Cins kelimesi, Türk Dil Kurumu lügatinde “tür, çeşit, soy, kök, asıl” gibi manalara gelirken ıstılahta “birbirine benzeyen ve ortak pek çok özellikleri olan türler topluluğu” olarak tanımlanmaktadır. Cinsiyet de ferde üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği, eşey, seks olarak tanımlanır. Buna göre cinsiyet kelimesi biyolojik olarak kadın ve erkek arasındaki doğal farklılıklara işaret eder.
Feminist gruplar, cinsiyeti biri doğuştan sahip olunan ve biri de sonradan kazanılan olmak üzere iki grupta ele alırlar. Doğuştan getirilen biyolojik cinsiyet (sex), sonradan kazanılan ise toplumsal cinsiyet (gender) olarak ifade edilir. Toplumsal cinsiyet, kişinin içinde yaşadığı toplumun kadın ve erkek için uygun bulduğu, içtimai olarak inşa edilmiş rolleri, davranışları, aktiviteleri ve nitelikleridir. Aile, eğitim, devlet, sosyal çevre, iş yaşamı ve medya cinsel kimliğin gelişimine katkıda bulunan kurumlardır.
Toplumsal cinsiyet kavramı, ilk kez Amerika’da psikiyat- rist ve psikanalist Robert J. Stoller[1] tarafından, 1968 yılında yayımlanan Sex and Gender (Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet) kitabında kullanıldı. Kinsey Raporlarında[2] da merkezi olarak kullanılan kavram, 19. yüzyılın ikinci yansı ile birlikte akademik dünyanın gündemine girmiştir. Bu kavram, biyolojik farklılıkların yani cinsiyetin, genel tezlerini açıklamaya yetmeyeceğini düşünen feminist aydınlar için müthiş bir keşif ve ilham kaynağı oldu. Böylece toplumsal cinsiyet eşitliğine dönük çalışmalar uzun bir süre feminizm çatısı altında yürütüldü. Yaşanan hak ihlallerinin genelde bu yönde olduğu düşünüldüğünde böylesi bir durum anormal karşılanmaz. Ancak faydasına inanan kadar, bu anlayışın şekillendirdiği toplumun resmini görmeye başladıkça eleştiren feminist aydınlar da vardır. Feminist Felsefeye Giriş kitabının yazan Alison Stone bunu şöyle dile getiriyor: “Feministler toplumsal cinsiyet kavramını faydalı buldular çünkü eril ve dişil rollerin biyoloji tarafından değil toplum tarafından tanımlanmış olduklarını işaret ediyordu ve bu da söz konusu rollerin değiştirilebileceklerini ima ediyordu. Dişilik yeniden tanımlanabilir, böylece itaatkâr davranıştan gerektirmeyecek bir hale gelebilirdi. Veya erillik ve dişiliği yeniden tanımlamak yerine toplumsal cinsiyet rollerinden tümüyle kurtulabilir ve insanları eril veya dişil konumlara yerleştirmeye son verebilirdik. Toplumsal cinsiyet rollerinin içeriğini değiştirmek toplumsal cinsiyeti ‘yeniden yapılandırmak’, toplumsal cinsiyet rollerini ortadan kaldırmak ise toplumu cinsiyetsizleştirmekti.”[3]
Toplumsal cinsiyet kuramı üzerinde çalışanlar genellikle şu sorulara cevap ararlar: Erkekler ile kadınlar arasındaki farklılık doğuştan, tabii olarak mı mevcuttur yoksa içinde yaşadıkları toplum vasıtası ile sonradan mı kazanılmıştır? Erkekler ailesi için cemiyete, dışarıya yönelirken kadın ailesine, içeriye yönelip çocuklarına bakmak, ev işleri ile uğraşmak zorunda mıdır? Kadın ve erkek fıtratı diye bir şey var mıdır? Kadın kendi doğurganlığını kontrol edemez mi? Kadın ve erkek olarak doğuştan getirdiğimiz biyolojik cinsiyet mi yoksa toplumsal cinsiyet mi kişinin cinsel yönelimini belirler? Cinsel yönelimi toplumsal cinsiyet kodlamaları belirliyor ise değişimi normal değil mi? Toplumsal cinsiyetin cinsiyetle ne gibi bir ilişkisi vardır? İnsanların cinsiyetlerinden farklı toplumsal cinsiyetleri olabilir mi? Toplumsal cinsiyetin yalnızca iki türü mü vardır? LGBTİQ+ hareketinin ve LGBTİQ+ bireylerin karşılaştıkları toplumsal cinsiyet konuları nelerdir ve bu konular zaman içerisinde nasıl değişmiştir? Bu sorulara sosyolog ve psikologlar başta olmak üzere farklı branşlardan ilim insanları çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunlar, Batı sosyolojisinin kendine mahsus kategorileştirmesi ile “doğacı görüş” ve “gelişmeci görüş” şeklinde iki sınıf olarak tasnif edilir. Doğacı görüşe göre kadın ve erkekleri birbirlerinden ayıran farklılıklar biyolojik olarak var olan özelliklerin yansımasıdır. Erkek, kadınlardan fiziki olarak daha güçlü olduğu için zaman içinde avcı ve savaşçı olurken, kadınlar naif oluşları ve doğurganlıkları sebebi ile daha özel bir alanda iş görmeye başlamıştır. Gelişmeci görüşe göre ise cinsiyet rolleri kişinin içinde yaşadığı toplum ve edindiği kültür tarafından inşa edilir. Kaldı ki doğurganlık dışında kadım erkekten farklı kılan biyolojik bir özellik olmadığı gibi gelişen teknoloji sayesinde de kadın ve erkek arasında iş bölümü açısından pek bir fark kalmamıştır.
Toplumsal cinsiyet kuramının günümüzdeki görünümüne üç aşamalı bir süreçten geçerek geldiği söylenebilir. Birinci aşama, cinsel suçların, dini ve örfi olarak kabul görmeyen cinsel yönelimlerin meşrulaşarak içtimaileşmesinin sağlandığı 19. yüzyılın başları ve bunların kanunen suç olmaktan çıkarıldığı 1960’lı yıllardır. İkinci aşama, feministler vasıtası ile kadın-erkek eşitliği, iş hayatında kadın-erkek rollerinin ve iş bölümünün yeniden tanımlandığı 1970- 1990’h yıllar arasına tekabül eder. Üçüncü aşama ise lezbi- yen, gey, biseksüel ve transseksüel gibi farklı cinsel yönelimlerin hatta cinsiyetsizliğin “Queer Kuramı” olarak şekil aldığı ve toplumsal cinsiyet kuramı üzerinden normalleştirilmeye çalışıldığı dönemdir. Her üç aşamanın ortak özelliği cinsel kimlik devrimi gerçekleştirmek için belli bir dünya görüşü çerçevesinde hareket etmeleridir. Bu dünya görüşü çerçevesinde tarih, edebiyat, felsefe, siyaset, din, teknoloji, emek, kent ve sosyal politikalar toplumsal cinsiyet kuramına göre yeniden şekillendirilmeli ve yazılmalıdır. Bu binlerce yıllık birikimin reddi ve topyekûn insanlığın zihninin yeniden inşası demektir.
Cinsel Kimlik Oluşumu
Kimlik, ferdin kendine özgü tutumlarından, duygularından, algılarından, değerlerinden ve davranışlarından oluşan kendi hakkındaki görüşüdür. “Ben kimim? Ne yapabilirim? Hayattan beklentim ne?” gibi soruların cevaplan gerçek kimliği, “Benim için ne değerlidir ve nasıl bir hayat arzuluyorum?” sorularının cevabı ise özlem duyulan “ideal kimliği” gösterir. Cinsel kimlik, ferdin biyolojik açıdan belli bir cinsten olduğuna ilişkin bilgiye ve karşı cinsin kimler olduğunu tamma becerisine sahip olmak demektir. Cinsel kimliğin oluşumu iki yaş civarında başlar ve çocuklar bu yaşlarda kendi cinslerini tanırlar. Cinsel kimlik, bireyin kendi bedenini ve benliğini, belli bir cinsiyet içinde algılayışı, kabullenişi, duygu ve davranışlarında buna uygun biçimde davranmasıdır. Yani erkeğin kendini erkek olarak algılaması, kabullenmesi ve buna uygun davranış biçimleri sergilemesi, kadirim kendini kadın olarak algılaması, kabullenmesi ve buna uygun davranış biçimleri sergilemesidir. Normal olan, kişinin kendi biyolojik yapışma uygun bir cinsel kimlik geliştirmesidir. 5-6 yaşlardan itibaren dişi ve erkek ayrımını rahatlıkla yapan çocuklar, cinsel kimlik oluşturma eğilimini farklı dönemler içerisinde zamanla geliştirirler. İlk aşamada çocuklar kendilerinin ve başkalarının cinsiyetlerini tanımlamayı öğrenirken, ikinci aşamada cinsiyetin zaman içinde değişmediğini ve son aşamada ise cinsiyetin görüntüde değiştirilmesiyle ya da yüzeysel değişikliklerle değişmeyeceğini öğrenirler.
Biyolojik cinsiyetimiz, cinsel kimliğimizin ana belirleyicisi olmasına rağmen anne-babanın rehberliği, içinde yaşanılan sosyal çevre, arkadaşlar ve alman eğitim çocukların kendi cinsiyetine uygun olmayan bir cinsel kimlik geliştirmesine sebep olabilir. Cinsel anlamda kendini yeterince tanımamış, anne ve baba tarafından doğru rehberlik yapılmamış yahut son dönemde cinsiyetsiz toplum projesine uygun olarak hiçbir cinsiyet tanımlaması edinmemiş çocuklar, olgunlaştıkça kendini biyolojik cinsiyetinden farklı hissetmeye başlayabilmektedir. Yani bazen bir erkek kendini kız gibi hissedip kız gibi davranmaya başlayabilirken, bazen de kızlar kendilerini erkek gibi hissedip erkeksi davranışlar ilgileyebiliyor. Bu örnekte olduğu gibi kişinin biyolojik cinsiyeti ile edindiği cinsel kimliğin örtüşmediği noktada “cinsel kimlik bozukluğu” olarak tanımlanan durum ortaya çıkar. Bir çocuğun kendi cinsiyetinin dışında bir cinsel kimlik geliştirmesi sıra dışı bir hadisedir. Bu sebeple anne-baba çocuklarına Boğumundan itibaren biyolojik cinsiyetine uygun kimlik edinmelerini sağlayıcı eğitim, çevre ve iletişim sağlamalıdır. Çünkü çocukluk döneminde daha esnek olan cinsel kimlik büyüdükçe katılaşmaktadır. Ergenlik dönemi ile birlikte cinsel kimlik kökleşmekte, yetişkinlikle birlikte kabullenilir duruma yükselmektedir. Bu aşamadan sonra cinsel kimliğin değişimi biraz zorlaşmaktadır. Cinsel kimlik kökleştikten sonra bazı fertler trans olarak tanımlanan yolu benimsemektedir. Bu kişiler fiziki açıdan ya erkek ya kadındırlar, fakat kendilerini, bulundukları cinsiyetten başka cinsiyete ait hissederler ve bu hissettikleri cinsiyetin özelliklerine bürünmeye gayret ederler. Bazıları ise yaşadığı cinsel kimlik sorununu çözmek için biyolojik cinsiyetini tıbbi müdahalelerle değiştirme yoluna gidebilmektedir.
Biyolojik cinsiyet özelliklerinden bazıları şunlardır:
- Kadınlar regl olurken erkekler olamaz.
- Erkek ve kadınların farklı cinsel organları vardır.
- Kadınlar genellikle süt üretebilen göğüslere sahip olurlar, erkeklerin göğüsleri ise süt üretemez.
- Erkekler kadınlardan daha büyük kemiklere sahiptir.
- XY kromozomlarına sahip bir birey kalıtımsal olarak erkek cinsiyetindedir.
- Erkeklerde 4,5 litre, kadınlarda 3,6 litre kan bulunur. Erkeklerin saçları daha çabuk dökülür. Toplumsal cinsiyet özelliklerinden bazıları şunlardır:
* Doğuştan gelmez, çocukluktan itibaren anne-baba ve çevre vasıtasıyla öğrenilir.
- Herhangi bir biyolojik temele ve farka dayanmaksızın kadınlara ve erkeklere atfedilen görev, sorumluluk, yetenek ve davranışlara dair beklentiler ve inançlardır.
- Kültür, sosyal çevre, eğitim, inanç, etnik faktörler içinde yaşanılan zaman ve coğrafya tarafından şekillenir.
- Sonradan değiştirilebilir.
Toplumsal cinsiyet teorisyenleri cinsel kimlik oluşumunun gerçekleştiği 0-7 yaş arasına özellikle önem verir ve çalışmalarının büyük bir kısmını bu yöne kanalize ederler. Cinsiyetçi öğeler taşıdığı iddiası ile anne-babanın biyolojik cinsiyete uygun olarak yaptığı rehberliğe itiraz ederler; kullandıkları kelimeleri, seçtikleri renkleri, aldıkları oyuncakları, oyun kurgularım vs. hepsinin yeniden belirlenmesini, cinsiyet vurgusu taşımayan öğelerden oluşmasını isterler. Bu durumun ne kadına yönelik şiddetle ne de kadın-erkek eşitliği ile ilgisi vardır. Yeni bir toplum ve yeni insan inşası için sosyoloji ilmi kullanılarak kültür değişimi ve zihin kodlaması gerçekleştirilmektedir. Bu kodlama esnasında binlerce yıllık kelimeler ve ona bağlı manalar zihinlerden silinmekte, millet olarak varlığın devamım sağlayan dini ve örfi değerler iç edilmektedir. Çocukluktan itibaren dini, örfi ve kültürel değerler üzerinden kullanılmayan kelimeler, öğretilmeyen davranışlar ilerleyen yaşlarda kişiye yeniden kazandınlamamaktadır. Böylece kullanılan yanlış ve bozuk kelimeler surete büründükçe sadece dil değil ahlak da bozulmaktadır.
Toplumsal cinsiyet eşitliği savunucuları, toplumsal cinsiyet kalıplarının kadınlara ve erkeklere belirli roller yüklediğini ve bu rollerin toplumda kemikleştikçe bugün dünyada varlığım sürdüren, eğitim, sağlık hizmetleri ve ekonomik fırsatlar gibi birçok alana etki eden cinsiyetler arası eşitsizliğin ortaya çıktığım iddia ederler. Oysa sorunun asıl kaynağı toplum değil onların emeklerini sömüren, cinselliklerini istismar eden, kültür ve medeniyetlerini yok eden emperyalist düzen ve kapitalist dünya görüşüdür. Eşitsizliğin kaynağı noktasında asıl hesaplaşılması gereken bu sistem değil midir? Büyük sermaye gruplarının toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı gösterdiği duyarlılık, kadın ve erkeğin eşit temsil edildiği, kaynaklardan ve fırsatlardan eşit yararlandığı, rolleri eşit üstlendikleri bir dünya görüşünün yam sıra dini, kültürel ve örfi kalıpların sorgulandığı bir kuramın anaakımlaştırılmasına gösterdiği ilgi ne ile izah edilebilir? Bu çerçevede denilebilir ki, toplumsal cinsiyet meselesi kadın ve erkek eşitliği, kadına şiddeti önleme, adil iş bölümü gibi popülerleşmiş mevzuların çözülmeye gayret edildiği akademik bir proje değil, aksine toplumu binlerce yıl toparlanamayacak derecede sarsacak antropolojik, biyolojik ve sosyolojik bir mühendislik tezidir. Bu tezin en önemli fikir mimarlarından biri de Judith Butler’dır:[4] “Eğer toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünüyse, toplumsal cinsiyetin herhangi bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez. Cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayn- mını mantıksal olarak en uç noktasına çekersek, cinsiyetli bedenler ile kültürel olarak inşa edilmiş toplumsal cinsiyetler arasında kökten bir süreksizlik olduğu önermesine varırız. Şimdilik istikrarlı iki cinsiyet olduğunu varsaysak bile bu ‘erkekler’in inşasının erkek bedenlere mahsus olacağı, ‘kadınlar’m da yalnızca dişi bedenlere yorum getireceği anlamına gelmez. Dahası, cinsiyetler morfoloji ve kuruluş itibariyle sorunsuzca ikiliymiş gibi görünse bile (ki bu da sorunsallaştırılacaktır), toplumsal cinsiyetin de ikiyle sınırlı kalmasmı varsaymamız için herhangi bir sebep yoktur/’[5]
İkiyle sınırlı olmayan yani çoklu cinsellik. Pedofilik ve ensest ilişkiler başta olmak üzere hayvanlarla, robotlarla hatta ilerleyen zaman içerisinde kendi kopyası ile cinsel birleşme serbestliği. Butler öncesi feminist yazarlar da Butler’m şimdiki queer söylemini herhalde hayal edememişlerdi. Butler’m düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş halini, İstanbul özyeğin Üniversitesinin Ankara Üniversitesi KASAUM işbirliği ile “erkeklik” cinsiyetini ortadan kaldırmaya yönelik bir adım olarak gerçekleştirdiği “2’nci Uluslararası Erkekler ve Erkeklikler Sempozyumu”nun açılış konuşmasında Hanken School of Economics’ten İngiliz Sosyolog Prof. Jeff Hearn dile getirdi. Cinsiyetsiz toplum politikasını faaliyete geçirme amacım açıkça beyan eden sosyolog, mevcut cinsiyet kategorilerinin de yok edilebileceğini söyledi: “Kuir (queer- cinsiyetsiz toplum) politikası çerçevesinde ‘erkekler’in ayrıcalıklı konumları, erkeklerin de muzdarip olduğu ‘erkeklik’ rolleri ile mücadele etmek gerek. Aynı zamanda feminist politika kapsamında da erkeklerin mücadele ettiğini söylemek mümkün. Özellikle patriyarkayı (ataerkilliği), toplumsal cinsiyet kategorilerini yok etmek için gösterilen mevcut bir çabadan söz etmek mümkün.”[6] diyen Hearn konuşmasım şu cümle ile tamamladı: “Toplumsal cinsiyet ikiliğini yok ederek, homoseksüellik ve heteroseksüellik gibi birçok ikili karşıtlık arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak gerekmektedir.” Bu değişim, içinde bulunduğumuz zaman diliminde ve tartışılan mevzular boyunca rahatlıkla görülmektedir. Başlangıçta “Cinsiyet Eşitliği”ni merkeze alan tamm genişleyerek “Cinsiyet, Cinsel Yönelim, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne dönüştü. Kadın hakları, eşitlik gibi kavramlar da LGBTİQ+ haklarına ve eşitliğine evrildi.
Sürekli bir değişim ve gelişim gösteren toplumsal cinsiyet kuramı kendi içerisinde paradoksal bir yapıya sahiptir. Kuram, toplumsal cinsiyet yönlendirmelerini reddederken aslında bilfiil olarak kültür aşılama ve toplumsal cinsiyet yönlendirmesi yapar ve kendisi gibi düşünmeyenleri dar kalıplar içinde düşünen, dini ve örfi cinsiyet kalıplarım kıramamış kimseler olarak itham eder. Cinsiyet eşitliği meselesi, bu kuram üzerinde kendine ifade imkânı bulur ve farklı kültürlerde kendine yer arar. Nihayetinde kendini “kadın ve erkeklerin beklentilerini, değerlerini, imajlarını, davranışlarını, inanç sistemlerini ve rollerini tanımlayan fi. kirlerin sosyal yapılanması” olarak takdim eden toplumsal cinsiyet kuramı, kadın-erkek eşitliğini sağlamak, ayrımcılığı ortadan kaldırmak gibi süslü bir motivasyonla hareket eder. Ancak bu kelimeler, kuramın toplumlar tarafından kolay kabullenilmesi için bir nevi ava yemi olarak kullanılmaktadır. Bugün kitlelerin zihni büyük bir medya baskısı hatta diktatörlüğü altındadır. İnsanların algıları üzerinde diledikleri gibi oynandığı bu çağda her şey açıkça söylenilmiş olsa bile öne çıkarılan dışmda bir şeyleri görmeme gibi bir körlük mevcuttur. Medya körlüğü olarak kavramlaştırdığım bu hal, bilmenin ötesinde bir durum değil, tam aksine bildim zannının doğurduğu bir körlüktür. Böylesi bir körleşme, zihnin tümünü değil bir kısırımı iptal etmektedir. Kitleler üzerinde psiko-sosyal mühendislik yapanlar, aynı yere bakılmasına rağmen her göze farklı bir sunum ikram ederler. Böyle olunca birçok fert farkında olmaksızın mevzunun akademik yaşatıcısı yahut pratik deneği olur. Toplumsal cinsiyet meselesi üzerinden geliştirilen projeler de bu çerçevede kitleleri denek konumuna sokmuş, deneylerin neticesi sosyolojik veri olarak akademik kitaplara girmiş ve böylece diyalektik bir çatışma ile sürekli gündemde olması sağlanarak fikir üretimi taze tutulmuştur. Bu projelerin nihai noktası cinsiyetsiz bir toplum olmakla beraber aslında iki varlık tipini imal etmektir: Tanrımsı ve insanımsı varlık. Yahudi tezine (Üstün IRK) yakın bir ideal olan bu iddia ütopik olmaktan çıkmış durumdadır.
Toplumsal cinsiyet meselesinde öne çıkan kimlik kavramlardan biri de Queer (kuir) kavramıdır. Batı kendi tezlerini tartıştırmak, aktif ve diyalektik anlamda gelişebilir kılmak için sürekli akademik çalışmalar yaptırmakta, çeşitli
ilmi çalışmaların sonucu gibi kuramlaştırmaktadır. Batı tefekkürü bu manada sayısız sahte kuram ve veri ile doludur. Bu yüzden Batı sosyolojisine yaklaşırken, felsefi düşünceleri değerlendirilirken, tıbbi ve iktisadi teorileri gündeme alınırken dikkatle incelenmelidir. Queer kuramı da bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir kuramdır. Bu kuram, cinsiyet kimliğinin ve cinsel yönelimlerin sabit olmadığım, heteroseksüel veya homoseksüel, tüm insanları belirli kimlik veya cinsiyet tanımları üzerinden genellemenin doğru olmayacağım ifade eden, cinsiyetsiz toplumu hedefleyen çoklu cinsel yönelimini meşru gören bir sapkınlık tanımıdır.
Bu tanıma uygun toplumu oluşturmak için toplumsal cinsiyet eşitliği savunucuları, ebeveynlerin bebeklerine pembe ve mavi giydirmelerine, çocuklarım kızım-oğlum diye sevmelerine, biyolojik cinsiyete göre oyuncak seçimlerine şiddetle karşı çıkarlar. Medya ve ders kitaplarında “ayrımcılık” olduğu gerekçesi ile baba, anne, dede, nene, ata, atasözü, namus, kız, birader, kadın, hanım, hanım efendi, bey, beyefendi, bayan, hatun, bacı, adam, ağa, er, dayı, amca, teyze, hala, ağabey, oğlan, delikanlı, yiğit, babayiğit kelimelerinin çıkarılmasını ve kullanılmamasını isterler. Devlet adamı, bilim adamı, iş adamı, adam gibi adam, hanım evladı, sözünün eri, adam akıllı, kız gibi davranmak, kız kurusu, kız başma, kadınlar hamamına çevirmek, eksik etek gibi ifadeleri, “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır”, “Kızım dövmeyen dizini döver”, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” gibi atasözlerini cinsiyetçi bulurlar. Öyle ki Kur’ârı-ı Kerîm’den ve hadis kitaplarından kadın-erkek eşitliğine uygun olmadığını düşündükleri, cinsiyet farklılığını öne çıkaran ayet ve hadislerin ayıklanması yahut yeniden yorumlanması gerektiğini söylerler. Masalların, hikâyelerin, tarihi hadiselerin içeriğinde erkek özenli anlatımlara, binlerce yıllık gelenekten gelen kadın anlatımlarına tahammül edemez, bunların yanlış olduğunu ispata girişirler. Tuvaletleri, kadın ve erkek tuvaleti diye ayırmanın cinsiyet ayrımcılığı, giyim mağazalarındaki deneme odalarının farklı olmasının ataerkil ve gerici bir uygulama olduğunu iddia ederler. Sadece iddia etmez bunlarla ilgili yüzlerce rapor hazırlar, kitap yazar, lobi çalışması yaparlar. Firdevs Gümüşoğlu’nun D Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet, Melek özlem Sezer’in Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, Münevver Usta ve Doğuş Aygün’ün birlikte yazdığı Video Oyunları Endüstrisinde Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı, Zeynep özlem Üskül Engin’in Toplumsal Cinsiyet ve Hukuk kitabı, Ufuk Serdaroğlu’nun İktisat ve Toplumsal Cinsiyet, Fırat Kut- luk’un Müzikte Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet, Fevziye Sayı- lan’m Toplumsal Cinsiyet ve Eğitim, Feryal Saygılıgil’in derlediği ve içinde edebiyattan sanata, tarihten siyasete çeşitli bilim dallarının toplumsal cinsiyetle ilgisinin incelendiği Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları adlı eseri bunlardan birkaçıdır.
Kitap içeriklerine bakıldığında dini ve örfi değerlerden uzak, anarşist ve nihilist öğelerle süslü, materyalist bir yol izlendiği göze çarpmaktadır. Yaşadığımız çağda kadınların maruz kaldığı çok ciddi problemler vardır, bu inkâr edile mez. Ancak kitap içerikleri kadınların ortak problemlerini dile getirmekten ziyade dini, ilmi, kültürel ve örfi değerlere saldırmakta, aile, cemiyet ve iktidar üzerinden politik söylemlere başvurmaktadır. Firdevs Gümüşoğlu’nun Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet adlı eseri buna örnek teşkil eder: ‘”Allah’ın Nimetleri’ adlı okuma parçasında ise Fatma pazardaki meyvelerin, sebzelerin güzelliğinden söz eder. Fatma’nın annesi ise, ‘Allah’ın bizim için çeşitli nimetler yarattığı’nı ve eğer nankörlük etmeyip, şükredersek ‘ödüllendirileceğimizi ve nimetlerimizin artacağını’ söyler. Söz konusu ders kitapları bu dünyayı araştırmak, anlamak, öğrenmek yerine inanmaya, korkuya dayalı bir algı çevresi oluşturmaya hizmet etmektedir.”[7] Gümüşoğlu’nun burada bahsettiği ders kitabı 2011 baskılı Kenan Demirtaş ve Murat Özdemir imzalı 7. Sınıf İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitabıdır. İnanç üzerine yazılmış bir eserde inanma ile ilgili bir örneği eleştirmek nasıl bir ruh yapısı, nasıl bir akademik bakış açısıdır, akıl almaz.
Bir diğer misal Feryal Saygılıgil’in derlediği Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları adlı eserdeki İlkay öküralpli’nin “Qu- eer Teori” başlıklı yazısından: “Toplumsal cinsiyet kavramının kullanıma sokulmasıyla amaçlanan, aslında hetero- normatif sistemin biyolojinin kader olduğu varsayımına karşı çıkmaktır. Beauvoir’ın ünlü ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ ifadesi toplumsal cinsiyetin bir inşa, bir proje olduğuna gönderme yapar. Aynı zamanda, biyolojik cinsiyeti toplumsal cinsiyetten ayırır. Buna göre, biyolojik cinsiyet dişil bedenin olgulara dayanan yönleri, toplumsal cinsiyet ise bu bedenin üstlendiği kültürel anlam ve formlardır. Aslında kadın olan, aynı zamanda dişil üreme organına sahip olmak zorunda değildir.”[8]
Toplumsal cinsiyet eşitliği projesi yürütücüleri yetişkinlere dönük faaliyetlerle dini ve örfi cinsiyet algısının yıkılmasının zor olduğunu bildiğinden bebeklikten itibaren başlayan çocuk eğitimine ve ergenlere yönelik çalışma yaparlar. Bunun için de eğitim aracı olarak okul, kurs, televizyon programları, sosyal medya etkinlikleri, kamplar, dönemlik seminerler ve kulüp çalışmaları ile geniş kitlelerle etkileşime geçmeye gayret ederler. Eğitim içeriklerinde “toplumsal cinsiyet kalıp yargıları” diye niteledikleri kelime, deyim, resim, hikâye ve videoları cinsiyetsiz olacak şekilde değiştirirler. Konuşmalarını, yazılarım, ilan ve duyurularını, tarih ve sosyal bilimler sunumlarını, edebiyat ve sanat eserlerini cinsiyetsizleştirirler.
Kinsey Raporu ve Akademik Sahtekârlık
Alfred Kinsey, toplumsal cinsiyet teorisyenlerinin yoğun olarak kaynak gösterdiği Amerikalı zoolog. 1920’lerde soy gelişimi araştırmalarının yuvası olduğu günlerde Hanvard Bussey Enstitüsü’nde öğrenim gören Kinsey, îndiana Üniversitesi’nin öğretim kadrosuna girerek burada kültürel ya- pıbozumla ilgili araştırmalar yapmıştır.
Soy gelişim biliminin ve kontrolünün az bilinen amaçlarından biri, geleneksel ahlak yıkımı ve sapkınlığın normal- leştirilmesidir. Bu araştırma alam Amerikan aile yapısını bozarak nüfusu yeniden üretmiş; kültürel, ailevi ve zihinsel programlamaya karşı korumasız hale getirmiştir. 1947’de bu üniversitenin bünyesinde The Rockefeller Foundation desteğiyle Cinsellik Araştırmaları Enstitüsünü kuran Kinsey, 1948 yılında adını “cinsel sapkınlık tarihi”ne birinci adam olarak taşıyacak Erkek İnsan’da Cinsel Davranışlar adlı kitabı yayımlar. 25.000 adet basılan kitap birkaç ay içinde 200.000’den fazla satışa ulaşır. İlerleyen yıllarda Amerika ve Avrupa’da toplumu dizayn etmek isteyen medya ve iktidar desteği ile milyonlara ulaşır. Toplumda ciddi bir değişim ve dönüşüm başlar. Beş yıl sonra Kinsey, ilk kitabın devamı olan ‘Kadın İnsan’da Cinsel Davranışları’ yayımlar ancak bu kitap oldukça tepki alır. Fakat projenin destekleyicileri geri adım atmaz ve Kinsey Raporlarına uygun olarak kanuni düzenlemeler yapılır. O güne kadar Amerikan ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıp normalleştirilir.
Kinsey, bu raporda hali hazırda birçok toplumsal cinsiyet temalı demekte de kullanılan meşhur Kinsey skalasını yayınlar. Bu skala üzerinden insanların fizyolojik cinsiyetlerinin yanı sıra cinsel yönelimlerine göre de cinsiyetlerinin tanımlanması gerektiğini söyler. Bu rapora göre Amerikan erkeklerinin yüzde 95’i cinsellikle ilgili yasaları cezaevine düşecek kadar ciddi biçimde ihlal etmiş, yüzde 85’i evlilik öncesi cinsel ilişki kurmuş, yüzde 69’u fahişelerle birlikte olmuş, yüzde 37’si homoseksüel ilişkilerde cinsel doyuma ulaşmış, yüzde 17’si hayvanlarla seks yapmıştı.[9] Ayrıca bu raporda Amerika’da erkeklerin yaklaşık yüzde 37’si, kadınların da yüzde 13’ünün 45 yaşlarından önce en az bir kez eşcinsel bir ilişki yaşadığı iddia ediliyordu. Erkeklerin yüzde 10’u hayatlarında en az 3 yıl boyunca genellikle eşcinsel ilişkiler kurmuşlardı, yüzde 4’ü ise kendilerini eşcinsel olarak tanımlıyordu.
Alfred Kinsey sıradan biri değildi. Houston Üniversitesi tarihçilerinden James Jones, Kinsey’in hayatını anlattığı kitapta onu iğrenç bir sapık olarak tanımlıyordu. Jones’un iddiasına göre eşcinsel, mazoşist, seks müptelası, röntgenci ve sorunlu bir adam olan Kinsey, karışım başka erkeklerle sex yaparken izliyor, sapkın ilişkiler içinde olan erkeklerin fotoğraflarım çekmekten hoşlanıyordu. Rockefeller Vakfı desteği ile yüz binlerce dolar kazanan Kinsey, bu paraları porno sektörüne yatırdı ve her kesime hitap eden porno filmler çekti. Başrolünü kendi oynadığı porno filmde kalp krizi geçirdi ve öldü.
Pedofilik alışkanlıkları olan Kinsey’in hazırladığı raporlarda bebek ve çocuklarla yapılan cinsel deneyimler, orgazm sayısı ve süresi de vardı. Bu deney için yaklaşık 2000 civarında bebek kullanılmıştı. Hatta bu çocuklardan bir tanesi yıllar sonra Birleşmiş Milletler’e yazdığı bir mektupta, Kinsey’in kendisi 7 yaşındayken öz babasına para karşılığı 20 seferden fazla tecavüz ettirdiğim iddia etmişti. Ester White adlı bu kız, 12 Nisan 2014 tarihinde yazmış olduğu bu mektupta, “babamı affedebildim ancak Kinsey’i asla” demişti.
Kinsey Enstitüsü yöneticisi Paul Gebhard, 1981’deki bir yazısında enstitünün faaliyetleri hakkında şu itiraflarda bulunur: “Bebeklerle ve reşit olmayan çocuklarla cinsel ilişki kurmak yasadışı olduğundan farklı veri kaynaklama bağlanmak durumundaydık. Bunlardan bazıları, daha kolej eğitimli, çocuklarını dikkatle gözlemleyen ve bizim için notlar tutan ebeveynlerdi. Başka bir grup anaokulu sahipleri ya da öğretmenleri; yaşlılarla ilgi duyan ergenlik çağına gelmemiş homoseksüel erkeklerdi. Bir tanesi dişi ve erkek bebeklerle sayısız cinsel ilişki kurmuş ve her ilişkisinin kaydını tutmuş biriydi. Bu kaynakların bazıları yazılı ya da sözlü raporlarda, fotoğraflarda ve birkaç örnekte filmlerde kullanılmıştı.” .[10]
Kinsey’in seçtiği denekler hiç de kitabında anlattığı gibi sıradan ve her meslek grubundan insanlar değildi. Bu derneklerin çoğu para ile tutulmuş kiralık fahişelerdi. Hatta birçoğu kendi çocuğuna tecavüz olmak üzere çeşitli cinsel suçlardan aranan kimselerdi. Bunu fark eden Liberty Coun- sel’in kurucusu ve dekanı Mathew Staver’ın “Alfred Kinsey ve Kinsey Enstitüsü, işledikleri devasa sahtekârlıktan sorumlu tutulmalıdır” diyerek enstitü hakkında soruşturma talebinde bulundu. Ancak Kinsey’in destekçisi vakıfların engeli ile karşılaştı ve soruşturma talebi kabul görmedi. Kinsey Raporlarının eleştirisi sadece Staver ile sınırlı değildi. Uluslararası çapta tanınmış Judith Reisman gibi akademisyenlerin yanında Sue Ellen Browder ve John W. Tukey gibi akademisyenler de çok sert eleştiriler getirmiş ve Kinsey’in araştırmasının önemli bir kısmının masabaşı olduğunu söylemişlerdir. Sue Ellen Browder, “Kinsey’in Sırrı: Cinsel Devrimin Sahte Bilimi” adlı makalesinde şunları söylemektedir: “Kinsey, sıklıkla başvurduğu örnekleri,sıradan anneler, babalar, kız ya da erkek kardeşlermiş gibi sundu. Böyle yaparak Amerikan erkeklerinin yüzde 95’inin onları içeri tıktıracak cinsel suçlara ilişkin kanunları çiğnediğini ileri sürüyordu. Böylelikle Amerikalılara, cinsel kabahat kanunlarının ‘gerçeğe uygun’ hale getirilmesinin zorunluluk olduğu söyleniyordu.”[11] öyle de oldu. Kinsey raporlarından sonra Rockefeller Vakfı desteği ile ceza hukuku değiştirildi.
Kinsey Raporu sonrası cinsel suçlarda korkunç bir artış meydana gelmiştir. Amerika’da 1969-1999 arasında tecavüz yüzde 340, 1955-1994 arasında 10-14 yaş grubunda cinsel yolla bulaşan hastalıklar yüzde 200,1951-1996 arasında 15- 19 yaş arası genç kızların çocuk doğurma oram yüzde 215, 15 yaş altı kızların çocuk doğurma ya da düşürme oram yüzde 150 ve çocukların cinsel istismarında yüzde 15,866 artış olmuştur. Aynca Kinsey raporundan soma LGBTİQ+ hareketler daha aktif olmaya ve lobi çalışmaları ile çeşitli haklar elde etmeye başladılar. Aynı zamanda pedofilik bir sapkın olan örgütün kurucusu Harry Hay eşcinselleri açıktan savunan ilk manifestosunu Kinsey’in raporunun yayınlandığı yıl olan 1948’de yaptı. 1973 yılında Amerikan Psiki- yatristler Birliği (APA), eşcinselliği psikiyatrik hastalıkların sınıflandırıldığı DSM’den (Diagnostic and Statistical Manu- al of Mental Disorder) çıkardı. Kinsey Raporu’yla birlikte sadece LGBTİQ+ hareketler değil, pedofilik hareketler de meşrulaşma fırsatı elde etmişlerdi. Kinsey’in raporları ile tetiklenen kitleler daha neye uğradıklarım anlamadan aym yıllarda Playboy Dergisi yayın hayatına atılıyor ve zihinlere erotik ve pornografik resimleri yerleştirmeye başlıyordu. Aynı dönemde Rockefeller desteği ile porno sektörü oluşuyor, kadın ve erkek fahişeler bu sektörün içinde endüstriyel bir kaynak haline geliyordu.
Kinsey Raporları ile başlayan toplumu cinsel olarak dönüştürme faaliyetleri salt bir şirket yahut devlet faaliyeti olarak kalmamış, Birleşmiş Milletler kanalı ile bütün ülkelerde yaygınlaştırılmak istenmiştir. Bunun için de sözleşmeler yapılmış ve “Ulusal Eylem Planı” hazırlanmıştır. Çokça öne çıkarılan İstanbul Sözleşmesi düne nispeten nihai nokta gibidir. Çünkü toplumsal cinsiyet meselesi İstanbul Sözleş- mesi’nden onlarca yıl önce yapılan sözleşmeler ile cemiyet hayatında yer bulmaya başlamıştır. Bunlardan ilki 1957 yılında Avrupa Birliği çerçevesinde imzalanan Roma Antlaş- ması’nın 119. maddesindeki “Kadın Erkek Eşitliği”ne dair olandır. Bu antlaşmadaki hukuki düzenlemeler sadece çalışma yaşamıyla sınırlıydı ve sosyal olmaktan daha çok “ücret eşitliği” başlığı altında toplanmış olarak ekonomikti.
Birleşmiş Milletler’in toplumsal cinsiyet eşitliğinin geliştirilmesi ve kadınların güçlendirilmesi amacıyla kurmuş olduğu ilk organ Kadının Statüsü Komisyonu’dur. Komisyonun temel görevi, kadın haklarının siyasi, medeni, ekonomik, sosyal ve eğitim alanlarında geliştirilmesi için Ekonomik ve Sosyal Konseye tavsiyeler sunmak ve raporlar hazırlamaktır. Komisyon 1960’lı yıllara kadar üye ülkelerde yasal eşitliği gerçekleştirmek amacıyla çalışmalar yapmış ve kadın haklan alamnda sözleşmeler hazırlamıştır. 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler Antlaşmasının (Charter) kabulü ile teşkilatın asıl amacı olan “barışı korumak, savaşları önlemek” konularının yanında kadının hakları ve statüsü mevzuu üzerinde de çalışmalara başlanmıştır. Bu anlaşmada uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel ve insani sorunların çözülmesinde ırk, cinsiyet, dil ve din aynmı gözetmeksizin herkes için insan Haklarının geliştirilmesinde işbirliği sağlamak ve ülkelerin bu amaçlara ulaşma çabalarının ahenkleştirildiği bir merkez olmak gibi çok kapsamlı bir hedef belirlenmiştir. Bu suretle insanlar arasında cinsiyet ayrımından kaynaklanan her türlü ayrıcalığı yok etmek, bu teşkilatın temel görevlerinden biri sayılmaktadır. 1960’lı yıllarda yapılan sözleşmelerin birçoğunda Türkiye’nin imzası yoktur: 1962’de 28 ülkenin katılıp imzaladığı Evliliğe Rıza, Evlilik için Asgari Yaş ve Evliliğin Tesciline İlişkin Sözleşme ve 1950’de 42 devletin imza koyduğu İnsan Kaçakçılığı ve Fuhuşun İstismarının Bastırılmasına İlişkin Sözleşme’lerinde olduğu gibi. 1979 yılında yayınlanan CEDAYV-Birleşmiş Milletlerin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın önlenmesi Sözleşmesini ise Türkiye 1985 yılında imzalamıştır. Bu sözleşmenin temel hedefi, toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, kalıplaşmış kadın-erkek cinsiyet rollerine dayalı önyargıların yanı sıra geleneksel ve benzer tüm ayrımcılık içeren uygulamaların ortadan kaldırılmasıdır. Sözleşmenin 10’uncu maddesinin (c) bendinde şöyle denilmektedir: “Kadın ve erkeğin rolleriyle ilgili kalıplaşmış kavramların eğitimin her şeklinde ve kademesinden kaldırılması ve bu amaca ulaşılması için eğitim birliğinin ve diğer eğitim şekillerinin teşvik edilmesi, özellikle ders kitaplarının ve okul programlarının yeniden gözden geçirilmesi ve eğitim ve metotlarının bu amaca göre düzenlenmesi…”.
Birleşmiş Milletler’in Pekin’de 4-15 Eylül 1995 tarihleri arasında 189 ülkenin temsilcilerinin katılımıyla düzenlediği Taahhütler Konferansında (Dördüncü Dünya Kadın Konferansı) Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu belgeleri kabul edilmiştir ve Türkiye her iki belgeyi de imzalamıştır. Pekin Deklarasyonu, kadirim güçlenmesini ve toplumsal konumunun yükselmesini sağlamak, kadın-erkek eşitliğinin geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin temel politika ve programlara yerleştirilmesi konularında hükümetleri yükümlü kılmıştır.
2000 yılında 189 ülkenin temsilcileri, Birleşmiş Milletler’in önderliğinde bir araya gelerek Binyıl Kalkınma Hedef- leri’nin kabul edildiği bir zirve Stakleştirmişlerdir. Binyıl Kalkınma Hedefleri (BKH), insani kalkınmaya yönelik olarak yoksulluk ve açlığın ortadan kaldırılması, tüm bireyler için temel eğitim, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadının durumunun güçlendirilmesi, çocuk ölümleri, anne sağlığı, salgın hastalıklarla mücadele, çevresel sürdürülebilirlik ve kalkınma için küresel ortaklık konularını içermektedir.[12]
11 Mayıs 2011 tarihinde, kadınlara yönelik şiddetle mücadelede yeni bir destek sağlayan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” veya kısaca “İstanbul Sözleşmesi” Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından imzalanarak 22 Kasım 2011’de TBMM tarafından onaylanmıştır. 8 Mart 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmasının ardından Avrupa Konseyi’ne sözleşmeye ilişkin onay belgeleri teslim edilmiş ve 1 Ağustos 2014 tarihi itibariyle sözleşme yürürlüğe girmiştir. 2018 verilerine göre 45 ülke tarafından imzalanan ve 27 ülke tarafmdan onaylanan İstanbul Sözleşmesi, “kadına karşı şiddetin önlenmesinde hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge” niteliği taşıyor. Bu belgenin Türkçe çevirisi ile ilgili oldukça dikkat çekici iddialar söz konusu. Ankara Barosu dergisinde Prof. Dr. Kadriye Bakırcı şu tespitleri dile getiriyor: “Sözleşme’nin Türkçe metni ile İngilizce metni karşılaştırıldığında Türkçe çeviride yanlışlıklar olduğu görülmektedir. Bu durum, büyük ölçüde politik tercihlerden kaynaklanmaktadır. Sözleşme’nin orijinal başlığı ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ olmasına rağmen, Türkçe’ye ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ olarak çevrilmiştir. Sözleşme’nin metnindeki ‘ev içi şiddet’ (domestic violence) ibaresi Türkçe’ye’aile içi şiddet’ olarak çevrilmiş, ev içinde (domestic unit) ibaresi ise ‘aile birliğinde’ olarak çevrilmiştir, öte yandan ‘eşler veya partnerler’ arasındaki ‘şiddet7 ibaresi, ‘eşler veya ebeveynler arasındaki’ şiddet olarak çevrilmiştir.”[13]
Diğer taraftan İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet ile birlikte cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği kategorilerini doğrudan metninde içeren ilk uluslararası sözleşmedir. Sözleşmenin “Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması” başlıklı dördüncü maddesinde LGBTİQ+ oluşumlarına atıfta bulunulması ve söz konusu maddede “Cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, (…) herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanması temin edilecektir.” denilmesi, LGBTİQ+ oluşumlarının Türkiye’de daha açıktan ve kışkırtıcı bir şekilde örgütlenmesine sebep oldu.
Birçok kişi ve kurum tarafından eleştirilen İstanbul Sözleşmesi, toplumsal tabanın kültürel yapışım dikkate almadığı, farklı görüşlere karşı duyarsız kaldığı ve tek taraflı bir metin olduğu iddiası ile eleştirilmiştir. Metin bu haliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerlerden uzak rol beklentisini temel değer haline getiren bir yapı görünümündedir. Feminist bir ideolojik dilin hâkim olduğu bu sözleşmenin “Kadınlara yönelik şiddetin, erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılığa neden olan ve kadınların tam ilerlemesini engelleyen ve kadınlar ile erkekler arasındaki tarihsel eşitlikçi olmayan güç ilişkisinin tezahürü olduğunun bilincinde olarak” hazırlandığı ifade edilmiştir. Genel yükümlülükler bölümü, madde 12/1’de “veya kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargılan, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” denilmektedir. Bu ifa- deler toplumsal cinsiyete dair metinlerde bir ayrımcılık olarak sunulan dinin yok sayılmasına, geleneksel değerler, örf ve kültürün yok edilmesine kanuni dayanak oluşturmaktadır. Ayrıca sözleşmenin 4’üncü maddesinin (Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrım Gözetmeme) 3’üncü bendinde ayrımcılık yapılmaması adına cinsel yönelim ve cinsel kimlik kavramları yasallaştırılmaktadır. LGBTİQ+ bireyler, bu madde ile kendilerine yönelik her söylemi “nefret suçu”, “homofobik davranış” iddiası ile hukuka taşımakta, toplumun geniş bir kesimi tarafından “sapkınlık” olarak görülen söz ve fiilleri meşrulaştırmaktadırlar.
Toplumsal cinsiyet eşitliğini şiddetin önlenmesi için tek reçete olarak sunan bu sözleşme, toplumsal cinsiyet eşitliği indeksinde üst sıralarda olan ülkelerde kadına yönelik şiddet, cinayet ve tecavüz oranlarının yüksek düzeylerde olması ile uygulanabilirliği tartışmalı hale gelmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinde model ülke olan İskandinav ülkelerinde şiddet ve tecavüz oranları ürkütücü seviyelerdedir. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre Finlandiya’da her yıl 50.000 kadın tecavüz ve cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Danimarka’da 2017 yılında 24.000 kadın tecavüze uğramış veya tecavüz girişiminde bulunulmuştur. Benzer şekilde toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı politikaların uygulanmaya başlanmasından sonraki süreçte de ülkemizdeki istatistikler şiddetin azalmadığım göstermektedir. Sözleşmenin 48’inci maddesi arabuluculuğu yasaklamakta, “Taraflar işbu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.” demektedir. Bu maddeden de anlaşılacağı üzere, sözleşmede aileyi koruyabilecek tedbirlere yer verilmemekte, toptana bir yaklaşımla arabuluculuğun faydalı olabileceği durumlar da dışlanmaktadır.[14]
Toplumsal Cinsiyet Teorilerinin Anaakımlaştırılması
1990’lı yıllar sonrasında BM’nin anaakımlaştırmaya (ma- instreaming) karar verdiği toplumsal cinsiyet eşitliği poli- tikaları bugün global hale gelmiştir. Kalkınma Programı (UNDP) anaakımlaştırmayı şöyle tanımlıyor: “Ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlardaki tüm politika ve programların tasarlanması, uygulanması ve değerlendirilmesine cinsiyet eşitliği zorunlu bir boyut olarak katılacaktır; bu nedenle cinsiyet analizleri tüm etkinliklerinin bir parçası olarak kabul edilecek ve partnerlerle ilişkide cinsiyet eşitliği anahtar bir unsur olarak kabul edilip desteklenecektir; eşitlik anlayışının tüm politikalarda temel alınmasını sağlamak üzere Kalkınma Programı’nın kapasitesini arttıracak stratejiler geliştirilecektir.”[15]
Toplumsal cinsiyet teorileri ile ilgili ilk dönemlerde birkaç broşür, bülten ve tam tim toplantılarından ibaret olan çalışmalar, zaman içerisinde üniversiteler bünyesinde ana bilim dallan açılmasına, ders kitaplan halinde öğrencilere okutulmasına, ana akım haline getirilip üzerine binlerce kitap yazılmasına, belgesel film ve sinema çalışmaları yapılmasına evrilmiştir. Bunda da elbette nüfuz sahibi akademisyenlerin, başta AB fonları olmak üzere her çeşit destekle cemiyeti bu kurama göre şekillendirmeyi gaye edinen derneklerin payı büyüktür. Bu derneklerden birkaçı şunlardır: Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği, Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Demeği, Yanındayız Demeği, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Derneği.
Ancak bunlar arasından daha etkili olanlar akademisyenlerdir. Çünkü onlar toplumla birebir irtibatı olan insanları yetiştirmektedir ve yine kendileri toplumla sürekli etkileşim halindedirler. Dolayısıyla asıl dikkatle takip edilmesi gereken nokta burasıdır.
Türkiye’de akademik feminizme dair hafıza alam inşa eden. Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Merkezlerinin kuruluşunda ve gelişmesinde öncülük yapan, katkıda bulunan birçok akademisyen vardır. Bunların bir kısmı halen görevde ve hayatta olup kimi bir üniversitede kimi ise uluslararası desteğe sahip derneklerde yönetici olarak aktif rol sahibidirler. Bu akademisyenler, toplumsal cinsiyet kuramım tüm basın yayın, halkla ilişkiler, üniversite ve lise ders kitaplarına, emek ve iş gücünün söz konusu olduğu her yere, edebiyat, sanat ve tarih yazımı başta olmak üzere dini çalışmalara kadar pek çok alana nüfuz ettirmişlerdir. İtiraf etmek lazımdır ki hiçte başarısız değiller. Bu çalışmalar neticesi birçok önemli siyasi ve ticari organizasyon toplumsal cinsiyet teorilerini kitleselleştirdiler. Ülkemizde TKP, HDP, CHP, İYİ Parti gibi siyasi partilerin yam sıra büyükelçilik, ticari şirket gibi birçok sivil toplum kuruluşu sözleşmelere dayanarak bu projeleri destekledi. Almanya Büyükelçiliği, ABD Büyükelçiliği, Avrupa Birliği, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Fransa Büyükelçiliği, İsviçre Büyükelçiliği, Soros Vakfı, Norveç Büyükelçiliği, Danimarka Büyükelçiliği, Nike, Coca Cola, Shell, TÜSİAD bunlara fon sağlamakla kalmayıp çalışmaları global hale getirmenin önünü açmıştır. Aynca TÜSİAD (Türk Sanayici ve İş Adamları Demeği) “adam” kelimesinin ayrıma olduğu gerekçesiyle açık ismini 2018 yilında değiştirmiştir.
Bu kitleselleşmede en önemli unsur medya ve propagandadır. Kaldı ki medya önemli bir telkin aracı olduğu kadar aynı zamanda bir baskı aracıdır. Birçok sermaye grubu yani reklam veren şirketler, hem yazılı hem görsel medya üzerinde “parayı veren düdüğü çalar” hesabı ciddi bir baskı oluşturmakta ve toplum mühendisliğine kadar işi götürebilmektedirler. Bunun en güzel örneği TÜSİAD ve bünyesindeki şirketler grubudur. Bu şirketler açıktan açığa medyaya yön vermekte, hizaya çekmekte ve nelerin yayınlanıp yayınlanamayacağını söylemekte hatta dizi, filmlerin senaryosuna kadar müdahale etmektedirler.
5 Mart 2018 Pazartesi günü “Televizyon Dizilerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” başlığı altında TÜSİAD bünyesinde bir proje çalıştayı yapıldı. Bu çalıştayın açılış konuşmasını yapan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol BİLECİK şunları söyledi: ‘Toplumsal cinsiyet eşitliği önündeki engellerin aşılması için zihniyet dönüşümünü sağlamak gerekiyor. Her bireyin ve her kurumun kendi etki alanlarından başlayarak bir ‘kelebek etkisiyle’ bu dönüşüme büyük katkı sağlayacağına inancım sonsuz. Farklı alanlarda çalışmakla beraber, birbirini etkileyen ve güçlendiren işler yapan ‘iş dünyası’ ve ‘dizi sektörü’ olarak bu proje vesilesiyle bir araya gelmiş olmak çok kıymetlidir. Aslında iş dünyası ile dizi sektörünün ortak bir derdi var: yaratıcılık ve yenilikçilik. İş dünyasının küresel rekabette ayakta kalması çeşitliliği, yaratıcılığı ve inovatif olmayı gerektiriyor ki toplumsal cinsiyet eşitliği bu yolda müthiş bir itici güç sağlıyor. Dizi sektörünün paydaşları belki de en yüksek yaratıcı ve yenilikçi yeteneklere sahip kesim ve bu yetenekleri toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyecek şekilde harekete geçirmeleri çok önemli.”[16]
Bir İdeoloji Olarak Toplumsal Cinsiyet
Bir fikri, inana yahut ürünü ana akım haline getirmek ve kitleler tarafından hızlıca bünyeleştirilmesini sağlamak için bilinen en iyi yöntemlerden biri ideolojileştirmektir. Çünkü kitleler parçalar halindeki unsurları marjinal yahut sadece azınlığa mahsus bir davranış biçimi olarak görür. Ancak bu durum birçok parçanın bütünleştirildiği bir ideoloji haline dönüşür ve içinde farklı gruptan insanların çıkarlarına çözümler üretiyor olursa kitlelerce sahiplenilen ve mücadelesi edilen bir form halini alır. Toplumsal cinsiyet teorisyenleri bu yönü hiç ihmal etmemiş, bütün çalışmalarını iktidar, siyaset ve değişim içerikli söz ve fiillerle beslemiştir.[17]
İdeoloji; fikrin nizamı, düzeni. Nisbetler yahut keşifler boyu anlayışın örgüleşmiş hâli. Bir dine bağlı olabileceği gibi mevcut ilmi birikimden istifade ile batıl bir itikad üzere de oluşturulması mümkün. Liberalizm, sosyalizm, faşizm en başat yerde. İdeolojik olmanın yam sıra psikolojik bir yapı arz eden feminizm, muhafazakârlık, milliyetçilik ise eklemlendikleri yer ile bütünleşik hareket eden dünya görüşleridir. Erkek ve kadına dair, her biri diğerinden farklı bir anlayışa sahip ve hakikati yerli yerine oturtucu değil. Bugün gelinen noktada toplumsal cinsiyet çalışmaları da Toplumsal Cinsiyet Eşitliği üst başlığı altında cinsiyet ve cinselliğin merkeze alındığı bir ideoloji haline gelmiştir. Bunda da en büyük etken geleneksel olarak varlığım devam ettirmeyi düşünen ideolojilerin toplumsal cinsiyet olgularına bakışıdır. Şöyle ki; herkese vicdan, inanç, düşünce özgürlüğü tanınmasının gerekli olduğunu savunan, devletin bireyler, sınıflar ve uluslararasındaki ekonomik ilişkilere karışmamasını isteyen liberalistler, erkek ve kadın arasındaki farklılıkları tamamen özel veya kişisel önemi olan bir konu olarak ele alır. Kamusal veya siyasi hayatta bütün insanlar bireyler olarak değerlendirilir, toplumsal cinsiyet eşitliği ise etnik veya sosyal sınıf gibi uygun bir değerlendirme birimi olarak görülmez. Bu açıdan bireysellik, “toplumsal cinsiyet körlüğü”yle malûldür. Muhafazakârlar, toplumsal cinsiyet ayrımının sosyal ve siyasi önemini vurgulamışlar ve erkek ile kadın arasında işle ilgili cinsiyet ayrımının doğal ve kaçınılmaz olduğuna işaret etmişlerdir. Böylece toplumsal cinsiyet kavramını, topluma organik ve hiyerarşik özelliğini veren faktörlerden biri olarak değerlendirmişlerdir. Faşistler ise toplumsal cinsiyeti insanlık içindeki temel bir ayrım olarak görürler. Erkekler doğal olarak liderlik ve karar vermeyi tekellerinde tutarlar, kadınlar ise tamamen evcil, destekleyici ve ikincil bir role uygun görülürler. Sosyalistler, liberaller gibi toplumsal cinsiyeti siyasi açıdan ele alır ve emeğin sömürülmesi tezi üzerinden hareket ederek onu mekanik işleyen toplumun bir cinsiyetsiz bir parçası haline getirir. Aile kurumu, boşanma, çocuk sahibi olma, fabrikada çalışma yahut bir şeylerin sahibi olma içtimaileşir. Kadın ve erkek fert fert toplumun malıdır. Marx ve Engels’in ortak ifadesiyle “Kendisini tamamlayan şey kaybolup gittiği zaman doğal olarak burjuva ailesi de kaybolup gidecek ve sermayenin ortadan kalkmasıyla birlikte her ikisi de ortadan kalkacaktır.”[18]
Toplumsal cinsiyet teoriSyenleri bunlardan yararlanmış ama bütün haliyle benimsememiştir. Ancak feministler, liberalizmin özgürlük anlayışı ile marksist ilkeleri birbiri ile harmanlayarak toplumsal cinsiyet teorilerinin motor gücü ve taşıyıcısı olmuştur. Daha sonra buna LGBTİQ+ bireyler de katılmış, içtimai ve siyasi bir güç olarak örgütlenmeye, propaganda sahası oluşturmaya, eser ve eylemler üreterek dünya görüşlerini kabalaştırmaya çalışmışlardır. Bir ideolojinin hedeflediği tarihi değiştirme, dili ve anlayışı yenileme, yeni bir politika ve yönetim biçimi belirleme, aile, evlilik ve eğitim gibi toplumu ayakta tutan unsurları yeniden biçimlendirme, iktidar-cinsiyet ilişkisini merkeze alarak insanların yaşam tarzım düzenleme gibi temel işlevleri gaye edinmişlerdir. Cinsel yönelimlerin ve cinsel arzuların doyurulmasının ana tema olduğu bu ideoloji, Cinsiyet İdeolojisi olarak da adlandırılmaktadır. Gayesi toplumu cinsiyet temelli dönüşüme tabi tutmak olan toplumsal cinsiyet ideolojisi, bunun için Marks’ın sınıf çatışması tezinden ilhan» alarak kadını işçi sınıfı, erkeği ise sermaye yani kapitalist sınıf olarak kategorileştirir. Ataerkil sistemi de mücadele edilmesi ve yıkılması gereken kapitalizm olarak belirler. Evlilik, aile, ev işleri, cinsellik, anne ve babalık, çocuk bakı- mı, kadın istihdamı gibi meselelerin yeniden düzenlenmesi ve kısmen de ortadan kaldırılması gereken şeyler olarak görür. Yani “katı olan her şeyi buharlaştırmaya”, bilinen ve sahip olunan ne varsa imha etmeye, insanı sürekli değiştirme ve dönüştürmeye çalışır. İnsana kendini saklayabileceği bir mahremiyet alanı ve sığınabileceği bir mağara bırakmaz, her şeyi parçalar, söküme uğratır ve dönüştürür.
