Tanrı’sız Bir Hayat -Ateizm Nasıl Bir Hayat Sunar?
Ateizm, hayatta karşılığı olmayan, içi boş ve hayalî bir entelektüel vaziyet/tavır değildir. Eğer iddiaları doğru ise, ateizmin nasıl bir hayat sunacağı hususunda pek de iç açıcı olmayan bazı kaçınılmaz, varoluşsal ve mantıksal çıkarımlarda bulunulması gerekiyor. Ateizmin perspektifinden bakıldığında hayat, saçma ve gülünç bir şeydir. Aşağıda sunacağım argümanın gayesi Tanrı’nın varlığına dair aklî bir delil sunmak veya Tanrısız bir hayatın saçma oluşu üzerinden Tanrı’nın varlığını ispat etmek olmasa da; kitap boyunca tartışacağımız aklî argümanlar için iyi bir temel sağlayacaktır.
Bölüm l’de bahsedildiği gibi, birçok ateist, tabiatüstü gerçekliğin olmadığına ve kainattaki bütün olayların fizikî faaliyetler üzerinden açıklanabileceğine inanan felsefi natüralistlerdir. Felsefî natüralizm ile cem edilmiş bir ateizm, varoluşsal bir felaketin reçetesidir. Formül basittir: insana hesap vermesi gerektiğini söyleyen İlahî mesuliyeti ortadan kaldıran ‘Tanrı yoktur’ fikri, nihaî bir ümit, değer ve gayeden yoksunlukla sonuçlanır. Aynı zamanda anlamlı ve ebedî bir saadete de götürmez.[42] Vardığımız bu netice köhne bir dînî klişe değil; ateizmin mantıkî ve varoluşsal çıkarımları üzerine mantık üzere düşünmenin bir neticesidir.
Ümitsizlik
Ümit, bir şeyin vuku bulmasına dair bir beklenti ve arzu olarak tarif edilir. Hepimiz güzel bir hayatımızın olmasını, sağlıklı olmayı ve iyi bir işimizin olmasını arzularız, ümit ederiz. Nihayetinde hepimiz, ebedî ve mutlu bir hayat sürmek isteriz. Hayat öyle muhteşem bir nimettir ki hiç kimse, kendi varlığının sona ermesini istemez. Benzer bir şekilde, herkes, nihayetinde yanlışların düzeltildiği ve ilgililerin hesaba çekildiği bir tür nihai adaleti [mahkemeyi] arzular. Eğer sefalet İçinde bir hayat sürüyorsak veya birçok çileye maruz kalıyorsak, huzura ve rahatlığa erişmeyi arzularız, ümit ederiz. Bu, insan tabiatının bir yansımasıdır; karanlık bir tünelin sonunda aydınlığı ümit ederiz, eğer huzura ve neşeye erişmiş isek böyle kalmasını isteriz.
Ateizm, İlahî olanı ve tabiatüstünü reddettiğine göre, ölüm sonrası hayatı, yani ahiret mefhumunu da reddeder. Ahiret olmadan, acı dolu bir hayatın ardından sizi memnun kılacak herhangi bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla hayatımız sona erdikten sonra olumlu bir şeyler olması yönündeki beklentimiz kaybolmuştur. Ateizmin gölgesinde, içinden geçtiğimiz karanlık tünelinin ardından aydınlık bir çıkış bekleyemeyiz. Düşünün ki üçüncü dünya ülkelerinden birinde doğdunuz ve bütün hayatınızı açlık ve fakirlikle geçirdiniz. Ateizmin dünya görüşüne göre adeta ölüme terkedilmiş bir durumdasınız. Bunu İslâmî bakış açısı ile karşılaştırın: hayatımızda karşılaştığımız bütün meşakkatler sonradan elde edeceğimiz daha iyi bir karşılık için varlar. Dolayısıyla geniş bir çerçeveden bakıldığında, çektiğimiz hiçbir çile anlamsız değil. Allah bizim çektiğimiz her sıkıntıdan haberdar ve karşılığını verecek, bizleri mükafatlandıracak (bolüm 11). Ateizme göre, yaşadığımız acılar duyduğumuz haz kadar anlamsız. Erdemli insanların büyük fedakarlıkları ve mağdurların yaşadıkları sıkıntılar, nemelazımcı bir dünyada birbiri ardına düşen domino taşları gibi, ne yüce bir iyilik için ne de yüksek bir ahirete dair hiç bir ümit yok. Zevk dolu ve lüks içinde bir hayat yaşamış olsak bile birçoğumuz, kaçınılmaz olarak, talihsiz bir kadere veya durmaksızın artan bir haz talebine mahkum olacağız. Kötümser filozof Arthur Schopenhauer, bizi bekleyen ümitsizliği ve talihsiz kaderi şöyle izah ediyor:
“Biz insanlar kasabın gözlerinin süzüp, içlerinden önce birini ardından bir başkasını seçtiği kırda oynaşan kuzuları andırıyoruz; çünkü iyi günlerimizde bizi tam da bu anda hangi felaketin pusuda beklediğini, hangi hastalık, sefalet, işkence ve eziyetin, uzuv, akıl ve can kaybının birdenbire bastırmak için hazırlandığını bilmeyiz… Zamanın bizi telaş içerisinde biteviye koşturup durması, asla nefes alma imkânı sunmaması, elinde kamçıyla buyurgan bir iş tevziatçısı gibi hepimizin tepesinde beklemesi ile hayatimizin bir azap ve işkenceye dönmesi arasında en küçük bir bağ kurma imkânı yoktur. Zaman ancak can sıkıntısının cenderesi içinde kıvrananların başına bela kesilmez ve onları sık boğaz etmez… Doğrusu dünyanın ve dolayısıyla insanın da gerçekte hiç olmaması gereken bir şey olduğu kanaati bizi birbirimize karşı tahammüle sevk etmeyi amaçlar; çünkü böylesine berbat ve müşkül (açmaz) bir durumda bulunan varlıklardan ne bekleyebiliriz ki? Aslında bu noktadan bakıldığında derhal nazarımıza çarpar ki gerçekte bir kimseyle diğeri arasında uygun hitap tarzı Sir Monsieur ve benzeri yerine Leidensgefâhrte, socii matorum, compagnon de miseres, my fellow-sufferer olmalıdır, [son dört kelime sırasıyla Almanca, Latince, Fransızca ve İngilice ıstirapdaş (ım) anlamına gelir]”[43]
