Tasavvuf bütünüyle cehd ve emekten ibarettir. Ona vurdumduymazlık ve tembellik karıştırmayın.
Ruzbârî
İnsan ile “İslam” arasına giren engellerin kaldırılarak, fertlerin fıtrî yapı ve yaratılışlarına en uygun nizama kavuşturulması cihad; insan ile “ihsan” arasındaki maniaların bertaraf edilerek, müminlerin kâmil bir iman ile şuurlu bir hayat yaşamalarını temin etmek de “tasavvuf”tur. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın cihad emr-i celilinin iki ayrı tezâhürü olarak görülmektedir.
Cihad, meşakkat, güç sarf etmek, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkanları kullanmak manalarına gelen cehd kelimesinden türemiştir. Dinî mânâda cihad, İslâm’ın yaşanması ve yayılması için öğrenmek, öğretmek, ferdî ve içtimaî planda yaşama, emr-i marűf nehy-i münker, tebliğ, iç düşman olan nefse, Şeytana ve dış düşmanlara karşı mücadele etmek, mânâlarına gelir.
Cihad ile ilgili âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere baktığımızda çok şuműllü bir anlamla karşılaşırız. Bunu da “Allah’ın rızâsına uygun şekilde yaşama çabası” olarak özetleyebiliriz. Bu faaliyet sadece müslüman olmayan uluslarla savaşmaktan ibaret değildir.
Bir mânâsıyla cihad, düşmanla savaş ve onun doğurduğu hukuktur. İslam fıkhı kavramın bu cephesini enine boyuna ele almıştır.
Kimi çevreler özellikle müsteşriklerin etkisiyle cihadı sadece çarpışmak sayar. Oysa cihad kendi anlamıyla, her seviyede çarpışmak demektir. Bunun içerisine nefisle savaş girer, ekonomik savaş girer, kültür savaşı girer, silahlı savaş girer vs. İslâm cihad dinidir ve cihad süreklidir. Allah’ın en sevdiği amel cihaddır. Cennet cihad edenlere verilecektir. Cihadı terk eden toplumlar zillet ve uműmî azaba çarptırılırlar.
Geçmiş peygamberlerin birçoğu fiilen savaşmalarına rağmen, cihad vazifesini bihakkın yerine getirdiklerine şüphe yoktur. Kur’an’da savaşa izin verildiğini ifade eden ilk âyet Medine’de nazil olan sûreler arasında yer almaktadır. (el-Hac 27/39) Halbuki Mekki sureler içinde de gerek Hz. Peygamber’e gerekse diğer müslümanlara Allah yolunda gayret göstermelerini, güçlüklere göğüs germelerini, kafirlere boyun eğmeden Kur’an’a dayanarak onlara karşı “büyük bir mücâdele” vermelerini emreden ayetler mevcuttur.
Allah kullarına, gerektiği gibi takvâyı (Al-i imran 3/102), gerektiği gibi cihadı da emretmiştir. “Allah yolunda gerektiği gibi (Hakka cihadihi) cihad edin.” (Hac, 22/78) Abdullah İbnü’l-Mübârek Hazretleri “gerektiği gibi cihad etmek”ten maksadın, nefs ve hevâ ile mücâhede etmek olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir savaştan dönerken “küçük savaştan (cihad-ı asgar) büyük savaşa (cihad-ı ekber) dönüyoruz” diyerek bunun da “kulun hevâsı ve gereksiz arzuları ile mücâhede etmek” olduğunu söylediği meşhurdur. Yine Veda Haccı’nda “cihad eden” mânâsına gelen mücâhidi şöyle tarif etmişlerdir: “Mücâhid, Allah’a itaat yolunda nefsiyle cihad edendir.”
Bu konuda İbnü’l Kayyım su değerlendirmelerde bulunur: “Dıs âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, kulun, Allah’ın zâtı konusunda nefsiyle yaptığı cihadın bir uzantısı olduğundan nefis ile cihad, dıs âlemdeki düşmanla cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak, emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını, bırakması için nefsiyle cihad etmez, Allah yolunda ona karşı savaşmaz ise dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün olmaz. İçindeki düşman onu otoritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve kendisi de o düşmana karşı cihad etmemiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken düşmanıyla cihad etmek ve ondan intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle kimse nefsiyle cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.”
Bütün bunlardan anlıyoruz ki insan zorluk ve çile içinde yaratılmıştır. Hayat bir imtihan ve mücâdele sathıdır. Bu mücâdele, genel mânâda “cihad” diye isimlendirilmiş, özelde ise dış cephede ve ictimâi planda yapılan “cihad (cihadı-asgar), iç cephede, nefis ve hevâya karşı icrâ edilenine ise “mücâhede” (cihad-ı ekber) denilmiştir.
Nefisle cihad daha çetin, daha sürekli olmakla birlikte birisini diğerine tercih mümkün değildir. Yeri ve zamanı neyi gerektiriyorsa mü’min o yöne ağırlık verir, diğerini hiçbir zaman ihmal edemez.
Tasavvuf Kur’an ve sünnetin mantığından hareket ederek “cihad” terimini bütün şumûlü ile algılamış, yine aynı noktadan hareketle mihverine “cihad-ı ekber”i almıştır. “Cehennem’e ilk atılacak kimseler gösteriş ve nam yapmak için ilim öğrenen âlim, sadaka veren zengin ve cihad sırasında öldürülen kişi” hadis-i şerifinin işaret ettiği mânâ doğrultusunda amellerin Rızâ-yı Bârî’ye uygun olmasını temin edici şuur ve şuurlandırma ön plana alınmıştır.
Zikirsiz bir cihad düşünülemez. Allah rızası duygusundan mahrum, sâlih niyyet olmadan ortaya konulan aksiyon/amelin neticesi yoktur. Bunun mukabili amelsiz, hareketsiz bir din de İslâm olamaz. Yani cihadsız da zikir düşünülemez. İki cephe de birbirinin tamamlayıcısıdır ve süreklidir. Bu sürekli çabaya “dâimi sefer” denilir. Ulaşılan neticeye ise Kur’an-ı Kerim “fetih” (feth) demektedir.
Tasavvufun müstesna kurumları olan tarikat ve tekkeler Din’i ve Din’in emirlerini bir bütün olarak algılayarak yeri ve zamanına göre yetiştirdikleri usûllerle cihadın her türlüsünü gerçekleştirmişlerdir.
Ellerine aldıkları ferdi kemâle erdirerek en üstün insanlık vasıflarıyla donanmalarını sağladıktan, hevâ ve heveslerinin esiri olmaktan kurtardıktan sonra toplumun ve kitlelerin istifadesine sunmuşlar; yerine göre tâcir olarak gösterişten ve kendisi için yasamaktan uzak, diğergam insanlar olarak yasamalarına önayak olmuşlar; hayatlarını anlamlandırmayı bilmişlerdir.
İslâm’ın hızla yayılmasında kısa zamanda geniş çoğrafyalara hâkim olmasında etkili olan en önemli faktör tasavvufi kurumlar olan tarikat ve tekkelerdir. Henüz İslam’ın ulaşmadığı toplumların arasına karışmak, kendilerine has sevdirici, okşayıcı ve ikna edici ûslup ve yaklaşımlarıyla İslâm’ı tebliğ etmişler, böylece o bölgelerin resmen İslâm topraklarına katılmasını kolaylaştırmışlardır.
Tasavvuf ehli vasıtasıyla İslâm’ı tanıyan toplumlarda İslâm kalıcı bir şekilde yerleşmiştir.
İslâm tarihinde zühde dâir ilk eserlerden olan Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekâik’i telif etmiş olan Abdullah İbnü’l-Mübârek hazretleri, hayâtını üçe ayırır; bir yıl cihada (savaşa) gider, bir yıl hacca gider, bir yıl da ilim ile meşgul olurdu. Bu büyük alim ve mücâhidin cihad ile ilgili ilk kitabı (Kitâbü’l Cihad) yazması hayli ilginçtir.
Esasen, hele hele ilk devirlerde, tekke Şeyhi ile müderrisi, dervişle gaziyi, mürid ile muallimi birbirinden ayırmak ve ayrı düşünmek mümkün değildir.
Bu ruh ile yetişen insanlar “Cihadın en üstünü, zâlim sultana karşı hak sözü söylemektir.” prensibini şiar edinmiş, Şartların gerektiği ve ihtiyaç hasıl olduğu her zaman bu prensiple hareket etmişlerdir.
Yeri gelip cepheye gittiklerinde, “düşmanınızı öldürürken dahi güzel öldürünüz” emrinin tesiri ile davranmışlar, kılıcı altında kıvranan azılı düşmanı, kendisine tükürdüğünde, hissî olur diye öldürmeyen bir ruh yüceliğine ulaşmışlardır. Çünkü amaç diriltmektir. Ve bu amel Allah için O’nun adının yücelmesi uğruna yapılmaktadır. Yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi “mukaddes savaş” ve hunharlık değildir. Eğer öyle olsaydı insan başta kendisine düşman olur ve kendisini yok etmeye çalışması gerekirdi.
Böylesine gazâ ruhundan hareket eden dervişlerin Murâbıtlar Devletini kurduğunu yine bu ruh ve idealle sırf cihad için kurulmuş tarîkat olan Kazerűniyye’nin ortaya çıktığına şahit olmaktayız.
Muinuddin Çeşti’den Emir Abdülkadir’e, İmâm-ı Rabbânî’den Şeyh Şâmil’e, Ahmed-i Yesevi’den Ömer Muhtar’a, Aziz Mahmud Hüdâi’den Ahmed Ziyâüddin-i Gümüşhânevî’ye… Allah dostlarının, yetiştirdiği insanların ve tesir ettiği toplumların cihadın her safhasına katıldıklarını, hayatı Allah’ın huzurundaymış gibi sürdürdüklerine tarih şahiddir.
İslâm münkeri hoş görmez. Müslümanın münker karşısında tavır almasını, ve onunla cihad etmesini ister. Bunun en hafifi de kalben buğzetmektir. Cihadın en temel levâzımı zikirdir.
Cihad, cihaddır. İslâm da cihad dinidir. Allah’ın va’adi gereği cihad mutlaka zaferle biter. (Ankebût, 29/69) İç ve dış cihadda zafere ulaşanları da Kur’ân-ı Kerim şıddîkiyet makamına layık görmektedir. (Hucurât, 26/15)
Ne mutlu mücahidlere!
Ne mutlu sâdıklara!