Toplumsal Cinsiyet ve Mahremiyetin Dönüşümü
Mahremiyetin Dönüşümü adlı eserinde Anthony Giddens “Şu anda cinsiyetler arasında duygusal bir uçurum açılmış durumda ve bunun ne ölçüde kapatılabileceğini söylemek çok güç.” der.[19] Çözümü ise demokraside görür. Oysa bu sonuçlar demokrasinin neticesi değil midir zaten? Farklı cinsel yönelimli kimseler demokrasinin arkasına sığınarak faaliyet alanlarım genişletmiyorlar mı? Bilakis demokrasi sürekli değişken ve dönüşen bir yapı arz etmiyor mu? Cinsiyetler arasında açıldığı söylenen ilişki yeniden inşa edilmeli iken neden diyalektik materyalizmin öngördüğü çatışmacı bir tarzda sıvılaşmasına göz yumuluyor? Çünkü bu bir sorun olarak değil, akışkan bir sebep-sonuç ilişkisi olarak görülmektedir. Akışkan Modernite adlı eserinde Zygmunt Bauman şöyle der: “Eritilecek ilk katilar ve dünyevileştirilecek ilk kutsallar, insanın elini kolunu bağlayan, hareketi kısıtlayan ve girişimlerin önünü tıkayan geleneksel sadakatler, alışıla- geldik haklar ve görevlerdi. Yeni (ve gerçek anlamda katı!) bir düzen kurmak için öncelikle, eski düzenin kurucularının sırtına yüklediği o ağır yükten kurtulmak gerekiyordu. ‘Katılan eritmek’ tabiri her şeyden önce, eldeki mali değerlerin bir şekilde hesaplanmasını zorlaştıran ‘alakasız’ zorunluluktan kurtulmak, ya da Max Weber’in belirttiği gibi, ticari ve ekonomik girişimleri, kendilerine ayak bağı olan ev-aile ilişkilerinden ve etik sorumluluklardan kurtarıp özgürleştirmek”[20] gerekiyordu. Toplumsal cinsiyet ideolojisi, bu noktada liberalizm ile marksizmin uzlaştığı bir zemindir; bir başka deyişle marksizm, liberal düşünceyi yaşatan ideolojik bir tüketim aracı haline gelmiştir. Yani bugün liberalizm Marks’m tezlerini, marksist düşünürlerin fikirlerini hayata geçirerek topluma şekil vermekte ve kendi iktidarım kuvvetlendirmektedir.
Marks’m “katı olan her şey buharlaşıyor” öngörüsünde olduğu gibi dini, ailevi, iktisadi, siyasi, örfi, ahlaki ve etnik kurumlar hızla sıvılaşmakta, buharlaşmakta ve kaybolup gitmektedir. Sanayi devrimi sonrası oluşan endüstri toplumu ile geniş aile yok edilip kapitalist emellere uygun üretilen çekirdek aile tipi önce bireyselleşmeye, ardından cinsiyete dayalı çatısı bahane edilerek erimeye bırakıldı. Kentler, mahalleler, sokaklar, alışveriş merkezleri, iş yerleri herkese açık gözetilebilen alanlar haline getirilerek mahremiyet alanı sınırlandırıldı. Kitlelerin tek sığınak olarak gördükleri evlere, mahremiyet düşüncelerini şekillendiren inançlarına ve geleneklerine müdahale edilerek kırılgan ilişkilerin oluşması sağlandı ve evler güvenilir mahrem mekânlar olmaktan çıkarıldı. Korunmasız çocuklar yanında korunmasız ebeveynler üretildi. Duyguların, inançların erimesi daha da kolaylaşmış oldu. Doğumun yani üremenin kontrol altına alınması ile birlikte plastisite bir cinsel anlayış oluştu. Cinsel devrim, özgürlük üst başlığı altında insanların zihni boş bir form haline getirildi ve “bunun sonucunda da çok satan kitaplar, reklamlar, pornografik metinler, metres edebiyatı ve psikanaliz gibi şeyler ister istemez idareyi ellerine aldı.”[21] Ensest tabu denilerek aile içi, regl tabusu denilerek kadın istismarı, çıplaklık tabusu denilerek utanma ve ar duygularının yıkımı sağlandı. Nikâh tabusu denilerek kadın-erkek birlikteliğini hukuki forma kavuşturan resmiyet ortadan kaldırıldı. Gizlilik tabusu denilerek insanın en mahrem ilişkilerini bile araştırma ve ortaya çıkarma hırsı; toplu seks tabusu, hayvan tabusu, eşcinsellik tabusu denilerek bütün ahlaki değerler altüst edildi. Daha ötesi bütün ilişkilerde karşılıklı güvensizlik oluştu ve kitleler kendi çocuklarım koruyamayacak hale geldi. Bunun için de her çeşit propaganda aracı, model alarak öğrenmeden bilişsel öğrenmeye kadar her çeşit öğretim ve telkin metodu kullanıldı.
Cinsiyetsiz Toplum İçin Rol Modeller
Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden üretilen tanımlamalar insanın biyolojik yapışım yani doğuştan erkek ve dişi oluşunu atıl bırakarak ona yeni bir kimlik tedarik eder. Bu yeni kimlik ferdin kültürel ve cinsel etkileşimleri neticesi ortaya çıkmış, sonradan edinilmiş bir kimliktir. Kadına karşı şiddeti önleme şeklinde masumane bir dil kullanan toplumsal cinsiyet eşitliği savunucuları bu kimliği oluşturmak için her çeşit telkin vasıtasını kullamr. Sinema, gazete, dergi gibi ana akım medyanın yanı sıra Facebook, Instagram, Tvvitter, Youtube gibi sosyal medya platformlarından da yararlanırlar. Buralarda yapılan paylaşımlar, çeşitli kurumların davetleri, sanat ve edebiyat dünyasında tanınmış kişilerin şovları, demek ve kulüp faaliyetlerinin teşhiri ile kitlelere ulaşmakta oldukça önemli unsurlardır. Toplumsal cinsiyet çalışmalarının görünürlüğünü artırmak için özel sanatçılar, müzisyenler, yazar ve aktörler yetiştirilmekte yahut çalışmaların yapışma uygun karakterdeki kişiler ve gruplar ön plana çıkarılmaktadır. Bunlardan biri olan BTS’in yapısı ve formu oldukça ilginçtir. BTS; Bangtan Boys. Big Hit Enter- tainment tarafından oluşturulan Güney Koreli K-Pop (Kore Pop Müziği Kültürü) grubu. Daha çok kadım andıran ama belli bir cinse mensupmuş imajı vermeyen BTS grubunun erkek üyeleri aracılığıyla toplumlara cinsiyetsiz bir yaşam biçimi alternatifi sunulur.
Makyaj yapan, kadın elbiseleri giyen, kadınsı davranışlar sergileyen, saçlarım rengârenk boyayan, röportajlarında kendilerini “tüm cinsiyetlere eşit mesafede” olarak tanımlayan BTS grubu, cinsiyetsiz toplum oluşturma gayesi içinde olan odakların bilhassa gençleri etkilemek için sürekli gündemde tuttukları bir gruptur. BTS’in dinlendiği pek çok yerde cinsiyetsiz görünüme sempati artarken, çocuklar ve gençlerde hayranlık yoluyla cinsiyetsiz kimliğin normalleştirilmesi sağlanmaktadır. Böylece ahlaki kaygıları ön yargı olarak niteleyen, eşcinselliği meşrulaştırmak için sosyal medyanın ve modanın etki gücünü kullanan gruplar vasıtası ile gençlik kültürel saldırı altında kalmakta, dini, milli ve ahlaki değerlerden hızla uzaklaşmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, erkekken kadınlar gibi dudak boyama göz ve kaş boyama gibi davranışlar edinmektedirler. ARMY gibi gruplara dâhil olunmakla da örgütsel hipnoz tesiri ile zihnen yönetilebilir ve güdülebilir bir etkileşime girilmektedir.
Son yıllarda LGBTİQ+ bireylerin görünürlüğünün artması ve Amerika’mn pek çok eyaleti ile Avrupa ülkelerinin birçoğunda eşcinsellere evlenme hakkı verilmesi aile yapısında. geri dönülemez kırılmalar oluşturdu. Birçok anne ve baba çocuklarını yetiştirirken artık biyolojik cinsiyetine göre değil kendi haline bırakarak cinsiyetsiz bir şekilde yetiştiriyor. Buna rol model olarak sanatçılar ve tanınmış bazı kişiler seçiliyor. Bu sanatçı çiftlerden biri de Angelina Jolie ve Brad Pitt çocuğunun istediği gibi giyinebileceğinı, istediği kişiye âşık olabileceğini, istediği kimlikle var olabileceğini ve daha da önemlisi hiçbir kalıba girmesinin zorunlu olmadığını söyleyen Jolie tam da Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesine uygun bir aile profili çizmektedir. Çocuklarını cinsiyetsiz yetiştiren bir başka ünlü Chris Evans. Erkek kardeşi de eşcinsel olan Evans, kardeşinden utanmadığını ve kendi çocuğunu cinsel yönelim noktasında özgür yani cinsiyet kalıplarına uymadan yetiştirdiğini söylemektedir. Adele, Kate VVinslet, Anne Hathaway, R. Kelly ve Kate Hu- dson gibi ünlüler de aym projenin rol modelleridir. Kitleler üzerindeki tesirleri zihinlerin yeniden inşasını kolaylaştırmakta ve insanların i algıları istenilen hedefe rahatlıkla yönlendirilebilmektedir. Dedesinin adım verdiği kızı Ra- ni’yi nasıl yetiştireceği hakkında konuşan Kate Hudson’un ifadeleri bu açıdan dikkatlice okunmalıdır: “Bence her bir çocuğu ne olursa olsun ayırmadan -cinsiyetsiz bir yaklaşım gibi- yetiştirmek gerekir.”
Türkiye’de de bu tür modeller, yıllardan beridir belli bir çevre tarafından saygın bir kişilik olarak el üstünde tutulmuş ve topluma birer idol olarak pazarlanmıştır. Zeki Mü- ren, Bülent Ersoy, Kerimcan Durmaz, Tarkan, Murat Boz, Mabel Matiz bunlardan birkaçıdır. Sanatçı diye anılan bu şahıslar kimi zaman erkek erkeğe şehvetle çektirdikleri fotoğraflarla, kimi zaman erkek olmasına rağmen bayan eteği ile sahneye çıkmalarıyla, LGBTİQ+ yürüyüşlerinde ya bilfiil bulunarak yahut da desteklemeleriyle rol model özelliklerini sürdürmektedir. Mabel Matiz kendisiyle yapılan bir röportajda “LGBTİQ+ marşı olmayı fazlasıyla hak eden” bir şarkı olarak görülen Alaittıisema şarkısı için “Ayrımcılığa karşı yazdığım bir şarkı; homofobi, transfobi, kadına yönelik şiddet ve pek çok şey onun konusunu oluşturuyor.
LGBTİQ+ marşı hissi uyandırdıysa ne mutlu.” yorumunu yapmıştı.
Film, sinema, çizgi roman ve çocuk dergileri toplumsal cinsiyet noktasında artık cinsiyeti belli olmayan aktörler, üslup ve mesleklerle zihinlere yeni toplum modelini işlemektedirler. öyle ki, birçok çizgi filmde karakterlerin cinsiyetlerini birbirlerinden ayırt etmek oldukça zor. Erkeksi duruşa kız kafası, kız kaşlarına erkek saçı çizilerek karakterlerin cinsiyetleri birbirinden ayırt edilemez kılınıyor. Ders kitaplarında kullanılan imajlar, seçilen metinler, kullanılan kelimeler toplumsal cinsiyet eşitliği projesinin formatına uygun olarak geliştiriliyor. Basma yansıyan şu haber mevzumuzu özetleyici niteliktedir: “Oxford Üniversitesi, öğrencileri ‘she’ (kadın) ya da ‘he’ (erkek) yerine cinsiyetsiz zamir’ze’yi kullanmaya teşvik ediyor. Öğrenci birliği, bir broşürde bu hareketin trans öğrencilerin rencide olması riskini ortadan kaldırmak için tasarlandığım açıkladı. The Sunday Tunes’ın haberine göre öğrenciler, ‘ze’ kullanımının üniversite derslerine ve seminerlerine de taşınmasını ümit ediyor. Oxford Üniversitesi davramş kurallarına göre, trans bir bireyi tanımlamak için yanlış zamir kullanılması suç teşkil ediyor. Bir LGBTİQ+ hakları aktivisti olan Peter Tatchell, ‘Cinsiyet ayrımlarını ve engelleri her zaman vurgulamamanın olumlu bir şey olduğunu’ düşünüyor. Ve ekliyor: ‘Kullanmak isteyenler için cinsiyetsiz zamirlerin olması iyi bir şey ama bu mecburi olmamalı.'”[22]
Toplumsal Cinsiyet, Ayrımcılık ve Şiddet
Şiddet, bireyin fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik yönden zarar görmesiyle ya da acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren, fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranıştır. Şiddet, özel veya kamuya mahsus alanda, evde, aile bireyleri arasında, sokakta, iş yerinde hâsılı insan yaşamının sürdüğü her yerde meydana gelebilir. Tokat atmak, bir şey fırlatmak, yumrukla veya bir nesneyle vurmak, silah vb. bir nesneyle zarar vermek gibi fiziksel şiddet çeşitleri var olabildiği gibi tehdit etmek, sağlık hizmetlerinden yararlanmasına engel olmak gibi kişinin bedenine zarar verecek her türlü davranıştır. Küfretmek, aşırı kıskançlık yapmak, tehdit etmek, kişiye kendisini yetersiz hissettirecek söz veya davramşta bulunmak, kişinin kendisini ifade etmesine engel olmak, kişinin istediği gibi giyinme özgürlüğüne engel olmak gibi fiziksel bir baskı olmadan gerçekleşen sözlü-duygusal-psikolojik şiddet de vardır. Bunların yanında kişiyi çalışmaya veya çalışmamaya zorlamak, zorla borçlandırmak gibi ekonomik şiddet, kadını istemediği yerde, şekilde veya zamanda cinsel ilişkiye yahut fuhşa zorlamak, cinsel organlara zarar vermek gibi cinsel şiddet türleri vardır. Bunlara ek olarak feminist organizasyonlar tarafından üretilen flört şiddeti, ısrarlı takip şiddeti gibi garip terimlerle ifade edilen davranışlar da söz konusudur.
Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ve şiddet denildiğinde akla ilk gelen, sürekli taze ve canlı tutulmaya gayret edilen, kadınlara yönelik ayrımcılık ve şiddet olgusudur. Oysa toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kadınlar ve erkekler arasında eşit olmayan güç ilişkilerine dayandığı iddia edilen bir şiddet ve taciz şeklidir. Şiddetin hiçbir çeşidi tasvip edilemez ve kabul edilemez. Bu şiddet ister fiziksel olsun ister psikolojik isterse ekonomik olsun meşru bir zemini ve karşılığı yoktur. Ancak günümüzde her geçen gün artan kadının kadına, erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkek ve kadının çocuğa, gencin yaşlıya karşı şiddet kullanımı söz konusudur. Kaldı ki, son dönemlerde, cemiyetin genel cinsiyet kalıplarına uymayan LGBTIQ+ kişiler de bu tanımlamaya dâhil edilmiştir. Türkiye’de eşcinselliği yasaklayan herhangi bir yasa olmadığından sapkın cinsel yönelim sahibi birçok birey, kendisinin hasta olarak tanımlanmasını, bedenini karşı cinse benzetmek gayesiyle yeniden tasarlamak için sigorta destekli hastanelerden yararlanmasının engellenmesini, trans kadınların kadın tuvaletlerini kullanmak ve kadınlara sağlanan haklardan yararlanmak istemesi noktasında getirilen engelleri de ayrımcılık ve şiddet olarak nitelendirir.
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı tarif edilirken kadın bedeniyle doğmuş olanların kadın gibi, erkek bedeniyle doğmuş olanların da erkek gibi davranmalarını zorunlu kılan cinsiyet kalıplarının bireylere dayatılması da gösterilmektedir. Bunun kadın ve erkeği hizaya sokma davranışı, özgürlüğünün kısıtlanması olduğunu söylerler. Yanlış zamanda yanlış yerlerde bulunmanın, yanlış giysiler giymenin, yanlış şeyler söylemenin şiddete yol açabileceği bilgisi, kadınların belirli davranışlardan kaçınmalarına, yaşam alanlarım daraltmalarına yol açar. Bazen bu şiddet yahut ayrımcılık açıktan açığa yapılmaz, satar aralarına da gizlenmiş olabilir. Bu iddianın sahiplerine göre bir işveren eleman alımı için ilan verdiğinde “askerliğini yapmış olmak” şarta arıyorsa ayrımcılık yapmış demektir. Çünkü zorunlu askerlik, yalnızca erkekleri ilgilendiren bir vatandaşlık görevidir ve kadınlar askerlik yapmazlar. Bu ilan kadım otomatik olarak devre dışı bıraktığı için hem toplumsal cinsiyet ayrımcılığı hem de insan hakkı ihlalidir.
Kadınlara yönelik şiddet, “ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir ve bir insan haklan ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimidir.”[23] Kadınlar çalıştığı iş yerinde, sokakta, alışveriş yaparken ve zaman zaman evinde şiddete ve tacize maruz kalabilmektedir. Araştırma sonuçlarına göre cinsel tacize en sık maruz kalan kadınlar, üniversite mezunu ve üst düzey meslek gruplarında yer alan kadınlardır. Kadınlara yönelik şiddet ve taciz; ev, iş yeri, okul ve kurumlar da dâhil olmak üzere toplumdaki genel ahlak durumundan, sosyoekonomik şartlardan, iletişimsizlik, alkol ve uyuşturucu başta olmak üzere zihni melekeleri altüst eden bağımlılıktan, karşı cinsle yaşanan güç ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Fakat toplumsal cinsiyet kuramcıları kadına dönük yaşanan her şiddeti, Alaaddin’in sihirli lambası misali, toplumsal cinsiyet öğelerine bağlamaktadır. Bunu izah ederken de oldukça ütopik bir değerlendirme yoluna gidilerek aynı işyerinde çalışan erkeklerin bu kadınları, geleneksel toplumsal cinsiyet gücü yapılarına bir tehdit olarak algıladıklarını iddia etmektedirler.
Toplumsal cinsiyet teorisyenleri ve bu teoriler üzerinden birtakım organize faaliyetler gerçekleştiren femin dernekleri, kadına şiddet kısmında Amerika başta olmak üzere İsrail, Rusya ve İngiltere gibi ülkelerin Ortadoğu’da, Afrika’da, Hindistan’da yaptığı kadın ve çocuk tecavüzlerine, katliamlarına karşı kördürler. Bunların yanında kadınların kendi çocuklarına ve eşlerine karşı yaptıkları şiddete de duyarsızdırlar. Hatta bu şiddet bir müddet sonra sömürü ve düzenli istismar haline döndüğünde bile görmezlikten gelmekte, uzak durmaya çalışmaktadırlar. Meselenin izahını feminist ekolün öncülerinin hazırladığı %99 için Feminizm: Bir Manifesto adlı eserden takip edelim: “Bu küresel piramit yapışırım aynı zamanda toplumsal cinsiyete uzanan etkileri de olduğunu eklemek gerek. Günümüzde milyonlarca
siyah ve göçmen kadın hasta bakıcı ve ev emekçisi olarak çalışıyor. Çoğu zaman kaçak ve ailelerinden uzakta çalışan bu kadınlar hem sömürülüyor hem de mülksüzleştiriliyor. Üstelik güvencesiz bir düzende, hakları elinden almarak ve her türden istismara açık bir halde ucuza çalışmaya zorlanıyorlar. Küresel bakım zincirlerinin şekil verdiği bu baskı (bazı) ev işlerinin yükünü üstünden atabilen ve zorlu meslekleri icra eden çok daha imtiyazlı kimi kadınlar için iyi koşullar sunabilir. Tabii bu imtiyazlı kadınların bir kısmının kadın haklarını savunmak adına siyah erkekleri tecavüzcü diye hapse atmayı amaçlayan, göçmenlerle Müslümanları rahat bırakmayan, siyah ve Müslüman kadınları egemen kültürde asimile olmaya zorlayan siyasi kampanyalara destek vermeye davet etmesi ne kadar ironik!”[24]
Toplumsal Cinsiyet Teorileri, Gayesi ve Hedefi
Batı tefekkürü, bütün fikirden yoksun parçacı bir anlayıştan yola çıkarak meselelere çözüm getirir. Ancak yine de bütüne mahsus bir resim vermekten kaçamaz. Nihayetinde bütün iş ve faaliyetler ruhi bir hamleye dayandığı için dışarıda parçalar halinde olan zihinde/Batı zihninde bütünleşir, tek bir resim haline gelir. Bu çerçevede toplumsal cinsiyet teorilerinin çeşitliliği ve zaman zaman birbirlerini ret konumuna gelecek şiddette eleştirileri gaye ve hedef noktasında dikkate değer değildir. Hatta bu tür kuramların bir kısmı bir yahut birkaç kişiye ait esere dayanmaktadır; bunlar diyalektik akışı kolaylaştırıcı çeşitlilik olarak görülse de eleştiri sadedinde yapılan analizler onları yaşatıcı ve yaygınlaştırıcı konuma getirmektedir. Bu sebeple burada toplumsal cinsiyet teorileri dediğimizde kurumlaşmış olanlar ile birlikte tüm şahıs ve yaklaşımlar kastedilmektedir, ayrıma girmeye ihtiyaç duyulmamıştır.
Aydınlanma ile birlikte dinin otoritesi ciddi ölçüde zayıflamış, modernizmin ortaya çıkışıyla Batı’da dini, ahlaki ve toplumsal açıdan ciddi savrulmalar yaşanmıştı. Bu savruluş toplumların genel ahlak yapısı, aile yapısı, biyolojik sürdürülebilirliğini yıkıma uğratırken aynı zamanda milyonlarca insanın öldüğü, yüzbinlerce kadının tecavüze uğradığı, binlerce şehrin yok edildiği iki büyük dünya savaşma da sebep oldu. Batı insanı, ruhun eşya ile münasebetini koparınca sanayileri ve makineleriyle tabiatı tahrif ettiği gibi, sömürgeciliğiyle kültür ve medeniyetleri tahrif etti. Uzun bir zamandır da insanlığın anlam dünyasını tahrif ediyor. 19. yüzyılda başlayan bu anlam tahrifatı 1970’lerden itibaren bedeni tahrife dönüştü. Sınırsız cinsel yönelimin yüceltildiği bu dönem Bauman’ın deyişiyle “Orgazm Tanrısının Dönemi” ni ortaya çıkardı. Cinsel özgürlük, ataerkil düzeni yıkma, aile ve evlilik gibi kurumlan kadınların köleleştiği yer olarak görme bu dönemin en bariz özellikleriydi. Ayrıca “normal erkek”, “normal kadın”, “normal aile” anlayışı, “normal cinsel ilişki” tanımları, kız ve erkek çocukların doğumdan itibaren biyolojik cinsiyetlerine uygun olarak “normal eğitim”, yine her cinsin istidat ve fiziki yapısına binaen aldığı “normal iş ve sorumluluk’Tar yıkılmalıydı. Böylelikle ataerkil düzenden, cinsellik üstündeki dini ve kültürel etkilerden kurtulabileceklerdi. Martha Shelley bunu şöyle dile getiriyor: “Biz radikal eşcinsellerin ne istediğini size söyleyeyim: Bizi hoş görmenizi veya kabul etmenizi değil, bizi anlamanızı istiyoruz sizden. Ve bu ancak sizin de bizden biri olmanızla mümkün. İçinizde gömülü eşcinsellere ulaşmak istiyoruz. Kafataslarınızın içindeki hapishanelere kapattığınız erkek ve kız kardeşlerimizi özgürlüğe kavuşturmak istiyoruz.”[25]
Bu dile getiriş sadece Martha Shelley’e mahsus değildir.
Toplumsal cinsiyet kuramının tartışmasız öncülerinden biri kabul edilen Judith Butler bir adım ileri giderek şöyle der: “Toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal cinsiyet kimliği yatmaz; o kimlik, tam da kendisinin bir sonucu olduğu söylenen ‘dışavurumlardan’ performatif olarak kurulur.”[26] Butler’in istediği cinsiyetsiz kimlikler, kimliksiz cinsiyetler. Nihayetinde bunlar Butler’e göre toplumsal cinsiyet kalıplarının dayatmasıdır ve anlamsızdır. Bunu şöyle izah eder: “Queer bir kimlik değildir. Bir anlamda kimliğin imkânsızlığıdır. Her türlü kimliğin yoldan çıkarılıp saptırılması, ezber bozacak şekilde ‘tuhaflaştırılmasıdır’. Bu yolla kimliğin -her türlü normatif kimliğin- kurucu olduğu kadar baskıcı ve dışlayıcı gücünü de etkisiz hale getirmektir. Bu nedenle queeri kimlikleştirmeyen bir iktidar olarak tanımlamak mümkündür.” Burada Butler, kendisine queeri soran gazeteciye, queeri tanımlamayı reddederek “Queer mi, oda ne?” diye cevap vermiştir.[27]
Bir diğer toplumsal cinsiyet teorisyeni ve önemli bir queer savunucusu Annemarie Jagose, toplumsal cinsiyet teorileri üzerinden yürütülen gayeyi şöyle açıklıyor: “Eşcinsel özgürleşmesi, eşcinselliğin özgürleşmesi için kendisini sabit kadınlık ve erkeklik mefhumlarının kökünü kazımaya adamıştır: Bu hamle, normatif cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri olarak eleştirdiği şeyin baskıladığı diğer gruplan da aynı şekilde özgürleştirecektir.”[28]
Bunu nasıl okumak gerekir? Toplumsal cinsiyet çerçevesinde tanımlanmış, lezbiyenler ve geyler tarafından bile sapkınca bulunup dışlanan en uç, en marjinal formaları (pe- dofili, ensest, sado-mazoşist vs.), normal cinsel ilişkiyi devam ettiren (geleneksel) yapıları da özgürleştirir. Bütün değerler, ahlaki ve siyasi normlar, epistemolojik ve ontoloji biçimler yanlış ve baskıcı ama toplumsal cinsiyet teorisyen- lerinin tezleri ve cinsellik temelli tatmin olmayan arzulan neticesi ortaya çıkan tezler doğru!
Toplumsal cinsiyet, feminist bir dünyada büyümüş ve gelişmiştir. Kuramın gayesine dair feminizmin öncülerinden Simone de Beauvoir, İkinci Cins eserinde evlilik ve aileyi “erkek egemen düzenin, kadım baskı altında tutmak için geliştirdiği bir yapı” olarak görür ve pek çok feminist gibi “ailenin tamamen ortadan kaldırılmasını” önerir. “Hiçbir kadına evde oturup çocuğunu büyütme fırsatı vermemeliyiz… İnsanın yaratılmış bir doğası/fıtratı yoktur… 0 şekil verilebilir ve biz ona yeni bir şekil vermeliyiz.” der. Simone de Beauvoir’ın bu sözlerini Pınar Selek Kozmopolit’e yazmış olduğu “Evlilik Köleliktir” yazısında şu ifadeleri ile destekler: “Her evlilik sisteme edilmiş en büyük hizmettir. Kölelik anlaşmasıdır. Evlilik binlerce yılın köhnemiş kuruntuma, sistemin en güçlü, en köklü yapışma onay vermektir ve onun kuruluşunda rol almaktır. Evliliğin iyisi kötüsü olmaz. Evlilik bir kurumsal ilişkilerime biçimidir ve en iyi insanları bile kendi içinde eritir, kötürümleştirir. Bu kurum en çok kadınlara zarar verdiği için, onu dönüştürmede öncülük de kadınlara düşüyor… Gelin söz birliği edelim ve kimseye karılık etmeyelim! Evlenmeyelim! Evlenmeyerek sisteme en büyük darbeyi biz vuralım ve toplumsal dönüşüme öncülük edelim. Evlilik en örtülü, ama en köklü köleliğe teslimiyettir. Teslim olmayalım.”[29]
Toplumsal cinsiyet teorisyenlerinin yıkmak istedikleri bir başka önemli saha ise dildir. Çünkü dil şekil verir, ruh verir, kültür ve inanç taşıyıcısıdır. Binlerce yıllık birikimi unutturmaz, hatırlatır, diri ve taze tutar. Oysa toplumsal cinsiyet kuramları unutmanın, unutturmanın üzerine kurulu bir fikir bir ideoloji inşa ederler. İnsanları geçmişlerinden, beş on bin yıllık birikimlerinden uzaklaştırmak, kullandıkları kelimeleri deforme ederek tarihe yabancılaştırmak isterler. Bunun içinde femin, lez, gey gibi kişiler başta olmak üzere muhteris birçok akademisyeni kullanarak sosyal bilimlerden, sanat ve estetik ürünlerden, dini sembol ve değerlerden kendi tezlerine ters ne kadar kelime, sembol varsa ayıklamak isterler. Bunun gerekçesini Butler şöyle açıklar: “Dilin bedenler üzerinde işleme gücü cinsel ezilmenin hem ardındaki neden, hem de ötesine giden yoldur. Dilin işleyişi ne büyülü ne engellenemez bir işleyiştir: ‘Dil karşısında gerçeğin belli bir plastiği, yoğrulabilirliği vardır: Dilin gerçek üzerindeki eylemi plastik bir eylemdir.’ Dil gerçek üzerinde eyleme gücünü düzsöz edimleri vasıtasıyla üstlenir ve değiştirir. Düzsöz edimleri tekrarlandıkça yerleşmiş pratikler haline gelir, en nihayetinde de kurumlaşırlar.”[30]
Bahsi geçen ayıklama ülkemizde de bilimsel çalışma yahut büyük bir ilmi faaliyet olarak 1990 sonrasında başlamış, 2000’li yıllarda ise önü alınamaz bir şekilde hızlanarak devam etmiş; harf devrimi sonrası yaşanan kültürel kopuşumuza denk bir oluşla beş bin yıllık kültür birikimimiz, içtimai tecrübelerimiz, aile, cemiyet, iktisat ve ahlak hayatımız yapıbozum metodu ile süzgeçten geçirilerek imha edilmeye çalışılmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına şiddet ve kadın istihdamı meselesi bunun motivasyon gücü olmuş, kitleler kendilerine gösterilen bu mevzularla oyalanırken binlerce yıllık kültürü, çocuklarına taşıması gereken içtimai idrak ve ahlak anlayışı yapı söküme uğratılmıştır.[31]
Mevzunun neticesini İnsan Sonrası adlı eseri ile dile getiren Rosi Braidotti’den takip edelim: “İnsan merkezcilik sonrası, türler arası hiyerarşi ve her şeyin ölçüsü olarak tek, standart ortak ‘erkek insan’ mefhumunu yerinden eder. Böylece açılan ontolojik boşluğa diğer türler doluşacaktır. Eleştirel kuramın dili ve yöntemsel gelenekleri içerisinde bunu söylemek kolay, gerçekleştirmekse zordur/’[32]
Ercan Çifçi – Toplumsal Cinsiyet,Feminizm ve LGTIQ,syf:21-58
Dipnotlar:
[9] Robert Jesse Stoller (öl. 1991), UÇLA Tıp Okulu psikiyatri profesörü ve UÇLA Cinsiyet Kimliği Kliniği araştırmacısı. Stoller, cinsiyet kimliğinin gelişimi ve cinsel heyecan dinamikleri ile ilgili teorileri ile tanınmaktadır.
[10] Alfred Kinsey, toplumsal cinsiyet teorisyenlerinin yoğun olarak kaynak gösterdikleri Amerikalı zoolog. İnsanların, fizyolojik cinsiyetlerinin yanı sıra “yönelimlerine” göre de cinsiyetlerinin tanımlanması
gerektiğini iddia etmiş ve araştırmalar yapmıştır. Oluşturduğu skala- da heteroseksüellikten eşcinselliğe kadar uzanan ara formların (LGBT: Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) cinsel yönelimlerini toplumsal cinsiyet örneği olarak değerlendirir. Kinsey’in vurguladığı cinsel yönelim, belli bir cinsiyetteki bireylere karşı derin duygusal, romantik ve şehevi arzuyu ifade eder. Ayrıntılı bilgi için bk. “Kinsey Raporu ve Akademik Sahtekârlık”.
11 Alison Stone, Feminist Felsefeye Giriş, çev. Yonca Cingöz – Bilge Tannse- ver (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2019), 91.
[12] Judith Butler (d. 1956), feminist felsefe, queer kuramı, siyaset felsefesi ve etik dallarında çalışmalar yapan Amerikalı postyapısalcı filozof.Ayrıntılı bilgi için bk. “Queer Kuramı ve Kimliksizleşme”.
[5] Judith Butler, Cinsiyet Belası, çev. Başak Ertür (İstanbul: Metis Yayınlan, 2018), 50.
[6] İlke Haber Ajansı (İLKHA), “Uluslararası Erkekler ve Erkeklikler Sempozyumu Skandallarla Sona Erdi” (19 Eylül 2019); Sivil Sayfalar, “Erkeklik Halleri Tartışıldı: Nasıl Oluşuyor, Nelere Sebep Oluyor?” (18 Eylül 2019).
[] Firdevs Gtimüşoğlu, Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet, 1928’den Günümüze (İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 2016), 33.
[8] Feryal Saygılıgil (ed.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları (Ankara: Dipnot Yayınlan, 2016), 213.
[9] Jim Keith, Z ikin Kontrol, Beynimizi Yönetiyorlar?, çev. Sibel San
(İstanbul: Nokta Kitap), 78.
[10] Keith, Zihin Kontrol, 78.
[11] Mücahit Gültekin, Algı Yönetimi ve Marıipülasyon (İstanbul: Pınar Ya- yınlan, 2019), 170.
[12] TMMOB İzmir Şubesi 28. Dönem Kadın Mühendisler Komisyonu,
Mutlu Toplum İnşası İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (İzmir, 2018), 18-19.
[13] Kadriye Bakıra, “İstanbul Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi 4 (Temmuz 2015), 133-204.
[14] Aile Akademisi Demeği, W Maddede İstanbul Sözleşmesi Neden İptal
Edilmelidir? (Bursa, Temmuz 2019), 9.
[15] UNDP, Human Development Report, 2006; Bu konuda bk. UNDP Tür-
H “Yerel Ydnetimlerde Toplumsal Cinsiyet ^İtsizliğinin Anaakım-
[16] Türk Sanayicileri ve İş Adamları Demeği (TÜSİAD), iptiler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İlkeleri Belirlendi, Stra (5 Mart 2018).
[17] İleri okuma için bk. R. William Connel, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, çev. Cem Soydemir (İstanbul: Aynnü Yayınları* 2019).
Yayınlan, 1996ML,« ______________
[19] Anthony Giddens, Mahremiyetin Dönüşümü, çev. İdris Şahin (İstanbul1 Ayrıntı Yayınlan, 2018), 9.
[20] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, çev. Sinan Okan Çavuş (İstanbul: Can Yayınlan, 2019), 28.
[21] Ulrich Beck, Risk Toplumu, Başka Bir Modernliğe Doğru, çev. Kazım öz- doğan – Bülent Doğan (İstanbul: İthaki Yayınlan, 2019), 19.
[22] Zeynep Şenel Gencer, ” ‘He’ (erkek) veya ‘she’ (kadın) değil ‘ze’: Ox-
foıd Üniversitesi birliği öğrencilere cinsiyetsiz zamirler kullanmalarını öneriyor”, Düşilnbil (16 Aralık 2016).
[23] T.C. Çorum Valiliği, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele II Eylem Planı, 2018-2021.
[24] Cinzia Arruzza vd., % 99 için Feminizm Bir Manifesto, çev. Utku özma- kas (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019), 69-70.
[25] Annamarie Jagose, Queer Teori, Bir Giriş, çev. Ali Toprak (İstanbul: Nota Bene Yayınlan, 2017), 56.
[26] Butler Cinsiyet Belası, Tl.
[27] Bk. Yıldız Ecevit – Nadide Karkıner (ed.), Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi
(Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2011).
[28] Jagose, Queer Teori, 56.
[29] Pınar Selek, “Evlilik Köleliktir”, Kozmopolit (Şubat-Mart 2003).
[30] Butler, Cinsiyet Belası, 197-198.
[31] Yapısöküm veya Dekonstriiksiyon, ilk kez post-yapısala düşünür Ja- cques Derrida tarafından kullanılan bir terim. Post-modemizmin ve eleştirel kuramın bazı dallarına göre dekonstrüksiyon, bir metnin, bir veya daha fazla “ses” ile seslendirilmesi için, batılı kulağa göre, metnin göründüğü sınırsız bir niteliktir. Dilin geleneksel Avrupa merkezli dünya görüşü tarafından yönlendirilen, kesin hatları olmayan bir araç olduğu kabulüne dayanarak eski metinlerin yeni anlamlarını, onları yeniden yapılandırarak inşa eden post-modem eleştirel yaklaşım.
[32] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, 79.
26 Karl Marx vd., Kadın Sorunu Üzerine, çev. İsmail Yarkın (İstanbul: İnter yayınları 1996)11
0 Yorumlar