Tarihin Görüntüleşmesi ve Maket Mekanlar

tarihselciligin_tarihten_mesruiyet_arayisi_h36742_259ca-300x183 Tarihin Görüntüleşmesi ve Maket Mekanlar

Müzeleştirme

Cahildim dünyanın rengine kandım…

– Neşet Ertaş

Hafıza, bir iz ve göstergenin maket hali değil, hayat ha­lidir. İz ve gösterge, bugün yaşadığımız hayatta sürekliliğe sahip değilse, onunla ilgili bir geçmişten ve tarihten söz edi­lemez. Bu anlamda hafıza, daha çok dünle değil bugünle il­gilidir. Bundan dolayıdır ki geleneği olan toplumlarda (bu ister Doğu’da olsun ister Batı’da olsun fark etmez) iz ve gösterge, zaman ve mekân bağlamında hayat üzerinden devam eder. Belki de bunun için geleneğe yaslanan top- lumlardaki bu süreklilik, modern anlamda müzeye ihtiyaç duymaz. Çünkü dün, bugün ve yarın kesintisiz bir bütünlük ve sürekliliktir. Modern zaman anlayışı ise ilerlemeci bir sü­reklilik telakkisine dayansa da bütünlük ve yekparelik ilke­sinden mahrumdur; tarihin tarih olarak kabul edildiği bir zaman diliminde başlar. Burada kurgulanan, tanımlanan, belirlenen, üretilen bir tarih söz konusudur. Üretilen ve bir gösteri ve görüntü haline gelen tarih, zaman ve mekân, bir dolaşım unsuru olarak seyredilmek ve görünmek ister. Bu ise tabii olarak bir hafıza üretimini gerekli kılar. İşte modern anlamda müzeleştirme ve müzeler bu bağlamda ortaya çıkar; tarihin, zamanın ve mekânın görüntü galerileri, yeni hafıza mekânları haline gelir.

Burada sadece müzeler değil, modern tarih telakkisi çer­çevesinde geçmiş yeniden kurgulanarak, geçmişten kalan ve Modernite’ye meşruiyet sağlamayan her şey hayattan ko­parılarak fosilleştirilir, gösteri ve görüntü unsuru haline ge­tirilir. Bu, hakikatte tarihin ve tarihî olanın görüntüleşmesi anlamına gelir. Sadece müzeler değil, tarihî mekânlar, geç­miş zaman ve bizzat geçmişin kendisi tarih olmaktan çıka­rılarak, insanla olan bağı kopartılır.

Kurgulanan yeni hafıza mekânları ise hatırlamaktan daha çok unutturmayla ilgilidir. Çünkü modern insan, geçmişi ta­rih yapmak yerine, kurguladığı tarihi geçmiş yapar ve sa­dece bugünü ve geleceği değil, geçmişi de yeniden oluşturur.

Yeni hafıza mekânları, geçmişi tarih ve hafıza olmaktan çıkarırken insana neyi bilmesi, neyi hatırlaması, neyi yap­ması gerektiğini; onun hafızasının ve tarihinin nasıl olaca­ğını da belirlemek ister. Bir bakıma Modernite’nin insan, zaman ve mekânla ilgili kendine yüklediği anlam, bunu zo­runlu kılar. Modern süreç öncesi tarih hatta insan, sadece modernleşme sürecini meşrulaştırdığı ölçüde bir anlam ka­zanır. Geçmiş, modern sürece göre kategorilendirilerek ta­nımlanır ve kurgulanır. Bundan dolayıdır ki müzeleştirme, bu haliyle bir hafızadan daha çok bir unutma ve unutturma biçimidir. Aynı zamanda müze, yeni sürecin göstergelerini, izlerini ve kutsallarını oluşturma ve gösterme mekânlarıdır. Geçmişin “çirkinlikleri, ilkellikleri, hurafeleri” kadar, yeninin ve geleceğin “güzellikleri, modernlikleri ve kutsallıkları” da burada gösterilecektir.

