Tasavvuf Nedir?
İmam-ı Gazzâlî,*bir eserinde: “Anladım ki büyük mutasavvıfların elde etmek istedikleri gaye, öğrenmekle değil; tatmak, yaşamak…süretiyle elde edilir.” diyor. (Bk. al-Munkızu mina-ad-Dalâl, Hilmi Güngör tercemesi, Şark-İslâm klâsikleri serisi, No. 18, Maarif Vekâleti neşriyatından, İstanbul 1948, s. 44).
Muhtelif yönlerden Tasavvuf’u ta’rîf etmek istersek deriz ki:
Tasavvuf: Allah’ı bilme ve bulma yoludur.
Tasavvuf: Mâddeden ma’nâya yükselmedir.
Tasavvuf: Zâhirden Bâtına intikaldir.
Tasavvuf: Abdin, Ma’bud önünde, hiçliğini; halkın, Hâlik huzurunda, fânîliğini gereği gibi kavramasıdır.
Tasavvuf: Bir vecid cilvesiyle vücüddan Vâcib-ül-vücüd’u; bir hids lem’asıyla şu görülen varlıktan Var-Eden’i ve asıl Var-Olan’ı farketme mazhariyyetidir.
Tasavvuf: Mâverâî Nur’a derler.
Tasavvuf: İncilâ-yi Tür’a derler.
Tasavvuf: Beyt-ür-Rabb’e koşma değil, Rabb-ül-Beyt’e kavuşmadır.
Tasavvuf: İlâhî kudret karşısında beşerî aczin idrâkidir. [24]
Tasavvuf: Hezîmetten azîmete teveccühtür.
Tasavvuf: Abidin, ibâdetini mâsivâdan tam tecerrüd hürriyeti içinde abdiyyete vardırması; benlik senlik perdesini aradan kaldırması; insanın Yunus Emre’nin ta’biriyle “eline kalem almadan gönül kitabından okuması”dır.
Tasavvuf: Husn-i hulktur: bu itibârla huluk-i Muhammedidir.79
Tasavvuf : İmândır.
Tasavvuf: Tevhîddir.
Tasavvuf: Gönül derdini tedâvî etmektir 80.
Tasavvuf: Dilsizlerin dilini öğrenmektir’81
Bir büyük mutasavvifî mütefekkir-şâir:
Zi Ahmed tâ ahad yek mim fark-est
Cihân yek-ser der-ân yek mim ğark-est
(Ahmed’den Ahad’e bir mîm farkı vardır; cihân, bir baştan bir başa 0 tek mîm’de garkolunmuştur. O bir mîm, baştan başa cihânı kaplamıştır.)”82 der.
Tasavvuf: işte o “mîm”in sırrına ulaşma gayretidir.
Tasavvuf’u: Kelime-i Tevhîd olan “Lâ-İlâha illâ’llâh”a önce “1-lâ-Ma’büde illâ’llâh” (Tevhîd-i avâm); sonra, 2-Lâ-Maksüde illâ’llâh (Tevhîd-i havâss); daha sonra da, 3-Lâ-Mevcüde illâ’llâh (Tevhîd-i havâss-i havâss) ma’nâsı vere vere mevleviyyet beşiğinden ve mevâlîl’ık eşiğinden velâyet sadrine erenlerin, bahtiyar erenlerin yollarıyle yollanma, hâlleriyle hâllenme, huylarıyle huylanma suretinde anlayıp anlatmak da mümkündür.
Halvetiyye tarîkati’nin Rüşeniyye kolunun müessisi Aydınlı Mevlânâ Dede Ömer-i Rüşenî, Dîvânındaki uzunca bir şiirinde tasavvufu muhtelif yönlerden îzâh eder ve bu cümleden olarak:
181. “Tasavvuf terki davâdır, demişler;
Dahi kitmân-i ma’nâdır, demişler.
183. Tasavvuf: hıfz-ı evkâta demişler;
Tasavvuf: terk-i mâ fâte demişler.
189. Tasavvuf; kalbi Hakk’a bağlamaktır;
Yüreğin ‘işk odıyle dağlamaktır
192. Tasavvuf: yâr olup bâr olmamaktır;
Gül-i gülizâr olup hâr olmamaktır.
201. Vefâ göstermedir mânend-i Yusuf;
Cefâ eden kimesneyçün tasavvuf
202. Geçen ömrü için edip teessüf
Ganimet bilmedir vakti, tasavvuf 83
der.
Tasavvuf: noksandan sıyrılıp kemâle kavuşma, şirkten ve her türlü çirkten bir gusl-i ruhânî ile arınmadır.
Tasavvuf: Rabbânî irfâna, semedânî, îkana, irfânî ve îkanî îmâna mazhar olma vecdi veya cehdidir.
Tasavvuf: teslîmiyyet-i tâmmedir.
Tasavvuf: tevekkül-i mahzdır.
Tasavvuf: İstikşâftan inkişâfa, inkişâftan da keşfe geçme şansıdır. [25]
Kim bilir, belki de Tasavvuf: fikrî bir tezekkürden zikrî bir tefekküre geçmedir.
Ve yine kim bilir, belki de: Allâh’ı anma, Allâh için yanma, her zerresi bir İsm-i Celâl olan Kevserle yudum yudum, kadeh kadeh, pınar pınar, ırmak ırmak ve nihâyet deryâ deryâ kanmadır.
Bu itibarla Tasavvuf: baştan başa mihrâık-i tevhîd olan “Allâhu nuru s samâvâtu va ’l-arzi” “ âyetinin tefsîr-i irfânîsıdır.
Tasavvuf: yoksulun ma’nâ âleminde zengine özenmesi değil, zenginin mâdde âleminde yoksula imrenmesidir.
En kısa ta’rîfıyle Tasavvuf: hakîkat-ı Ahmediyye, tarîkat-ı Muhammediyyedir.
Diğer bir mülâhaza ile de Tasavvuf: künh-i Ahmedî, hubb-i Muhammedîdir.
Dikkat edilirse bütün bu îzâhların, İslâmî Tasavvuf’a taallük eylediği anlaşılır. Bu takdirde de, İslâm’dan başka dinlerin zamân ve mekân boyunca göründükleri veya görüldükleri âlemlere mahsüs Tasavvuf’un bulunup bulunmadığı noktası hâtıra gelir.
Değil mi ki Tasavvuf Allâh’ı bilme ve bulma yoludur; Ademoğulları,“vala-kad karram-nâba nî âdama…’’imtiyazına mazhar olan Ademoğulları, elbette İslâm-öncesinde de Allâh’ı bilmek ve bulmak istemişlerdir. Hazret-i İbrâhîm’in, Kur’ân-ı Kerîm’de tafsîl buyurulduğu vechile önce Yıldızı, sonra Ayı, daha sonra Güneşi Rabb sanması, bunlardan her birinin ardarda üfül ve gurüb ettiğini görünce “Vaccahtu vachiya lillazi fatara-s-samavati ve-l- ardi hanifan ve ma ana mina-l-muşrikin…” demesi, geçmiş ve göçmüş asırlarda Allâh’ı arama, bilme ve bulma cehdinin tipik misâlini teşkil eder (Bk. VI. Süre, 74-79. Ayet).
Burada bir diğer nokta, “İslâm’dan başka dinler” derken bunların, asıllarında “hak din”olup olmadıkları ciheti de, istifhâm hâlinde belirebilir. Unutmamak lâzımdır ki Hak’tan gelen her dîn, kendi zamân ve mekân sınırları dâhilinde “hak din ” dir. Hak dîn’in bir diğer adı,fıtrat dîni olmak haysiyyetiyle “İslâm”dır. Nitekim Cenâb-ı Mesîh gelinceye kadar Hazret-i Musâ’nın tâlîmatına, yani Kelîmu’llâh’ın Tevrât’ına; Fahr-i kâinât Efendimiz tevhîd ahkâmını tebliğ buyuruncaya kadar Hazret-i ‘İsâ’nın tenzîl’ine, yani Meryemoğlu’nun İncil ’ine uygun yolda bulunanlar da birer mümin, birer müslimdirler. Bu i’tibârlar gerek Tevrât ’ın, gerek İncil ’in gerçekten hükümrân olduğu çağlarda, samedânî kaynağa dayanan bir tasavvuf’u düşünmemek mümkün değildir.
Hindistan’da Brahmacılık, budhacılık: Eski Mısır’da Hermesçilik; Kadîm Yunan’da Pisagorculuk, Sokratçılık, Eflâtunculuk ve niha yet hikmet-i İskenderâniyyecilik bugüne intikal eden hâlleriyle rabbânî olmak vasfından mahrumdur. Ancak, tesbit edilen bu mahrumiyyet hâli, onların da asıllarında, hakikaten ilâhî kaynaktan feyz almadıkları mânâsına gelmez; 124 bin Peygamber gelmiş olduğu yolundaki rivâyet, Kur’ân-ı kerîm’deki bir âyet 85 [“va mâ kun-nâ mu’azzibîna hattâ nab‘asa rasülan.” (XVII. Süre, 15. Ayet)] ve o rivayetle bu âyetin ışığı altında beliren bin bir delâletse mevzüun aklî mesnedidir.
Binâenaleyh İslâm Tasavvufu’nu Hind, Eski Mısır veya Eski Yunan mistisizminden, yahud da Müsâ ve “İsâ dinleri maneviyyetinden münşa’ib, mülhem, müteessir, muhdes, orijinaliteden mahrum, hulâsa kopye bir tasavvuf saymak ve sanmak [26] hatâdır. Bizim burada bahse mevzü ittihâz ettiğimiz ve edeceğimiz tasavvuf ; şüphe yok ki sözde tasavvuf değil, özde tasavvuftur; çünkü îzâhına çalıştığımız tasavvuf: sözün özünden ve özün sözünden ibârettir. Söz dediğimiz: “nâ-mütenâhî Kelimât-ı Rabb; Öz dediğimiz: “Ummân-ı Rubübiyyet” ve “Deryâ-yi ahadiyyet”tir. “kul lav kâna ’l-bahru midâdan li-kalimâti rabbi lanafida ’l-bahru l kablu en-tanfada kalimâtu rabbi va-lav bi-misli-hi midâdan” (XVIII. Süre, 109. Ayet) âyet-i kerimesi bu bakımdan ne kadar manâlıdır. Biliyoruz ki bu, hiç de kolay değildir.
Bâzıları Tasavvuf yerine “Mistisizm” kelimesini kullanırlar. Hâlbuki Mistisizmle Tasavvuf arasında oldukça bâriz bir umum-husus farkı vardır. Tasavvufun fârika’sı rabbânîliktir; Mistisizm’de ise bu vasıf yoktur.
Bâzıları da Tasavvuf deyince “Tarîkat” hatırlarlar. Bu da birçok cihetlerden hatâlıdır. Tarîkatte Tasavvuf vardır amma, Tasavvuf Tarîkatten ibâret değildir.
Bir muhterem Profesör, “Tasavvuf, insan ruhunun yarattığı en eski eserlerden biridir. Kutsal ve ideal olan değerler âlemine ruhu yükseltmek için insan nevinin yaptığı bu büyük egzersiz, her medeniyette ve her çağda ayrı bir çehre ile meydana çıktığı hâlde yine aynı ruh savaşını, aynı iç oluşunu temsil etmiştir.” diyor. (Bk. Hilmi Ziya ÜLKEN,
Tasavvuf Psikolojisi, 1944-1945, İstanbul Üniversitesi serbest konferansları, İstanbul, 1946, s. 194) Bizce bu, Tasavvufu anlamak ve anlatmak değildir. “Yaratıcı” Tasavvuf, ikinci cümlede “Kutsal ve ideal değerler âlemine ruhu yükseltme egzersizi” sürecinde îzâh edilmektedir. Eser, müessire nasıl tesir eder? Aradaki tezâd açıktır. Yalnız, ikinci cümle, bâzı ihtirâzî kayıtlarla, doğruya yaklaşmış sayılabilir. “Mutasavvıfın burada (ruhu terbiye yolunda) kullandığı metod, FREUD’un psikanalizde kullandığı metod gibidir” (aynı konferans metni, s. 197). “Mutasavvıfın “nefs-i emmare” den kastettiği şeye Libido ve nefs-i levvame’den kastettiği şeye “benlik hissi” yahut sansür kuvveti deniyor.
Freud Psikolojisi, onu (ruhu), cinsî itilmelerden (refoulement) iştahların (!) doğurduğu ruhî buhranı çözerken müridin bütün ruhî gücünü yüksek bir hayata çevirmeye çalışıyordu” sözlerini ilâve eden muhterem Profesör (aynı konferans metni, s. 198) çağımızdaki korkunç ahlâk, mâneviyat ve mukaddesât buhrânını hazırlayanlardan ve bence gerek Batı’da, gerek Doğu’da insanlığı uçuruma sürükleyenlerden biri olan Freud’u ve onun sapık ve sarsak nazariyyelerini, Tasavvuf üzerine muâsır ve mütekâmil ilmin ışığını tutma gayretine mesned ittihâz eylemesi şaşılacak şeydir. İnsanın “emr-i Rabb” 86 cümlesinden olan ruh mutasavvifeye göre şu mertebe veya merhaleleri geçirir: 1) Tevbe, 2) Sabr, 3) Şükr, 4) Havf, 5) Recâ (ümid), 6) Fakr, 7) Zühd, 8) Tevekkül, 9) Mahabbet. Kutu ‘l-Kulub “Kut al-Kulüb” adlı eserinde, Abu Tâlib-i Mekkî’nin tesbît ettiği bu dokuz dereceye İmâm-ı Gazzâlî: 10) Şevk, 11) Avn, 12) Rızâ, 13) İhlâs ile 14) Sıdk’ı ilâve etmiştir.
Daha başka şekillerde de ifâde edilmiş olan bu mertebelere Murâkabe, Muhâsebe, Tefekkür yoluyla varılır. Allâh’ı sezmek, ilâhî bir mevhibedir. Bahsimize mevzü olan mertebeler, sâlik için zâhiren bir tedrîc ifâde etse bile hakîkatte sırasız bir sıralamadır. Buradaki nefs murâkabesini bugünkü dağbaşı manastırlarına kapanma [271 hareketleriyle; vicdân muhâsebesini şimdiki Hıristiyanlığın İtirâf (Confession) sahneleriyle ve hele tefekkür denilen derünî uyanıklık hazzını, Hind mistiklerinin ölü ve uyuşuk dalgınlıklarıyla kıyaslamamak lâzımdır.
Yine bu muhterem Profesör, bazı taraflarına takıldığımız ve kısaca temas ettiğimiz konferansını, “Tasavvuf psikolojisi, bu dünyayı başka bir âlemin gölgesi gibi görmek, bu dünyaya ait bütün arzuları öldürmek, hakikî aşk’ı kazanmak için dünyanın mecazî aşk’ından vazgeçmek istiyor. Bizim psikolojik ve ictimaî eğitimimiz bu dünyaya hakikat gözüyle bakıyor. Ferdî hayatımızın fanî ve izdıraplı arzularını cemiyetin / ebedî hayatıyle aşmak, cenneti yeryüzüne indirmek istiyor. Ferdî hayatımızın mecâzî aşkını, cemiyetin ideal ve hakikî aşkı için bırakmayı öğretiyor. Bizim psikolojimiz, bizim terbiyemiz ve ahlâkımız ideali yeryüzüne indirerek iki âlemi birleştiriyor ve fânilikten kurtulmanın sırrını yeryüzünde buluyor.
Uzun asırların tecrübesi yeni ideal için ruhumuza bu kadar hazırlık ve hamle vermişse, aramızdaki bunca farka rağmen, onu saygıyla hatırlamaya borçlu değil miyiz?” sözleriyle bitiriyor (s. 205-206).
Tarihi Maddeciliğe Reddıye adlı cidden mühim eserin muhterem müellifinin şu Tasavvuf Psikolojisi’ndeki fikirlerinden artık tamamıyle dönmüş bulunduğuna inanmak istiyorsak da yine birkaç kelime ile olsun o fikirlere dokunmaktan kendimizi alamıyoruz:
Bir defa asıl mutasavvife bu dünyayı, daha geniş ifadesiyle dünyayı, “başka bir âlemin gölgesi” gibi görmez de, göstermez de! Dünyâsıyle, ukbâsıyle âlem: muazzam “Kün!” emrinin “Fe-yekün” fezâsında tecellîsinden ibarettir, denilebilir. Dünyâ-Ukbâ farkı, tamamıyle izâfi ve i’tibârîdir. Zâten bu ikilik telâkîsine herşeyden önce Tasavvufun Tevhîd gayesi mâidir.
Tasavvuf: “Dünyaya âid arzuları öldürmek, hakîkî aşkı kazanmak amacıyle dünyanın mecâzî aşkından vazgeçmek” süretinde ifâde edilemez; çünkü Tasavvuf: dünyâ arzularını öldürme kasdi değil, insân ruhunu dünyâ arzularının tutsağı, oyuncağı, maskarası olmaktan kurtarma cehdidir. (Maamafih isteyen, tutsak, oyuncak ve maskara olmakta devam edebilir.) “Hakiki aşkı kazanma amacıyle dünyanın mccâzî aşkından vazgeçmek” de bir tevehhüm ve su-i tefehhümden ibârettir; çünkü gerçek muvahhid nazarında mecâz-hakîkat tefrîkı, vahdetten kesrete rücü, daha doğrusu kesretten vahdete adem-i vusüldür.
“Bizim Psikolojik ve ictimâî eğitimimiz, bu dünyaya hakîkat gözüyle bakıyor” sözü “yalnız mer’iyyâta hakîkat gözüyle bakma”; “Gayb’i, basarın olmasa dahi basîretin idrâk sâhasında telâkki etme” mânâsında değilse, “yani: kavl’in makul’ü, küll’ün bir cüz’ü olarak bu dünyâya da hakîkat izâfe eyelemek”se üzerinde fazla durulmağa değmez. Aksi hâlde, tarihî maddeciliğe ipucu veren bu fikir, ona “reddiye” yazana hiç de yaraşmaz. “Ferdi hayatın fânî ve ıztıraplı arzularını cemiyetin ebedî hayatiyle aşmak” sözü, hiçbir söz söylememiş olmağa müsavi denecek derecede mübhemdir. “Cenneti yeryüzüne indirme” isteği de, Cennet’in, bilhassa Tasavvuf ışığı altında aydınlanan, “Cemâl illâh iştiyâkı”nın tatminine ma’tuf ve mevzu olan Cennet’in anlaşılmadığının hüccetidir.
Muhterem Profesör, “Hakiki aşkı kazanmak için mecâzî aşktan vazgeçme”yi önce tasavvuf için hücum hedefi ittihâz etmişken biraz sonra “ictimâî terbiyemizin, ferdî hayatın mecâzî aşkını cemiyetin ideal vc hakîkî aşkı için bırakma”yı öğrettiğini söyler. Buradaki Cemiyet: bir “Cem’iyyet-i mağşüşe-i âmme” demek değil de, bir “Cem’iyyet-i kâmile-i fâzıla”, başka bir tâbirle “millet-vatan-îmân ve İslâm” muhassalası olan bir hey’et-i insâniyye ise doğrudur, hem de pek doğrudur. [28]
“Fânîlikten kurtulmanın sırrı”na gelince: “İlm-i ilâhî”den hâric bir şey olmayacağına nazaran “Fenâ-yı mutlak” tasavvuru muhâldir.
Bu i’tibârla ondan kurtulmayı düşünme ve hele, varmış gibi, bu kurtuluşun sırrını arayıp bulma, hâlin değil, kalin ifadesidir.
Kemal Edib Kürkçüoğlu – Dilimin Döndüğü Kadar,syf.187-195
Dipnotlar:
79 LXVİII. Süre, 4. Ayet: ve inne-ke lee’alâ b hulukil” “azim”.
80 II. Süre, 10. Ayet:fî kulübi-him marazu”.
81 Mevlânâ Celâl-üd-Dîn-i Rümîi zebân-i bi zebânân-râ mı’râmüz.
82 Bir benzeri için bk. Mevlânâ Celâl-üd-Dîn-i Rümî [1207-1273]: Mesnevî: [ Yazılışı: Konya 1257] I, § 229. Ver dr Ahmed’in tertemiz canı, Ahad’le, nasıl ebede dek sevinerek, gülerek ölümsüz bir halde kaldıysa, senin canın da sevinsin, gülsün, ölümsüzlüğe ersin. [Y.]
83 RÜŞENİ, Dede Ömer-i [1417?-l486]: Mirkînlık-nâme: [Yazılışı: 1484]. Hazırlayan: UZUN, Mustafa [İsmet]: Dede Ömer Rıîşeni Hayatı Eserleri ve Miskinlik-nâme Mesnevîsı’ ( Edisyon Kritik ) İstanbul 1982. Basılmamış Doktora Tezi. Metin bu çalışmaya göre verilmiştir. Miskin kelimesini ALLAH’ın Kurân ‘da 9. Tevbe süresinin 60. âyetinde Müslüman olmayan yoksullar anlamında kullandığı Halife HATTABOĞLU Ömer xh. [575-644] tarafından ictihâd edilmiştir. HAMİDULLAH, Muhammad: Resulüllah Muhammed “İslâm Elplyinı’n hayatı vefaalı’yeız’ üzerine özet bir tetkik”: Çeviren: Salih TUĞ, 2. bs. İStanbul 1992/1412, 136. s. q m
84 XXIV. Süre, 35. Ayet.
85 Hukuk telâkkîsindeki bu üstünlük bilhassa kayde şâyândır.
86‘ “va yas alünaka ani ’r-rühi,kuli’l ruhu min amri rabbi.” Bk. XVII. Süre, 85 Ayet.