalimlerin hizmetinde çalışıyor. Tabiata ve insana egemen olmanın türlü yollarını arıyor. Sorun çözmekten ziyade bizzat sorun üretiyor.

İnceleyin:  İnsanın Misyonu

Ekolojik zenginliği ve biyolojik çeşitliliği yok ediyor. Hava,su, toprak gibi yaşam için olmazsa olmazlardan olan varlıkları ifsat ediyor. Yaptığı tüm keşifler ve icatlar “tahakküm” amaçlıdır. Mazlumlar ve mustazaflar bu bilimin nesnesi ve hatta deney malzemesi oluyor. Örneğin psikoloji alanında sağlanan ilerlemeler(!) Ebu Gureyb, Bagram, Guantanamo ve Şibirgan cezaevlerindeki mahkumlar üzerinde yapılan deneylerle mümkün oluyor. Naomi Klein, İkinci Körfez Savaşı’nın sloganı olan “şok ve dehşet operasyonu”nun mahkumların beyinleri üzerinde yapılan çalışmalar sonrasında bir tür hafıza silme operasyonu olduğunu yazmıştı yıllar önce. Talal Esad antropoloji disiplininin sömürgeci emeller için nasıl işlevsel rol oynadığını oldukça dikkat çekici bir şekilde deşifre etmişti.

Edward Said filoloji ve antropoloji disiplinlerinin Doğu’yu Batılı için anlaşılır kılma amacıyla nasıl araçsallaştırıldığını önemli eseri Şarkiyatçılık’ta gayet net bir şekilde açıklamıştı. Paul Feyerabend bilimin bir ideoloji olarak işlev gördüğünü ve yaşamı anlamlı kılacak çalışmalar yapmaktan uzak olduğunu dile getirerek dikkatlerimizi “bilimin tiranlığına” çekmişti. Dolayısıyla cinsiyet olgusunu bilimsel veriler ışığında değerlendirmek, ziyadesiyle sorunludur. Müslümanlar olarak bu konuda saf hakikat olan vahiyden başka bir dayanağımız yoktur.

İnsan; Kadın ve Erkek

Vahiy ise insanın erkek ve kadın olmak üzere iki cins olduğunu; biyolojik varlığımızın bir cinsiyetle birlikte dünyaya geldiğini beyan eder. Kadın ve erkek, neslin devamını sağlayan bir sünnetullaha (ilahi yasa) göre varoluş sahasına çıkarlar. Hurufi dilde Arapça “nun” harfi kadını “kef” harfi ise erkeği temsil eder. ”Bir”leşmeleri hâlinde ise “kun(yani oluş/yaratılış)” başlar. Kadın ve erkeğin birlikteliğine Batı’da olduğu gibi “çiftleşme” değil de “bir”leşme denilmesi manidardır. İki bedenin tek beden hâline gelerek bir başka bedenin var olmasına vesile olması sufi literatürde “cimada tevhid sırrı vardır” şeklinde yorumlanmıştır. Tevhid sırrından murat “bir”leşmek olsa gerektir. Birleşen bedenlerin aldıkları haz bu dünyada bir beşerin tadabileceği en yüksek maddi hazdır. Bu hazza yüklenen olumlu anlam mühimdir. Çünkü birazdan işaret edeceğimiz üzere Ortaçağ Hıristiyanlığının en büyük inhirafı bu hazzı (ve pek tabi ki evliliği) küçümsemesi ve kadını haz veren olduğu için şeytanla ve kötülükle eş tutmasıdır. Feminizmi ortaya çıkaran vasat burasıdır.

Bryan S. Turner “Ortaçağ’da kralın iki bedenli olduğu zannedilirdi” der. Biri toplumun birliğini temsil eden ve kutsallıkla hâlelenmiş bedeni, diğeri ise kralı dokunulmaz kılmak için üretilmiş “öldürülmesi hâlinde hem krala hem de topluma saldırı anlamı taşıyan” bedeni. Bu kutsallık hâlesi sayesinde krallar bir yandan halkla aralarına manevi bir barikat koymuş olurken, diğer yandan yaptıklarının sorgulanamaz olduğun da zımnen ifade ederlerdi. Benzer uygulama kısmen halkı Müslüman olan toplumlar için de geçerlidir. Padişah/sultan “tanrının yeryüzündeki gölgesi”dir. Onun bedeni her ne kadar herhangi bir beşer bedeni gibiyse de, temsil ettiği değer itibariyle farklıdır. Onun bedeninin ortadan kalkması hem devletin meşruiyetini tartışılır kılmakta hem de o devletin vaziyet ettiği topluluğu “başsız” bıraktığı için dağılmaya sebep olmaktadır. Bu sebepten O beden, en iyi şekilde korunmayı hak eder. İlk İslam devletinin halifelerinin üçünün de öldürülmüş olmaları tesadüf değildir.