Modern dönemde tarihi yapan değil, yazan kurar. Bu an­lamda bizatihi tarihin kendisi modern insan için müze kur­maktan ve maketler oluşturmaktan çok da farklı değildir. Antik Yunan ve Roma’nın ne olduğu, Doğu’nun, Batı’nın, fel­sefenin, sanatın, düşüncenin, ileri ve gerinin, iyi ve kötünün ne anlama geldiği, bugünden tanımlanır ve belirlenir. Bir film senaryosu yazılır gibi tarih yazılır. Kimlerin insan, kim­lerin vahşi olduğu belirlenir. Roller dağıtılır. İyi adam, kötü adam hepsi bellidir. Mısır, İran, Çin, Hint, Kızılderili, Afrikalı, İslam, Hıristiyan ve Yahudi tarihî gerçeklikleriyle tarihin dı­şına atılırken, modern insana göre yeni bir hafıza inşâ edi­lir. Yeni tanımlar eski gerçekliklere giydirilir.

Evrimci tarih anlayışı temelde, insanı hem müteâl olan­dan hem de insandan koparıp hayvana indirger. Böylelikle insan aşkın boyutunu ve hafızasını ilke olarak kaybeder. Ar­tık ne yaratılış teorilerinin ne de Yaratanın, insan hayatında ve hafızasında bir anlamı vardır. Din, gelenek, mitoloji sa­dece tarihî bir malzeme ve insanın evrim sürecindeki yanıl­samalarıdır. İnsan, ilerlemeci bir tarih anlayışı çerçevesinde bir canlının yalnızca evrilmiş türüdür. Buna ayak uyduranlar iyi, uyduramayanlar ise kullanım değerlerine göre anlamlıdır.

Egemen bir kültür ve hayat nizamı olarak kapitalistleşme – modernleşme sürecinde insanın yaratıcı olarak merkeze alınması; zamanın ve mekânın, geçmişiyle ilgili olarak il­kellikle tanımlanmaya başlaması, elbette modern de olsa insan için varoluşuyla ilgili bir travmaya yol açtı. İnsan bir geçmiş, bir tarih, bir hafıza problemiyle karşı karşıya kaldı. Zaman, bölümlere ayrılarak sürekliliğinden koparıldı. Mekân ise hafızasından tamamen soyutlandı. Sadece insanın de­vamlılığı değil, zamanın ve mekânın devamlılığı problemi de ortaya çıktı. İnsanın, geçmişi, geçmişteki insanı ve dünyayı ilkel, çirkin ve kötü görmesi, modern sanat anlayışının en temel sâiki haline geldi. Modern sanatkâr, yeni yaratıcı ola­rak, tarihçinin geçmişi kurguladığı gibi o da kendini bu kurgu üzerine mevcut dünyayı rasyonel, modern, güzel ve iyi yap­makla yükümlü hissetti. Sanatın, zamanı ve mekânı hatta dünyayı aşma isteği, gerçekte geçmişi aşma ve bugünü ve geleceği kurma arzusundan bağımsız değildi. Sanat, bir an­lamda yen/ kutsallar üretme aracı haline gelirken, modern insanın hafızasını da birinci derecede o oluşturdu.

İnceleyin:  Güzeliğe Hadd ü Kenar Olmaz

Sanatın modern süreçle birlikte insan yaratıcılığının mer­kezine oturması, insanın sadece gelecekle ilgili değil, geç­mişle ilgili yeni kurgularının da belirleyicisi oldu. “Her şeyi yaratan” insan tasavvuru, tarihi yeniden inşâ ederken ta­rih sadece yeninin, ilerlemenin ve geleceğin göstergesi ha­line geldi. İnsan güzelleştirme, uygarlaştırma adına dünyayı yeniden yaratırken; yeni dünya, yeni insan, yeni zaman ve mekân iyi, doğru ve güzelken; geçmiş, eski dünya, eski in­san ve eski zaman ve mekân ilkel, kötü, yanlış ve çirkin ola­rak nitelendi.

Mekanikleşme ve hız ile birlikte klasik zaman, mefhu­munu yitiren insan, yeni süreçte zamana tutunmanın çe­şitli yollarını da aradı. Nostalji, romantizm ve tarihin kut­sanması bunun en önemli göstergeleri oldu. Tarihin belli bir bölümü ilkelleştirilirken belli bir bölümü de kutsandı. Her­kes kendini buna göre ayarladı hatta tarihini buna göre ye­niden yazdı. Hafıza, gerçeklik olmaktan çok kurguyu temsil eder oldu. Geçmiş, geleceğe göre yeniden geçti.

Aslında her şey bir film gibiydi, ya da bir hayal… Sey­rediliyordu her şey, çünkü her şey gösteri ve görüntüydü. Sadece tarih değil, mekanikleşen zaman ve görüntüleşen mekân da maketleşiyordu. Bu süreçte artık geçmiş, temsil kabiliyetini yitirip bir gösteri unsuru haline dönüştü. Mekân­lar anlamından soyutlandı ve yaşanan mekân olmaktan çı­karak, seyredilen mekânlar, içinde yaşanan değil, dolaşılan mekânlar haline geldi. Mekânın içinde dolaşan insanlar da dolaşımın göstergeleriydi. Geçmiş artık sürekliliğin konusu değildi. Geçmişe nostalji yapma, onu nostaljik olarak yü­celtme; hatırlama değil, yok etme biçimiydi bir bakıma. İn­san, kısa bir sürede yeni ve gelecek uğruna geçmişten çekildi.

Yeni düzlemde geçmiş, korkunun unsuru haline geti­rildi. İlkellikle tanımlanan geçmiş, barbarlık, vahşet, gerilik ve gericilik gibi tanımlamalarla zamanın, mekânın ve haya­tın dışına atıldı. Geçmiş kötünün, gelecek ise iyinin göster­gesi olarak sunuldu. Tarihî mekân ve müze tasavvuru, bir anlamda insanı geçmişten hem korkuttu hem de kopardı. Modern insan; geçmişi korkuların, kaygıların, eskinin, te­dirginliklerin nesnesi olarak kabul ederken; geleceği, umu­dun, ilerlemenin hatta cennetin göstergesi olarak kabul etti. Yeni durumda cennet, geçmişte değil, gelecektedir. Çünkü geleneksel telakkide cennet geçmişteydi ve insan, hatası yüzünden Tanrı tarafından cennetten kovulmuştu. Modern telakkide ise insan, “Tanrı”yı dünyadan, yeniden, gelecek­ten kovarak cenneti burada kuracaktı. Bundan dolayıdır ki modern düşüncede cennet tasavvurları hep gelecekle ilgi­lidir. Dolayısıyla geçmişin ilkelleştirilmesi, cennet tasavvu­runa karşı bir tepkidir.

Geçmişi yok etmek geleceği yok etmekti oysaki. Çünkü geçmiş vardır ve gelecek var olacaktır. Geçmiş yaşanmıştır ve yaşanan vardır. Yaşanmayanın varlığından ise yaşanana kadar söz edilemez. Var olanı yok etmek, geleceği yok et­mek anlamına gelir. Var olanı yok ederek geleceği var say­mak ise hem geçmişin hem de geleceğin bir yanılsama olmasıyla mümkündür. Nitekim Modernite’nin başardığı budur. O, var olanı yok ederken, olmayanı var göstermeyi başarır. Bundan dolayı din ve gelenek gibi pek çok unsuru bir illüzyon yani yanılsama olarak telakki eden modern dü­şünürler, gerçekte kendileri Modernite vasıtasıyla bir yanıl­sama üretirler. Ama kullanım ve dolaşım değerlerinden do­layı gerçekmiş gibi kabul edilir.

Müzeler başta olmak üzere görüntüleşen ve maketleşen mekânlar, tarihin göründüğü yerler değil, tarihin istendiği gibi görüntüleştirildiği ve görüntülendiği yerlerdir. Çünkü müzeler bir kurgudur. Böyle olduğu için görülmek ve gezil­mek isterler. Görüldüğü ve gezildiği oranda zihinleri tanım­lar ve inşâ ederler. Müze, müzeyi kuranın geçmiş tasavvuru olduğu gibi gelecek tasavvurudur da. Gerçekte müzeler bizi geçmişe değil, geleceğe taşırlar. Ancak bu gelecek, geçmişi olan bir gelecek değildir. Müzelerin kendini göstermek is­temesi, görünme arzusundan çok, örtme, silme arzusun- dandır. Her müze gösterdiği kadar da örter ve siler. Müzeler aynı zamanda geçmişin bedensizleştirilmesi, ruhsuzlaştırıl- ması hatta tarih olmaktan çıkarılmasıdır. Başka deyişle ta­rihi görüntülere indirgeyerek, görünmez hâle getirmektir. Çünkü görüntüleşen her şey görünmez hâle gelir. Görüntü­leşen tarihin ve mekânların temsil özelliği olamaz.

Dolayısıyla müzeye giden bir insan, gerçekte ne geçmişi ne tarihi ne de zaman ve mekânı görür. Aksine kendisinin görmesi istenen şey kendisine gösterilir ve sadece onu gö­rür. Müze bir temsil, iz ve gösterge değildir. Aksine, temsil, iz ve göstergeleri yok etme üzerine kurulmuştur. Çünkü ma- ketleştirilen mekânlar cansızdır. Böyle olduğu için de müze­ler, imgeler vasıtasıyla hem kendini hem de seyredeni sü­rekli tanımlar.

İnceleyin:  Sabır Yelkenleri

Hâlbuki modern insanlara göre müzeler güzelliğin, kül­türün, sanatın, ilerlemenin ve gelişmişliğin göstergesi ola­rak kabul edilir. Hatta daha da ötesi müzeler, modern insa­nın ve toplumun kutsalla karşı karşıya geldiği, âyin yaptığı mekânlardır. Aynı mekânda eskiyle yeniyi birlikte yaşaya­rak yeninin kutsallığını, eskinin ilkelliğini özümseyerek, zi­hin tazeler. Burada modern insan açısından bir sorun yok­tur. O, yeni hayat anlayışının gereğini yerine getirmektedir. Ancak bu müzeleri gezerken hayıflanan, Batılı olmayan in­sanların yaşadığı trajik ve dramatik durum daha da ilginçtir. Geçmişi yok edilen, hafızası bertaraf edilen Batılı olmayan insanların müzelerde modern insandan daha kutsal bir âyin benzeri süreç yaşamaları, yanılsamanın boyutlarını gösterir.

Modern sanatın seyretmeye indirgenen amacı, en çok müzelerde kendini gösterir. İnsan, seyrederek kendinin dı­şına çıkar. İslam irfan geleneğindeki seyr’in aksi durumdur bu. Çünkü burada seyr bir yolculukken, modern bağlamda seyr varlığın dışında kalmayı zorunlu kılar. Bildiğimiz an­lamda bir yol, yolcu ve yolculuk söz konusu değildir. Bir başka deyişle modern anlamda seyir, insanı seyredilenin dışına atmaktır.

Gösteri unsuru haline gelen mekânlar, anlamını yiti­ren geçmiş, her ikisinden de kopan insan, modern ilkelere ayak uydurduğu oranda bir anlam ve varlık alanı kazan­maktadır. Geçmiş veya geçmişten bugüne ulaşan iz ve gös­tergeler bir görüntü unsuru derekesine indirgenirken, mo­dern insan için geçmiş ve eski, hard diske depolanan tarihî bir bilgiden başka bir şey değildir. Geçmiş, hayatımızda ve bugünümüzde değildir. Modernite’nin bugün yeni kutsal­ları olarak telakki ettiği ve yine sanat galerilerinde ve mü­zelerinde sundukları ise bir hafıza bağlamı olmadığı için bir gösteri unsuru, bir görüntü olmaktan öteye geçemeyecek­tir. Kapitalist ve modernleşmiş bir dünyada ister geçmişin maketleştirilmesi isterse bugünün kurgulanması olsun fark etmez; kullanım ve dolaşım değeri olmayan hiçbir şeyin an­lamı söz konusu değildir.

Bugün çoğu ulu mabetlerin bir görüntü ve gösteri un­suru haline dönüşmesi, turistik belirleyiciliğin daha baskın olması, bir kilise ve caminin sanat galerisi veya müze yapıl­ması, birtarihî ev veya mekânın restoran, medresenin kafe, tekkenin müze, tarihî mahallenin turistik amaçlarla gösteri ve tüketim unsuru haline getirilmesi; hepsinin hayattan, za­mandan ve mekândan koparılarak hafızasızlaştırılmasıdır. Öyleyse bugünkü müzeler, birinci derecede geçmişi tarih yapmak veya hafızayı diri tutmak adına değil, aksine geç­mişi unutmak, geçmişin imkânsızlığını kabul etmek üzerine kuruludur. Ancak geçmişini tarih yapan ve tarihin süreklili­ğini sağlayan toplumların nostalji ve romantizm tuzağına düşmeden, hafıza amaçlı ortaya koydukları çalışmaları ve çabaları da bundan istisna tutmak gerekir. Çünkü tarih, ha­yatın olduğu yerde tarihtir. Bunun olmadığı yerde ise dün, bugün ve yarın sadece görüntüdür. Tarihi geçmiş olmaktan kurtaran şey hayata dahil olmasında yatar.

Görüntü görülmek ister. Bunun için de görülmeyi ken­disi belirler. Buradaki görülme seyredilmedir. İnsan burada görmenin öznesi değildir. Görüntü, özne olduğu için insan bakmayı ve görmeyi belirleyemez. Hatta kendi akıl ve ira­desiyle bakamaz ve göremez. Baksa bile baktığı kendi gözü ve bakışı değildir. Gösterinin olduğu yerde görmenin ve gö­rüntünün olduğunu zorunlu olarak düşünürüz. Ancak mo­dern süreçte bakış olmadığı için bir görmeden söz edemeyiz. Bunun içindir ki bu süreçte oluşturulan gösteri ve görüntü unsurları, bir bakma ve görme hadisesi değil, bir kör etme ve görememe hadisesidir. Bakışın imkân olmadığı yerde gö­rüş olmaz. Modern süreç, insanın bakışını elinden alarak ta­rihi, bugünü ve yarını, kurgulanan görüntüler haline getirir. Dolayısıyla bu durumda görünen değil, sadece gösterileni görme imkânı mümkündür. Maket mekânlar görmenin de­ğil, seyretmenin mekânıdır, öyleyse maket mekânlara biz bir gerçekliği değil, bir kurguyu; bir hayatı değil, bir fosili; bize görüntü olarak sunulanları görmeye değil, seyretmeye gideriz, insan geçmişini unutarak tarihin dışında olduğu sü­rece de görünenin farkında olmayacağı gibi, görmenin ne olduğunu da anlayamayacaktır. Kendine dayatılanı bilecek, seyredecek ve düşünecek hatta inanacaktır. Modern döne­min yaratıcı insanı gerçeklik değil, bir yanılsamadır. Tarihin dışındadır. Zamanını ye mekânını yitirmiştir. İnsan için ta­rihin dışında olmak hayatın dışında olmaktır. İnsan, uzun zamandır kendini bilemediği için de bulamamaktadır; ken­dini bilmek için de kendilik şuuruna sahip olmak, kendini bulmak gerekir; kendini naşıl kaybettiğini anladığında ise kendini bulacak ve kendini bilecektir…

Dursun Çiçek – Mekanın Ötesi,syf:

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir