Tevhidin İki Çeşidi:Vahdeti Vücud ve Vahdeti Şuhud
- Seyyid Nakib Şeyh Ferid Buhârî’ye göndermiştir
- Tevhidin, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd olmak üzere ikiye ayrıldığı, kişiye gerekli olanın vahdet-i şühûd olduğu
Allah size selamet versin, şahsınızı lekeleyecek şeylerden sizi muhafaza etsin, sizi zedeleyecek şeylerden korusun…
Tasavvuf ehline göre iki çeşit tevhid vardır: vahdet-i şühûd ve vahdet-i vücûd. Vahdet-i şühûd, tek olanı müşahede etmektir. Yani sâlikin tek olan Allah’ın dışında hiçbir şeyi görememesidir.
Vahdet-i vücûd ise, sâlikin varlıkların tek olduğuna inanmasıdır. Bunun dışında bulunan her şeyin yok olduğuna inanması veya bu zannı taşımasıdır. Bununla beraber yok olduğuna inandığı diğer şeyleri o tek şeyin yansıdığı aynalar olarak görmesidir.
Bu sebeple vahdet-i vücûd ilme’l-yakîn mertebesindedir. Vahdet-i şühûd ise ayne’l-yakîn mertebesindedir ve bu tarikatın gereklerindendir. Zira fena fillâh hali vahdet-i şühûd olmadan gerçekleşmez. Ayne’l-yakîn de tevhidin bu türü gerçekleşmeden meydana gelmez.
Ahadiyyeti kuşatıcı biçimde görmek Allah’ın dışındakilerin görülmesine engel olur. Vahdet-i vücûd böyle değildir. Yani o bu tarikatta gerekli bir hal değildir. Zira böyle bir inanç olmadan da ilme’l-yakîn gerçekleşir. Çünkü ilme’l-yakîn Allah’ın dışındakileri yok saymaya yol açmaz. O olsa olsa tek olana ilişkin bilgi baskın gelip kişiyi istila ettiğinde Allah’ın dışındakileri bilmeyi engeller. Mesela bir şahısta güneşin varlığıyla ilgili kesin bilgi meydana gelse, bu kesin bilginin o kimseyi istila etmesi, aynı anda diğer gök cisimlerinin yok olduğunu bilmesini gerektirmez. Fakat güneşi gördüğünde diğer gök cisimlerini elbette göremez. Onun gördüğü şey güneşten başka bir şey değildir. Bu esnada bile o, diğer gök cisimlerinin yok olmadığını, bilakis onların perdelenmiş ve güneşin parlaklığı karşısında sönmüş olduklarını bilir. Bu şahıs, bu halde bile diğer gök cisimlerini yok kabul edenleri inkâr etmekte ve onların bu bilgisinin hakikate ters olduğunu düşünmektedir.
Yüce Allah’ın dışındakileri yok sayan vahdet-i vücûd hem akla hem de şeriata aykırıdır. Vahdet-i şühûd ise böyle değildir. Zira tek bir şeyi görmekte bir aykırılık yoktur. Mesela güneş doğduğu sırada yıldızları inkâr edip onların yok olduğunu ileri sürmek gerçeğe aykırıdır. Ama söz konusu vakitte yıldızların görülmemesinde herhangi bir aykırılık yoktur. Bilakis bu, güneşin çok açık bir şekilde parlaması ve gören kimsenin görmesinin kusurlu olmasından kaynaklanır. Eğer bakan kimsenin gözleri güneşin nuruyla ışıldatılsa onda bir kuvvet hâsıl olur ki, bununla yıldızların güneşten ayrı olduğunu görebilir. Yıldızların güneşten ayrı olduğunu görmek de hakka’l-yakîn mertebesidir.
Hallâc-ı Mansûr’un, “Ben Hakk’ım!”, Bâyezid-i Bistâmî’nin,
“Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir!” gibi şeriatın zâhirine ters olduğu görülen ve bazıları tarafından vahdet-i vücûda yorulan bu gibi sözlerde en uygun olan, bunları vahdet-i şühûda yormak ve şeriata muhalif olmaları ihtimalini gidermektir.