Kur’an’da da bu ümitsizlikten bahsedilir. İman edenler ye’se düşemez; her daim ümit olacaktır ve ümit, Allah’ın merhametiyle irtibatlıdır ve Allah’ın merhameti hem bu dünyada hem de ahirette tecelli edecektir: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rah- metinden ümit kesmez.”[44]
Ateizme göre, nihai adalet ulaşılamaz bir hedeftir, hayat dediğimiz çölde bir seraptır. Ahiret olmadığına göre, insanların hesaba çekileceği yönündeki bütün beklentiler nafiledir. 1940ların Nazi Almanya’sını düşünün. Eşinin ve çocuklarının gözleri önünde katledilen Yahudi bir kadının gaz odasına atılma sırasını beklerken adaletten ümidi kalmamıştır. Naziler nihayetinde mağlup olmuş olsalar da, adalet, bu bayanın ölümünden sonra vuku bulmuştur. Ateizme göre bu bayan şimdi hiçbir şey, sadece maddenin farklı bir şekle dönüşmüş halinden ibaret. Cansız bir varlığı teskin etmeniz de mümkün değil. Fakat İslam, herkese İlahî adaleti vadediyor. Hiç kimseye adaletsizlik yapılmayacak ve herkes hesaba çekilecek:
”O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.”[45]
“Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulm edilmez.”[46]
Felsefî natüralizmin nazarında hayat, bir annenin çocuğuna bir oyuncak vererek sebepsiz yere geri almasına benziyor. Hayat, şüphesiz, muazzam bir nimettir. Fakat tecrübe ettiğimiz bütün zevkler, neşeli anlar ve sevgi, bizden alınacak ve ebediyen yok olacak. Ateist, İlahî olanı ve ahireti reddettiğine göre, dünyada tecrübe edilen bütün güzellikler de yok olacak. Daimî bir mutluluk, sevgi ve neşe için ümidimiz yok. Fakat İslam ile bu müspet tecrübeler ahiret hayatında zenginleşerek devam eder:
“Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır..”[47]
“Güzel iş yapanlara (karşılık olarak) daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî kalacaklardır,,”[48]
“Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler. Onlar ve eşleri gölgelerde koltuklara yaslanmaktadırlar. Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şeyvardır.”[49]»
Nihai bir değerden yoksunluk
Bir insan ile tavşan şeklinde bir çikolata arasındaki fark nedir? Bu aslında ciddi bir sorudur. Natüralist bir dünya görüşünü kabul eden birçok ateiste göre var olan her şey aslında maddenin yeniden düzenlenmesinden ibarettir veya kör, bilinçsiz fiziksel faaliyetlere ve sebeplere bağlıdır.
Eğer bu doğru ise ikisi arasında bir fark var mıdır?
Elime bir çekiç alsam ve tavşan şeklindeki bu çikolatayı parçalasam ve ardından da aynısını kendime yapsam, natüra- lizme göre bu iki hareketim arasında bir fark yoktur. Çikolatanın parçaları ve benim kafatasımın parçaları aynı şeyin yeniden düzenlenmesinden ibaret olurdu: soğuk ve cansız olan maddenin.
Bu argümana verilen tipik cevaplar şöyledir: “bizim hislerimiz var”, “biz canlıyız”, “biz acıyı hissederiz”, “bizim bir kimliğimiz var” ve “biz insanız!” Natüralizme göre bu cevaplar yine maddenin yeniden düzenlenmesine veya daha kesin bir ifade ile, insan zihnindeki nöro-kimyasal [sinir sistemi kimyası ile alakalı] faaliyete indirgenebilir. Hissettiğimiz her şey, bütün konuşmalarımız ve yaptıklarımız, maddenin en temel bileşenlerine veya en azından birtakım fiziksel faaliyetlere indirgenebilir. Dolayısıyla bu duygusallık, ateist biri için geçersizdir çünkü duygular dahil her şeyin, değer duygusunun bile, temelinde soğuk fiziksel faaliyetler yer almaktadır.
İlk sorduğumuz soruya dönelim: Bir insan ile tavşan şeklinde bir çikolatanın arasındaki fark nedir? Ateizmin bakış açısından baktığımızda cevap ikisi arasında gerçek bir farkın olmadığıdır. Bir fark görülecek olsa dahi sadece bir yanılsamadan, hayalden ibarettir, hiçbir nihai değer yoktur. Eğer her şey maddeden ibaretse ve fiziki sebepler ve faaliyetlerin neticesiyse, hiçbir şeyin hakiki bir değeri yoktur. Tabi eğer ‘madde’ kendi başına bir değerdir denirse farklı, fakat bu doğru dahi olsa maddenin bir şekilde tanziminin/düzenlenmesi ile diğer bir şekilde tanzimi arasındaki farkı nasıl anlayabiliriz? Daha karmaşık olanın daha değerli olduğu iddia edilebilir mi? Neden böyle bir değer olsun ki? Unutmayın, ateizme göre hiçbir şey bir gaye üzerine yaratılmamıştır ve tasarlanmamıştır. Her şey, sadece, soğuk, rastgele ve bilinçsiz fiziki faaliyetlerin-ve sebeplerin ürünüdür.
İyi haber şu ki hayata bu şekilde bakan ateistler, inançlarının vaz ettiği aklî zemin üzere yaşamıyorlar. Çünkü eğer böyle yapsalardı çok kasvetli bir halde olurlardı. Varoluşumuza nihai bir değer atfetmelerinin sebebi onların doğuştan gelen tabiatında bulunan, Tanrı’yı ve varlığımızın hakikatini tanıma temayülüdür (bk% Bölüm 4).
İslam noktainazarından baktığımızda Allah, bize değerimizi anlamamız, ahlakî hakikatimizin farkına varmamız için doğuştan gelen bir temayül bahşetmiştir. Bölüm 9). Bu temayüle fıtrat denir (bk% Bölüm 4). Nihai değer hususundaki iddiamız geçerlidir çünkü Tanrı bizleri bir gaye üzerine yaratmış ve yarattıkları arasından bizleri imtiyazlı İçilmiştir. Biz değerliyiz çünkü bizi Yaratan bize bu değeri vermiştir. ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık..”50
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.”51
İslam, iyilere ve hakikati kabul edenlere değer verir. Tan-rı’ya itaat eden ve dolayısıyla iyilik yapanlar ile cüretkâr bir biçimde itaatsizlik gösteren yani kötülük yapanları şöyle mukayese edilir: “İman etmiş kimse günaha batmış kimse gibi olur mu? Bunlar elbette eşit değildirler.”52
Natüralizm, ahireti ve İlahi adaletin her türlü şeklim reddettiğine göre suçlu olan ile barıştırıcı olanı [bir katil ile bir masum kişiyi] aynı son ile ödüllendirir: ölüm. Hepimizin kaderi aynı. Öyleyse Hitler ile Martin Luther King Jr.’un hayatlarının nihai değeri neydi? Eğer hayadan aynı şekilde sona eriyorsa ateizm bize burada hangi hakiki değeri verebilir? Verecek pek bir şeyi de yok aslında.
İslam’da ise Allah’a ibadet eden ve merhametli, dürüst, adil, kibar ve şefkatli olanların sonu ile kötülükte ısrar edenlerin sonu karşılaştırılır. İyi olanların kalacakları yer ebedi saadet yurdu, kötü olanların kalacakları yer ise azap yurdurur. Bu azap, Tanrı’nın merhametini ve rehberliğini kasten reddetmenin akıbetidir ve neticede manevi bir eleme sebep olur. Şüphesiz, bize nihai değerimizi veren İslam’dır. Fakat Ateizme göre değer, makul bir zeminde gerekçelendirilemez ve zihnimizdeki bir yanılsamadan ibarettir.
Arz ettiğimiz bu argümanın kuvvetine rağmen, bazı ateist- ler hâlâ itiraz ederler. İtirazlarından biri şöyledir: Tanrı neden bize nihai bir değer veriyor? Cevap aslında basittir. Tanrı, kainatı yaratmıştır ve ondan aşkındır ve O’nda sonsuz bir ilim ve hikmet vardır. İsimleri arasında El-Alim ve EI-Hakîm vardır ki O’nun yarattıklarına atfettiği değer herkesi kapsar ve tarafsızdır. Bu meseleye Tanrı’nın bütün noksanlıklardan münezzeh olan en mükemmel Varlık olması üzerinden de bakabiliriz. Buna göre, O’nun atfettiği değer hem tarafsız hem de nihaidir çünkü bu tarafsızlık O’nun mükemmelliğinden gelen bir hususiyettir.
Diğer bir itiraz, Tanrı’nın bize bir değer verdiğini kabul etsek bile bu değerin tarafsız değil sübjektif (öznel) olacağını çünkü O’nun kendi bakış açısına göre karar vereceği iddiasıdır. Bu görüş, sübjektivitenin (öznelliğin) ne demek olduğunun doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor. Sübjektivite, bir ferdin kısıtlı aklî kabiliyeti ve/veya duyguları için geçerlidir. Fakat Tanrı’nın perspektifi (bakış açısı) sonsuz ilim ve hikmet üzeredir. O her şeyi bilir, biz bilmeyiz. Klasik dönem alimlerinden İbn-i Kesîr Tanrı’nın hikmet ve ilmin tamamına sahip olduğunu; bizlerin sadece cüz’i bir ilme sahip olduğumuzu ifade ediyor. Bir diğer deyişle: Tanrı, resmin tamamını görü- yorken, biz ise ancak resmin içindeki ufacık bir pikseli (kare) görebiliyoruz.
George Washington Üniversitesi’nde İslam çalışmalarında bulunan Prof. Seyyid Hüseyin Nasr, nihayetinde değer kavramıyla alakalı olan, insan haklan ve haysiyet kavramlarının Tanrı’nın yokluğunda nasıl görüneceğini şöyle özetliyor:
“Beşeri sorumluluklardan ya da haklardan söz etmeden önce , temel dini ve felsefi “İnsan olmak ne demek?” sorusu cevaplandırılmalıdır. Günümüz dünyasında insan haklarından ve insan hayatının kutsallığından bahsedilmektedir ve bir çok sekülerist de, çeşitli dini dünya gülüşlerini benimseyenlere karşı olarak, kendilerinin insan haklarının gerçek savunucusu olduğunu iddia etmektedir. Ancak, yeterince tuhaf bir biçimde , çoğunlukla aynı insan hakları savunucuları, insanların gelişmiş maymunlardan başka bir şey olmadığına ve daha düşük hayat biçimlerinden ve nihayette çeşitli molekül bileşimlerinden geliştiğine inanmaktadır. Eğer insan moleküllerin asli kozmik karışımı üzerinde hareket eden “kör güçler”in sonucundan başka bir şey değilse, insan hayatının kutsiyeti tartışması manasız olur ve bu kavram, sığ bir duygusal ifadeden başka bir şey olmaz, insan onuru, gerçekte temelsiz olan, sadece ” üzerinde mutabakata varılmış münasip bir fikir”den ibaret bir anlam alanına mı sahip? Eğer bizler hayli düzenli cansız parçacıklardan başka bir şey değilsek, “insan haklan” iddialarının temeli nedir? Bu temel sorular hiçbir coğrafi sınır tanımaz ve düşünen her insan teki tarafından her yerde sorulur.”[50]
Bizim bir değerimiz var, peki dünya nasıl bir değere sahip?
Sizi en sevdiğiniz oyunlar, cihazlar, arkadaşlar, sevdikleriniz, yiyecek ve içeceklerle beraber bir odaya koysam ve beş dakika içerisinde bütün bunların yok olacağını bilseniz, sahip olduklarınızın değeri ne olurdu? Hiçbir değeri olmazdı. Peki, beş dakika veya 657,000 saat (75 sene) ne demektir? Bunlar ancak bir zaman dilimini ifade eder. 75 sene yaşama ihtimalimizin olması bir şeyi değiştirmez. Ateizmin dünya görüşüne göre hepsi yok olur, unutulur gider. İslam için de doğrudur bu. Her şey yok edilecektir. Öyleyse hakikatte dünyanın, tabiatı gereği kendine has bir değeri yoktur; fanı, geçici ve kısa ömürlüdür. Bununla beraber, İslâmî açıdan baktığımızda dünya, Tanrı’ya yakınlaşmamıza vesile olduğu için değerlidir. Dünyada işlediğimiz salih ameller ve ibadetler, bizi ebedi cennete götürür. Yani durum o kadar da vahim değil. Batan bir gemi üzerinde değiliz. Eğer doğru şeyleri yaparsak, Tanrı’nın merhametini ve rızasını kazanabiliriz.
“Rabbinizden bir bağışlanmaya ve eni, gökle yerin genişliği kadar olan, Allah’a ve Resûlüne inananlar için hazırlanan cennete yarışırcasına koşun.” 54
Nihaî bir gayeden yoksunluk
”Neden buradayız bilmiyorum, fakat eminim ki gayemiz [bu dünyada] sefa sürmek değil.”[55]
Yukarıdaki söz, oldukça etkili bir filozof olan Ludwig Wittgenstein’a ait. Birçok filozof gibi onun da ”Hayatın gayesi nedir?” sualine bir cevabı yoktu. Fakat hayatın sadece bir oyundan ibaret olmadığına işaret etmişti. Bununla birlikte, bazıları, bu sualin yanlış olduğunu iddia ettiler. Belki de dert edeceğimiz bir şey yoktu ortada. Belki de, hayatımıza öylece devam edip neden burada olduğumuza dair bir endişemiz olmamalıydı. Nobel ödüllü Albert Camus bu tavrı şöyle izah etmiştir: ”Eğer hayatın anlamını arıyorsanız hiçbir zaman [gerçek manada] yaşayamazsınız.”[56] Camus’un aslında söylemek istediği şey şuydu: Varlığınızın hakikatinde her ne olursa olsun, asıl önemli olan kendi faydanıza, işinize gelir şekilde yaşamanızdır.
Bu farklı görüşlerin ışığında şöyle bir soru sormamız gerekir: bir gayemiz olduğuna inanmamış mantıklı mıdır? Bu soruya cevap vermemizi kolaylaştırmak için aşağıdaki misale bir bakalım:
Bu kitabı okurken muhtemelen bir sandalyede oturuyorsunuz ve üzerinizde kıyafetleriniz var. Öyleyse size bir sorti sormak istiyorum: Hangi gaye için [bunu yapıyorsunuz] ? Neden üzerinizde bırakım kıyafetler mevcut, sandalye ne işe yarıyor, onun gayesi nedir? Bu soruların cevaplan gayet açıktır. Sandalyenin gayesi bizim ağırlığımızı taşıyarak oturmamızı sağlamak ve kıyafetlerimizin gayesi de bizi sıcak tutmak, üzerimizi örtmek ve estetik olarak güzel görünmemizi sağlamaktır. Kıyafetlerimiz ve sandalye, cansız, herhangi bir hissi veya zihnî kabiliyeti olmayan ve bizim kendilerine gaye atfettiğimiz varlıklardır. Buna rağmen bazılarımız hala bizim varlığımızın bir gayesi olmadığı kanaatinde. Bu, tabii olarak, absürt [mantıksız] bir kanaattir ve genel anlayışın da aksinedir.
Hayatımızın bir gayesi [hedefi] olduğuna inanmamız varlığımızın bir sebebi olduğuna işaret eder, diğer bir deyişle, bir tür hedef söz konusudur. Nihai bir hedef olmaksızın var olmamızın hiçbir sebebi yoktur ve hayatımıza anlam katacak hiçbir şey kalmamıştır. Natüralizmin bakış açısı şöyledir: bizler evvelden gelen birtakım fizikî hadiselerden meydana gelmişizdir. Bunlar kör, tesadüfi ve mantıkî bir süreci takip etmeyen bir hadiseler bütünüdür. Bu düşünce yapısı, bizler batan bir geminin yolcusu olarak görüyor. Bu gemi, bizim içinde hayat sürdüğümüz kainattır, çünkü bilim adamlarına göre kainat, “kainatın sıcak ölümü (heat death)” adını verdikleri kaçınılmaz bir sona yaklaşıyor. İnsan hayatı, Güneş’in dünyayı yok etmesi üzerine, bu sıcak ölümden önce son bulacak.[57] Dolayısıyla, eğer bu gemi batacaksa, size soruyorum, dümeni çevirmenin, yelkenleri çekmenin ne anlamı var? Kur’an’da, insanların bu husustaki sezgisel/fıtrî duruşuna dair şöyle buyuruluyor: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın..”[58]
Bunlarla beraber, bu tartışmadan muhtelif meseleler neşet ediyor. Mesela bir ateist, mevcudiyetimizin bir sebebinin olmamasının, bizlere hayatımıza anlam katmamız açısından daha büyük bir özgürlük tanıdığını iddia edebilir. Daha tafsilatlı açıklamak gerekirse, bazı varoluşçular hayatımızın bir hiçlik üzerine olduğunu ve bu hiçlikten yeni bir imkanlar alemi yaratabileceğimizi iddia ettiler. Bu iddia, her şeyin, tabiatı gereği anlamsız olduğu fikri üzerine inşa edilmiştir; ve bu iddiaya göre tatmin edici hayatlar yaşayabilmek için kendi anlam dünyamızı inşa etme özgürlüğümüz vardır. Bizler anlamdan [anlam arayışından] kaçamayız, bu yaklaşımın eksik yanı budur. Varoluşumuzun esasındaki anlamı reddederek hayatımıza birtakım suni anlamlar atfetmek, tam anlamıyla, kendini kandırmaktır. “Haydi bir gayemiz varmış gibi yaşayalım” demekten farksızdır. Çocukların doktor ve hemşire, kovboy ve apaçi veya anne ve baba gibi davranmalarından farksızdır. Oysaki artık büyüyüp hayatın sadece bir oyun olmadığı gerçeğini fark etmemiz gerekir.
Bir başka ihtilaf ise gayemizin üremek ve çoğalmaktan ibaret olduğunu iddia eden Darwinci yaklaşımdan kaynaklanıyor. Richard Dawkins de, Gen bencildir isimli kitabında, bedenlerimizin sadece bunu yapmak [üremek ve çoğalmak] için geliştiğini ileri sürüyor.[59] Bu görüşün problemi bizim varlığımızı, uzun süreli bir biyolojik sürecin tesadüfi bir neticesine indirgemesidir. Bu, insanı, parçacıkların rastgele çarpışmaları ve moleküllerin rastgele düzenlenmesinden meydana gelen bir yan ürün, bir tesadüfi varlık haline getiriyor.
İslam’ın hayatımızın gayesine bakışı sezgisel bir farkın- dalık ve selahiyet sahibi kılacak niteliktedir. Varlığımızı maddenin ve zamanın [bilinçsiz] ürünleri olmaktan [kurtararak], bizi Yaratan ile bir münasebet içerisinde olmayı tercih eden varlıklar katına yükseltiyor.(bkz.Bölüm 115)Ateizm ve natüralizm ise, mevcudiyetimize bir nihai gaye sağlamaktan aciz kalıyor.
Ebedî ve anlamlı bir saadetten yoksunluk
”… (güzel) sonuç, takva sahiplerinindir.”60
Saadeti, mutluluğu aramak, insan tabiatının önemli bir yanıdır. Hepimiz mutlu olmak isteriz – ‘mutluluk’ nasıl tarif edilir tam olarak bilemesek de. Bu yüzden herhangi birine neden iyi bir iş sahibi olmak istediğini sorduğunuzda muhtemelen, “rahat bir hayat için yeterince kazanmak amacıyla” cevabını alırsınız. Eğer biraz daha ileri gidip neden rahatça bir hayat sürmek istediklerini sorarsanız muhtemelen, “çünkü mutlu olmak istiyorum” cevabını alırsınız. Bu cevapla tıkanır kalırlar çünkü mutluluk bir neticedir, vasıta-araç değildir. Son duraktır, fakat yolculuğun kendisi değildir. Hepimiz mutlu olmak istiyoruz ve mutluluğun kendisi dışında mutlu olmamızı gerektirecek bir sebebimiz de yok ortada. İşte bu yüzden bıkmadan, usanmadan, o nihai mutluluk haline ulaşmak için çabalar dururuz.
Her insanın hikayesi kendine hastır. Kimileri ömür boyunca unvan peşinde koşar. Kimileri mükemmel bir bedene sahip olmak için spor salonlarında yorgunluk nedir bilmeden çalışır. Ailesinin sevgisini tercih edenler eşlerine ve çocuklarına bakmak için hayatlarını feda ederken, bazıları bitmez tükenmez iş döngüsünden kaçmak için hafta sonlarını arkadaşlarıyla parti yaparak geçirir. Listenin sonu yok. Fakat şöyle bir soru var: ve anlamlı olan mutluluk nedir?