Beden algısındaki değişimi anlamak açısından devlet başkanının bedeni ile yönetilenlerin bedeni arasındaki farka bakmak gerekir. İlk halifeler kendilerini Müslüman toplumdaki herhangi bir Müslümandan ontolojik olarak farklı görmedikleri için oldukça rahat davranıyorlardı. Ancak yönetici ile halkın arası açıldıkça beden algısı da değişti. “Kutsal beden” algısı bu açıklıktan istifade ederek bürokrasiye nüfuz etti. Müslümanların birbirlerinden emin oluşu üzerine kurulu kamu düzeni korunmayı yadsıyan bir hususiyete sahipti. Medeniyetle temas kurdukça Müslümanlar da devletlerinin kurumsal yapılarında çok yoğun hiyerarşiler icat ettiler. Bu hiyerarşi, yöneten-yönetilen ilişkisinde bedene yüklene anlamı da tabiatıyla farklılaştırdı. Böylece beden sadece biyolojik özelliği olan bir varlık olarak değil, sosyal/siyasal anlamı olan bir boyuta evirildi. Beden algısındaki değişim burada kalmadı şüphesiz. Aydınlanma düşüncesinin kurucularından Descartes, akıl-beden ayrımını ortaya attı. Aklın dengi olarak ruhu erkeğe, doğanın dengi olan bedeni de kadına benzetti.

Böylece akıl özel bir statüye kavuşurken, doğayı temsil eden beden mekanik bir varlık olarak kodlandı. Tabiatın otonomluğunu savlayan aydınlanmacı aklın “mekanik doğa” tasavvuru, doğanın dengi olan kadın bedeni için de cari kılındı. Böylece beden de mekanik bir varlık olarak kabul edilmeye başlandı. Beden sosyolojisi, bu tasavvura itiraz etti. Çünkü doğanın dengi olan kadın bedeninin mekanik tasavvuru kadının ruhsuz olması demekti. Ruhu olmayan bir varlığın üzerinde her türlü operasyon yapılabilirdi. Ortaçağ Hıristiyanlığının da tartıştığı “kadının ruhu var mı?” meselesinin Descartes’le yeniden hayat bulması, dikkat çekicidir. Rasyonalitenin zaferi anlamına gelen aydınlanma düşüncesinin kadın algısı, sonraları radikal feminizmin doğmasına sebep olacaktır. Hıristiyanlığın akla ziyan işkencelere muhatap ettiği kadının kendisine sığınak olarak feminizme yaslanması, bu koşullarda mümkün oldu. Yaşananlar etki-tepki prensibinin tipik bir yansımasından başka bir şey değildi.

Batı ve Hıristiyan Toplumların Tecrübesi

Hıristiyanlıkta beden, İsa (a.s) ve Meryem (a.s) imgelerinden bağımsız düşünülemez. Hıristiyanlığa göre İsa, tanrının bedenlenmiş hâlidir.

Meryem ise tanrının kelimesini rahminde taşıyan ve doğurandır. İsa çarmıhta korkunç acılar çekerek tanrısına kavuşmuş, Meryem ise bekaretinin izzetine halel getirmeden hayatını sürdürmüştür. Yunan geleneğine yaslanan pagan Roma düzenine başkaldıran İsa’nın sadık havarileri, onun ölümünden sonra da yaklaşık üç asır mücadele ettiler. Muvahhit İseviler, ateş dolu hendeklerde yakılma pahasına Roma’nın müşrik, erotik ve ırkçı karakterine direndiler. Roma bu direnişi kıramayacağını anlayınca resmi din olarak Hıristiyanlığı kabul etti. Bu kabulden sonra Hıristiyanlık Roma’nın kodlarına uygun olarak evrim geçirdi.

Aziz Pavlus’un elinde şeriattan arındırılan Hıristiyanlık, laicus (laikler) ve clericus (ruhbanlar) olarak kendi içinde bölünme yaşadı. Bu bölünme Hıristiyanlığın tarihi açısından en kritik safhayı imler. Roma düzeni içerisinde mümince yaşanacağına inanlar laik olarak adlandırılırken; Roma’yı kokuşmuşluğun yatağı olarak gören ve mümince yaşamak için şehri terk etmenin gerektiğine inananlar ise cleric (ruhban) olarak adlandırıldı. Ruhbanlığın Hıristiyanlığa girişiyle birlikte yeni bir beden (insan) tasavvuru ortaya çıkar. Bu tasavvur zevki yadsır ve acı çekerek arınmanın yüceliğine inanır. Kadın, zevk sembolü olduğu için “kötücül” bir karakter olarak kodlanır. Âdem’i yoldan çıkaran Havva düşüncesi burada ete kemiğe bürünür. Model kadın, bekâretin sembolü Meryem’dir. Hiçbir erkeğe eş olmadığı için Meryem yücedir. Model erkek ise İsa’dır. İsa evlenmediği için kirlenmemiştir. Bir kadınla birlikte olmak kirlenmeyle eşanlamlıdır ortaçağ Hıristiyanlığında.

Bu yüzden rahipler ve rahibeler evlenmezler. Rahipler İsa’nın rahibeler ise Meryem’in temsilcileridirler bir anlamda. Evlenmenin “zevk” içeren doğası, doğan her çocuğun günahkâr olarak doğduğu inancını besler. Çünkü zevk kötüdür. Ruhun düşmanıdır. Sadece zevkten beri olanların ruhu yücelebilir. Kadın, zevk nesnesi olduğu için mutlak kötüdür. Böylece ortaçağ Hıristiyanlığı takva piramidinin en üstüne bekâreti, ikinci sıraya dulluğu, en alta ise evlenmeyi koyar. Bu hiyerarşi bütün bir ortaçağ boyunca hatta aydınlanma sonrasında bile devam eder. Ta ki Fransız İhtilali’ne kadar. Evlilik, zevk içerdiği ve zevk te günah olduğu için arınma şarttır. Arınmayı sağlayacak olan ise evlilik ve zevkle kirlenmemiş olan papaz/kilisedir. Günah çıkarma seansları(itiraf) papazı/kiliseyi, mahrem olana nüfuz etme imkânına kavuşturur. Bu özel bilgi, beden üzerinde otoriteyi tahkim etmek için oldukça işlevseldir. Hıristiyanlık bu yolla tek tek bedenlere nüfuz eden bir güce ulaşır.

Evlilikler bu yolla denetim altına alınır. Bedenler kilisenin telkinlerine uymak mecburiyetindedir. Zevk düşmanlığı, evlilik içi birlikteliği bile etkiler. Buna göre çiftler birlikteliği uzatmamalı, neslin devamını sağlayacak sıvının rahme dökülmesiyle süreç hemen sonlandırılmalıdır. Zevki uzatmak ya da birlikteliği sıklaştırmak ruhun ıstırabına sebep olabilir (aslında olur demek daha doğrudur). Roma’nın zevkperest doğasına karşı oluşan bu katı tavır, yıllar sonra kendi içinden daha radikal bir “Roma” çıkaracaktır. Bastırılan ve yadsınan zevk alenileşecek, pornografi aracılığıyla bedenler tüketim nesnesi hâline gelecektir. Bugünkü Avrupa/Amerika uygarlığı, zevki yadsıyan Ortaçağ Hıristiyanlığının içinden çıkmış Roma’dır. Hedonizm, bu uygarlığın amentüsüdür. Ortaçağ Hıristiyanlığını bu kadar katı yapan şey, Yunan/Roma geleneğinin sapkınlık düzeyiydi hiç şüphesiz.

Yunan’da cinsellik, bugünkü kullanımıyla söyleyecek olursak, bütünüyle heteroseksüel değildi. Özellikle aristokratlar arasında oldukça yaygın bir homoseksüellik söz konusuydu. Bu durum hayatın normal akışı içerisinde kabul edilir hatta bundan kaçınanlar kınanırdı. Öyle ki heteroseksüel olmayan ilişki türlerini ifade etmek amacıyla “Yunan usulü aşk” kavramı kullanılırdı. Politika ,sanat ve felsefe dünyasının büyük isimleri arasında ,hiç olmazsa bir iki eşcinsel tecrübe yaşamamış bir tek kimse bile bulunmazdı. M.Ö. 5. yüzyılın sonunda ve 4. yüzyılın başında aralarında Sophokles, Sokrates, Platon, Phidias, Pisistratos, Solon ve Büyük İskender gibi büyük tarihsel kişilerin, siyasetçilerin, heykeltıraşların, yazarların ve filozofların yaşam öykülerinde eşcinsel serüvenler anlatılmaktadır. Üstelik Girit ve Sparta başta olmak üzere, bazı Yunan kentleri de eşcinselliği resmen kabul edilen bir kurum olarak benimsemişlerdi. Bu ve benzeri kentlerde yasaların düzenlediği bir çerçevede eşcinsellik, genç yurttaşların geçmeleri gereken aşamalar içinde zorunlu bir yaşama giriş töreniydi. Atina gibi başka kentlerde ise oğlancılık, yasal sınıflamaya tabi tutulmamış olmakla birlikte olumlu bir toplumsal statü olarak kabul ediliyordu.