Onlar, Hakk’ın dışındakiler gözlerinden kaybolunca mezkûr halin baskın gelmesi sonucu bu gibi sözleri sarf etmişler, Hak Teâ- lâ’dan başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmemişlerdir. “Hak benim” sözünün manası, “O Hak’tır” şeklindedir. Yoksa “ben” değil. Zira Hallâc kendisini göremeyince kendi varlığını kabul edemedi.
Yoksa o burada kendini görmüş ve kendisi için, “O Hak’tır” demiş değildir. Çünkü bu küfürdür.
Bu konuda kendi varlığını kabul edememek, kendini yok saymayı gerektirir. Bu da bizzat vahdet-i vücûddur, denemez. Zira bir şeyin varlığını ispat edememek onun yok olduğunu kabul etmeyi gerektirmez. Çünkü bu makam, hükümlerin geçersiz olduğu hayret makamıdır.
“Kendimi tenzih ederim” sözü de bunun gibi Hak Teâlâ’yı tenzihten ibarettir. Yoksa bunu söyleyen kimse kendisini tenzih etmiş değildir. Zira kendisi nazardan tamamen çıkmıştır. Artık ona herhangi bir hüküm taalluk etmez. Buna benzer sözler bazılarından hayret makamı olan ayne’l-yakîn makamında sâdır olmuştur. Bu makamdan yükselerek hakka’l-yakîn mertebesine vardıklarında onlar bu tür sözlerden sakınır, itidal çizgisini aşmazlar.
Zamanımızda sûfilik kılığına giren çok kişi vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışmaktadır. Bilemiyorlar ki, mükemmellik onun da ötesindedir. Ayne’l-yakîn yerine ilme’l-yakîne kanıyorlar. Meşayihin sözlerini kendi hayallerine göre yorumlayıp onları hal ve vakitlerine önder kabul ediyorlar. Böylelikle kesada uğramış pazarlarına bu hayallerle müşteri bulmaya çalışıyorlar.
Farz edelim önceki bazı şeyhlerin ibarelerinde vahdet-i vücûd ile ilgili açık ifadeler vardır. Bu durumda onların söz konusu ifadelerini onların ilme’l-yakîn mertebesindeyken, daha başlarda iken söyledikleri sözler olarak görmek gerekir. Sonraları bu makamı aşarak ayne’l-yakîn makamına erdiklerini düşünmelidir.
Bu konuda; vahdet-i vücûd erbabı sadece “tek”e inandıkları gibi sadece “tek”i görüyorlar; dolayısıyla onların ayne’l-yakîn makamından da nasibi vardır, denemez. Zira vahdet-i vücûd erbabı, vahdet-i şühûd-i misalîyı görmektedir. Onlar vahdet-i şühûdün hakikatine ermiş değillerdir. Vahdet-i şühûdun gerçekte bu sembolik sûretle bir alakası yoktur. Çünkü vahdet-i şühûdun ele geçtiği vakit hayret vaktidir. Bu vakitte hiçbir yönde hüküm yoktur. Vahdet-i vücûd sahibi ise vahdet-i şühûdun sûretini görmesine rağmen o ilme’l-yakîn erbabmdandır. Zira o tek olanın dışındakileri reddetmektedir. Reddetmek de bir hüküm olup ilme’l-yakîn kabiledendir. İlim hayretle bağdaşmaz. O halde vahdet-i vücûd sahibi kimsenin ayne’l-yakîn makamından nasibi yoktur.
Evet, vahdet-i şühûd mertebesinde bulunan kişinin hayret makamını aşıp hakka’l-yakîn makamı sayılan marifet makamına ulaşması söz konusu olunca, bu makamda ilimle hayret bir arada bulunabilir. Hayretten önce ve hayretle beraber hâsıl olan ilim il- me’l-yakîndir.
