4.3.7.
İnsan varlığı, tüm diğer canlı varlıklardan farklı olarak, dış dünyayı, zihnindeki işletim sistemi dolayımıyla algılamaktadır. Zihinsel işletim sisteminin aparatları kategoriler ve değer yargılarıdır. Nietzsche’nin de değişik vesilerle söylediği gibi, herhangi bir varlık hakkında, kişilerde teşekkül eden kanaatler; onlara daha önce benimsetilen kategorilerin ve bu kategorileri nasıl değerlendireceklerine dair onlara benimsetilmiş olan değer yargılarının ürünüdür.
Örneğin insan dediğimizde, dış dünyada insan adı altında gerçek bir varlık olmadığını fark etmeyiz. Hepimizin zihninde iyi ve kötü tanımı vardır ve insan dediğimizde aslında adı sanı belli bir kişiyi değil, genel bir kategoriyi yaftalar, niteleriz. Nitelediğimiz gerçek bir kişi değil, bir tür gölgedir. Dış dünyada ahmet-mehmet, ayşe-fatma gibi gerçek kişiler vardır ama her gerçek kişiyi biz, insan kategorisi dolayımıyla biliriz. Bir kişiyi bilişimiz, genel kategorilere yüklediğimiz değer yargılarıyla gerçekleşir. İnsan iyi ya da kötüdür. Buna göre belirli bir Ahmet iyi, belirli bir Mehmet kötüdür. Ahmetin iyiliği ve Mehmetin kötü-lüğü ile ilgili deneyim ve telkinlere maruz kaldığımızda, ahmet gibileri iyi, mehmet gibileri kötü kabul etmeyi alışkanlık haline getiririz. Buna göre, iyilik yapanlar ve kötülük yapanlar olarak, değer yargılarımızla damgalayarak, insan varlığını kategorilere ayrıştırırız. Bu kategorileri zaman içinde daha da abartabiliriz. Örneğin, solcu Ahmet’i sevmemiz, sağcı Mehmet’ten nefret etmemiz gerektiğini bebek iken ve hatta çocukluk çağlarında bilmeyiz. Solcu Ahmetler iyi, sağcı Mehmetler kötü diye telkinlere maruz kalırız ve adı Mehmet olan bir sağcı bize kötülük yapmamış olsa, bu konuyu deneyimlememiş olsak da, sağcı Mehmetleri sevmeyiz. Böylece, bütün solcuları, adı ne olursa olsun zihnimizde aklarız. Çünkü bilişsel (cognitive) mensubiyetimiz, bir değer yargısı olarak, hangi kategoriyi nasıl değerlendireceğimizi bize benimsetir.
Bu örnekleri artırabiliriz: Balık, kereviz, fare, takunyalı, kulağı küpeli, aklımıza gelen her şeyi kategorize eder ve değer yargılarımızla değerlendiririz. Her şeyi kategorilerine göre biliriz. Değer yargılarımıza göre bütün bildiklerimizi etiketleriz. Telkin ve deneyimlerin etkisiyle değer yargılarımız değiştikçe, bütün kategorilerimizi, değişen değer yargılarımıza göre yeniden tasnifleriz. Bizim zihnimizde; iyi-kötü, faydalı-zararlı, hayırlı –hayırsız, ahlaklı-ahlaksız, doğru-yanlış, başarılı-başarısız, haklı-haksız gibi sınırsız düzeyde kullandığımız değer yargıları bulunmaktadır. Çevremizdeki her şeyi, kategorize ederiz ve bu kategorileri değer yargılarımıza göre tasnifler, değerlendirir, niteler, betimler, tanımlar ve bu haliyle zihnimize kaydederiz. Zihnimizdeki bu kayıtlar, bizim yeniden kategoriler oluşturmak ve yeniden değerlendirmeler yapmak için kullandığımız, tükenme ihtimali olmayan enerji kaynaklarımızdır.
Kant tam da bunu anlatmaktadır. Ona göre, mevcut kalıp yargıların, önyargıların ve buna benzer a priorilerin insan özgürlüğüne engel teşkil ettiğini, aklın dış dünya gerçekliğine vukufiyetini perdelediğini söyleyerek, yeni kategoriler oluşturulması gereğini vaaz etmektedir. Varlıkların kategorize edilerek, onların ne tür değer yargıları ile değerlendirilmesi gerektiğinin telkin edilmesini önermektedir. Nelerin nasıl bilinmesi gerektiğinin tespit, tayin ve takdir edilmesi gerektiğine değinmektedir.
Kant; ne olup bittiğini bilmeye çalıştıklarında, insanların neyi bilmeleri gerekiyorsa, özel bir bilme çabasına gerek olmaksızın, buna gerek kalmaksızın, bilinmesi gerekenlerin insanlara bildirilmesi gerektiğini önermektedir. Böylece, bilinmesi gerekenler gösterilerek, benimsetilerek, sindirilerek ve belletilerek insanların zihinlerinde her zaman, emre amade bulacakları kategoriler ve bu kategorileri değerlendirme kriteri olarak değer yargıları oluşturulmuş olacaktır.
Modern dönemlerde; ilkokuldan itibaren, boş bir zihinleri varmış gibi çocukların talim ve terbiye süreci içinde eğitilmesi ve onların hayata hazırlanması gerektiği öngörülmektedir. Kamu kuruluşlarının çok önemli hizmetlerle yükümlü olduğu ve vatandaşına bu hizmetleri gerektiği gibi sunması gerektiği anlatılmaktadır. Genel kamunun çıkarlarına aykırı bireysel davranışların denetim altına alınmasına, hapsedilmelerine yönelik projeksiyonlar ortaya konulmaktadır. Bütün bu ve benzerlerinin mesnetleri, Benthamcı ve Kantcı bu vaazlardır.
Modernite, en masum nitelikleri tek tek bireylerin meziyetleri gibi tanımlayıp meşrulaştırmış, bu meziyetlerin en yüce yanlarından bir bütünlük oluşturduğunu iddia etmiştir. Tüm bu epistemik meşrulaştırma ve yaratmış olduğu rızalar aracılığı ile, belirli bir grup ya da egemen gücün emrine, tüm bireyleri ve toplumsal kurumlan amade kılmıştır. Aynı zamanda da kuşkusuz ki iç denetim odaklarını bireyin içinden çekip çıkartıp dışşallaştırmış ve onu dış denetim odaklarının insafına emanet ederek, bireyi, içi boşaltılmış bir et yığını haline getirmiştir. Bu epistemik meşrulaştırmalar ve rıza yaratma araçları sayesinde, “Sanal öte dünya, gerçek olan bu dünya ile ikame edilmeli” misyonu, her bir bireye, kaftan gibi modernite tarafından giydirilmiştir.
Yeni medya aygıtlarıyla bu süreç, önlenemez bir hal almış gibi görünmektedir. Yeni medya ve özellikle sosyal medya mecraları sanal bir alemdir. Nitekim birey, bugün, kullanmakta olduğu yeni ve sosyal medya mecrası içinde kendisini kaybetmektedir. Gerçek arayışı, onu, içinden büsbütün çıkılamaz bir sanal evrenin içine sürüklemektedir. Öyle görünüyor ki, kendini anlamlı kılma çabaları, çok daha anlamsız bir ortamda, onu anlamdan büsbütün yoksunlaşmaya sürüklemektedir. Daha da önemlisi bu mecra, egemen güç odaklarının kendisini çok büyük bir ustalıkla gizlediği ortamlardır. Daha vahim olan ise şudur: Bu ortamlardaki, tahakküm edici iktidar, tebahhür etmiş olduğundan ve bu haliyle bireyler tarafından sürekli teneffüs edildiğinden, bu hegemonyanın farkına varmanın ve ondan sakınmanın imkanı kalmamıştır. Akıl sır ermez bir buyurganlık ve tahakküm söz konusu olmasına rağmen, buyurgan merkezleri ve tahakküm edicileri tespit etmek neredeyse imkansızdır. Bu yüzden de doğal olarak, bireyin yoksunlaşmasını önleyici bir çaba olarak kendini gösterdiği umut edilen sosyal hareketlerden, en fazla, mevcut sömürücü sistem nemalanmaktadır.
Kömür ve petrol, belirli dönemlerde dünya savaşlarına bile neden olduğu için, uluslararası düzeyde dikkate alınması gereken zenginliklerdi. Dijital teknoloji bu iki stratejik üründen çok farklıdır. Her şeyden önce hammadde değildir. Mamul maddelerdir ve hatta büyük ölçüde insani yaratı olmaktan ibarettir. Yani ne savaş ganimeti olarak düşünülebilir ne gasp edip taşınabilir ne de başına bekçi dikerek korunabilir. Dijital teknolojiler, parmak kadar bir hacim içinde paha biçilemez ekonomik değerler barındırmaktadır.
Yeni medya, fiziksel olarak insanların karnını doyurmamakla birlikte, sürekli olarak, bütün insanlığın zihinsel beslemektedir. Internet, cep telefonları, mobese kameralar, uydular, istihbarat cihazları, insansız hava araçları, coğrafi bilgi sistemleri ve buna benzer pek çok teknolojik ürün tarafından öyle kuşatılmış durumdayız ki, artık günümüzde işten, aştan, eşten önce aklımıza, bu teknolojiler gelmektedir. Sonuç olarak “enformasyon teknolojisi devrimi ve kapitalizminin yeniden yapılanması, yeni bir toplum biçimini, ağ toplumunu ortaya çıkarmıştır. Ağ toplumu, stratejik olarak belirleyici ekonomik etkinliklerin küreselleşmeye damgasını vurduğu bir toplumdur.(Castells,Enformasyon Çağı 2006:3
Bu yeni toplumsal örgütlenme biçimi, kapsayıcı küresellisi ile tüm dünyaya yayılıyor. Sınai kapitalizmi ile onun düşman kardeşi sınai devletçiliği 20.yy’da yaptığı gibi kurumları sarsıyor. Kültürleri dönüştürüyor. Zenginlik yaratıyor. Yoksulluğa sebep oluyor. Özgürlük, yenilik ve umut yayıyor. Zorlukları dayatırken bir yandan da umutsuzluk veriyor. Gerçekten de yeni bir dünyada yaşıyoruz (a.y. 4).
Sorun şu ki; eski dünyanın marazları yeni dünyaya tevarüs etti. Modernite, kendisinden daha eski dünyayı çok büyük umutlar vaat ederek reddettiğini ilan ederken, eski dünyanın bile görmediği akıl ve özgürlük yoksunlaşmasını beraberinde getirmişti. Üstelik insanlık tarihinin en vahim yoksulluklarını var etmişti. Bu trajik dünyanın da eskidiğinden söz ettiğimize göre, acaba, modern dünyanın yoksunluklarından ve yoksulluklarından bir nebze olsun kurtulduk mu? Yoksa modern dünyanın met’a kapitalizmi bugün enformasyon kapitalizmi haline mi geldi?
Bu bağlama ilişkin tespit şudur: Modern dünyanın kitle iletişim araçları büyük ölçüde ticaridir. Matbaayı icat eden Johan- nes Gutenberg kuyumcu, matbaacı ve yayıncı idi. Kutsal kitabı basarak işe başlamıştı. Ticaret hayatında başarılı değilse bile o bir tüccardı. Yeni dünyanın medya teknolojilerinin varlık sebebi ise büyük ölçüde askeri istihbarat amaçlıdır. İnternetin atası ARPA- NET askeri bir projedir. Bugünkü uydu teknolojileri veya genelde dijital teknoloji askeri amaçlarla tasarlanmıştır. Ticari amaçlarla piyasalara sürülmeleri daha sonradır.
Bundan çıkartılabilecek sonuç, yeni medya teknolojilerinin eskilerine göre bireysel özgürlüklere daha farklı birtakım sınırlamalar getirdiğidir.
Neresinden bakılırsa bakılsın, enformasyon özgürlüğünün kullanılması, bir tür alışveriştir ve karşılıklı rıza ya da insiyatife az veya çok gereksinim duymaktadır. Oysa yeni dünyanın en-formasyon özgürlüğü talepsiz, davetsiz, pervasızdır ve daha da önemlisi habersizdir. Modern kitle iletişim araçları ortalama bir insan bedeninin uzantıları gibidir. Daha uzağı gören göz, duvarın arkasını duyan kulak gibi. Ama modern kitle iletişim araçlarının izleyicisi, görmek istediğini, duymak istediğini az veya çok önceden kestirebilme şansına sahiptir. Bilmediğinden, anlamadığından, görmediğinden ve duymadığından haberdar olan bugünün bireyi; yeri belirsiz Olympos Köşk’ünde yaşayan tanrının kurduğu iletişim kaynakları dolayımıyla, hemen her çeşit bilgiyi edinmektedir. Her şeyi herkese fısıldayan ve her şeyi gören bu göz, hiç kimse için mahrem bir alan bırakmamaktadır. Çok daha trajik olan şudur: Bu tanrısal kaynak; net olarak, belirgin biçimde hiçbir şey söylememekte ama yapılacak her şeyi bir çırpıda insanların zihnine yerleştirivermektedir. insanlar da sanki genlerinde zaten kayıtlıymış gibi, egemen güçlerin buyruklarına kayıtsız şartsız uymakta, ona ibadet etmekte kusur işlememektedir.
Bu tespit ve soruların bizim önümüze yığdığı asıl soru şu: Acaba, modern dünyanın özgürsüzleştirici biçimselliğine vaziyet alış olarak kendiliğinden ortaya çıkmış olan özgürlük talepleri, mahremiyeti tümüyle buharlaştıran yeni dünyanın bu, panoptik gözetlemesi ve enformasyonuna/dezenformasyonuna karşı direnme potansiyeli taşımakta mıdır? Bu konuda umutlu olmak için önümüzde hiçbir emare yok.
…
Cengiz Anık – Modern Düşüncenin Bunalımı ve Doğu,syf:241-246