Bu sualin cevabını daha rahat verebilmek için şöyle bir misal ortaya koyalım: Düşünün ki bu satırları okurken birdenbire uyutuldunuz ve uyandığınızda kendinizi bir uçakta buldunuz. Birinci sınıf kısmındasınız. Yemekler harika. Sizin en rahat bir biçimde seyahat etmeniz için tasarlanmış, yatak gibi bir koltuktasınız. İkramlar, hizmetler fevkalade. Size sunulan o bütün mükemmel hizmetlerden istifade etmeye başlıyorsu- nuz. Zaman tükenmeye başlıyor. Şimdi bir anlığına düşünün ve kendinize sorun: Mutlu olmalı mıyım?
Nasıl olabilirsiniz ki? Öncelikle bazı soruların cevabını bulmanız gerekir. Sizi en başta kim uyuttu? Uçağa nasıl bindiniz? Bu seyahatin gayesi nedir? Eğer bütün bu sorular cevapsız kalacaksa nasıl mutlu olabilirsiniz? Size sunulan bütün lüks hizmetlerden istifade etseniz de nihayetinde gerçek, anlamlı bir mutluluğa ulaşmanız mümkün olmazdı. Size ikram edilen o mükemmel tatlılar, sorularınızın önüne geçebilir miydi? Hayır, bütün bu ciddi soruları kasten yok sayarak ulaşılan ve sadece bir aldanmadan ibaret, geçici, sahte bir mutluluk olurdu.
Şimdi ise bunu kendi hayatınız üzerinden düşünün ve kendinize sorun, mutlu muyum? Bizim varlığa gelişimiz, varoluşumuz, uyutulup bir uçağa atılmaktan hiç de farklı değil. Doğmayı, dünyaya gelmeyi, anne-babamızı veya nereden geldiğimizi biz tercih etmedik. Bazılarımız yine de bizi nihai mutluluğa götürecek cevapları aramıyor veya soruları sormuyor.
Gerçek, anlamlı mutluluk nerededir? Bir önceki örneğimiz üzerinden düşündüğümüzde, mutluluğun, varlığımız hakkındaki birtakım kilit sorulara verilen cevapların ardında yattığını görürüz. Hayatın anlamı-gayesi nedir? Ölümden sonra nereye gideceğim? gibi sorular. Öyleyse mutluluğumuz, daha çok iç dünyamızda, kendimizi tanımakta ve bazı ciddi soruların cevaplarında gizlidir. Eğer mutlu olduğumuzu iddia ediyor ve aynı zamanda bu sorulan sormamış veya herhangi bir cevap bulmamış isek, pek de anlamlı bir mutluluğa sahip değiliz demektir. Durumumuz, sarhoş birinin dünyanın bütün dertlerini geçici bir süreliğine unuttuktan sonra mutlu görünmesi gibidir.
Hayvanların aksine, içgüdülerimizin bizi yönlendirdiği üzere hareket ederek tatmin olamayız. Hormonlarımıza ve salt fizikî ihtiyaçlarımıza itaat etmek, bahsettiğimiz soruları cevaplamaz ve bize mutluluk bahşetmez. Bunun nedenini anlayabilmek için şu misal üzerine düşününüz: Diyelim ki kapısı olmayan küçük bir odada kilidi kalan 50 kişiden birisiniz. Elinizde sadece 10 somun ekmek var ve 100 gün boyunca yiyecek başka bir şeyiniz yok. Ne yapardınız? Eğer hayvanı küslerinizi takip edecek olursanız kan dökülür. Fakat eğer hepimiz birlikte nasıl hayatta kalabiliriz? diye sorarsanız muhtemelen hayatta kalırsınız, çünkü hayatta kalmak için planlar yaparsınız.
Bu misali kendi hayatınız üzerinden düşünün. Hayatımızda neredeyse sonsuz neticelere varabilecek birçok değişken var. Buna rağmen bazılarımız şehevî hislerin ve ihtiyaçların peşinden gidiyor. Gireceğimiz işler, bir doktora veya farklı bir ehliyet gerektiriyor olabilir ve arkadaşlarımızla yiyip içebilir, eğlenebiliriz. Fakat bunların hepsi salt hayatta kalma ve üreme içgüdülerine indirgenmiş durumdadır. Anlamlı bir mutluluğa gerçekte kim olduğumuzu anlamadan ve hayatın ciddi sorularıyla yüzleşmeden ulaşamayız.
Şu var ki, natüralizmde, bu soruların gerçek anlamda bir cevabı yoktur. Bundan ötürü natüralizm insanı hiçbir zaman anlamlı ve mutlu bir hâle sevk edemez. Neden buradayıg? Hiçbir sebebi yok. Nereye gidiyoruz? Hiçbir yere. Sadece ölüp gideceğiz. Her birimiz neden burada olduğumuza dair bu temel soruya cevap vermeye muhtacız. İslam’ın bu soruya verdiği cevap basit, aynı zamanda da derindir. Bizler, Tanrı ya ibadet etmek için buradayız (Bölüm 15).
İslam’daki ibadet kavramı dünyadaki umumi ibadet anlayışından biraz farklı. Yapağımız her iş-amel bir ibadet olabilir. Birbirimizle konuşma şeklimiz, her gün yapağımız küçük kibarlıklar.. Eğer yaptıklarımızla Tanrı’nın rızasını kazanmaya çalışıyorsak, amellerimiz ibadetlere dönüşür.
İbadet, namaz ve oruç gibi ibadet biçimlerini Tanrı’ya yöneltmekten İbaret değil. Tanrı’ya ibadet etmek aynı zamanda O’nu sevmek, O’na itaat etmek ve O’nu olabildiğince tanımak anlamına da gelir. Tanrı’ya ibadet etmek hayatımızın nihai gayesidir; bizleri, başkalarına ve topluma “kul-köle” olmaktan kurtarır. Tanrı, Kur’an’da bizlere oldukça kuvvetli misalle şöyle buyuruyor:
“Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”61
Eğer Tanrı’ya ibadet etmezsek, başka ‘tanrılara’ ibadet etmemiz kaçınılmazdır. Bir düşünün. Eşlerimiz, işverenlerimiz, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız, içinde yaşadığımız cemiyetler, hatta kendi arzularımız dahi bizi bir şekilde ‘köleleştirir [esir eder]’. Mesela içtimai düsturlar (toplumsal normlar) bunlardan biridir. Birçoğumuz toplumun bize dayattığı tanımlar üzerinden bir güzellik tanımı yaparız. Sevdiğimiz veya sevmediğimiz bazı şeyler vardır, fakat bunların sınırı başkaları tarafından çizilmiştir. Kendinize sorunuz, üzerinizdeki pantolonu veya eteği neden giyiyorsunuz? Sevdiğiniz için giydiğinizi söylemeniz üstünkörü bir cevap olur; asıl mesele neden sevdiğinizdir. Eğer bu soruyu daha derinlemesine sormaya devam edersek birçok kişi “çünkü başkaları bunun güzel göründüğünü düşünüyor” diye bir itirafta bulunacaktır. Ne yazık ki birçoğumuz sonu gelmez reklamlardan ve akranlarımızın baskısından çokça etkilenmişizdir.
Bu bağlamdan baktığımızda bizim birçok ‘efendimiz’ var ve her biri bizden bir şey istiyor. Her biri yekdiğeriyle bir ‘anlaşmazlık içerisinde’ ve dolayısıyla bizler de karmakarışık, yarım yamalak hayadar yaşıyoruz. Bizi bizden daha iyi bilen, bizi annelerimizden daha çok seven Tanrı, bizlere, asıl efendinin kendisi olduğunu ve ancak O’na ibadet ederek [diğer bütün kulluk-kölelik biçimlerinden] özgürleşeceğimizi buyuruyor.
Müslüman yazarlardan Yasmin Mogahed, Reclaim YourHe- art başlıklı kitabında, Tanrı’dan başka her şeyin zayıf ve çelimsiz olduğunu ve özgürlüğün ancak O’na ibadet etmekle elde edilebileceğini şöyle ifade ediyor:
“Ne zaman zayıf ve kırılgan bir şeyin peşine düşseniz, arasanız, talep etseniz., siz de onun gibi zayıf ve kırılgan hale gelirsiniz. Aradığınız şeye ulaşsanız dahi asla tatmin olmayacaksınız. Yakın zamanda hemen başka bir şey aramaya başlayacaksınız. Hiçbir zaman, hakiki manada tatmin olamayacak veya iktifa edemeyeceksiniz. Çünkü biz bir değiştirme-gün- celleme dünyasında yaşıyoruz. Telefonunuz, arabanız, bilgisayarınız, eşiniz, hanımınız, her zaman daha yeni, daha iyi bir model ile değiştirilebilir. Yine de bu kölelikten kurtulmanın, özgürleşmenin bir yolu var. Eğer, bütün ağırlığınızı üzerine yüklediğiniz ‘nesne’ sarsılmaz, kırılmaz ve sonsuz ise düşmeniz imkansızdır. “62
Bir sonraki soru ise şudur: Nereye gidiyoruz? Bir tercih hakkımız var: Tanrı’nın ebedî, hududu olmayan rahmetini seçmek veya bu rahmetten kaçmak. O’nun mesajına kulak vererek, itaat ederek, kulluk ederek ve O’nu severek rahmetine muhatab olmamız, cennetteki ebedi saadetimize vesile olacaktır. Tanrı’nın rahmetini reddetmek ve ondan kaçmak ise bizleri O’nun sevgisinden mahrum bırakacak ve bedbahtların yurduna – cehenneme – düşürecektir. Öyleyse bizim bir tercih hakkımız söz konusu. O’nun rahmetini kuşanmak veya Ondan kaçmaya çalışmak. Tercihimizi yaparken hür bir iradeye sahibiz. Tanrı bizim iyiliğimizi istiyor olsa da bizleri doğru tercihlerde bulunmaya icbar etmez. Bu dünyada yaptığımız tercihler ölümden sonraki hayatlarımızı şekillendirecektir:
”..O gün geldiği zaman Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onlardan mutsuz (cehennemlik) olanlar da vardır, mutlu (cennetlik) olanlar da.”[63]
“Orada ebedi kalırlar. Orası ne güzel bir durak ve ne güzel bir konaktır!”[64]
Nihai gayemiz Tanrı’ya ibadet, kulluk etmek olduğuna göre kendimizi tanımak için bizi insan yapan ölçüyü bulmamız gerekir. Tanrı’ya ibadet ettiğimizde kendimizi hürleştiriyor, kendimizi buluyoruz. Eğer ibadet etmezsek bizi insan yapan [şeyi] unutuyoruz (bk.Bölüm 15).
“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.’’[65]
Özet olarak ateizm, varlığımız hakkındaki sorulara esaslı cevaplar veremez ve dolayısıyla ateizm altında hakiki manada mutlu bir hayat yaşanamaz. Eğer birisi ateizm altında mutlu olduğunu iddia ederse ben bunun sarhoşça bir mutluluk olduğunu iddia ederim. Onlar ancak kendi varlıkları hakkında derince düşündükleri zaman ayılırlar. Cevap bulmaya teşebbüs etmiş ve kararsızlık – veya mümkün cevaplar hakkında şüpheci olmak – üzerinde karar kılmışlarsa dahi, nihai mutluluğa/ saadete erişemezler. Neden var olduğunu ve nereye gideceğini bilen kişi ile bilmeyen kişiyi karşılaştırın. Her ikisi de mutlu olduğunu iddia etse dahi vaziyetleri bir değildir.
Bu bölüm Tanrı’yı inkar etmenin mantıki açıdan sonuçlarını açıkça izah etmiş bulunuyor. Ateistler hayatlarında bir değer, umut, mutluluk, saadet ve bir gaye olduğuna inanmış ve duygusal olarak tatmin olmuş olsalar da mevzu açıktır: entelektüel, mantıkî açıdan tamamen temelsiz, dayanaksızdırlar. Richard Dawkins dahi natüralizmin mantıki sonuçlarını kabul ediyor. Naturalizme bağlı kalındığında her şeyin anlamsız olduğunu ve natüralizmin amansız bir kayıtsızlığa dayandığını ifade ediyor:
Tam aksine, eğer kainat elektronlardan ve bencil genler- den ibaret olsaydı, bu otobüsün kaza yapması gibi anlamsız trajediler aynı seviyede anlamsız olan iyi talih gibi tam da beklememiz gereken şeyler olurdu. Böyle bir kainat kasıtlı olarak ne iyi ne de kötü olabilir. Hiçbir maksat barındıramaz ve beyan edemez. Kör, fizikî kuvvetlerin ve genetik reprodüksiyonun [yineleme-çoğalma] hakim olduğu bir alemde bazı insanlar acı çekecek, bazısı daha şanslı olacak ve bütün bunlar için ne mantıklı bir sebep ne de adil bir ifade bulamayacaksınız. Müşahede ettiğimiz alemin temelinde bir tasarım, gaye, kötülük ve iyiliğin olmaması, kör ve amansız bir kayıtsızlığa dayanması durumunda tam da beklediğimiz özellikleri yansıttığını göstermektedir.”[66]
Akılsız, kör, cansız fizikî şeylerden meydana gelen bir alem için bizim ne hissettiğimiz önemli değildir. Ancak Tanrı, bizi insan yapan şeylerin fikrî bir gerekçesini sağlayabilir.
Hamza Andreas Tzortzis – Hakikatin İzinde,syf.53-73
Dipnotlar:
[42] Bu bölümdeki bazı fikirler W. L. Craig’den esinlenerek ‘The absurdity of life without god’ başlıklı makalesinden iktibas ile yazılmıştır. Şuradan erişilebilir: http:// www.reasonablefaith.org/the-absurdity-of-life-without- god [Erişim tarihi: 23 Kasım 2016].
[43] Schopenhauer, A. (2014). Studies in Pessimism: On the Sufferings of the World. [e-kitapj The Adelaide Üniversitesi Kütüphanesi. Bölüm 1. Şuradan erişilebilir: https://ebooks.adelaıde.edu.au/s/schopenha- uer/arthur/pessimism/chapterl.html [Erişim tarihi: 2 Eltim 2016], [Türkçesi: Arthur Schopenhauer, Hayatın Anlam, Say Yayınlar Cevi ren: Ahmet Aydoğan, s. 16, 17 ve 38. (çev. notu)] ’
[44] Kur’an, 12:87.
[45] Kuran, 99:6-8
[46] Kur’an, 45:22
[47] Kur’an, 50: 35
[48] Kur’an, 10:26
[49] Kur’an, 36:55-58.
50.Kuran, 17:70.
51.Kur’an, 3:191.
52.Kur’an, 32:18.
[53] Nasr, S. H. (2004). The Hem of İslam; Enduring Values for Humanity. New York:HarperSanFrancisko,s.275 [Türkçesi: Seyyid Hüseyin Nasr.İslamın Kalbı, 3. baskı, Gelenek Yayınları, s. 2751
[54] Kur’an, 57:20-21.
[55] BBC Radio 4’ten iktibas (tarih yok) – in our time greatest philosop- her – Ludwıg Wıttgenstein. Şuradan erişilebilir: http://www.bbc.co.uk/ radıo4/history/inourtime/greatest_philosophcr_ludwıg_wHtgcnstcin. shtml [Erişim tarihi: 1 Ekim 2016].
[56] Pollan, S. M. and Levine, M, (2006) It’s Ali in Your Head: Thınking Your Way to Happıness. New York: HarperCollms, s. 4.
[57] Williams, M. (2015) The Life Cycle of the Sun. Şuradan erişilebilir: http://www.umversetoday.com/18847/life-of-the-sun/ [Erişim tarihi- 2 Ekim 2016].
[58] Kuran, 3:191.
[59] Dawkins, R. (2006) The Selfish Gene. 30. Seneye özel baskı. Oxford: Oxford Univcr&ity Press.
60.Kur’an, 7:128.
62.Mogahed Y.(2015) Redaim Your Heart, 2. Baskı San Clemente, CA- FB Publıshıng, s. 55.
63.Kur’an,11:105
[64] Kur’an, 25:75
[65] Kur’an, 59:19
[66] Dawkins, R. (2001) River Out of Eden: A Danvinian View of Life. Lon- dom Phoenix, s. 155. [Erişim tarihı: 1 Ekim 2016]