Bu cevabı bir misalle açıklayalım. Bir kimse saltanat makamına ilişkin bir alaka vesilesiyle kendini rüyasında sultan olarak görse ve üzerinde saltanatın gereklerini bulsa herkes bilir ki, bu kimse rüyadan sonra sultan olmuş değildir. Bilakis o kendisini saltanat makamının sembolik olanında bulmuştur. Gerçekte saltanata, sembolik olanıyla bir alakası yoktur. Fakat bu müşahede, sembolik bir sûret için de olsa, söz konusu şahsın bu sûretin hakikatiyle şereflenme kabiliyetine sahip olduğunu gösterir. Şöyle ki, bu kimse yoğun bir şekilde çalışsa ve Allah’ın inayeti onun halini kuşatırsa saltanat makamına ulaşabilir. Kabiliyet ile gerçek durum arasında çok fark vardır.
Ayna olmaya elverişli nice demirler vardır, sultanların eline ulaşmaz ki gerçekten ayna olup sultanların güzelliklerinden nasiplensin.
Nerede kalmıştım? Evet, şunu belirtmeliyim ki, bu karışık bilgileri yazmamın sebebi, devrimizdeki insanların çoğu vahdet-i vücûdun eteklerine yapışmışlardır. Bazıları sırf taklit üzere, bazıları sadece bilgisiyle yetinerek, az da olsa bazıları yarı tadarak yarı bilerek, bazıları da sapıklık ve zındıklık üzere kendilerini bu anlayışa kaptırmışlardır.
Bu sonuncular her şeyi Hak tan görmekte, hatta her şeyi Hak olarak görmektedir. Bunlar neredeyse bu hileleri vesilesiyle boyunlarından İslam’ın ve şer’î sorumlulukların bağını çıkaracak de- receye varmakta ve şeri hükümlerle türlü türlü yağcılıklara yeltenmektedirler. Bu itibarsız işlerle sevinip durmaktadırlar. Onlar şer’î emirleri yerine getirdiklerine dair itirafta bulunsalar da onların bu itirafı asıl maksadı ifade etmez. Onlar asıl amaç olarak yüce şeriatın ötesinde bir şeylerin hayalini kurmaktadırlar. Hayır, hayır, bu çirkin inançlardan Allah’a sığınırım.
Şeriat ve tarikat her biri diğerinin aynısıdır. Bunlar arasında kıl kadar bir aykırılık yoktur. Bunlar arasındaki farklılık sadece icmal ve tafsil, istidlâl ve keşif bakımındandır. Şeriata aykırı olan her şey bozuktur. Şeriatın reddettiği her şey zındıklıktır. Şeriatta istikamet üzere hakikati talep etmek yetkin yiğitlerin harcıdır. Allah Sübhânehû bizleri ve sizleri zâhiren ve bâtınen beşerin efendisi Resûl-i Ekrem’in sünnetine uyma konusunda istikamet ve sebatla rızıklandırsın.
Hz. Şeyh Efendimiz, arif-i billâh, gönüllerimizin kıblesi bir müddet vahdet-i vücûd meşrebindeydi. Bu durumu kendisi bazı risale ve mektuplarında beyan etmiştir. Son olarak Allah onu bu makamı aşmakla rızıklandırmış ve onu en büyük yola yönelterek kendisini vahdet-i vücûd bilgisinin darlığından kurtarmıştır.
Şeyhimizin muhlis bağlılarından Şeyh Miyân Abdülhakk’ın naklettiğine göre, şeyhimiz ölüm hastalığı öncesi bir cuma günü şöyle demiş:
“Bana kesin olarak malum oldu ki, vahdet-i vücûd küçük bir yoldur. En büyük yol ise başkadır. Önceleri bu bilgiye sahiptim, fakat sonra bende başka bir kesin inanç baş gösterdi.”
Bu fakir de şeyhinin yanında olduğu dönemde bir müddet vahdet-i vücûd meşrebindeydi. O zamanlar, vahdet-i vücûd yolunu destekleyen ön keşifler bende sıkça zuhur etmekteydi. Sonra Allah’ın inayetiyle bu makamı aştım ve Allah beni murat ettiği başka bir makamla şereflendirdi. Bu kadarıyla yetinelim. Bundan fazlası sözü boş yere uzatmak olur.
İmam Rabbani – Mektubatı Rabbani