Televizyon Ya Da Görüntü Çöplüğü

televizyon-777x1024 Televizyon Ya Da Görüntü Çöplüğü

Gün kararmaya başladığında gri renkli cam ekran, titrek ışığını, ay ışığına nazire yaparcasına, oturma odalarının camlarından çevreye yayar. Titrek ışığın gri cam üzerinde oluşturduğu görüntüler, ekranın kendi sınırlı yüzeyi içinde, nasıl ve ne amaçla hazırlandığının bilincindedir. Ekran, kendinden öncekilerin bütün iyiliklerini ve kötülüklerini bir mirasyedi edasıyla sergilerken, hem geniş kitlelere ulaştığının, hem de bu kitlelere anındalığın vazgeçilmezliğini yaşattığının farkındadır. Titrek ışıklı camın adı “televizyon”, onun ortaya çıkardığı yeni dünyanın adı ise “televizyon çağı” dır.

Tarihteki politik devrimleri düşünün, devrimin ateşi yaşam biçimlerini, kültürü ve sosyal alışkanlıkları değiştirdi. Teknolojik devrimlerin etkileri de politik devrimlerin etkilerinden az değildir. Gelelim televizyona, o insanlığın binlerce yıldan beri süregelen yaşam serüvenini hem biçim, hem de içerik açısından bir devrimi çağrıştırırcasına etkiledi. Kuşkusuz televizyonun içinde geliştiği toplum, politik devrimlerin ortaya çıktığı çağdan çok farklıdır. Adı televizyon olan bu kitle iletişim aracının ne olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu bir düşünce ne yazık ki yoktur. Tartışmalar da hep televizyonun, teknolojinin nedeni mi, yoksa sonucu mu olduğu konusunda odaklaşmaktadır.

Televizyonla olan birlikteliğimizin ortaya çıkardığı belirsizlik, ta ilk günden beri teknolojiyle yaşadığımız ilişkiyi sorgulamayı gerektiriyor. Walter Benjamin ‘in yorumladığı Paul Klee’nin Angelus Novus adlı resminde belirsizlik bir şekilde tasvir edilirken teknoloji düşüncesi hakkında da çok şey öğreniyoruz. Benjamin şöyle yazıyor: ”Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde;
meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız işte bu fırtınadır.” Benjamin’in dediği gibi teknoloji bir felakettir, ya da, bir başka iyimser görüşe göre, hiç durmadan gelişen soyut yığın ve toplumu harikulade olaylara doğru götüren bir tür ütopyadır.

Televizyon sadece oturma odalarının en müstesna köşesinde yer alan teknoloji harikası bir araç değildir. Oluşturduğu söylemle kendinden önceki söylem biçimlerini (konuşmayı, basılı sözü) ve izleyicilerini yok etme yönünde gelişen bir araçtır. Yeni görme ve duyma biçimleri yaratmıştır. Televizyon gerçekten yeni bir araçtır.

Avrupa ülkelerinde yaşayan bir kişi ortalama olarak haftada yirmibeş yirmialtı saat televizyon izlemekte. İnsanların televizyona giderek artan oranda yönelmelerinin nedeni sadece ekrandaki herşeyi sevmelerinden kaynaklanmamakta. İnsanlar tiyatro izlemek, kitap okumak, çevresindekilerle bir şeyler paylaşmak gibi ekranın oluşturduğu ortamdan çok farklı iletişim ortamlarını hiç denemeden unu tmuşlardır. Televizyon dışındaki iletişim ortamlarıyla neredeyse hiç tanışmamışlardır.

Her kitle iletişim aracı insanlık tarihinin bir döneminin aracıdır. Televizyon da sergileme, gösterme, başka bir deyişle teşhir çağının aracıdır. Teşhir çağında, görüntü hayatın her boyu tuna girdi. Bizlerin halen içinde yaşamakta olduğu bu çağ, Herki yıllarda “hallogram” ile zirveye ulaşacaktır. Ama daha şimdiden televizyon bayrak elde, en önde, bu çağı bir tür “görüntü çöplüğüne” dönüştürmekte. Günümüzde görüntünün ulaşamadığı bir köşe neredeyse kalmadı. Jerzy Kosinski’nin Bir Yerde adlı romanı ve romanın ünlü kahramanı Chance akla geliyor. Chance’in varlığını borçlu olduğu dünyadan, yani televizyondan bir kısa alıntı: Chance eve girdi ve televizyonu açtı. Araç kendi ışığını, kendine özgü rengini, kendi zamanını yarattı. Durmaksızın bitkileri toprağa doğru çeken yerçekimi yasalarını çiğniyordu. Televizyonda her şey birbirine geçmişti, karışmıştı, ve yine de birleşikti: Gece ve gündüz, büyük ve küçük, sıcak ve soğuk, uzak ve yakın. Bu renkli dünyada, bahçıvanlık, körün beyaz değneğiydi. İstasyonu değiştirirken, kendi de değişebilirdi. Bahçedeki bitkilerin çeşitli dönemlerden geçmesi gibi, o da çeşitli dönemlerden geçebilirdi, ama düğmeyi sağa ya da sola çevirmekle dilediği kadar çabuk değişmesi de mümkündü. Bazı kereler, televizyondaki kişilerin yaptığı gibi, ekrana yayılabilirdi. Düğmeyi oynatmakla Chance başkalarını gözkapaklarının altına çekebilirdi. Böylece, varlığını başka hiç kimseye değil sadece kendine, Chance’a borçlu olduğuna inanmaya varıyordu. Chance’in dünyası ekranın egemenliği altında yaşanan bir dünyadır. Konuşmanın ve basılı sözün olmadığı herşeyin televizyondan öğrenildiği bir dünya . Özet olarak roman, ekranın gösterdikleri ve öğrettikleri üzerine kurulmuş olan büyülü dünyanın, bir yönüyle bireyi haplaştırılmış bilgilerle nasıl donattığını, öte yandan da bireyin nasıl bir karanlığa yöneldiğini sergilemektedir.

İnceleyin:  Biz Aylardır Bir Şey Görmüyoruz

Bazı doğruları yeniden sorgulamak gerekiyor. Örneğin, ünlü “görmek inanmaktır” özdeyişini. Televizyon diğer kitle iletişim araçları gibi, izleyiciler adına, dünyayı kategorileştirir. Çerçeve çizer, olayları genişletir ya da daraltır. Bütün bunları da kendi doğrularını ortaya atarak yapar. Diğer yönüyle ekran, içine aldıklarının bir o kadarını da sınırlı çerçevesinin dışında tutar. Televizyonun yaptığı çerçevelemekten çok maskelemektir. Bir fotoğrafın bütünün sadece bir parçasını yakalaması gibi. Günümüz insanı maskelenmiş görüntülerin bombardımanı altındadır.

İnsanlar televizyondan temel olarak iki farklı grupta toplanan yayınları izlerler. Bunlar canlı ve banttan yayınlardır. Bu ayınının hareket noktası da “o anda orada bulunma ” kavramını ortaya çıkartır. “O anda orada bulunma” başka bir deyişle “canlı yayın “, televizyonu öne çıkartan hatta çoğu zaman (bazı karşı görüşlere rağmen) televizyonla özdeşleşen bir olgudur. Canlı yayın, gerçek hayatta yaşadığımıza benzer şekilde anın belirsizliğini, değişkenliğini ve canlılığını içerir. Böylece televizyon, ideolojik bir araç olarak izleyenleri kendisinin oluşturduğu “şimdiki zamana” (bu çoğu kere bir yanılsamadır) konumlandırır. Televizyon şimdiki zamanı izleyenlere nasıl bir dünya sunuyor, bu da üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur. Bu konuyla ilgili olarak Neil Postman’ın kitap ile televizyon arasındaki karşılaştırmasını aktarmak isterim: (… ) tarih, ancak geçmişin şimdiki zamanı besleyen geleneklere sahip modellerle donanmış olduğu düşüncesini ciddiye alan insanlar için bir değer taşır. Thomas Carlyle’nin deyişiyle, “Geçmişte bir dünya yatar, gri bir sis tabakasından oluşan bir boşluk değil.” Ne var ki Cariyle bu sözleri, kitabın ciddi kamusal söylemlerin başlıca aracı (medium) olduğu günlerde yazmaktaydı. Bir kitap bütün tarihtir. Kitap kendisinden önce ya da kendisinden itibaren başka hiçbir araçta (medium) görülmediği kadar bütünlüklü ve yararlı bir geçmişin varolduğu duygusunu güçlendirir. Kitapların konuştuğu bir ortamda tarih, Carlyle’nin anladığı biçimiyle, yalnızca bir dünya değil, aynı zamanda canlı bir dünyadır. Gölgede kalan, şimdiki zamandır. Oysa televizyon ışık hızıyla yayılan bir araç (medium), şimdiki zamanı merkezine alan bir araçtır. Televizyonun grameri -öyle denebilirse eğer- geçmişe hiçbir alan bırakmaz. Hareketli resimlerde sunulan her şeyde “şimdi” olan bir şey yaşanmaktadır ve bu yüzden izlediğimiz bir video kasedinin aylar önce hazırlanmış olduğu bize dille (sözle) anlatılmalıdır. Bundan başka, atası telgraf gibi televizyon da parça parça enformasyonları iletmeye (onları derlemeye ve düzenlemeye değil) gerek göstermektedir. Cariyle, kendi hayal edebildiğinden bile daha çok kehanette bulunmuştu: Bütün televizyon ekranlarının zeminindeki boşluğu meydana getiren gri sis, o aracın (medium) yarattığı tarih nosyonuna çok uygun düşen bir metafordur. Gösteri ve imaj politikası çağında politik söylemin yalnız ideolojik içeriği değil, tarihsel içeriği de boşaltılmıştır.

Televizyon çağdaş yaşamın en görünen ve en gizemli gerçeğidir. Görünürdür, çünkü yaşamda kullandığımız diğer birçok araç gibi hayatın içindedir. Gizemlidir, çünkü ona karşı hem yoğun ilgi, hem de yoğun tepki vardır. Çift yönlü bir gizem, insanlığın ufkunu geliştirir, bilgisini arttırır, eğlenceyi günün her saatinde ulaşılabilen bir olgu haline getirmiştir. En niteliksiz yayınında bile ekrana bir tür bilgi yansıtır, özellikle onunla büyüyen çocuklara çok şeyler öğretmiştir. Evlerine gelerek insanların dış dünyaya açılmalarını sağlamıştır, insanların yaşama biçimlerini ve gelenekselleşmiş alışkanlıklarını değiştirmiştir. Sporu ve sanatı ekrana getirerek insanların hayatlarını zenginleştirmiştir. Bunlar televizyonla ilgili doğrulardır. Haberler, dramlar, belgeseller gibi programların, yani televizyona karşı yoğun ilginin nedeni olan doğruların sayısı da hiç az değildir.

İnceleyin:  Eşit Otomatlar

Televizyona karşı olan ilgisizliğin boyutları sadece zevke uygunluk konusuyla açıklanabilecek kadar kolay değildir. Karşı çıkışın sınırlarını iyice belirlemek gerekir. Televizyon görsel-işitsel bir araçtır. Görüntü ve sesin birlikteliğinden oluşur; ancak (ne yazık ki) televizyon görüntü ile öne çıkmıştır. Televizyonun görüntüsü kendinden öncekilerden yani fotoğraftan ve filmden çok farklıdır. Filmdeki her bir kare donuk noktacıklardan oluşurken, ekrandaki görüntüyü oluşturan noktacıklar hiçbir zaman donuk değildir. Sürekli hareket halinde olan ışıklı noktacıklardır. İşte bu sürekli hareket halindeki ışıklı noktacıkların oluşturduğu şey “elektronik görüntü”dür. Elektronik görüntü, filmle hiç ilgisi olmayan yepyeni bir anlatım şeklidir. Televizyon ise elektronik görüntünün kullanıldığı bir kitle iletişim aracıdır, yazılı anlatımın en yaygın şekilde kullanıldığı gazete, dergi gibi. Bu nedenle karşı çıkışlar doğal olarak elektronik görüntüye değil, bu anlatım şeklinin kullanıldığı bir araca yöneliktir. Tabii ki romanı ve şiiri seven her kişi, yazılı anlatım şekli diye magazin basınını da sevmek zorunda değildir.

İnsanlar televizyonun oluşturduğu iletişim ortamına içinde yaşadıkları dünya hakkında bilgi sahibi olmak kaygısıyla girerler. Ama yine de televizyona karşı bir korku söz konusudur. Televizyon bir endüstri olarak ürettikleriyle haberden spora, sanattan belgesele bütün programlarıyla ekranın karşısındaki kişinin kendi yaşamının her alanına girmekte, kişi kendi yaşamını değerlendirme özgürlüğüne sahip olduğunu bile unutmaktadır. Bu bireyin sosyalliğinin kaybolmasına neden olur, “yaşasakta, ölsekte, insanlığımız kaybolmakta” duygusudur.

Günümüz toplumlarının televizyondan kaynaklanan sorunlarını anlayabilmek için bir taraftan televizyonu ortaya çıkartan çağın teknoloji anlayışını, öte yandan da toplumsal yaşamı yönlendiren, bireyin çalışma yaşamını ve serbest yaşamını etki altında tutan, kurumlar (güçler) üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. Teşhir çağı için yarattığı olanaklarla, geliştirdiği söylem biçimiyle televizyon geleceğe meydan okuyan bir araçtır. Televizyonun peşinde geleceğe doğru hızla yol alırken sadece ileriyi değil, dikiz aynasından geçtiğimiz yolları da dikkatli bir şekilde izlemeliyiz.

Cogito – Levend Kılıç (Sayı 2 / Güz 1994)

Harun Selçuk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir