Tevbe
*
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحاًۜ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُكَفِّرَ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ
“Ey ehl-i iman! Cenâb-ı Allah’a öyle bir tevbe ediniz, günahlarınıza öyle bir peşîmân olunuz ki, kalblerinizde tesiri daima görülsün, size büyük bir nasihatçı olsun; belki Rabbiniz fenalıklarınızı keffâretler, örter, mahveder.” (Tahrîm, 8)
Ey Müslüman, ne oldun? Ne oldunsa ne için oldun? Sen böyle olmayacaktın, âteşlere yanmayacaktın. Sen, senin rûh-i umûmîni tevhîd eden mâbedlerin derd-i hicranı ile ağlamayacaktın, dağlanmayacaktın. “İnsanız” diyen beşer kümelerinin gayzlan, bühtanları, hakaretleri altında ezilmeyecektin. Sana zâlim, gaddar, câhil, sefil denilmeyecekti. Sana evlâdını boğan, kardeşini boğazlayan cânî, hâin muamelesi yapılmayacaktı. Sen istihfaf edilmeyecektin, aç çıplak kalmayacaktın, açlıktan ölmeyecektin. Dünyaya neşr-i nur edecek, insanlık örneği olacak, adalet saçacaktın. Hayatının yüksekliğine, ruhunun nazikliğine âlem meftun olacaktı; hayat-ı umûmiye-i beşer seni kendisinin en büyük direklerinden biri bilecekti. Sen sarsılınca âlem sarsılacak, sen yıkılınca âlem yıkılacaktı. Câhillerin ıslâhına, mazlumların feryadına, zâlimlerin tenkiline koşacaktın. Yükseldikçe yükselecek, ebedî saadet görecektin. Senin semâya yükselmiş olan ruhun, âleme örnek olmak için yaratılan vücûdun niçin soldu? Niye yıprandı biliyor musun?
Bilirim, sen bu sualime kısa bir cevap verip geçmek isteyeceksin; “Niçin olacak günahım çok, kader de böyle imiş” deyip keseceksin.
Kader… Evet, mukadder böyle imiş, doğru bir söz, ciddi bir tesellî… Filhakika büyük büyük beliyyelerin tutuşturduğu elem ateşleri içinde yanan yürekler, heyecandan ızdırabdan şaşırır; aklını, fikrini, kendini toplayamaz, toplayamayınca da kendini ateşten ateşe atar. Halâs mümkün iken cayır cayır yanar. Bir belâya uğrayan kimse bir belâya daha girmek istemezse -acısı ne kadar büyük olursa olsun- basirete, sabr u sekînete alışmalıdır. Âlemde vak’alar ekseriya birbirine benzerler, benzemekle beraber her vak’a yine bir vak’adır, bir kere olmuştur. Olanın başka türlü olmasına imkân yoktur. Emr-i vâki’, emr-i vâki’dir. Meselâ sen dünyaya gelmişsin, hem de gideceksin, fakat ne yapsan gelmemiş olamazsın. Başın yarılmışsa yarılmıştır.
Inşaallah ileride kolayca iyi olur. Fakat iyi olmakla yarılmamış olmaz, yarılmamış gibi olur. Bunun için başın yarılmadan düşün, yarılmamasına çalış. Yarılınca mümkün olduğu kadar kendini toplamaya bak, bak ki tedavi edesin. Madem ki yarıldı, ilk işin kaderi görmek, kaderde bu da varmış deyip kendi içinden, kendi ruhundan kendine bir metanet ilacı vermek olsun. Bu ilacı ver ki acılar devam ederken sen şaşırmadan tedaviye bakabilesin.
İşte bugün büyük büyük elemler, acılar altında yanıp kül olmamak için ilk teselli kadere iman olacağından ben de seninle beraber: “Evet, kader böyle imiş.” derim. Zaten böyle olduktan sonra böyle değil demek yalancılıktır, meşhudu inkârdır. Fakat şunu bilelim ki bizim içinde bulunduğumuz işlerde kaderin mes’ûlü yine seninle benim.
Bu kara yazıları alnımıza yazan ezel kalemi böyle yazdığı için böyle olmadı. Seninle benim günahlarımızdan, vazifemizi bilmek ve yapmaktaki kusurlarımızdan dolayı böyle oldu. Böyle olacağını bildi de ezel kalemi öyle yazdı.
Ulemânın dediği gibi kader senin değil, sen kaderin pişdarısın, bunun içindir ki Kur’ân “Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder”, diyor.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ(Muhammed, 7)
Cenâb-ı Allah yardıma muhtaç mı? Hâşâ. Lâkin kendi işine senin kendinin başlamasını istiyor. Hani yeni çıkma bir laf var: “Mukadderâtım kendisi tayin etti” diyorlar. Bunu yabana atma. Sana bana vukü’attan evvel sırr-ı kader kapalıdır, meçhul ve karanlıktır. Biz kaderi vukü’undan sonra anlar da “Kader böyle imiş” deriz ve o vukü’ata sebep yine biz oluruz, öyle olduğu için mukadderatımızı da biz tayin eder, âleme de biz anlatırız. Böyle olacağı için ezelde de öyle yazılmış bulunur. Binaenaleyh sen ne yaparsan kaderin odur. Bundan dolayı ne vukü’undan, şuyû’undan sonra anlayanlar mes’ûl, ne de vukü’undan evvel bilip yazan kalem-i ezelî mes’ûl. Mes’ûl ancak seninle benim. Çünki günahı yapan seninle benim, öyle ise sorduğum suallere, niçinlere cevab-ı asıl birinci sözündür. Niçin böyle olduk? Doğrusu günahımız çok olduğu için.
Bilirsin ki günahlarını ikrar ve itiraf etmeyen şeytandır. Şeytanlar: “Hayır, bizim günahımız yok.” diye kibir ve inad ededursunlar. Biz şeytan ümmeti olan hayâsızlara, hayırsızlara bakmayalım, iyi olmaya, iyileri çoğaltmaya çalışalım. Gel seninle biz şu musibetlerden ibret alalım. Günahlarımızı bilelim. Tevbekâr olalım. O kadar ciddî tevbekâr olalım ki günahlarımızı, günahlarımızın zararlarını idrâk eden kalblerimiz, nedametleriyle sızlayarak istikamete yönelsin, rahmet-i ilâhiyeye dehalet etsin. İnşâallah tevbe kapısı kapanmamıştır.
En büyük ibretler en büyük musibetlerden alınır. Musibetin tesiri, nasihatin tesirinden büyük olduğunu bilirsin. Musibet ile nasihat birleşince elbette daha büyük olacak. Allah’ın gösterdiği hidayet yoluna gide- medinse, vaktiyle nasihat dinlemeyip olacakların önüne geçemedinse, hâsılı kaderimizi fena tayin ettinse bugün görünen felâketleri göz önünde tutalım da bunlardan çıkacak ibretleri, nasihatları unutmayalım, kaderimizin ilerisini düzeltmeye, Cenâb-ı Allah’ın lütfuna istihkak kesb etmeye çalışalım.
Zaman gelir ki bugünler masal olur. Bunları masal diye dinleyen, ibretine göz yumup kulak sıkan da belâsını bulur. Sen ise gördüğün felâketleri masal sayamazsın, hem sayma, acılarını unutuverme, fakat bayılıp kendini de koyuverme. Evin yandı, oğlun şehit oldu, komşun açlığından öldü, memleketin tarumar, milletin hedef-i gayz u sâr oldu. Sen ibtidâ biraz çabaladın, büyük yüklere tahammül etmek istedin. Çünki ulvî dininin yüksek ruhundan bir bakıyye-i ihtisasın vardı. Malum ya, din meyveli bir ağaca benzer. Kökü iman, dalları budakları farzlar vâcibler, yaprakları da sünnetler ve nafilelerdir. Görüyorsun ya kökü iman… Kökü kuruyan ağacın yeşermesinden, meyve vermesinden ümid olmadığı gibi imansızın felah bulmasına da imkân yoktur. Lâkin yalnız kökte de meyve bitmez, dal budak da lâzım. Bununla da olmaz, yaprak dahi ister.
Demek ki dinin meyvesi sünnetler, nafileler ile yenebilecektir. Bunun içindir ki لاَ يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ [… Kulum Bana nâfile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder…] (Buhari, Rikak, 38) hadîs-i kudsîsini okurlar. Kul Allah’a nafilelerle yaklaşır dururmuş. İşte ameli olmamakla insan kâfir olmaz, amel imandan cüz değildir, diye ilmihallerde bildiğin meselenin mânası budur. Filvaki yaprağı dökülmek, dalı budağı kırılmakla ağaç yok olmaz, kök sağlam oldukça dal budak da, meyve de bitebilir. Ama bugün bitmek başka, yarın bitebilmek yine başkadır. Dal budak bitmeden, yaprak açmadan meyve bitmediği gibi kuru imanın da meyvesi olmaz. Din ile murada ermek senden beklenen bütün amelleri yapmakla olur. Gerçi sende bu kök kurumamıştı. Fakat sen kendi elinle dalını budağını odun ettin, sonra sulayıp tımar etmedin. Korumadın, dibine kurt düşürdün. Tam bu sırada sonbahar gibi ortalık bir nemlendi. O yer altındaki kök biraz yeşerdi, bir-iki filiz vermek istedi.
Ne çare ki kasım fırtınası çabuk çıktı, dibindeki kurtlar da kaynadı. Binaenaleyh meyve alamadın, ruhun da bakıyye-i ihtisas, feyz bulamadı, söndü. Senin kendine bile hayrın kalmadı ki başkasına olsun, başkası da öyle; yok öyle değil. Sen yarım ekmek gözlerken o çalıp kapmasını düşünüyordu. Kavm kavmin, memleket memleketin, mahalle mahallenin, can canın rakibi kesildi. Sanki elin kolun senden kopmuştu. Ağzına gidecek, sonra kendini de besleyecek olan lokmanı elin ağzından kapıyor, yarasına merhem yapıyordu. Sen ki bu acıları tattın, bu tecrübeleri gördün. Sakın kökü kurutma, kurdunu ayıkla, kalbini temizle, her neme filiz salma, filizini ilkbahara sakla, eyyamın baharı olmaz da sanma. Korunu koru, bahçeni onar, meyvesini toplayasın.
İşte sen ey Müslüman! Musibetleri masal saymaz, ibretini gözünden kaçırmazsan Hakk’a karşı vazifendeki kusuru anlamış, sonunu tecrübe etmiş olursun. Bu tecrübenin hükmünü ezberler, evlâdına da ezberletirsin, istikbâlini temin etmiş bulunursun. Günahlarını tanır, akideni kuvvetlendirir, güzel amellerle, hayırlı emellere azmedersen düşmekle me’yûs olmaz, Allah’tan ümidini kesmezsin. Felâketlerini keffâret bilir, âhiretini kurtarmaya çalışmış olursun. Şunu da bilmelisin ki her günahın keffâreti bir, cezası bir değildir. Keffâret-i yemin, keffâret-i savma benzemez. Demek bunların azapları da birbirine benzemeyecek. Nitekim çalışmayan aç kalır, dost yardımcı kazanmayan perişan olur. Câhiller tehlikeye; hâinler, zâlimler adl ü intikama düşer.
Demek ki günahım çok, tevbeler olsun, demekle iş bitmeyecek. Hem günahlarımızı bileceğiz, nefsimizi muhasebe edeceğiz, hem hangi günahın hangi cezaya çarptırdığını da anlamaya çalışacağız. Ve böylece mukadderatımızı tayin edeceğiz. Gel seninle konuşalım. Günahlarımıza bir göz geçirelim. Felâketimizin başı olan günahı bulalım, ona göre tevbemize başlayalım, Hak’tan ecir isteyelim.
Ey Müslüman! Lafım sana olmasaydı günahın başında imansızlığı sayardım. Lâkin ben seninle konuşuyorum. Senin, benim günahımızdan bahsediyorum. Şimdi sana bütün imanımla söylerim ki günahımızın başı cemaatsizliktir. Seni beni ahlâksız eden; yardımsız, kuvvetsiz bırakan, büyük büyük amellerden, emellerden alıkoyan, hevâ ve hevesine kaptırıp da sefâhetlere, rezaletlere garkeden, Allah’ı unutturup, şuna buna boyun eğdiren cemaatsizliktir. Dinler içinde din-i İslâm en İçtimaî bir din iken, milyonlarla insanları mübarek bir vücud gibi hareket ettirecek bir ruh iken Müslümanlar kadar ictimâiyeti zayıf, faaliyet-i ictimâiyeden mahrum, murâkabe-i mütekâbileden bî-haber yaşayan millet görülmüyor, bu en büyük günahı artık sana başka bir gün îzâh edeyim.
* Cerîde-i llmiye, sy. 41, Rebîülevvel 1337 (Aralık/Ocak 1918-1919), s. 1208-1212.
Elmalılı M.Hamdi Yazır – Meşruiyetten Cumhuriyete Makaleler,Klasik yay.,syf:211-214