Beden eğitimi salonlarında ve gimnasiumlarda genç erkekler ki bunlara “sevilen genç” anlamında eromenes denilirdi, yaşlılar (erastes) tarafından erotik davranışlara muhatap oluyor ve bu duruma itiraz etmiyordu. Yaşlıların genç erkeklerle kurduğu bu ilişki, gencin artık yetişkinliğe adım atmasına ve aktif bir eşcinsel olarak kendisini ispat etmesine kadar devam ediyordu. Yetişkinliğe geçiş ise törenle gerçekleştiriliyordu. Yunan’daki toplumsal cinsiyet algısı, heteroseksüelliği mahkûm etmiş ve bugün feminist çevrelerce dile getirilen cinsiyet eşitliği idealini kısmen de olsa gerçekleştirmişti. Demek ki bugün muhatap olduğumuz toplumsal cinsiyet eşitliği söyleminin tarihi arka planında Yunan usulü aşk felsefesi yatmaktaydı. Ancak Yunan’da homoseksüel ve heteroseksüel sözcükleri kullanılmamaktaydı. Bunların yerine “oğlanlara eğilimli” ve kadınlara eğilimli” ifadeleri kullanılırdı. Eşcinsel yönelimleri olanların çoğu heteroseksüel ilişkilerini de devam ettirirdi. Evli, çoluk çocuk sahibi kişilerdi ve metres hayatı yaşarlardı. Yunan’da cinsellik bölünmemiş bir hususiyete sahipti. Eşcinsellik zorunlu bir sınav olarak görülüyordu. Erastes (yaşlılar) tarafından kullanılan eromenes (sevilen genç erkek), öbür cinse yolculuk yaparak rüştünü ispat etmiş olurdu.

Bu süreçte yetişkin erkek aktif, genç ise pasif rolde olurdu. Ta ki tam bir erkek hâline ulaşıncaya kadar… Hem kızlar hem erkekler için Yunanlıların düzenlediği yetişkinliğe geçiş törenlerinde travestiler de bulunurdu. Bunun sebebi ise bir insanın kendi cinsi arasında bir yetişkin olarak kabul edilebilmesi için, karşı cinsin görünümü altında simgesel bir dönüş yapmasına olan inançtı. Yunan mitolojisinde erkek gücünü sembolize eden Herakles’in de pek çok eşcinsel serüveninin olması durumun ne kadar kanıksandığını göstermesi açısından manidardır. Sapkınlığın bu ultra hâli asırlar sonra, 18. yüzyılda Francois Sade’ı ortaya çıkaracaktı. Literatüre Sadizmi sokan bu ruh hastası, Ortaçağ Hıristiyanlığına gösterilen tepkinin zirvesini temsil eder. Daha sonra bayrağı Freud devralacaktır. Yunan’ın bu ultra-sapkın cinselliğini aynıyla Roma devraldı. Oldukça büyük bir medeniyete ev sahipliği yapan Roma’da cinsellik, aktiflik-pasiflik bağlamında ve bütünüyle zevk odaklı değerlendirildi. Erkek olmak aktif olmak demekti. Aktif olmak ise zevk almak…

