Tehlikeli Hediye

 

 

hakikat123-300x200 Tehlikeli Hediye

Ali Ömer Akbulut

TEHLİKELİ HEDİYE

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Kavafis

Hakikatten söz etmeye başlanıldığı an ele geçmezliğiyle eli hep boş çıkaran, kendi “söz”ünü durmadan “söken” bir fikriyatla yüzleşilir. Bir belirsizlik ve bilinmezlik içindeyiz. Hakikat adına örülmek üzere örneği çıkarılan1 örgü sökülmeye başlanmıştır. Bu bir bengidönüş, biraz mesiyanik bir durumdur belki. İlk anda biri birine karşıt gibi duran bu iki “yaklaş­ma”, daha yaklaşınca birbirini tamamlayan da olabilir. [Belki de “bütün”ün tutuklayan, kımıldatmayan sübjektif totalitesinden azade “kendi bütün” (ler) olabilir(ler).] Kim bilebilir? Nerede olduğumuzu ve neye uğradığımızı bil­miyoruz. Gerçek zannıyla müşahedemize yansıyan ve daha yansıdığı anda binlerce gerçeği, görüntüyü sırlayan bir aynadır. Daha baştan bilinmeyenin, sanalın alanı içine girilmiştir. Burada bize ulaşan haberlerin kıymeti yoksanamaz lâkin bu hâlimizle ilgili tefrik edici bir bilgi gerektirir. ‘Hâl’imizin tahkikle ulaşılmış bilgisine sahip olmadan uğradığımızın aynısına maruz kalmış kıymetli eşhasın hürmet edilesi beyanları bize bir şey söylemez. Müşahedemiz neyse onu söyleyeceğiz, daha ötesi yoktur. ‘Hâl’in bilgisi olmadan bu haberler müşahedemize düşen gölgelerdir.

Neye uğradığımızı, ne olduğunu, nerede olduğumuzu sorup duruyor­sak buna uğrayan biz değiliz demektir. Sorular “kendi”mizi hem örten, hem açıklığında kendimizi varlıkla söyleşiye sokan insanlık hâlidir. Verilecekse sadre şifa bir haber, içebileceksek suyun kaynağından2 şifa verici hayat suyunu kana kana, sorup duralım o hâlde olanın ‘kayb’ında, gıyabında, gayb’ında bitmeksizin.

Dünyanın da aslına göre sanal oluşu, bir “yeryüzü ve kulluk” duru­muyla örtülmüşlüğü neyse, sanal da benzeri perdelerle perdelenmiş midir? Teknoloji, genelde mistik deneyim özelde tasavvufi tecrübe içinde “müzik+şiir+resim [hat, minyatür vd]+dans”ın bütünlüğünde kadim bir dillenmenin yeni bir “formu” nu sunabilir mi bize? Mahzun ve hayranlıkla boynumuz bükük okuyup dinlerken hayli uzak olduğumuz kadim irfanın tecrübelerini hiç değilse basiretimizi işletip, nazarımızı celbedecek bir görüntü olarak müşahede etme imkânımız var mı? Hayal ve hakikatin döngüsel bütütünlüğünde Hakk’ın her dilde ifadesini bulabilecek tüm âleme hitap eden tek bir dilde ifadesi mümkün olabilir mi?

Bilemediğimizi bilerek başlayabiliriz belki. Hâl ilmine ermeden sahih haberlere, hatta bir kutsalm ihtarına muhatap olmak bizzat bilmediğimizin delaletidir. “Bilmediğini bilmek” Musa Peygamber’in Hızır ile seyahatinde3 tecrübe ettiği hâli bir biçimde [belki Mısır’dan] tevarüs eden Sokrates’e atıfla meşhur olmuştur. Musa Peygamber vahye bizzat muhatap olduğu hâlde, Hızır ile yaptığı yolculukta bilmediğini bilme hâlini ihraz etmiştir. Üstelik hâli hazırda kadim irfanı inşa eden iradeden de yoksun durumdayız. Kadim irfana varlığın kendiliğinden sirayetinde neşv ü nema bulan zevk, şevk ve niyet kaybolunca onun peşindelik arzusu onu her dem yeni ve işler tutmaya yaramayacaktır. Şu hâlde bizim için “bu böyledir” şeklinde bir konuşma imkânsızdır; “bence, bana göre” diyebilir ancak ki bu da ne ifade edebilir?

Bu durumda “biricik” bir iddianın olabileceğini ya da “gerçek”in elde edilebileceğini söylemek en hafifinden düşünce yoksulluğudur. Aristo, “doğumundan kendiliğinden olanla [phusei onta], insanın tasarımı ve yapımıyla ortaya çıkanın [techne onta]” arasını ayırdı. Böylelikle varolan en şiddetli yerinden oynatılmaya maruz bırakıldı. Hâlâ o yarıkta el feneriyle yolumuzu arıyoruz. İki yakanın bir araya gelmediğini, ‘yarılmışlık’ın [“geçip giden bir geçmişle, henüz gelmemiş bir gelecek”?] bütünü parçaladığını, bir yankta bütünün temaşasının zevkine enlemeyeceği hiç bilemeden “yarığı” “yeryüzü” zannederek bir köşe tutanlar olabilecektir. Hakikati söyleyeceği vehmiyle konuşmaya başlayan “artık” konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Söylediği, söylediğini söylediği şeyden daha önemli hâle gelmiştir onun için. Mevcut, görsel olanın tevehhüm edilen hakikat’in [ya da öz’ün] tem­sili olduğu sahtekârlığıyla beslenir.

Hakikat [ya da öz] biçimsel olamaz, biçimlendirilemez. Düşüncenin nefesini kesen sorularla karşı karşıya iken, genelin soluk kesici boşluğuna dalıverilirse nefes darlığı çekmek kaçınıl­maz olur. Genelin sağduyusu “somut yarar”da ısrarcıdır. ‘Somut yarar’ın “çok biçimli gerçekleri” vardır ve bu insanda “güvendelik” hissi doğurur. Bu “ortak akıl” tüm sivil, serbest, hayta ve şen sıyrılışların üstüne düşmüş; kımıltısız, dehşet genşemiş, hantal ve devasa yaratıktır. “Yaklaşık olarak, yanlışlıklar, yaklaşımlar”m cingöz ifriti ise, onun zekâları yakalamaya teşne bir yardakçısıdır. Hakikat zannıyla sanal gerçeğinize nereden sokulursanız sokulun, onu nereden çözmeye, sökmeye çalışırsanız çalışın nüfuz etmeniz adeta imkânsızdır. Hangi yola; hangi yoldan dönerseniz dönün sizi her köşe başında dimdik ayakta karşılayacak, tam da çözdüğünüzü varsaydığınız noktada söylediğiyle anladığınızı sandığınız her şeyi tepetaklak edecek, kendini yeniden ikame edecektir.

Hasılı her durumda bir bilinmezin ortasındayız; ‘kayb’tayız, ‘gayb’ında, gıyabındayız. Gerçeğimiz bir sanal tecrübedir haddizatında. Uğrumuza çı­kanlar hayal içre hayaletlerdir. Bir hayalin içinde yaşıyoruz. Öldüğümüzde uyanacağımız bir rüyadayız. Lâkin bu iyi bir haber de olabilir. Zira sanal olanı ait olduğu bütünlük, yani hayal içinde ele almak zorundayız. Hayal kuruntular toplamı değil, bir varlık katmanıdır. Benzeşimler evreni olarak olanın olduğu gibi, neyse o olarak bulunduğu yerdir hayal âlemi. İdrake yansıyan görünüşün perdesi; göze gelmeyen göz önündeler, göz önünde olmayan göze gelmelerdir. Zannedildiği gibi tek başına beşerin duygularla karışmış bilinçli kuruntuları değildir. Elbette bu beşerî kurgular da hayale aittir; bir perde gibi göze gelenin ardında bitimsiz görüntüler ve temsiller saklayarak. Görüşümüze yansıdığını düşündüğümüz hissedilebilir [mülk, şehadet] dünya ile akledilebilir [melekût] dünya hakikatlerini oradan alırlar. Bu âlemler birbirinden ayrışık evrenler değildir. Hayal ve melekût âlemleri, görünüş [şehadet, mülk] dünyasına ne bitişiktirler ne de ondan ayrı; ne iç içedirler ne de birbirinin dışında. Zati olana göre de hayalîdirler. Hayal âlemi evrenler arasındaki geçişliliği de sağlar. Hayal âlemi çifte geçişlilik evreni olarak benzeşimlerin basiret, keşf ve zevk yurdudur. İşte hayal âlemi bizim varlık kıstağımız, hâsılı hakikatimizdir. İşte bu hayaldir ki varolanlara, bize varoluşumuzu verir

Hayal ilminin bir suretler ilmi ve bağlanma vasıtası olduğunu söyleyen îbn Arabî devamla şöyle der: “Duygular o âleme yükselir, mânâlar o âleme iner; bu, vatanından kesinlikle ayrılmaz; her şeyin meyvesi oraya gelir. O, bir iksir sahibidir; mânânın üzerine o iksiri taşır ve hangi sureti dilerse, mânâyı o suretle somutlaştırır […] Tam bir tasarrufla müşahede edilen bir âlemdir. Cisimlerle mânâların kaynaştırılıp birleştirilmesi ona aittir.”4 Hayal âlemi alabildiğine geniş ve güçlüdür, varolmuşların en mükemmelidir. İbn Arabî, hayalin her vecihte ve her durumda bir hükmü ve etkisi olduğunu belirtir ve: “Kim hayalin mertebesini bilip tanımazsa, o kimse için kesinlikle “marifet” diye bir şey olamaz.”5 der. Bir ayırdetme gücü, bir alâmeti fârika [ayırdedici işaret] bilgisi elde etmedikçe hayal ve hissi karıştırmaktan kurtulunamaz. Ancak deneyimin gerçek doğasını ayırt etme bilgisiyledir ki hangi gözünle gördüğünü, gördüğünün ne olduğunu bilir, “gördüğünden şaşmaz ve de onu aşmazsın”.

İnceleyin:  İstanbul Sözleşmesi’ne Ruhunu Veren İdeoloji

Hayal âlemi Menazilu’r-rumuz’dur [sembollerin yurtları]. İmgeler dün­yası [mundus imaginalis] diye ifade edilmesi de mümkün olan bu dünyanın algısı etkin imgelemledir. Hayal imgenin eşeyli tabiatının kıstağı, geçişlilik gridir. Bir yanda imgenin eşeyli tabiatından akledilebilir sanal yanı, bir yan­da hissedilebilir görünüşe düşen gerçeği. Ruhsal olanın vücut bulduğu, be­denin ruhanileşip latifleştiği yerdir burası. Ölünce uyanacağımız ru’yamızın görüldüğü yer de burasıdır. Bu sebeple rüyalar gibi yoruma, te’vile ihtiyaç duyarlar. “Bir şeyi ilkesine; başlangıcına, bir simgeyi simgelediğine döndür­me/ ‘geri götürme'” anlamına gelen te’vil simgelerin ve etkin imgelemin var­lığını gerektirir. Bu duyulur, görülür dünyayı, bütün maddî verileri, gerçek­leri semboller olarak kavrayan te’vil, onları dönüştürür ve sembolize edilmiş asıllarına irca eder, geri götürür. Yeni “teknik” imkânlarla sembolik, imgesel kavrama görüşe düşürebilir, basiretin hissesine emanet edilebilir.

Bir ara düzeydir hayal âlemi, bir kıstak; berzah’tır. Berzah, her türlü ara düzeyi, orta hâli; iki şeyin hem ayrık hem de bütünleşik yanını temsil eden her şeyi ifade eder. Titus Burckhardt berzahı şöyle anlatır: “Berzah, yüce bir dünyanın bütünsel ışığını kırarak daha aşağı bir dünyanın değişik renklerine bölen bir prizmayla, ya da yine, tek bir değişim noktasından süzerek yukarıdan gelen ışınları birleştiren bir mercekle karşılaştırılabilir. 6 Görülebilir, bilinebilir bedenlere, tenlere, süratlere de sahip; görünmeyen, bilinmeyen ruh; tinlere de. Hayal, âlemler arası bir “geçit”tir ve temel olarak üç düzeyde bulunur. İlki insani anlamıyla [mikrokozmik] ruh ve beden arasında berzah olan nefs alanıdır. İkinci düzeyde âlemin yarı bağımsız makrokozmik bir alanı olarak mahza ruh ve letafet âlemi ile his ve cismaniyet âlemi olan âlem-ı misâldir [hayal âlemi]. Üçüncü düzeyiyle hayal, mutlak vucudve mutlak hiçlik arasında berzahi gerçekliklerin en büyüğü olarak bütün âlem ya da Rahman’ın Nefesi’dir.

Berzah, hayalî bir geçit olarak hem görünen, hem görünmeyen evren­lerin; hem akledilebilir olarak sanalın, hem hissedilebilir görünüşe düşen olarak gerçeğin tüm niteliklerini bünyesinde barındırır. Görünen, görün­meyenin imajlarından biridir. Görünmeyen hayata sonradan giydirilmiş bir şapka değildir. Yaşanılan her ne olursa olsun, dünya neye dönerse dönsün, hayatın tam ortasında varlığa sirayet etmiş, hiç eksilmeden süren bir insani enerji vardır. Bu hayatın kıyısına kenarına sinmiş, görüneni besleyen görün­meyenlerde yaşar durur. Varlığa sinmiş, insanın anlık bilgisi dışında işleyen bu enerjiler varlık serencamını kökten etkiler. îşte bunları keşfen oluşturan dizilimler sanal evreni de oluşturur.

Aradayız, bir kıstakta. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen varolan ve varlık, ten ve tin gibi ikili ‘eşeylilik’lerin bir olup bütünleştiği ayıram,kıstak.Parçaları birleştiren; karşıtlıkların içsel ve dışsalın ötesinde bütünleştiren bir ritim, “varolanların sessizliğinde” kalbi zuhurata tabi olan, unutkanlık ve hatırlama arasında kozmik düzeyde yansıyan bir zikr olarak, görünenle görünmeyen arasına harf ve figürle kıstırılması imkânsız çifte bir uzaklık yerleştiren, boşluğuyla, sessizliğiyle, ‘aralarıyla dile [göze] gelmemiş görsel enerjilerin hep tazelenen hareketlerini barındıran bir kıstak. İdrakimi­zin, çakan akim örste dövülüp ateşlenerek hamur yumuşaklığında şekillen­dirilip keskinleşsin için çelikten basiretimize su verildiği düşten düşünceler dünyası. İmgenin sanal gölgesinin düştüğü yerdir burası. Neyse o olarak göz gördüğünden yanılmasın diyedir, “yüreğimize inen” dildeş dilleşen meseller dünyası, hayal âlemi. Fizik-metafizik ayrımı da yoktur burada. Her türlü ay­rımın ayrımında ayrımların kalktığı bir ara, ayıranıdır.

“Görüntülerin çekirdeğine saldırmak” der Zweig.7 Görüntülerin ger­çeğine saldırmak sanal bir müdahaleyle mümkün olabilir gibi geliyor bize. Teknik ilk görünümleri itibariyle hesaplayan sayısal bir yönsemenin yansı­ması olmuşsa bile varlığın kendini açma biçimlerinden biridir. Yeni teknik yönelimler Varlık’ın her dem yeni bir iş ve oluşta olmasının8 tabi tezahürle­rinden biri olarak “görüntülerin çekirdeğinde sırlanmış Varlık açıklığını, saldı sonsuz sonrasız imgeleri simüle edip hayalimize düşürebilir belki. Bir aracın ne olduğu ve ne işe yaradığı konusunda onunla gerçekte yapacağı şey yapılmadan tartışamayız. İyi de biz neyi konuşabileceğiz o zaman? Bu o şeyin fıtrat açıklığının bize vereceği bir hediye olabilir ancak; tehlikeli bir hediye. Teknolojinin günümüzdeki yeniden üretiminde ideolojilerden, felse­feden ve düşünme biçimlerinden bir tür kopuş da gözleniyor. Ulaşabilmen yer artık ilgi çekmiyor. Ulaşılamayan yerlerdeki gizem yeni bilim ve tekniğin ilgisini çekiyor artık. Kendi kendini inşa eden bir oluşma hissediliyor. Bu oluşma izleğinde fantastik ve masalsı unsurlara da göz kırpılıyor olması [da] bir şans olabilir. Varlık insanın tasarımına, simülasyonuna kalmış değildir. İnsan, tasarımlarıyla yalnız kendi gelgitleri arasında bir yalanı yaşamaya alışır. Ancak o yalan insan varlığının “kendi” açıklığıdır da. Zira varlık hep olagelen ve olmakta olandır. Bundan kurtuluş yoktur.

Teknik sözcüğünün soykütüğüne baktığımızda şaşırtıcı bir biçimde “yüksek sanat” anlamı da taşıdığını görürüz. En geniş anlamıyla bilmeye verilen bir addır da.9 Bu onun sadece araçsal bir niyetle ele alınamayacağı­nı gösterir. Teknik varolana varlığını veren açıklığın çağrısını içeride olanı söküp sahneye sürme olarak10 en şiddetli ve hızlı şekilde yapar. Bu yüzden zorlu ve tehlikelidir.

Bir meşruiyet tartışması ya da arayışı her zaman meşru bir zeminin işareti olmaz. Yeni meşruiyet biçimleri hem bunların yerini almış, hem de şiarındaki mesafeyi ortadan kaldırmıştır, İnsana ait olanı koruma çabası insana ait tüm anlamların kuşatıldığı düşüncesinden kaynaklanır. Olumsuz gedilen ya da insani olmadığı düşünülen bir şeyle karşılaşıldığında insani bir oluşumun içinde tekrar şekillendirmelidir. Yaygın tutum ise yasaklamak ya da sakındırmaktır. Hâlbuki sevdiğiniz bir şey bir bozulma veya olumsuzlukla karşılaşırsa onu terk etmek yerine sarıp sarmalayıp yara­sını temizler, tedavi edersiniz. Teknik karşısında insani tutum neden farklı oluyor? İnsanı çevreleyen ve endişe edilecek onca şey varken, bunlar hayatın içinde bir biçimde varolmayı başardıkları için onları masum görmek var bir de. Böyleyken hayatın içinde yeni bir alan, durum kendini gösterdiğinde onu sorgulamaya başlamak bir sahicilik taşır mı? Hep orada olan, açıkta olan, vicdanda devinen enerjileri saklama hastalığına dönüşüveriyor bu. Oysa hep bilinecektir; o oradadır. Olanda “hayır” vardır. Bu hayır bir şeyin olumlanması, olumlanmayan bir şeyin değillenmesidir. Varlığın asla yok edilemeye­cek olan asliyeti, olanın bu bakışta öyle görünmesinin trajedisinde kendini açmaya; gizlemeye yazgılıdır. Otantik olanın bir çeşit bozuluşla kontrol edil­mişi değildir bu. Teknoloji olan “hayır” bu açıklık ve gizliliğin serpilişidir.

İnceleyin:  Kasım Küçükalp - Zamansız Düşünceler 2 ''Alıntılar''

Tekniğin kendisini gösterişiyle ilgili bir sorun varsa eğer bu çift yönlü dür. Bir çıkmazın içinde olduğumuzu itiraf etmelidir. Tekniğin açıklığında konaklayanı deneyimleyemediğimiz gibi, sanatın yüksek idealler ini de henüz deneyimleyebilmiş değiliz. Kim bilir sanat kendi açıldığındaki konukluğuna bizi de çağırabilmiş olsaydı eğer, zemmedebileceğimiz bir teknik de olmazdı belki. Teknolojinin özü belirsizliğini koruyorsa hâlâ bu onun açıklı­ğının gizidir de. Aporetik11 bağlılık.12 Karaşın bir karanın ortasındayız; sabah yakındır öyleyse. Hölderlin “Tehlikenin olduğu yerde, çare de büyümekte­dir.” der. İbn Arabî, bulmanın ancak her şeyden ümit kesildiği bir noktada mümkün olduğunu, söyler. Kendilerine tevessül ettiğimiz şeylerin [yani ikin­di sebeplerini yokluğunda, ancak hiçbir şey bulmadığın zaman bulursun.13

Teknolojinin insanla karşılaşmasında genelde olumsuz ifadelerle “tek­noloji şunu yapmıştır, yaratmıştır…” gibi cümleler kuruluyor sık sık. İnsan kendini çok küçümsemiş olmuyor mu bununla? Faili de bir tür gizleme ça­bası var mıdır burada? Ne zaman kendini küçümsemeye bile razı olur ve bir tür gizleme telaşına girer insan? Sorumluluktan kaçtığı, onaylamadığını yap­mak istediği, payına düşene razı olmadığı vb. zamanlarda yapar bunu. Tek­nolojinin size ne yaptığından çok, sizin teknolojiden ne beklediğiniz, onda neyi sevdiğinize bakmalı.”Kişi sevdiğiyle beraberdir” diyor Hz. Peygamber.”Sevginin öyle bir doğası var ki; insanı sevdiği şeylere dönüştürür.” diyor Meister Eckhart.

Teknolojiye yöneltilen tüm eleştirileri bugün sanata karşı da yöneltmek mümkündür. Hatta kutsalla olan bağımız ve ilgili “tutumlar” imiz için dahi benzer eleştiriler mümkün. Yani neyle karşı karşıya olduğunuz, muhatabını­zın nice olduğu değil; hâlinizin nice olduğudur aslolan. Konuyu “bağımlılık” açısından ele almakta pek doğru sayılamaz. Çünkü yaşam meşru sayılan, ço­ğunlukla da hiç sorgulanmayan bağımlılıklarla doludur.

Sorgulanması gereken başka şeyler de var. İnsan yoktan bir şey var ede­mez, ancak yaratılanı, varolanı taklit edebilir deniyorsa her şeyi bir de bu açıdan düşünmek gerekmez mi? “İnsanın keyfine” kalmış bir şey yoktur o zaman. Her şey aslına dönecektir. Peki, ilk insan nesillerinin yaptıkları ba­sit bir aletle, bugünkü teknolojik aygıtlar arasında yorum yapmak dışında mutlak bir farklılık öngörmek mümkün müdür? Üstelik kadim geleneklerde hiçbir alet, araç, nesne tek boyutlu değildir. Hatta yüzük, asa gibi kimi şeyler kendini aşan bambaşka ilişkilerin ve uygulamaların temeli olmuşlardır. Nasıl oldu da biz yapıp ettiklerimizle bağımızı bu denli kopardık? Kadim irfanın “üst dil”ini kaybettiğimiz için, onun her durumda yepyeni bir keşif olarak baktığı, yabancısı olduğumuz her şeye karşı öngörülü bir mesafeyle bakıyor ve hemen sakındırmanın yollarını arıyoruz. Bir şeyin yalnızca maddi ya da manevi, fizik ya da metafizik olmadığı, “kendi” si olmanın her iki durumu da bünyeleştirdiği zamanlarda her şeyin Varlık Ağacı içinde bir anlamı ve değeri vardı. Her yeni hatta her yabancı [öteki] muhteremdi. Her biri yepyeni bir keşif kapısı, hayal âlemleriyle, hakikatle yepyeni bir buluşma, âlemlere varlık ve özellik veren ‘İsimlerin bambaşka tezahürleriydiler.

Kadim irfanın müşahedelerinden hayli uzakta olan bizler acaba bunu tecrübe etmenin bir yolunu bulabilecek miyiz? Teknoloji, yeni meşruiyet alanları, yeni yönsemeleri, fantastik ve masalı yardıma çağırmalarıyla aca­ba bunun için bir menfez olabilir mi? Kristalleşmiş imgeler olarak hayal ve hakikatin bu döngüselliği teknolojide temsilini bulabilir diye ümit etmek is­tiyoruz. Omega Point noktasından yani bir “zekâ patlamasından sonra baş­langıca, öze, kaynağa yeniden dönüş mümkün olur belki kim bilir?

Hayalî olanla hakiki olan [sanal ve gerçek] asla birbirini olumsuzlayan, yerine geçen ve giderek yok eden şeyler değildirler, olamazlar. Hayalî olan hakiki olanın yalnızca yansısı ve gölgesi de değildir. Birinin diğerine rüç- haniyeti yoktur. Hem hayal, hem hakikat Hakk’ın isimlerini yansılayan ay­nalardır. Her ikisi de Büyük Bütün’ün bütünleyenleridir. Hayal ve hakikat birbirinin yerine geçebilir. Hayal hakikatin hayaliyken, kendi hayalinin de hakikatidir. İşte bu iç içe bütünlüktür aslolan. Deleuze’ün “kristal imaj”ı bel­ki de bu arayışın bir ürünüdür. Ayrıca manevi fenomenolojinin bazen dikkat­ten kaçan önemli bir veçhesini belirtmekte yarar vardır: “İbn Arabi’ye göre en
kamil bilgi sadece saf makulatın, madde ve suretten tamamen mücerret ma­naların sahasında sözkonusu edilebilir. Ancak bundan sonradır ki bu bilgi, alem-i hayalde latif bir suret kazanarak temessül edecek, saf nur âlemine ittilaı olmayanlara iletilebilmesini sağlayan şekil ve kelimelere bürünecektir.”14

Bunca gönül darlığından sonra hayal ve hakikat, “Görmedi beni um­man” diyen Yunus Emre gibi ah etse, “Fazla anlaşıldığım için karanlıkta ka­lıyorum” diyen Foucault gibi kederle iç çekse sezadır.

Hece Dergisi – Dijital Kültür Özel Sayısı,syf.648-655

Dipnotlar:

1.Anadolu’da dile gelen “elişi örneği çıkarma” ifadesini hatırlayabiliriz.

2.‘Ararsam pınarın gözün ararım,

Bulanmış da durulmuşu n’ideyim?”(Karacaoğlan)

3.Kehf Suresi; 60-82.

4.İbn Arabi, Marifet ve Hikmet, çev.: Mahmut Kanık, Iz Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 134.

5.ibn Arabi, Marifet ve Hikmet, s. 150.    0

6.Titus Burckhardt, Akim Aynası, çev.: Volkan Ersoy, İnsan Yayınları, İstanbul 1994, s. 212.

7.Stefan Zweig, Rilke’ye Veda, çev.: Sezer Duru, Edebi Şeyler Yayınevi, İstanbul 2015, s. 20.

8.“[ve] O, her gün kendini bambaşka (şaşkınlık verici) bir yolla ifade eder [her dem yem bir tecelli, ış ve oluştadır].” [Kur’an; Rahmân, 29.]

9.Martin Heidegger, Teknik ve Dönüş, çev.: Necati Aça, Bilim ve Sanat Yayınlan, Ankara 1998, s. 18.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir