Tepebaşı Bahçesi- Taksim Bahçesi
Tepebaşı ve Taksim Bahçeleri, yaz aylarında İstanbul halkının dinlenme ve gezinti yerleridir. Ercüment Ekrem, söz konusu mekânları “yaz akşamlan kibar halkın toplantı ve piyasa yeri” olarak tanımlar; her iki bahçede “şehrin kadın erkek kalburüstü yabancılarının ve “Beyoglu’nun yadırgamadığı yerli şahsiyetlerin yürüyüş yaparak temiz hava aldıklarını ifade eder.[166
Tepebaşı Bahçesi, İngiliz bahçe mimarisi tarzında yapılmış olup 1880 yılında hizmete açılmıştır.[167] Burası ücret mukabilinde girilen dört tarafı parmaklıklı “hususi bir bahçe”dir. Mekânın havuzlu kıs-ında bir kameriye vardır. Onun etrafında müşterilerin hizmetine I daima hazır olan çiçeklerle süslü masalar bulunur. Bahçenin ortasında müşterilerin gezinti yapmalarına müsait bir de yol mevcuttur.[168]Elektriğin olmadığı dönemde burası havagazı ile aydınlatılır.[169] Bahçede içki ve meze bulunsa da “pastırmalı, sucuklu, sarımsaklı yiyecek” yoktur. Semih Mümtazın ifadesiyle mekânın garsonları “adamakıllı sfyle edilmiş”; müşteriye nezaketle davranmasını bilen saygılı insanlardır.[170] Yaz aylarında Tepebaşı Bahçesinin “bütün memleketin ileri gelenlerinin içtimagahı” olduğunu belirten Burha- nettin Tepsi, mekânın bu mevsimdeki seyrini şu cümlelerle anlatır:
Akşamüstü herkes giyinir, süslenir, bahçeye gelinir, güzel bir orkestra, en temiz aileler ve aynı zamanda en kibar demi modemler burada toplanırlardı. Evvela bahçenin kenarındaki yollarda biraz gezinti yapılır, ahbaplar ziyaret olunur, rakılar, biralar içilir ve tiyatro binasının yanındaki mahalde güzel bir lokantada yemek yenilir idi.[171]
Taksim Belediye Bahçesi adıyla da bilenen Taksim Bahçesi, 1870 yılında hizmet vermeye başlamıştır.[172] Girişinin paralı olması, masaları, yürüyüş yolları, ahşap köşkü, garsonlarının nezaketi ve canlı müzik hizmetiyle Tepebaşı Bahçesi’yle benzer özelliklere sahiptir. Semih Mümtaz, bu özellikler dışında Taksim Bahçesi’ni şöyle tarif eder: “Masaları ve sazın yeri ön taraftaki yüksek ağaçların altında ve aralarında yerleşmişti. Bahçenin geri tarafları yani tramvay yolu tarafi daha sık ağaçlı idi ve ufak dar yollarıyla halka büsbütün serbest bırakılmıştı. Bir de dâiren-mâdar geniş bir araba yolu vardı.”[173]
Tepebaşı ve Taksim Bahçeleri, terbiye kurallarına riayet edilen seyran yerleridir» Semih Mümtaz, “bu yerlerde bulunmanın usul ve adabından nasip almamış olanlar’in söz konusu mekânlarda barınamadıklarını, “hele arsızlar ve sarkıntılık edenlere” müsamaha gösterilmediğini belirtir.[174] Çocukluk yıllarında bakıcı eşliğinde taksim Bahçesi’ne geldiklerinde kendilerine yapılan uyarılardan şu cümlelerle bahseder:
Kırk para duhuliyeyi verip içerilerine girdikten sonra bizi mektebe götürüp getirmeye ve gezdirmeye memur olan lalalarımız bu bahçelerde koşulmaz, hızlı lâkırdı edilmez, bir şey içerken veya yerken ağız açılmaz, dirsekler masalara dayanmaz, ıslık çalınmaz, şunun bunun yüzüne fazla bakılmaz; aman dikkat edin, sonra adama terbiyesiz derler, derlerdi. Çocukluktan uzaklaşmaya başladığımız zamanda da kendi kendimize ve hareketlerimize çeki düzen verir; nazar-ı dikkati çekmemeye, pot kırmamaya çalışırdık.[175]
Semih Mümtaz; Almanya, İtalya, Belçika ve İspanya büyükelçilerinin yürüyüş yapmak için Taksim Bahçesi’ni tercih ettiklerini söyler. Kendisi de babası Reşit Mümtaz Paşa’yla birlikte yine aynı amaçla bu bahçeyi sık sık ziyaret edenler arasındadır.
Taksim Bahçesi’ne daha çok güzel bir manzara karşısında oturmak ve dinlenmek isteyenler gider. Bununla birlikte “kendi kendine bir köşede ve bir ağaç altında oturmak, bir rakıcık içmek veya bir arkadaşla hasbihal etmek elbet bu bahçeye” yakışır.[176] Nitekim Bur- hanettin Tepsi, bazı geceler tek başına Taksim Bahçesi’ne gittiğini ve Recaizade Ekrem’le burada karşılaştıklarını hatıralarında paylaşır. Bu tesadüfi buluşmalar; Abdülhak Hamid ve eserleri üzerine konuşmaya, onun eserlerinden şiirler okumaya fırsat verir.[177]
Ercüment Ekrem, özellikle Tepebaşı Bahçesi’nin sanatkârların toplandığı bir yer olduğunu bildirir. Faik Ali, Cenap Şahabeddin, Süleyman Nesip, Mustafa Reşit, Mehmet Rauf ve Recaizade Ekrem’in bu bahçede daima rastlanan simalar olduğunu açıklar. Halit Ziya’nm ise yılda ancak bir iki defa burada göründüğünü; Tevfik Fikret’in “merdümgirizliğinden”, Ali Ekrem ve Ahmet Reşit’in de saraya mensubiyetlerinden dolayı bu seyran yerine hiç gelmediklerini bildirir.[178] Burhanettin Tepsi, genellikle Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Safveti Ziya ve Ahmet Hikmet’le burada karşılaşır. Ercüment Ekrem’in aksine Hal it Ziya’nın da sıklıkla buraya geldiğine şahitlik eder.[179] Nitekim Halit Ziya, Reji tdaresi’nde çalışırken iş çıkışı baharda Taksim Bahçesi’ne, yazın da Tepebaşı Bahçesi’ne gitmenin en büyük zevkleri arasında olduğunu hatıralarında paylaşır.[180] “Bu bahçelerde adeta seviştiklerimle buluşmak için bir mevid-i mülakat verilmiş gibiydi,* diyen Halit Ziya, Safveti Ziya ve Ahmet Hikmet’le sık sık karşılaşır.[181]
Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi’yle mevsimine göre ya Lebon Pastanesinde ya da Tepebaşı Bahçesi’nde buluştuklarını açıklar. İki dost Tepebaşı Bahçesi’nde buluştuklarında etraflarındaki kadınlı erkekli seçkin kalabalıkları seyrederler. Burada Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid ve Süleyman Nazif gibi sanatkârlarla bir araya gelme imkânı bulurlar.[182]
Faruk Nafiz, Ahmet Haşim’i Yahya Kemal aracılığıyla Tepebaşı bahçesinde tanır. I. Dünya Savaşı yıllarında bu bahçede Yahya Kemal’le Ahmet Haşim’e sohbet ederken tesadüf eder. Çamlıbel, “o akşam, biri devrini kapayan, öteki yeni bir devir açan iki üstadı” dinlemekten konuşmaya imkân bulamaz.[183]
Göksu Deresi
Göksu Deresi, Anadolu Hisarı ile Küçüksu semtleri arasından İstanbul Boğazı’na dökülen bir akarsudur. Ağız bölümü haliç olan dereden sandallarla içlere doğru girilir; kıyısı ağaçlık olan bu bölüm İstanbul’un en eski mesire yerleri arasındadır.[184] Ruşen Eşref’in ifadesiyle Göksu Deresi, yazlara mahsus “şarkkâri” bir açık hava salonu; “kayık beşikleri içinde başlayıp kayık beşikleri içinde biten zarif ve tutumlu bir neşenin merasim salonundur.185 Ercüment Ekrem, mehtaplı gecelerin zevkine kanmayan bir insanın gündüz vakitleri “haz iştiyakını” Göksu’da tatmine çalıştığını belirtir. Buradaki âlemlere “âyin” demenin daha doğru olacağını söyleyerek, müdavimlerinin “çok sofu bir müminin dikkat ve itinasıyla” Göksu’ya geldiklerini ifade eder.186
İstanbul halkı, Göksu Deresi’ni özellikle cuma ve pazar günleri tercih eder.187 O günlerde Göksu adeta “mahşer” hâlini alır; “zengini, orta hâllisi, ayak takımı, elçilikler erkânı, yabancı mösyöler ve madamlar” buraya akın eder.188 Göksu Deresi’ne giderken İstanbul halkı birbiriyle sözleşmiş gibidir. Bilhassa cuma ve pazar günleri sandal ve kayıklarla yapılan Göksu akını Ercüment Ekrem’in hatıralarına yansır:
Cuma, pazar günleri öğleden itibaren Boğaz’m uzak, yakın, her sahilinden Göksu’ya ve Küçüksu’ya doğru bir kayık ve sandal akını başlardı. Genç ve dinç hamlacıların ahenkli, muttarit kürek çekişleriyle hep aynı istikamette hız alan narin, zarif sefineciklerin içinde bazen ciddi bir erkek grubu, bazen de muhtelif çiçekli bir İngiliz bahçesini andıran renk renk feraceli kadınlar, martıları ürküterek, zevk ve safanın arz-ı mev’uduna şitaban olurlardı.189
Göksu’nun en kalabalık zamanı, mısırların yetiştiği mevsimdir. Ser- met Muhtar’ın anlatımıyla bu mevsimde, mısır dolu sıra sıra kazanlar odun ateşinde kaynar; “fesine yemeni sarih, önü peştemallı Anadolulular, kollan sıvamış, habir sopalarla” bu kazanları karıştırırlar, daha sonra uzun maşalarla çıkarıp tuzuna da serpip müşteriye verirler.[190] Göksu’nun patlıcanının da meşhur olduğunu söyleyen Sermet Muhtar, buraya gelenlerin bahçelere girerek patlıcanlarla “çıkınlar doldurup” evlerine gittiklerine şahit olur.
Semih Mümtaz, insanların Göksu’da “daha serbest, daha dağınık, daha serazat” vakit geçirdiklerini ve eğlendiklerini bildirir. İnsanların yerlere serilmiş hasırlar üzerinde uzanıp yattıklarını, uyuduklarını, yemek yediklerini, “günü neşe ve şetaret içinde” geçirdiklerini gözlemler.191 Nitekim Göksu âlemlerinde halkın her sınıf tabakası kendine göre eğlenecek bir şey bulabilir. Ortaoyunu, hokkabaz, cambaz, Mınakyan ve Abdürrezzak’ın tiyatro kumpanyaları; “tabiatın, kadının, süsün, ihtişamın temaşasından bir şey alamayan halka” eğlence imkânı sağlar.192 Burhan Arpad, çocukluk çağında Küçüksu ve Göksu çayırlarında yazları birkaç oyun izleyerek tiyatroyu “az buçuk” tanıdığından söz eder.193 Sermet Muhtar, Göksu Deresi’nde; “çayırın gerisinde pedavra tahtasından çatılmış, çarpuk çurpuk, etrafi paslı gaz tenekeleri, çalı çırpılarla çevrilmiş” bir tiyatronun varlığından bahseder. Hafta içinde Kuşdili’ndeki oyunlarına ara veren orta oyunu ve tulûat sanatçılarından Kel Haşan, Şevki ve Küçük İsmail’in kumpanyaları burada Göksu misafirlerini eğlendirir. Kimi vakit de kahve haline sokulan mekânda Kemani Bülbül! Salih’in ince sazı dinlenir.194
Ercüment Ekrem’in ifadesiyle Göksu’daki çayırlarda ve tezgâhların önünde “madde ve mide ile meşgul” olan insanların yanında; derede “kayık, sandal, ferace, yaşmak, hüsün, zarafet, füsun, şiir” bir sinema şeridi gibi insanların önünden geçer.195 Yaz aylarında akşamüzeri hususi bir sandalla Göksu Deresi’ne doğru inen Şair Nigâr Hanım’ı herkes tanır. Tabii bu arada diğer kayık ve sandalları dolduran insanlar bakışlarını Nigâr Hanım’ın sandalına doğru çevirir. O dönemde güzel sanatların üstatlarından heveslilerine kadar herkes burada görülebilir. Sami Paşazade Sezai Vaniköy’den, Şair Nigâr Hanım Rumelihisarı’ndan, Recaizade Ekrem İstinye’den, Ab- dülhak Hamid akrabası Sahip Molla ile İncirköy’ündeki yalısından Göksu’ya gelir.
Akşamüzeri Göksu Deresi, eğlencelerini bitiren insanların kayık sandallarıyla doludur. Ercüment Ekrem, buraya gidişler kadar dönüşlerin de başka bir âleme sahne olduğunu belirterek Göksu dönüşlerinden bir kesit sunar:
Bu dönüş de, başlı başına bir âlem, bir güzellik, zarafet, neşe ve neşat meşheriydi. Yine o renk renk feraceler, o ihramlı kayıklar, boy boy sandallar, akşamla beraber büsbütün durgunlaşan Boğaziçi’nin mavi sathında birer sülün inceliğiyle süzülerek muhtelif istikametlerde dağılmaya başlarlardı.
O andaki manzara, en duygusuz insanlarda, menbaı aşk olan bir heyecan yaratırdı. Boğaziçi’nin o vakit ki akşamlan kadar müheyyiç bir şey tasavvur olunamaz. Ruh ve tabiat ulviyette birleşirlerdi. O akşamların ilahi hazzını tatmamış olanlar Yahya Kemal’in Boğaziçi hakkında kullanmış olduğu “Görmüş ve geçirmiş…” tabirindeki manayı idrak edemezler.196
Göksu Deresi, toplum hayatında kadın ve erkeklerin bir araya geldikleri, birbirlerini görmeye imkân buldukları mekânlar arasındadır. Ercüment Ekrem, Göksu’nun dile gelip konuştuğu takdirde “Bize ne masumane maceralar, itiraf edilmemiş, hicran olarak mezarı götürülmüş ne aşklar, yanık bir şarkının nağmeleri arasında boğulmuş ne hıçkırıklar, neler anlatırlardı!” diyerek orada yaşanmış aşk hikâyelerine dikkat çeker.197 Nezihe Muhittin, Göksu Deresi’ni “bir şiir ve aşk bucağı” olarak tanımlar; buranın kalabalık günlerdeki hâlini şöyle tasvir eder:
Arkasında gümüş balıklar sarkan ehramları, kılaptanlı hamlacılarıyla yaşmak ve feraceli ahu güzel ve mağrur Mısırlı prensesler dört çifte kayıklarıyla süzülürler, genç ve ihtişamlı damat paşalara, iri ve rengârenk krizantemlere benzeyen şemsiyelerin altında baygın sürmeli ela gözleriyle nimnigâh ederlerdi. Güzel kadın ve heyecanlı erkeklerin gizli aşk hamleleriyle içten içe kabarttıkları bu her zaman durgun, nazik dere çalkanır ve kaynaşırdı. Bu sırmalar, ipekler, kokular, elmaslar zümrütler ve heyecanlar taşan güzel kafile dereden akıp Küçüksu’ya doğru çekilince taşkınlıklardan sıyrılan şiirli yeşil su yavaş yavaş durulur, değirmenin arkasında, gün kızıl atlas bir döşeğe gömülürken, ay kırık köprünün ardındaki kekik dağının tepesinden beyaz ablak ve mütehayyir yüzüyle düşerdi.198
Nezihe Muhittin, yaşının küçük olmasından dolayı aşk sahnelerine ve “kılaptanlı” sandallara ilgi duymadığını İfade eder. Bütün zevkinin “kekik kokan küçük dağlarda yer menekşeleri toplamak, tarlalarda gelincik ve papatya demetleri’* yapmak olduğundan bahseder.”199 Ercüment Ekrem ve Nezihe Muhittin gibi Ruşen Eşref de Göksu Deresi’nin bir aşk vadisine dönüştüğüne yönelik gözlemlerini aktarır:
İşte, ihtimaldir ki o hızla riya şeddinden aşabilenler, bu dağ eteklerine bir nevi kaçamak ederler ve bu dere boyuna, hele akşam saatlerinde birikirlerdi. Bir arzuyla bir âdeti birbirine uzlaştırarak yaşmaklara bürünmüş, daha sonraları maşlahlar, yeldirmeler veya çarşaflar giyinmiş hanımlar buralarda kendilerini daha yakından ve daha kolay gösterebilirler; “bey”leri, “paşa”lan daha yakından ve daha kolayca görebilirlerdi. Çünkü kayıkların kaburgalarına kayıkların kaburgaları ancak buralarda değebilirdi. Ve bir erkek, kadınların menekşe, akik gözlerine burada ta yakından imrenebilirdı; bir dilim zevk olan kayığa uzanmış ipekli endamlarından havalanan lavanta kokulanın en yakın burada sezebilirdi. Kadınlar da erkeklerin yakışıklılığına, bakışlarındaki manaya en kolay burada aşina olabilirlerdi. Boyunbağlarının zarifliği, mendillerinin işareti, göğüslerinin gîrli çarpıntısı ve dudaklarının gizli manalari en çok burada sezilebilirdi. [200]
Selim Sim, gençlik yıllarında hem eğlenmek hem de genç kızların ilgisini çekebilmek için Göksu Deresi’ne gidenler arasındadır. On dokuz yaşında Mühendishane-i Berr-i Hümayun öğrencisi olan Selim Sırrı, mahalle arkadaşı Hikmet’le birlikte ailelerinden gizli bir sandal satın alırlar. İki arkadaş, bir cuma günü öğleden sonra beyaz pantolon ve kolsuz ten fanilalarını giyerek Göksu’ya doğru yola çıkarlar. Bebek, Emirgan, Rumelihisarı ve Yeniköy’den Göksu Deresi’ne gelen içlerinde “süslü hanımlar”ın olduğu kayıklarla karşılaşırlar. Derenin ağzına geldiklerinde ise sandalı yavaşlatarak kadınları seyrederler. Bu sırada yanlarından geçen sandaldaki “güzel ve ahu bakışlı genç kadın”, kendilerine gülümser ve başını eğerek selam verir. Selim Sırrı, otuz yaşlarında gösteren “bu yüksek kültürlü güzel endamlı hanım”ın Şair Nigâr Hanım olduğunu anlar. Zira mecmualarda onun şiirlerini okumuş; yeni bir şiir kitabı hazırlaş- ğını gazetelerden öğrenmiştir. Selim Sırrı, Göksu’dan dönüşünce Nigâr Hanım’ın şiirlerinin bulunduğu mecmuayı temin eder, “mektepte bütün hafta kitabı baştan aşağı” ezberler. On beş gün sonra vine bir cuma günü arkadaşı Hikmet’le Göksu’ya giderler. Nigâr Ha- nım’m kayığını görünce Selim Sırrı, ezberlediği şiirleri yüksek sesle okumaya başlar. Bu sürede kayıkları derede yan yana ve yavaş yavaş ilerler. Derenin sonunda Nigâr Hanım yine kendisine gülümser ve başını eğerek selam verir.201
Kâğıthane Tepesi
Kâğıthane, İstanbul halkının yaz aylarındaki bir diğer gezinti ve eğlence yeridir. Buradaki eğlencelerin tarihi, Lale Devri’ne kadar uzanır. Samiha Ayverdi, Kâğıthane’yi “çayırı, çimeni, ağacı, suyu, kasrı, çağlayanı ile her sevgiliye bir başka türlü hitap etmesini bilen şuh bir kadın edasıyla, İstanbulluyu asırlar boyunca avutmuş, eğlendirmiş, sevip okşamış” bir güzele benzetir.202 Osmanlı döneminde Hıdırellez gününden kasım ayına kadar halkın rağbet ettiği bir yerdir Kâğıthane. Cuma, pazar ve çarşamba günleri oldukça kalabalıktır. Hafta içlerinde ise kafa dinlemek isteyenlerin tercih ettiği bir köşedir.203
Halit Ziya, Safveti Ziya’nın önerisiyle bahar mevsimine denk gelen bir cuma günü Kâğıthane gezintisi yaptıklarını bildirir. Bu gezintilerinde şehrin farklı semtlerinden konak ve kira arabalarının, Kâğıthane’nin dolambaçlı ve tozlu yollarında, Çağlayan yokuşunun sonuna kadar gidip geri dönen birer halka oluşturduklarını gözlemler. Kâğıthane gezintilerinde tek zevkin, “arabadan arabaya süzgün gözlerin, bazen küçük pusulaların, fıstık ve çiçek kabilinden şeylerin taşıdığı arzular ve beslediği ümitlerden ibaret” olduğunu belirtir.204
Kâğıthane’de kır eğlencelerinin yapıldığı bölüm, Çağlayan’dan sonraki dere ortamıdır. Ercüment Ekrem, Lonca ve Sulukule’den gelen erkek ve kadın Kıptilerin burada bir aile orkestrası oluşturarak müzik icra ettiklerini anımsar. Onların repertuarında, “her yeni mevsimde meçhul birer şairle sanatkârın müştereken yaptıkları halk türküleri” yer alır. İstanbul halkı bahsi geçen türkülerin akılda kalıcı sözlerini ve ‘‘kıvrak bestelerini” kolayca ezberlediği için bur lan “üstat bestekâr!ann ağır şarkılarına” tercih eder.[205]
Semih Mümtaz, II. Abdülhamid’in Kâğıthane’ye gittiğine ve orda yürüyüş yapıp ata bindiğine çocukluk yıllarında tanık olur. II. Adülhamid’i beyaz bir atın üzerinde gezinti yaparken gören insanlar “ayakta, ağaçların üstünde, arabaların tepesinde” onu seyrederek “Padişahım çok yaşa!” diye bağırarak sevgi gösterisinde bulunurlar.[206] II. Abdülhamid bir taraftan halkı selamlar, diğer taraftan yanında bulunan Keçecizade İzzet Paşa ile sohbetine devam eder.
Recaizade Ekrem, 1 Mart 1898’de vefat eden[207] oğlu Nijad’ın ölümünden sonra hem yürüyüş yapmak hem de yalnız kalmak için Ercüment Ekrem’i de yanma alarak Kâğıthane Tepesi’ne gider. Tabiatın güzel olduğu, her tarafin yeşillik ve çiçeklerle bezendiği bu gerilerin birinde, Abdülhak Hamid yanlarına gelerek Recaizade Ekrem’i teselli etmeye çalışır.[208]
Kâğıthane Tepesi’nde geçirilen vakit kadar şehre geri dönmenin de kendine mahsus bir eğlencesi vardır. Nitekim cuma günleri Eyüp halkı, deniz kenarında bulunan kahvelerden ve Bostan İskelesi’nden Kâğıthane dönüşlerini seyreder. Akşama doğru Kâğıthane deresinin içinden kayıklar Haliç’e doğru yanaşır. Bu kayıkların pek süslü olduğunu, renk renk boyanıp baş taraflarında adının yazıldığını söyleyen Eşref Albatı, gençlerin “çifte nâra” atan ve darbuka çalan çingeneleri kayıklara aldıklarını, onlara şarkılar söyletip çiftetelli oynatarak Haliç’e indiklerini hatırlar. Haliç koyunun binlerce kayıkla dolduğu bu eğlence anlarına yönelik Albatı şu gözlemlerine yer verir:
Bir zamanlar Lâle Devri’nde Sadabat eğlencelerini andıran şevk ve tarap, bu zamanda devam ediyordu. İstanbullular için Kâğıthane en mühim eğlencelerden biri idi. Ulu çınarlar altında şen delikanlılar hasırlar üzerine otururlar, graka, graka rakı içerler, çingenelere göbek attırarak tatil günlerini neşe içinde geçirirlerdi, men her cuma günü bütün İstanbul sularında aynı şekilde neşe devam ederdi.209
Eşref Albatı, Kâğıthane’de yapılan eğlenceler gibi Hünkârsuyu, Fıstıksuyu, Küçüksu, Çırpıcı Çayırı, Veliefendi Çayın, Bendler ve Beykoz çayırının aynı şekilde kalabalık eğlencelere sahne olduğunu bildirir.
Boğaziçi Âlemleri
Boğaziçi âlemleri, yaz aylarının bilhassa mehtaplı gecelerinde İstanbul Boğazı’nda sandal ve kayıklarla yapılan sazlı sözlü gezintilerdir. Ünlü hanende ve sazendelerin saz takımlarıyla bulunduğu bir pazar kayağı, diğer kayık ve sandalları peşine takarak musiki eşliğinde denize açılır. Ercüment Ekrem’in ifadesiyle birer “musiki ve şiir ayinine”210 benzeyen mehtap âlemlerinde “şarkın en usta, en büyük musiki üstatları, ay ışığı altında pırıl pırıl harelenen suların üstünde birbirleriyle müsabakaya çıkmış gibi coşarlar”211 ve insanları coştururlar.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlatımıyla mehtaplı gecelerde Boğaziçi gezintileri özel bir merasime dönüşerek bir mehtap alayına benzer.212 Zira mehtap gecelerinde saz kayığının etrafını, Boğaz’ın hemen her tarafindan gelen kayık ve sandallar kuşatır hatta “ona adeta yapışarak teşkil ettikleri kafile su üstünde yekpare büyük bir sal gibi bir kütle” hâlini alır. Saz kayığının yakınında bulunan kayıkçılar, yanlarındaki sandalları birbirlerine yanaştırırlar ve adeta kenetlenerek suyun üzerinde giderler.213 Sazı taşıyan pazar kayığının etrafındaki bu halka “muttasıl büyür, gittikçe genişler, yavaş yavaş gelip yer alan, toplanan sandal ve kayıkların sayısı gitgide yüz, iki yüz, bazen, sırasına, gecenin güzelliğine ve sazın ehemmiyetine göre, üç yüzü geçen bir kafile” olur.214 Sultan Abdülaziz döneminde ise mehtap âlemlerine bine yakın kayık iştirak eder, Boğaziçi’nde gezilen saha da oldukça geniştir. O dönemde “saz kafilesi ta Çengelköy Körfezi’ne, Beşiktaş açıklarına doğru ine ine, Kızkulesi önlerine, Boğaz’dan Marmara’nın açıklığı seyredilen noktaya kadar gelir,kendini Marmara’ya kaptırmaktan korkuyormuş gibi ancak burada: geri” döner.215 Abdülhak Şinasi’nin hatırladığı dönemde ise mehtap âlemlerinde takip edilen güzergâh şu şekildedir:
Her gün, Istinye Körfezi’nin önünden, içine girilmeden geçilerek Kalender’e dar gidilir, oradan karşı sahile dönülerek Körfez’e varılır, Meşruta Yalı’nın önden geçilip Dere’ye girilir, bir iki kere ta sonuna kadar gidilip tekrar dönü nihayet, Göksu Kasrı önünde, bir müddet murakabeye dalar gibi durulurdu.216
Boğaziçi gezintilerinde musiki faslı, saz kayığının Kalender’in önüne varip durmasıyla başlar. Gelen kayıklar ve sandallar saz kayığının etrafında burada toplanır ve ilk nağmeler burada dinlenir.[217 Ardından yan yana ve arka arkaya dizilen yüzlerce kayık ve sandal Yeniköy akıntısını takip eder, “İstinye önlerinde bir yerden karşıya” geçerek Kanlıca Körfezi’ne doğru yol alır:
Körfez o zamanki bütün Boğaziçililerin en çok sevgisini kazanmış bir yerdi. Üstünde bulunan tepe, Mihrabâd, mehtabın bütün Boğaziçi’nde en güzel görüldüğü yermiş. Körfez’in kuvvetli aksisedalarından dolayı hanendelerin burada en gür sesleriyle gazel okumaları âdetti. Suların müsait olduğu gecelerde burada mutlaka bir iki fasıl çalınırdı.[218]
Mehtap âlemleri, devrin zevk ehli büyükleri tarafından düzenlenir. Bu âlemleri tertip edenin birçok mesuliyeti ve hesapları olur. Bunların başında saz heyetinin toplanması gelir. Zira bu âlemleri düzenleyen şahsiyet, “sazın geçmiş mehtaplarda, hele o senenin mehtaplarında duyulmuş olanlardan aşağı kalmamasını, mümkünse bunlara üstün olmasını ister, filanca meşhur hanende yahut sazendenin bulunmasına çalışır, sırf ticari bir istifade sahasına düşmeden bir hatır, gönül, nüfuz tesiri sayesinde bu saz takımlarının birbirlerine hemen denk olmasını temin” etmeye uğraşır.[219]
Ruşen Eşref, “kayıkların en arandığı şehrayinler”in mehtaplı gemler olduğunu söyler. Bu gecelerde Boğaziçili bir beyin donanmış bir pazar kayığına sazendeleri oturtup kendisinin de üç çifte kayıkla ardından gittiğine şahit olur. “Sahillere manalı şarkılar ulaştıkça” yalı pencerelerinin açılıp şarkıların dinlendiğini, kayığı olanların da bu eğlenceye katıldıklarını bildirir.[220] Ruşen Eşref, bu gezintilerin Yeniköy’den Bebek’e, Çubuklu’dan Göksu’ya kadar uzandığını ifade «tef.
Mehtap âlemleri genellikle temmuz, ağustos ve eylül aylarında tertip edilir. Buna rağmen “en revnaklı mehtap ağustos mehtabı”- dır.[221] Garamîzade Şeyda Efendi’nin zevk ehli olduğunu söyleyen Ercüment Ekrem, ağustos mehtabında onun Beylerbeyi’ndeki yalısının düğün evine döndüğünü dile getirir. Mehtap gecelerinde Şeyda Efendi’nin “yabancısı olanlarla şeref-i ülfeti ile begâm bulunmayanlar” ateş ve piyade kayıklarıyla yalının önüne gelip “en seçkin üstat sazende ve hanendelerin pencerelerden dışarıya akseden nağmelerini” dinlerler. “Bedrin Yuşa Tepesi’nin ardından yükselip de Beykoz Körfezi’ni inmiş gümüşe gark ettiği sıralarda” Şeyda Efendi, misafirlerinin en hatırlılarını yanına alıp saz takımını bir kayığa yerleştirerek üç kayıkla Boğaz’a açılır. Diğer dinleyiciler de bu kafileyi, sandal ve kayıklarıyla uzaktan takibe koyulur.[222]
Semih Mümtaz, 1900’lü yılların başına denk gelen bir temmuz ayının on altıncı gecesi Nureddin Paşa ve Zekiye Sultan’ın mehtap âlemi düzenlenmesine şahit olur. “Nureddin Paşa’nın hususi sandalları ve kayıkları, kardeşi ve komşusu Kemaleddin Paşa’nın ve Bahriye Nazırı Haşan Paşa’nın kayıkları ve sandalları yarım saat sürmeden Nureddin Paşa’nın sarayı önündeki rıhtıma” ulaşır.[223] Ortaköy İskelesi’nden getirtilen pazar kayığı ise saz heyetine ayrılır. Bu heyette Tamburi Cemil ve Tatyos Efendi gibi devrin önemli saz üstatları bulunur. Misafirler sandallara ve kayıklara binip deniz açılırlar; Arnavutköy’e, oradan da Bebek koyuna ulaşırlar. Bu süre zarfında sazın arkasına takılan kayık ve sandalların sayısı iki yü’Zü geçer; Boğaz’d a icra edilen musiki dışında tek bir ses bile duymaz.[224]
Mehtap âlemlerinin en gösterişlilerinden birisi Mısırlı Ha Paşa tarafindan düzenlenir. Devrin en büyük hanendeleri o mehtap âlemlerinde yerini alır.[225] Saz âlemleri, ayın on biriyle yedisi arasında yapıldığı için Halim Paşa ayın dördüncü gecesi Bebek’teki yalısından Boğaz’a açılır. Semih Mümtaz, onun düzenlediği bu olağanüstü geceleri şu cümlelerle anlatır:
Halim Paşa’nm kendisi oğulları, hazinedarlan, kalfalan, misafirleri ve haremin misafirleri ayn ayn birer kayık veya sandalla saz kayıklarını takip ettikleri için daha ilk çıkışta yüze yakın bir kafile teşekkül etmiş olurdu ve ses duyan yalılarda oturanlar, kadın, erkek, çoluk çocuk pencerelere koşarlardı. Bu yalılarda ve Boğaziçi mahallelerinde oturan birçoğu da kendi kayık ve sandallarına ve köyün kübera kayık veya sandallarına koşarak mevkibe iltihak ederlerdi. Ve gitgide Kanlıca koyuna gelinciye kadar kayık sandal, sefaret kayıklan, saray piyadeleri adetçe bine yaklaşırdı. Kanlıca koyundan Baltalimam’na geçerken ve Baltalima- nı’ndan Bebek’e doğru akarken bir tek kürek çekilmediğini, suların cereyanına teslimiyet gösterildiğini ve fasıl devam ederken, gazeller söylenirken, taksimler yapılırken ufak dalgacıkların feşafışından başka ses duyulmazdı.[226]
Semih Mümtaz, 1910 yılında “büyükçe bir düğünde” davetlidir. Düğünün üçüncü gününde mehtaplı bir gecede Boğaziçi âlemi yapmaya karar verilir. Harem selamlık olarak “iki çatana” hazırlanır. İçlerinde sofralar kurulur; “sazı merhum ve muhterem Tamburi Cemil Bey” yönetir. Bebek koyuna varıldığı vakit, hâlihazırda mehtap âlemi yapan sandal ve kayıkların arasına karışılır. Tamburi Cemil’i gören kayık ve sandallardakiler hemen etrafını sararak sazı dinlemeye koyulur. Düğün kafilesi, Bebek koyundan ayrılıp Valide Paşa Sara- yı’nın önüne, oradan da Kanlıca koyuna doğru gittiği hâlde sandal ve kayıklar peşlerini bırakmayarak sazı dinlemeye devam ederler.227
Ercüment Ekrem, yaz mehtaplarında İstinye’deki yalılarının saz ve söz ehli şahsiyetlere mekân olduğunu bildirir. O günlerde evlerine gelen Kemanî Tatyos Efendi ile Neyzen ve Bestekâr Rahmi Bey’i unutmaz. Böyle mehtaplı bir gecede Tatyos Efendi, Rahmi Bey, Mustafa Reşit Bey, Yeniköy Cami Müezzini Küçük Hafız, Re- caizade Ekrem ve Ercüment Ekrem bir kayığa binerek Kanlıca Kör- fezi’ne giderler. “Deniz üstü mahşer” gibidir; “mehtap meraklıları, saz âşıkları” hep oradadır.[228] O gece Tatyos taksim yapar ve bütün Boğaz onu dinleme imkânı bulur.
Abdülhak Şinasi’ye göre II. Abdülhamid döneminde Tevfik Fikret, “Sultan Hamid idaresine karşı isyan eden o kâinata küskün ruhuyla bu âlemlere karışan memnun bir adam görünmeye tahammül edemez de bu gece gezintilerine” katılmaz.[229] Abdülhak Şinasi, Boğaziçi gezintilerinden bahsederken Şair Nigâr Hanımı da anar:
Nigâr Hanım’ın kayığı Rumelihisan’ndaki yalısından çıkar, geceleri bülbüller içinde çağlayan Baltalimam’ndan, Emirgan’ın büyük bahçeler içindeki büyük yalıları önünden geçer, Recaizade Ekrem Bey’in yalısını tavaf eder, Kalender’e uğrar, bahçesinde saz varsa önünde bir müddet duraklar, sonra, karşı sahile varır, Körfez’e yani Kanlıca Körfezi’ne ve Dere’ye yani Küçüksu Deresi’ne girer, Göksu önünde birkaç defa dolaşır, bazan da Bebek Bahçesi’nin önüne gelir ve sonra akşam sular kararınca, görmüş ve geçirmiş bir gönülle, yalısına dönerdi[230]
Ruşen Eşref, mehtaplı gecelerde sandala binerek Kandilli Burnu’nu aşıp “cilalı sularda, kayar gibi bir hisle aka aka Bebek Bahçesi’ne” gittiklerini hatırlar. O yıllarda kadın ve erkeklerle dolu sandalları, “ışık hâreleri üstünde süzülen hayaller [e]” benzetir.[231]
Mustafa Reşat Mimaroğlu, bazen her hafta bazen de on beş günde bir akrabalarının Kanlıca’daki yalılarına misafir olur. Bazı mehtaplı gecelerde “donuk ve titrek ışık fenerlerle donanmış kayıklar ve içerlerinde hayalet gibi” insanlar, misafir oldukları yalının önünden geçerler. “Bu kalabalığın ta ortasında daha aydınlıklı bir kayıktan, göklerden gelme gibi insanı bayıltan sesler çıkar, birbirine karışmış birçok ve türlü türlü tatlı, hazin bazan da vakarlı sesler birliği” yükselir. Mimaroğlu da uyumadığı gecelerde bu mehtap âlemlerinden gelen musiki sesini dinler.232
Sandalların Boğaz’da aynı hizada seyrini takip etmesi, erkeklerle kadınların tanışmasına ve yakınlaşmasına vesile olur. Her ne kadar kadınlar ve erkekler ayrı ayrı kayık ve sandallarla gezintilere çıksalar da bunların yan yana kalmalarına müsaade edildiği için “kaçgö- çe musiki şerefine” biraz ara verilir, “sevgiliye yaklaşmak böylece maddeten daha” kolaylaşır.233 Cemil Süleyman, çocukluk yıllarında babasıyla katıldığı bir mehtap âleminde şu sahnelere şahit olur:
Her gece bir yanık sesin peşinde bin sandal… Kürekleri bırakırlar; kendilerini akıntıya salıverirler; duymadan, farkında olmadan kendilerini Hisar’ın önünde bulurlardı. Oradan Küçüksu’ya akın başlar; sandallar birbirine yaklaşır; kadın erkek seçilmez olurdu. Ben çocuktum. Fakat incelikleri sezerdim. Fısıltılara karşı kulaklarım kabarır; gölgeliklerde gözlerim ateş kesilirdi. Kaç kere babamı cürmümeşhut hâlinde yakaladım. Sonra anlatırdım, gülerdi.
Sabaha karşı içim geçer; sandalın örtüsünü üstüme çekerler; beni uyulurlardı. Sonra ne olurdu, bilmem. Annem, ciğerlerinden rahatsızdı; ona, açık hava menedilmişti. O, eve geldiğim zaman beni sigaya çekerdi…234
Kadınlar, mehtap gecelerine mahsus özel kıyafetler giyip süslenerek gezintilere katılırlar. Abdülhak Şinasi, gözlemlerinden hareketle kadınların geceye yönelik hazırlıklarından şu sözlerle bahseder:
Türk olan Hidiv ailesinin Mısırlı dediğimiz azalan teşrifattı ve gösteriş zevkli bir ömür sürdüklerinden bunların bazısı sandalla yapılan bu gece gezintileri için bile ferace giymekten ve yaşmak takmaktan üşenmezlerdi. Ancak -Şair Nigâr Hanım gibi bir iki istisnadan başka- bütün Boğaziçili hanımlar bu külfeti fazla bulurlar ve üstlerine, daima bol, Bursa ipeğinden beyaz maşlahlar, beyaz tül üstüne yol yol sarı ipek maşlahlar, yakalarının kenarları ince sırma işlemeli krem maşlahlar veya daha koyu, kapalı ve dar maşlah ve yeldirme arası mantolar giyerler ve başlarına da o renkte hesap işlemeli örtüler sararlardı. Orta hâlli hanımlar renkli yeldirmeler giyerler ve beyaz tülbent başörtüleri örtünürlerdi. Bunların arasında renkli yahut siyah çarşaflı hanımlar da tek tük bulunurdu.[235]
Mehtap âlemleri, yaz aylarında Boğaziçi halkının denizin tadını çıkartarak eğlendikleri bir kayık ve sandal safasıdır. Söz konusu eğlence uzun yıllar Boğaziçi’nde bir gelenek hâlinde devam ederek muhitinin zaman içinde kültürel bir varlığı hâline dönüşmüştür.
Alemdağı ve Kayışdağı Piknikleri
Alemdağı, İstanbul’un Anadolu yakasında, şehrin en şöhretli memba sularından Taşdelen Suyu’nun bulunduğu bir mesire alanıdır. Kayışdağı da Alemdağı gibi Anadolu yakasında bulunan İstanbul halkının piknik ve mesire yerlerinden bir diğeridir.[236] Samiha Ay- verdi, “incesaz takımları ve yetmiş seksen arabanın iştirakiyle yapılan” Alemdağı eğlencelerinden bahseder. Çamlıca, Erenköy ve Göztepe’de yaşayan aileler, Alemdağı’na gitmeye karar verince on gün evvelden tellallar dolaşarak yapılacak eğlenceyi halka ilan ederler. Sonrasında ilk iş olarak Alemdağı’na gidecekler “manda ve öküz” arabalarını kiralarlar. İçleri şilteler, yastıklar ve halılarla döşenen bu arabalara “yemek sepetleri, dondurma kutuları, rakı ve meze takımları yerleştiril [erek]” güneş doğmadan iki saat önce toplanılır[237] Hanende ve sazendeleri taşıyan araba da kafileye katılınca yola çıkılır. Alemdağı’na ulaştıktan sonra her aile oturacağı ağaç altını belirler; halılar serilir, yemekler yenir, saz dinletisi olur, oyunlar ve eğlenceler gece yarısına kadar devam eder.[238]
Sermet Muhtar, Alemdağı’na ailesiyle birlikte katıldığı bir pikniği yâd eder. Piknik için gerekli hazırlıkları, yol heyecanını, orada-ki eğlenceleri tafsilatıyla anlatır.[239] Haşan Âli Yücel de annesinden dinlediği bir Alemdağı eğlencesinden bahseder. Yapılan hazırlıkları, yolda söylenen türküleri ve yenen yemekleri ayrıntılarıyla hatıralarında paylaşır.[240]
Alemdağı’na yapılan gezintilerin benzeri Kayışdağı’na da yapılır. Sermet Muhtar, 1907 yılının Ağustos ayında arkadaşlarıyla beraber buraya pikniğe gider. Piknik öncesi hazırlıklar şöyledir:
Herkes araba kirasına iştirak edecek. Üzerine aldığı kır yemeğini, mesela söğüşü, zeytinyağlı patlıcan dolmasını, fıstıklı irmik helvasını pişirtecek. İçimizden biri bol su içirecek tuzlu çerezleri, üzümü ve kavun karpuzu alacak. Artık bıyıklanmış delikanlılar değil miyiz ya, neşelenmek de lazım; bir başkası da iki üç kasa birayı, bir iki şişe Tomson şarabını hazır edecek.[241]
Sermet Muhtar ve arkadaşları piknik için iş bölümünü tamamladıktan sonra Kayışdağı’na çıkarlar. Yolda Emin Bülent’in, Ahmet Haşim’in ve Hamdullah Suphi’nin şiirlerini okuyarak Kayışdağı’na ulaşırlar; bir ağacın gölgesine oturarak dostlarıyla eğlenirler.[242] Sermet Muhtar, bir başka yazısında ise bu eğlenceye katılanlardan ve pikniğin detaylarından bahseder. Tahsin Nahit, Sait Hikmet, Salâ- haddin Feyzi, “Galatasaray’ın en kuvvetli ve çevik jimnastikçilerinden” Şevki, Süleyman Sabri, Ali Tevfik ve kâhyaları İzzet’le o gün bir aradadırlar. Herkes yemek hazırlığı için bir görev üstlenir; “kimi söğüşü, kimi patlıcan dolmasını, kimi irmik helvasını, kimi bol su içirtecek fıçı sardalyasını, kimi de soğukluğu” hazırlayarak Kayışda- ğı’nın yolunu tutarlar.[243]
Mehmet Şakir Ülkütaşır, çocukluğunda ailesiyle birlikte serin bir ağustos sabahında Kayışdağı’na çıkarlar. Mehmet Şakir, o gün kurulan salınacaklarla, köşe kapmaca ve körebe oyunlarıyla ailesinin eğlendiğini hatırlar.244 Kayışdağı pikniklerine Ercüment Ekrem de hatıralarında yer verir. Evin reisinin Kayışdağı’na gitme fikri, kadınlar tarafindan hazırlanan yemekler, yol maceraları ve orada yapılan eğlenceler onun Kayışdağı’na yönelik yâd ettiği hatıralarıdır.245
Diğer Eğlence Yerleri
Kadıköy’de bulunan Şifa Bahçesi, Kalamış koyunu karşıdan gören “deniz üstü cılız ağaçlı” bir piknik ve dinlenme yeridir.246 Mahmut Yesari’den öğrendiğimize göre buranın gündüz ve akşam müşterileri ayrıdır. Gündüzleri çocuklarının ellerinden tutmuş anneler ved adılar gelir; bazen de “şairane köşeler arayan sevgililer” görünür. Akşamları ise evlerine dönen memurlar ve iş adamları, bir ellerinde çocukları diğer ellerinde yiyecek sepetleriyle Şifa Bahçesi’nde yorgunluklarını atarlar. Saat dokuza, ona kadar kalan akşam müşterilerinden sonra ise “içkileri ve sazları ile” gece müşterileri görünür. Bunların hepsi de “ehl-i dil, ehl-i keyf, ehl-i iş ve işret” sahibi insanlardır.247 Şarkılar ve gazeller okuyup nâralar atarak sabahlara kadar burada eğlenirler. Şifa Bahçesi’nin karşısında bulunan köşklerde yaşayanlar ise pencerelerini açarak saz âlemlerinden nasiplenirler.
Mahmut Yesari’nin hatırladığına göre Udî Nevres ve Ahmet Rasim Şifa Bahçesi’nin müdavimleri arasındadır. Hatta Ahmet Ra- sim’in burada olduğunu bilen udiler, kemaniler, tamburiler, hanendeler yanına gelerek fasıl yaparlar. Yesari, Cevizlik’te oturduğu dönemde Şifa Bahçesi’ne giderek buranın meşhur garsonu Yervant’ın kahvesini içer, incirlik altında bir masaya oturup yazılarını kaleme alır. Akşam olunca da Yervant’ın pişirdiği peynirli yumurtayla karnını doyurur.248
İstanbul’un önemli mesire yerlerinden biri olan Yuşa Tepesi, Beykoz ilçesinde bulunan Boğaz’in en yüksek tepesidir. İncelenen hatıralarda söz konusu mekândan sadece Hüseyin Cahit bahseder. Edebiyat-ı Cedide sanatkârları, Servet-i Fünun dergisinin muharrir odasında toplandıkları bir gün kır gezintisi yapmak isterler. O sırada Ubeydullah Efendi, “ya menfadan ya mahbesten, ya derbeder bir seyahatten yeni” döner ve onun şerefine “Boğaz’ın en güzel, en gözden uzak noktası” olarak gördükleri Yuşa Tepesi’ne gitmeye karar verirler.[249] Bir cuma günü yaptıkları pikniğe katılanlar arasında Hüseyin Cahit, Ubeydullah Efendi, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Sîret, Tevfık Fikret;[250] İsmail Safa ve Ahmet Hikmet[251] vardır. Ubeydullah Efendi, “yemek pişirmek hususundaki maharetiyle maruf”dur. Piknikte de Tevfîk Fikret’in getirdiği yassı kadayıfları kızartarak dostlarına öğle yemeği hazırlamıştır.[252]
Büyükada, dinlenmek ve insanlardan uzaklaşmak için seçilen mekânlar arasındadır. Halit Ziya Üşaklıgil, Reji İdaresi’nde görev yaptığı 1908-1909 yılları arasında, iş saatlerinin dışında fırsat buldukça Büyükada’ya gider; burayı şehrin kalabalığından ve gürültüsünden bir kaçış yeri olarak görür. Kendi evinin de yer aldığı adada Salah Cimcoz, Hacı Naşit Paşazade Fahri Paşa, Selim Sırrı, Celal Muhtar gibi sevdiği dostları da bulunur. Bazen Salah Cimcoz’un faytonuyla gezmeye çıkarlar, yollarda şiirler okurlar. Bu araba gezintilerinde, kalabalıktan ve gürültüden kaçmak için Büyükada’nın en tenha zamanlarını ve ıssız gecelerini tercih ederler.[253]
Semih Mümtaz, çocukluk yıllarında Büyükada’da yaptıkları bir pikniği hatırlar. Ancak bu açık hava eğlencesi, aile efradıyla sınırlı değil; “yeldirmeli, maşlahlı, çarşaflı ve feraceli elli altmış kadınla; uzun fesli prenslerin ve paşaların; sırmalı cepkenli ceketler giyinmiş kısa pantolonlu ve beyaz çoraplı, siyah rugan iskarpinli Berberilerin ve harem ağalarının” da katıldığı bir pikniktir. Tabla tabla yemeklerin taşındığı bu eğlenceye katılanlar, hazırlanan yemekleri yedikten sonra Büyükada’yı gezerler.254
İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde bulunan Bebek Bahçesi, hatıralara bir tanışma yeri olarak yansır. Ruşen Eşref, Yahya Kemal’in dilden dile dolaşan mısralarını kendisinden ilk defa Bebek Bahçesi’nde dinler. O dönemde Yahya Kemal’in Bebek sahilini çok sevdiğini, oranın kendisine “Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi/ Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi” mısralarının ilhamını verdiğinden bahseder. [255] Abdülhak Şinasi, sanatına hayran olduğu Cenap Şaha- beddin’le 1904 yılında Bebek Bahçesi’nde tanışır. Bir okul öğrenci- siyken bu tanışmaya imkân bulan Abdülhak Şinasi, Cenap’ın “Ne alız bir genç!” sözleriyle ve spor yapma konusundaki tavsiyeleriyle karşı karşıya kalır.[256]
Semih Mümtaz’dan öğrendiğimize göre Çamlıca’nin en kalabalık yerleri, Kısıklı suyunun çeşmesinin bulunduğu meydandaki kahveler ve pazar yeridir. Buradaki kahvelerin içinde bir bahçe ve kadınlara mahsus kafesli yerler bulunur. Saz takımları da ara sıra buraya gelerek musiki ziyafeti verirler. İsteyenler, yerlere serili hasırlara yahut iskemlelere oturarak çay ve kahvelerini içerler. Burada “ufakça bir setçikten ibaret” olan “Hanımseti” bulunur. Hanımefendiler, hizmetçileriyle buraya gelip tabiatı ve diğer gezinti yapanları seyrederler.[257]
İstanbul’un Anadolu yakasında Kadıköy ilçe sınırlarında bulunan Fikirtepe, genellikle pazar günleri insanların bir araya geldiği gezinti yeridir. Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun verdiği bilgiye göre, burası Rumların ve Ermenilerin tercih ettiği bir teferrüç mekânıdır. Türklerin de Rum komşularıyla burada eğlendiği bilinir. “Madamlar ve matmazellerle” dans etmek, yeni moda hâline gelen fotoğraf makineleriyle resim çektirmek, kır baloları yapmak Fikirtepe’de gelenekselleşir. [258]
Mimaroğlunun bahsettiği bir diğer mesire yeri, Kadıköy’de Kur- bağalı Dere boyunca uzanan Yoğurtçu Çayırı’nın kuzeyinde ve bitişiğinde yer alan Kuşdili’dir.[259] Buranın salaş tiyatroları, “her sınıftan Türkler için” eğlence yeridir. Kadınlar ve erkekler arasında “uzaktan naz ve niyaz, işmar ve işaret, harfendazlık denilen söz atma fasılları” Kuşdili’nde sıkça görülür.[260]
Şehzadebaşı, ismini Şehzade Camii’nden alır. Ercüment Ekrem’e göre burası, İstanbul’un başlıca gezinti yerlerinden biridir; “Paris’in Şanzelize’si, Berlin’in Unter den Linden’i, Viyana’nın Prateri olduğu gibi” o zamanın İstanbul’unda da Şehzadebaşı vardır.[261] Burası sıradan günlerde kalabalık olduğu gibi ramazan aylarında “mahşer kesilir.” Şehzadebaşı’nın ve Direklerarası’nın Ramazan ayındaki hareketliliğine binaen söz konusu mekândan “Ramazan Hazırlıkları ve Eğlenceleri” başlığı altında bahsedilmiştir.
Moda, Şifa ve Fenerbahçe’de yürüyüşe çıkmak, Mütareke yıllarında İstanbul’daki sanatkârların başlıca eğlenceleri arasındadır. Halit Fahri, Şifa’da Kızıltoprak ile Kalamış koyuna bakan bir kır kahvesinde buluşup dinlendikten sonra buralarda gezdiklerinden bahseder.[262] Söz konusu gezintilere Mecdi Sadreddin ve Nâzım Hikmet’in de katıldığını hatırlayan Halit Fahri, Mütareke yıllarının o acı günlerini birbirlerine kenetlenerek geçirmeye çalıştıklarını dile getirir.[263]
Reşat Feyzi, “bütün İstanbulca çok sevilen, daima anılan” Kadıköy’de Fecr-i Âtî şairlerinin bisiklete bindiklerinden bahseder. Ede- biyat-ı Cedide neslinin de buranın müdavimleri arasında olduğunu söyler. Edebiyat-ı Cedide şairlerinden Cenap Şahabeddin Çamlıca’da oturduğu hâlde akşam saatlerinde Kadıköy’e arkadaşlarıyla birlikte gelir, Fecr-i Âtî şairleriyle gezintiler yaparak sohbet eder. Cenap’ın arkadaşı ve Fecr-i Âtî ediplerinden Abdülhak Hayri de bu seyranlara sıkça katılanlar arasındadır.[264] Moda, Şifa ve Fenerbah-’nin Kadıköy’de olduğu düşünülürse Halit Fahri’nin bahsettiği gezinti yerleriyle Reşat Feyzi’nin bahsettiği yer aynı olmalıdır.
———————————
İbrahim Özen – Yadinda mi O Günler,syf.
[166] Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Halid Ziya Bey”, Edebiyat Âlemi, S. 13, 14 Temmuz 1949, s. 1, 6.
167.eza Durudoğan, “Tepebaşı Bahçesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 7, Ana Basım AŞ., İstanbul, 1994, s. 249.
[168] Ahmet Semih Mümtaz, Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, Hilmi Kitabevi,İstanbul, 1948, s. 195,
169 Burhanettin Tepsi, ‘Aktör Burhanettin Tepsi Hatıraları: Ben Kimim? 12″, Politika,1 İkinciteşrin 1940, s. 3.
[170] Mümtaz, age., s. 195,
[171] Burhanettin Tepsi, ‘Aktör Burhanettin Tepsi Hatıraları: Ben Kimim? 11″, Politika, 31 Birinciteşrin 1940, s, 3.
[172] Seza Durudoğan, “Taksim Bahçesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 7, AnaBasım AŞ,, İstanbul, 1994, s, 196-197.
[174] Mümtaz, age., s. 196.
[175] Mümtaz, oge., s. 195.
[176] Mümtaz, age., s. 196.
[177] Burhanettin Tepsi “Aktör Burhanettin Tepsi Hattralarn Ben Kimim? 12”. POLİTİKA 1 Ikıncıteşrın 1940, s. 3. ’
178.Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Halid Ziya Bey”, Edebiyat Âlemi, S. 13, 14 Temmuz 1949, s. 1, 6.
180.Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, 2. Baskı, Özgür Yay., İstanbul, 2014, s. 807.
182.Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, 3. Baskı, İletişim Yay.» İstanbul, 2003, s. 245.
183.Faruk Nafiz Çamlıbel, “Nasıl Tanıdım?: Ahmet Haşim”, Yedigen, C. 17, S. 432; 16 Haziran 1941, s. 6.
184.”Göksu Deresi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 8, Ana Basım AŞ, îstanbul,994, s. 167.
185.Ruşen Eşref Onaydın, Boğaziçi Yakından, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 2002, s. 313,
186.Ercüment Ekrem Talu, “Geçmiş Zaman Olur Ki: Göksu ve Küçüksu”, Yedigün, C. 13, S. 328, 20 Haziran 1939, s. 10.
187.Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Nigâr Hanım”, Edebiyat Âlemi, S. 9, 16 Haziran 1949, s. 6 ; Sermet Muhtar Alus, “Göksu”, Ufuk, 15, 1 Ağustos 1946, s. 9.
188.Mümtaz, , s. 144.
189.Talu,ağu.s.10
190.Sermet Muhtar Alus, “Göksu”, Ufuk, S. 15, 1 Ağustos 1946, s. 9.
191.Mümtaz, , s. 144.
192.Alus, agy., s. 9.
193.Burhan Arpad, Hesaplaşma, May Yay., İstanbul, 1976, s. 20-21.
194.Alus, agy., s. 9.
195.Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Nigâr Hanım”, Edebiyat Âlemi, 9, 16 Haziran 1949, s. 6.
196.Ercüment Ekrem Talu, “Geçmiş Zaman Olur Ki: Göksu ve Küçüksu”, Yedimin C 13, S. 328, 20 Haziran 1939, s. 11.
197.Talu,ağu,s.11
198. Nezihe Muhittin, “1 Hatıra”, Boğaziçi, C. 2, S. 7, Nisan 1937, s. 14-15
[199] Muhittin, agy., s. s. 15.
[200] Ünaydın, age., s. 311-312.
201 Selim Sırrı Tarcan, “Ömrümün Kitabı, Elli Yıl Önce Bir Göksu Alemi”, Ulus, 19Temmuz 1943, s. 2.
202.Samiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, 2. Baskı, Baha Matbaası, İstanbul, 1971, s. 12
203.Ercüment Ekrem Talu, Dünden Hatıralar, Yedigün Neşriyat, İstanbul, 1940, s. 20.
204.Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, 2. Baskı, Özgür Yay., İstanbul, 2014, s. 668.
[205] Talu, age., s. 20.
[206] Mümtaz, age., s. 139-141.
[207] İsmail Parlatır, Tanzimat Edebiyatı, 2. Baskı, Akçağ Yay., Ankara, 2011, s. 293.
[208] Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Tanıdığım İsmail Safa”, Edebiyat Âlemi, S- 4, 12 Mayıs 1949, s. 7.
[209] Eşref Albatı, “Eşref Albatı Hatıraları”, Canlı Tarihler II, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1945, s. 19-20.
210.Ercüment Ekrem Talu, “Dünkü ve Bugünkü İstanbul: Mehtap Âlemleri”, Son Saa 1 Teşrinisani 1935, s. 2.
211.[İsimsiz], “Şair Leyla Anlatıyor”, Aydabir, S.3, 1 Teşrinisani 1935, s. 10.
212.Hisar, age., s. 48-49.
213.Hisar, age., s. 57.
214.Hisar, age., s. 59.
216.Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları, 5. Baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2ÛW» s. 34.
217.Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları, 3. Baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul»2008, s. 71.
[220] Ruşen Eşref unaydın, Boğaziçi Yakından, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 200 268.
[221] Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları, 3. Baskı, Yapı Kredi Yay., îstanb 2008, s. 47.
[222] Ercüment Ekrem Talu, “Eski Boğaziçinde: Bir Mehtap Gecesi” Salon S 8 Şubat 1948, s. 113.
[223] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İcinde”İstanbul, 1946, s.66.
227.Ahmet Semih Mümtaz, ‘Aklımda Kalanlar: Fesler Denizde”, Aydede, S. 91-93,28Ağustos 1948, s. 2.
[228] Ercüment Ekrem Talu, “Tanıdığım Saz Üstadlan”, Yeni Sabah, 3 îkinciteşrin 1944, s. 2.
[229] Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Mehtapları, 3. Baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2008, s. 156.
[230] Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Zaman Edipleri: Nigâr Bint-i Osmân”, Türk Yurdu, S. 263, Aralık 1956, s. 445-446.
[231] Unaydın, age., s.335.
[235] Hisar, age., s. 50.
[236] Reşad Ekrem Koçu, “Alemdağı, Alemdağı Korusu”, İstanbul Ansiklopedisi, Aşırefendi Kütüphanesi, İstanbul, 1959, s. 590-591.
[237] Samiha Ayverdi,İstanbul Geceleri,2.baski,Baha Matbaası, İstanbul,1971,s.185
[238] Ayverdi, age., s. 185-186.
[239] Sermet Muhtar Alus, “Dünden Hatıralar: Bir Alemdağı Alemi”, Şaka, S. 451,21 Haziran 1949, s. 4,10.
[240] Haşan Âli Yücel, “Geçtiğim Günlerden: ‘Bu Sefer de Annemi Dinleyin”’, Resimli Yirminci Asır, C. 3, S. 62, 15 Ekim 1953, s. 9.
[241] Sermet Muhtar Alus, “Dünden Hatıralar: Üzüm Mevsiminde Bir Kayışdağ1 Alemi”, Şaka, S. 460, 23 Ağustos 1949, s. 4.
[242] Alus, agy., s. 4.
[243] Sermet Muhtar Alus, “Kayış Dağında 28 Yıl Önce Bir Âlem”, Hafta, S. 76 16 Eylül 1935, s. 4.M
244.Mehmet Şakir Ulkütaşır, “Bir Kayışdağı Gezintisi”, İnkılapçı Gençlik, S. 56-28, 3 İkincikanun 1942, s. 4,E
245.Ercüment Ekrem Talu, “Dünkü ve Bugünkü İstanbul: Bir Kayışdağı Hatırası”, Son Saat, 3 Temmuz 1947, s. 2-3.M
246.Mahmut Yesari, “İstanbul’un Eski Bağçeleri: Şifa Bahçesi”, Tarihten Sesler 1. S.4, 15 Nisan 1943, s. 29.
247. yesari, agy., s. 30.
248 yesari, agy., s. 30, 39.
[249] Hüseyin Cahit Yalçın, “Boğaziçine Ait Hatıralar”, Boğaziçi, C. 1, S. 5, Şubat 1937, s. 7-8.
[250] Hüseyin Cahit Yalçın, “Tanıdıklarım: Ubeydullah Efendi”, Yedigün, C. 6, S. 151,29 İkincikanun 1936, s. 8-9.
[251] Hüseyin Cahit Yalçın, “Boğaziçine Ait Hatıralar”, Boğaziçi, C. 1, S. 5, Şubat 1937
[252] Hüseyin Cahit Yalçın, “Tanıdıklarım: Ubeydullah Efendi”, Yedigün, C. 6, S. 151,29 İkincikanun 1936, s. 8.
[253] Halit Ziya Uşakligil, Kırk Yıl,2. Baskı, Özgür Yay., îstanbul,2014,s.842-844
[254] Mümtaz, age., s. 252-253.
[255] Ünaydın, age., s. 331.
[256] Abdülhak Şinasi Hisar, “Cenap Şahabettin’e Dair Hatıralar”, Varlık, S. 17,15 Mart 1934, s. 277.
258.Reşat Mimaroğlu, Gördüklerim ve Geçirdiklerim’den: Çocukluk ve Gençlik Hatıralarım, Ziraat Bankası Matbaası, İstanbul, 1946, s. 27
[259] “Kuşdili Çayın”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 5, Ana Basım AŞ-, İstanbul, 1994, 6. 139. .
[260] Mimaroğlu, age., s. 27.2
261 Talu, age., s. 20.
[262] Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1939, s. 64.
[263] Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, Sümerbank Kültür Yay., Ankara, 1970,s.158. .
[264] Reşat Feyzi, “Fecriâti Nasıl Bir Teşekküldü XV”, Uyanış, C. 68-4, S. 1789-10^27
Teşrinisani 1930, s. 410. r
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…