Zevk veren kişi (erkek ya da kadın olsun fark etmez) köle olarak kabul edilirdi. Bu bağlamda kadın zevk veren olduğundan baştan köleliğe mahkûm edilmişti. Kadının aktif role bürünmesi ise dünyanın tersine dönmesi anlamına gelirdi. Roma yüksek kültürünün(!) eril ve dişil olana kazandırdığı bu felsefi perspektif(!) aynıyla Hıristiyanlığa miras kalacaktır. Hıristiyanlık bu mirasa dini bir gömlek giydirecek, Havva’nın yoldan çıkarıcılığı üzerinden kadın şeytanla eş tutulacaktır. Böylece cinsiyet meselesi biyolojik ve sosyolojik olmaktan başka bir de felsefi-teolojik bir özellik kazanmış olacaktır. Feminizm, Roma’dan Hıristiyanlığa, oradan da modern döneme miras kalan bu “aktif erkek pasif dişi” yargısını tersyüz etmek için yıllarca uğraş verecektir. Bu uğraşısının meyvelerini ise 20. yüzyılın ikinci yarısında almaya başlayacaktır. Özellikle sinema aracılığıyla kadın-erkek birlikteliğinin klasik algısını yıkmak için çok büyük çaba gösterilecektir.

İnceleyin:  Sinemada İdeolojik Söylem:Alt Metinler

Filmlerdeki aşk sahnelerinde kadın aktif olarak gösterilecek, geleneksel kültürün zevk veren kadın imajı yerine zevk alan kadın imajı oluşturulacaktır. Zevk veren olmanın köle olmak anlamına geldiği bir gelenekte böylesi bir tepki yadsınmamalıdır. Böylece Roma’dan Hıristiyanlığa tevarüs eden zevk nesnesi kadın (yani köle) imajı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Sadece sinemada değil spor dallarında da eşitlikçi yaklaşım benimsenmiş, erkeğin yaptığı tüm sporları kadının da yapacağı kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada bir parantez açarak bu aktiflik- pasiflik meselesinin İslam dünyası toplumlarında da karşılık bulduğunu söylemek gerekir. Bir farkla ki, eril olanın aktifliği bir avantaj olarak, dişil olanın pasifliği de bir eksiklik olarak görülmez. Burada “tabi/fıtri” olana yapılan vurgu ön plandadır. Yani erilliğin aktifliği ile dişilliğin pasifliği fıtri olana işaret eder. Burada erkek aşığı, kadın ise maşuku temsil eder.

Sufi edebiyatında da ilahi olana duyulan sevgiyi sembolize etmesi bakımından “âşık maşukuna teveccüh gösterir” ilkesi yer alır. Yani tanrı dişil formda sembolize edilir. Kadına maşuk rolünü vermek onu Batı’da olduğu gibi köleleştirmek için değil bilakis yüceltmek içindir. Çünkü hareket âşıktan maşuka doğrudur. Âşık seven, maşuk ise sevilendir. Sevilmek sevmekten daha yüce olduğu için kadına biçilen rol maşuk olmasıdır. Ateş-kelebek benzetmesi de bu bağlamda düşünülmelidir. Ateş pasif olanı (kadını) kelebek ise aktif olanı (erkek) temsil eder. Kelebek ateşe doğru uçar ve nihayet yanarak (birleşmeye işaret) ateş olur. Edebiyatımızda benzer benzetmelere rastlanır. “Kadınlar bilirim ülkeme ait/Yürekleri Akdeniz gibi geniş/Soluğu Afrika gibi sıcak/Göğüsleri Çukurova gibi münbit/Dağ gibi otururlar evlerinde/Limanlar gemileri nasıl beklerse/Öyle beklerler erkeklerini/Yaslandın mı çınar gibidir onlar/Sardın mı umut gibi”. Dikkat edilirse yapılan benzetmelerin hepsi (dağ, çınar, liman) sabit/pasiftir. Erkek ise liman-gemi ilişkisinde görüleceği üzere aktif olanı temsil eder. Tahrikle aynı kökten gelen hareketin erkeğe nispet edilmesi tabidir. Nitekim tabiatta da genel olarak eril olan aktiftir. Dişi tahrik olan/harekete geçen erkeği sükunete kavuşturur.

Hareket, sükûnla karşılaştığında sükûn/et bulur. Görüldüğü üzere İslami literatürde aktiflik ve pasiflik, Hıristiyan Roma’da olduğu gibi bir cinsi yüceltip diğerini aşağılayan anlamda değil, bilakis mütemmim cüz olarak kullanılır.) Ortaçağ Hıristiyanlığından modern döneme geçiş cinsiyet algısında da radikal değişikliklerin olduğu bir süreçtir. Bilimin kilise karşısında kazandığı zafer dinin temsilcilerinin kamusal alandaki belirleyiciliklerini ciddi anlamda sarsmıştır. Bu sarsıntı siyasal birliktelik biçimi olarak ulusdevleti, dini birliktelik biçimi olarak toleransı, hayatın idamesinde tek referans kaynağı olarak “rasyo”yu ve cinsel alanda da tıp biliminin egemenliğinin perçinlediği bir dönemin izlerini taşır. Artık beden, bilimin inceleme nesnesidir ve tabi olarak insanın arzularının, zevklerinin de bilimsel bir haritası pek ala çıkarılabilir. Nasıl ki Bacon, tabiata egemen olmak için acımadan her türlü müdahaleyi meşru gördüyse (çünkü tabiat mekanikti ve mekanik olan ruhsuzdu. Ruhu olmayan da acı duymazdı.) beden üzerinde yapılacak deneyler,gözlemler ve bilimsel çalışmalar da hiçbir engel tanınmamaktadır.

Aydınlanma üstatlarının mekanik evren tasavvuruna uygun olarak geliştirilen “mekanik beden” tasavvuru arzuların denetlenebilirliği ve yönlendirilebilirliği noktasında bilime çok geniş bir alan açmıştır. Artık kilisenin yerinde ulus-devlet vardır ve bu devlet modern dönemin tanrısıdır. Kilisenin “itiraf (günah çıkarma)” ritüeli aracılığıyla bedenler üzerinde kurduğu otoriteyi ulus-devlet bilim, özellikle de tıp bilimi, aracılığıyla sağlamaktadır. Sonraları denetimi mutlaklaştırmak için okullar, hapishaneler, tımarhaneler ve fabrikalar da kullanılacaktır. Hıristiyanlığın tarihinde meydana gelen bu kritik değişim, bir bütün olarak bütün insanlığı etkisi altına alacaktır. Yeni dönemin papazları bilim adamlarıdır.

Söyledikleri mutlak doğrudur. Vahyin yerini bilim, kilisenin yerini üniversite almıştır. Yeni dönemin siyasi bedeni olan ulus-devlet bedenler üzerinde mutlak denetim kurma amacıyla hareket eder. Bilim, burjuvanın önderliğinde serpilip büyüdüğü ve şimdi bu burjuva ulus-devleti inşa ettiği için artık bütün bir ulusun bedeni devletin koruması ve denetimi altındadır. Her ulus-devlet maiyetindeki “vatandaşların” doğumu, ölümü, eğitimi, tedavisi, terbiyesi, cezalandırması gibi her türlü işlerinden sorumludur. Kilisenin din aracılığıyla sağladığı denetim ve kurduğu nüfuz ulus-devlet aygıtının türlü enstrümanlarıyla kurulacaktır. Burada devletin eril karakteri hemen göze çarpar. Öteden beri egemenliğin ve iktidarın eril olduğu yönündeki hem Roma’da hem de Yunan’da serdedilen kanaatler yeni ulus-devlet tarafından da sahiplenilir. Bütün bedenler ulus-devletin bekasını sağlamak amacıyla vardırlar. Bekaya ters düşen hareketler, hemen cezalandırılır. Hapishaneler cezalandırma merkezleri olarak önemli bir yer işgal ederler.

Toplumsal Cinsiyet ve Bio-Politika

Modern ulus devletin bu mutlak denetimci doğasını 20. yüzyılda Foucault tartışır. Cinselliğin doğası üzerine yazdığı yazılarla tanınan ve bugün feminist çevrelerce el üstünde tutulan Foucault’un, toplumsal cinsiyet ve bio-politika üzerine serdettiği kanaatler dikkat çekicidir. İktidarın bilgiyi, bilginin ise arzuyu ürettiğini söyleyen Foucault, böylece arzunun iktidar tarafından denetlendiğini iddia eder. Beden artık politik alanın nesnesidir. Üremeye yaramayan cinsellik kabul edilebilir değildir. Çünkü ulus-devletlerin nüfusa ihtiyacı vardır ve neslin devamını sağlamayan cinsellik kabul edilebilir değildir. Feminist örgütlerin devletin resmî ağızları tarafından dillendirilen “üç çocuk” talebine karşı geliştirdikleri söylemin kökleri Foucault’dadır. Devlet aygıtının yatak odasına müdahalesi olarak gördükleri üç çocuk talebinin, bio-politik perspektifin sonucu olduğu iddiasındadırlar. Dolayısıyla feminist ideoloji açısından ulus-devletin kendisi de bir tehdittir. Çünkü her ulus-devletin vatandaşlara ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç ancak üremeyle karşılanabilir.

Üremeyi sağlamanın yolu da heteroseksüel birlikteliktir ki bu tutum farklı cinsel yönelimleri tehdit eder. Yani esasında her ulus-devlet bir yönüyle heteronormatif karaktere sahiptir. Bu nedenle feminizm devlet aygıtına karşı anarşist bir tavrın mümessili olur. Bu anarşist tavır, cinsiyetin toplumsal normlarla belirlendiği iddiasını daha görünür kılmayı şiar edinir. Foucaultçu perspektifi bir tık ileriye taşıyan Judith Butler, toplumların kadın ve erkek cinsini baskın söyleme göre inşa ettiğini, dolayısıyla bunun dışına çıkmanın sapkınlık sayıldığını öne sürer. Butler’e göre cinsiyeti bakımından uyumsuz olan insandan toplumlar korkarlar. Çünkü bu insanlar (cinsiyet yönelimi farklı olanlar), cinselliğin egemen normların dışında da yaşanabileceğinin en güzel örneğidirler. Dolayısıyla tehdit unsurudurlar. Bu bağlamda “kadınlar” kategorisi de toplumsal cinsiyetlendirme mekanizmasının ürünü olarak görülür ve reddedilmesi talep edilir.

Butler daha da ileri gider ve cinsiyetin de tıpkı toplumsal cinsiyet gibi iktidar tarafından üretilmiş olacağını iddia eder. O zaman biyolojik varlığımız bir iktidar ürünü hâline gelir. Yani aslında bedenler bir cinsiyete sahip değildir. Onlara eril ve dişil formları iktidar yükler. Marksist geleneğin devleti olumsuzlayan doğasından oldukça etkilenmiş görünen Butler’ın, Foucault’nun bio-politik kuramına yaptığı bu katkı, Türkiye’deki feminist dilin inşasında da oldukça etkilidir. Çocuğun kadın özgürlüğü önünde engel olduğu tezinden kürtajın serbest bırakılmasına, aynı cinslerin birlikteliğinin meşru kabul edilmesinden “ev içi emeğin” ücretlendirilmesine kadar bir dizi meselede feminizm bio-politik kuramın gölgesine sığınır. Anneliği yadsır ve erkek egemen kültürün kadını ev içine hapsetme projesinin bir parçası olarak görür. 20. yüzyılın feministlerinden Doktor Madeleine Pelletier’in annelik ve çocuk hakkındaki şu sözleri yabancısı olmadığımız bir söylemdir: “Kadının kendi cinselliğini engelsiz olarak tatmin etmesinin önündeki en önemli engel çocuktur.

Entelektüel kültür ve çalışma yaşamı sayesinde kurtulmuş olan kadını, çocuk düşüncesi yeniden eski günlerin köleliğine iter. Erkek, gereksinimini karşılayıp özgürce çekip gider, kadın ise anneliği üstlenmek zorunda kalır, aşkta eşitlikten nasıl söz edilebilir? Annelik her şeyden önce kadını hem fiziksel hem de düşünsel açıdan aşağı bir düzeye indiren gebelik demektir. Daha sonra korkunç acılarla doğum gelir, sonra ise annenin kendi bireyselliğini geliştirmesini engelleyen çocuk bakımı. Demek ki kadın aşktan ve annelikten vazgeçerse yaşayabilir.” Kabaca söylemek gerekirse, bio-politika, uğraş alanı olarak hayatı seçen politika demektir. Organ nakilleri, ölümcül hastalıklar, salgın karşıtı önlemler, kürtaj düzenlemeleri, demografik problemler, göçmen sorunları, nüfus denetimi, yaşam süresini uzatma, organik tarım gibi alanlar genel meşguliyet alanlarıdır. Devlet aygıtının varlığını devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu bedenleri üretmesi, yaşatması, denetlemesi, beslemesi, büyütmesi gibi özellikler bu bağlama dâhildir. Bir nevi devleti tanrı gibi gören ki modern ulus-devlet zımnen bu iddiadadır, bir tutum göze çarpar.

Biopolitik kuramın üstadı Foucault devletin (iktidarın) yaşatmayı amaç edindiğini, çünkü varlığını buna borçlu olduğunu iddia ederken, Agamben iktidarın yaşamayı hak etmeyen yaşamlar ürettiğini iddia eder. Her hâlükârda her şeye hâkim, mutlak bir iktidar algısı tarafından beslenen bir yaklaşım söz konusudur. İktidar, anayasal vatandaşlık vererek yeni bir varoluş alanı oluşturur. Vatandaşlığın en somut göstergesi ise kimliktir. Bir kimliğe sahip olmamak adeta var olmamak anlamına gelir. Dolayısıyla iktidar vatandaşına varoluş imkânı sağlar. Onun onayından geçmemiş doğum, olmamış demektir. Yeni doğan kişiyi iktidar tanımlar. Bedenin tanımlanması işlemi gerçekleşmediğinde (kimlik verilmediğinde) o kişi devlet aygıtı nazarında varoluş imkânına kavuşmamıştır. Devletin var kabul etmediği, varlığını onaylamadığı beden hiçbir hakka sahip değildir. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma vb. tüm hizmetlerden yararlanmanın koşulu devletin damgasını (kimlik) yemekten geçer. Bu damga aynı zamanda cinsel kimliğimizin de ne olduğuna karar verir.

Kimlik kartımıza erkek ya da kadın yazılması iktidar aygıtının dayatmasıyla olur. Bu iktidarın normlarını kabul etmeyenler için hapishaneler ve tımarhaneler hazırda bekletilir. Buralar uyumsuz olanları hizaya getirme yerleridir. Devlet, evliliği meşrulaştıran ve böylece bireylerin cinselliklerini denetleyen bir hususiyete de sahiptir. Böylece en mahrem alan olan yatak odaları da devletin denetimine açılır. Ortaçağ Hıristiyanlığında kilisenin cinselliği denetleyici rolünü burada devlet üstlenmiştir. Nasıl ki kilise evliliği sadece neslin devamı olarak görüyor idiyse aynı şekilde ulus devlette nüfusun artışını garantilemek için telkinde bulunur ve kişilerin cinsel hayatlarına müdahale eder. Böylece üremeyi engelleyici cinsellik mahkûm edilmiş olur. Foucaultçu yaklaşımın devlet ve iktidarla ilgili bu tespitleri modern ulus-devletin karakterini yansıtması bakımından oldukça önemlidir. Ancak Foucault bunu yaparken cinselliğin hem gelenekte hem de modern dönemde üreme odaklı olan doğasını sorun etmekte ve üremeyi merkeze almayan bir cinsellik savunusu yapmaktadır.

Böylece homoseksüellik ve lezbiyenlik gibi tuğyan ve fahşa anlamına gelen fiillerin meşruiyetini temin etmek istemektedir. Cinselliğin ve cinsel kimliğin harici bir unsur (bu ister devlet/iktidar isterse toplum olsun) tarafından “belirlenen, üretilen ve tüketilen” bir olgu olması, Foucault ve ardıllarının itiraz noktasıdır. Bu muteriz ve anarşist tutumun gelip demirlediği nokta ise tüm cinsel sapkınlıkların özgürlüğünü müdafaa etmek olmuştur. Ürettikleri literatür, tuğyana ve fahşaya entelektüel kılıf bulmaktan başka bir şey değildir. Bu kılıfın merdutluğunu izhar etmek kendisini İslâm’a nispet edenlerin boynunun borcudur.

Kaynak:Ümran Dergisi , Mayıs 2019 s.47-56

KAYNAKÇA
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul, 2011.
Ebru Eren, Biyo-Politika ve Toplumsal Bedenin Denetimi, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Edward Said, Şarkiyatçılık, çev. Berna Ülner, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.
George Orwell, 1984, çev. Celal Üster, Can Yayınları, İstanbul,
2019.
Georges Duby (Der.), Batı’da Aşk ve Cinsellik, çev. Ayşen Gür,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2015
Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, çev. Fatma Tütüncü, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 2015.
Mevdudi, Hicab, çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, İstanbul, 2016.
Mevdudi, Hz. Peygamberin Hayatı, çev. Ahmed Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul, 1992.
Michel Foucault, İktidarın Gözü, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2003.
Murat Arpacı, Biyo-İktidar ve Karnavalesk Beden: Foucault ve
Bakhtin’in Beden Kavramsallaştırmalarının Karşılaştırılması, Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Ünv. Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Naomi Klein, Şok Doktrini(Felaket Kapitalizminin Yükselişi), çev.
Selim Özgül, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010.
Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’ân, Fecr Yayınları Ankara, 2018.
Paul Feyerabend, Bilimin Tiranlığı, çev. Barış Yıldırım, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2015.
Talal Asad (Der.), Antropoloji ve Sömürgecilik, Ütopya Yayınevi,
Ankara, 2008.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir