Özkan Gözel – Ne – Varlık ve Hiçlik

10596820975666-300x300 Özkan Gözel - Ne - Varlık ve Hiçlik
Çağa sâri nihilizme sözüm ona bir çare olarak öne sürülen Üstinsan (Übermensch) tasarımı insanın hiç olmadan hep olmaya kalkışmasının modern, trajik bir timsalini oluşturuyor sonuçta. Bu tasarım uyarınca insan, lâ süpürgesiyle kendini kendinden süpürmek ve bu surette yine kendine ama yeni kendine giden yolu açmak yerine, bu süpürgeye binip uçmağa heves ediyor. “Tanrı’nın ölümü” akabinde insanın kendini onun yerine geçirme ve mevtanın ardından yas tutmayı bırakıp uçmağı burada kurma ham hayalidir bu.

Oysa insanın önünde atlanamaz ve alt edilemez bir ölüm gerçeği var, bir gerçek ki kapı gibi! Belki de dendiği gibi hiçliğe açılıyor bu kapı?! Öyle de olsa kapı, kapı olarak, çok gerçek! Herkes uğrayacak oraya, Ölümü yenecek sihirli otu bulamayacak olan Üstinsan da. Öte yandan, ölmeden evvel ölmek ne demek buna bîgâne kalanlar Ölümü göz ardı etmeye hep devam edecek ve fakat ölüm onlara galebe çalacak boyuna.

————————————————-
Lisan gönülde olana tercüman olduğu ölçüde, söz kıymetli ve geçerlidir. Özne için söz haysiyettir. Bu bakım”dan, söz vermek ve sözünü tutmak özneliği hakikati bakımından ifade eden edimlerdir. Özne’nin liyakati onun doğrusözlülüğü’nde, şu halde doğruluğu’nda (sıdk) aranmalıdır. Söz, özne’nin tarifinde o denli merkezidir ki ona giderek “s-öz’den yapılma” anlamında sözne dense yeridir. Özne özneliğini s-öz’e liyakatinden itibaren kazanır ki bu konuşan (ve kendisiyle konuşulan) bir varolan olma ile temelden bağlantılıdır. Sonuç olarak, özüyle sözü yani gönlüyle lisanı bir olma olarak doğruluk özneliğin temel bir anlatımıdır ki bu tam da duyarlık’ta temellense gerektir.
————————————————-
Ne-re’den geldiysek, yine O-ra ’ya gidiyoruz! .

Bu söz, insanda; başlangıç noktası, güzergâhı, konaklama yerleri ve varış noktasıyla bir yolculuk intibaı uyandırıyor ve itiraf etmelidir ki kalpte bir inşirah hissi peyda ediyor. Yine bu söz, insana, işittiğinde, belli-belirsiz de olsa, tuhaf bir ferahlık hissi yaşatıyor bir ferahlık hissi ki kend’olma çabasına içkin şu acıtan belirsizliği insanın içinden bir süreliğine de olsa süpürüp atıyor. Zira bir yolculuk düşüncesi (bu, düşünsel bir yolculuktan ibaret bile olsa) kend’oluş mâ-cera’sına mânâ veriyor. Ama Nietzsche’vari Hiçten gelip hiçe gidiyoruz ifadesindeyse böyle bir şey zinhar hissolunmuyor. Hiçten hiçe bir yolculuk! İlk duyuşta ortalığı beyhudelik hissiyle sarmalanmış, belirsiz ve tuhaf bir sessizlik kaplıyor sanki. İnsan, kendini, kasvetli mi kasvetli bir gökkubbenin altında yerin ıssız ve çıplak yüzünde yapayalnız, şaşkın ve naçar bir şekilde buluyor. H -iç’in bir içi, nihilizmin bir dibi var m’ola ki diye merak ediyor. .

————————————————-
4. Kalp, olay’ın aslen vuku ve/veya makes buldugu şu ‘yer” şu ‘yer-olmayan yer’dir. Öyledir; zira, olay hariçte vuku bulsa da, mânâ kazanması için kalb’in, özne’nin veya özne’nin kalbi’nin dahlini ve müdahalesini gerektirir. Şu halde, görünürde hariçte vuku bulsa da, olay aslında kalp’te vuku buluyor ve ondan itibaren mânâ kazanıyordur. Daha da ötesi, olay; hayatta, bahusus kalb’in hayatında vazgeçilmez ve asli bir yere sahiptır. Olay kalb’in, öncelikle ve bilhassa onun, esin ve besin kaynağıdır. Kalp, “beden’ kavramına daraltılamayacak olup ondan fazla bir şey olan Vücud’un en duyarlı noktasıdır, giderek o tüm vücud’a yayılan duyarlık ağının merkezi, dolayısıyla da duyarlık olarak duyarlığın imkân koşuludur. Kalp, sözcüğün asıl anlamında, kalbolan şeydir tam olarak. Kalbin hayatı böyledir. Kalbi inkılâba ugratan (takallüb) yani onu ters yüz ya da altüst eden, sarsan, yalpalatan, döndüren ve evirip-çeviren içsel ve dışsal olaylardır haddizatında. Hakıkıtte, olay kalpte vuku ve/veya makes bulur -olay’ı duyacak bir kalb’e sahip oldugumuz ölçüde.
————————————————-
Nihil’ e karşı lâ!

Görünüş yanıltmamalı, bu ikisi asla ve kat’a aynı anlama gelmez. Gerçekte lâ süpürgesi modern bireye ârız nihilizm marazını süpürüp atabilecek yegâne çare, yerine şunu koysak mı diyemeyeceğimiz şu panzehirdir tam da. Süpürgeyi tutan kendi’dir burada, süpüren kendi, hem süpürülen kendi. Kendi’ni yola koymak suretiyle, süpürge elde, kendi’ni kendi’nden tahliye eden kendi.

Bu bir mâ-cerâ’dır ki onda kendi h-içlene h-içlene kendini kat etmede. Kendi’nin kendi’yle güreşinde kendini alt etmede. Güreşin tutulduğu yer belli: kendi. Keza, bu minderde yenen de yenilen de kendi.

Bidayette herkeste kendini kaybetmekten endişeye kapılan kendi, kendi’nin kendi ile tuttuğu bu müthiş güreşin nihayetinde kendini hiçkes olarak bulmada. Hatırlatalım hemen: Hiç olmak, hep olmaktır! demiş Bâyezid-i Bistâmî. Kendi, demek ki, kend’olma yolunda ancak h-içlenerek “hep” olmada. Ama dikkat! Varllan nokta, büsbütün hiç olmaktan bütünüyle başka! “Fenâ’dan sonra bekâ” var zira.

————————————————-
10. Soru olarak Ne? tüm sorulara önceldir; tüm soruları koşullandıran ilksel sorudur. Ne, Varlık’tan önce (ve dahi öte) oluşuyla soruların sorusudur. Şu halde, felsefe Ne sorusuyla başlar ya da daha doğrusu başlamalıdır. Nitekim; Ni-çin [Ne-için], Ne-den, N-asıl [Ne-asıl] , Ne-re-ye, Ne-re-den gibi temel sorular hep Ne’den çıkar ve ona döner. Varlık haddizatında ne-den’ini kendinde değil N e’de bulur, ni-çin’ini de.
————————————————-
26. Yine benzer bir soru: Ölünce ne olacağız? Şu kesin: Ölmüş-olacağız! Ya da aynı kesinlikle: Ölü-olmuş olacağız! Daha tam bir ifadeyle ise şu olacağız: Ölecek ve “ölmüşolan” olarak -bu kez farklı bir kipte“’olma ya devam” edeceğiz: Bir İkinci Yeni şairinin dediği gibi “‘Olmak, bizim en kesintisiz fîilimiz”; en “kesintisiz” ve en kapsayıcı. Ölmüş-olmak! Yani Ölmek ama bir şekilde yine de olmak! Bu, hiç yoktan iyidir diyor gönül! Ya büsbütün hiç olsaydık, “hiphiç” olsaydık? Ama şükür ki ölmekle, bir ölü-olmak’la birlikte “hiphiç” olmayacağız ve “Ölü-olarak” da olsa veya “ölü-olmak”la birlikte bir şekilde olmaya devam edeceğiz. Çünkü ölmekle birlikte yine de bir“ şey’ ’olacağız; “olan”, “ ölüolan” bir şey! Hem anılmaya, sözünü etmeye, dilde-var- kılınmaya değer ölüler yok mu? Hafızalara kazınmış, gönüllerde taht kurmuş ya da tarihe mal olmuş ölüler? Cevap: “Var”dır böyle ölüler, hem onlar “ölümsüz”dürler; var-yok arası bir varlıkla vardırlar ve aramızda “yaşamaya devam ederler”. “Hiphiç” ya da “mutlak hiçlik” diye bir şey muhal olmasın sakın?
————————————————-
Birbiriyle konuşmayan ya da konuşacak bir şeyi olmayan “komşu’lar, aynı konumu paylaşsalar yani konumdaş olsalar dahi, haddizatında komşu değildirler. Komşular, birlikte ya da karşı karşıya konmuş/kondurulmuş olmaları ilksel hakikati muvacehesinde, üzerinde konuşulacak ortak konuları olan ve/veya konuşarak ortak konulara varan şu kimesnelerdir, öyie ki bu konuşmayla gelen ortaklık dönüp her konumsallığı koşullandırır. Türkçedeki “EV alma, komşu al!” deyimi bunu güzel bir şekilde örneklendirir.
————————————————-
Komşuluk hukukuna riayette kişi gönülden ve gönüllü olarak ve dahi lisan-ı hâl ile “Ben varım; yanım sıra da sen varsın!” der ve bu surette “Biz ancak birlikte-varız!” noktasına ulaşır. Bu son tümce, sonradan gelse de, ilkinin temelidir aslında. Bu noktaya ulaşmak, ulaşabilmek, en asli ortaklık olarak yaratılmışlık bağını -ilksel olarak birlikte-konulmuşluk’ta tezahür eden bu asli bağı- gönülden tasdik ile mümkün olur. Öznelerarasılığı en temel zeminini işbu yaratılmada ortaklık’tan itibaren düşünebiliriz. Yazılı ya da kayda geçirilmiş olmayıp maruf esaslı olan söz konusu ilksel/fıtri sözleşme, komşuların birbirinin elinden ve dilinden salim olduğu, hakeza toplumsal hayatta birbirine saygı ile silm’in (barış) geçerli olduğu bir durumu varsayar ve böyle olarak da hukuka mesnet teşkil eder.
————————————————-
ll. Öz-leme, bir ara-yış’tır. Öz, kendini ve aynı zamanda özge’yi arar. Öz, Öz-ge’de kendini arar. Bir açıdan bakıldığında bu arayış, bulma özleminden çok bul-un-ma özlemine yöneliktir. Veyahut bu ara-yış, özgeyi bulduğunda onda özünü (yeni’den) bulma özlemi olmalıdır. Böyle olarak özleme, öz’den yine öz’e ama yeni öz’e bir harekettir, öylesine ki işbu özlemede kendini ikrar ve inkâr bir arada, öz’de dönüşüm de bu arada gerçekleşir. Başka nasıl olsun.
————————————————-
Kâh lisan kâh gönül olarak, hem lisan hem gönül olarak. Lisan ve gönül “dil”de bir çift-oluştururlar demiştik. Bu çıft-oluş şöyle izah edilebilir: Lisan ve gönül -bu, “dil”de birleşen iki unsur-semantik bakımdan biri diğerine ait olarak birbirini bütünler ve bu surette dün olduğu gibi bugün de önümüze hem edebiyatta, hem de düşüncede geniş ve zengin bir anlam-alanı açar. Şu halde, lisan-ve-gönül “dil”de bir arada yani bütünleşik bir surette düşünülebilir; keza onları böyle düşünmek düşünceye bir derinlik ve/veya irtifa kazandırabilir.

İnceleyin:  Heidegger'de Sanat-Hakikat İlişkisi: Sanat Eserinin Kökeni Üzerinden Bir Değerlendirme

Bu bütünleşik tasavvura göre, lisan (i. dil < til) Gönl’ün (ii. J:) lisanı olduğu, ona ayna tuttuğu ölçüde hakikatini bulabilir. Başka bir ifadeyle, lisan gönül’den neşet ettiği ölçüde, yani onu içten ve içtenlikle yansıttığı ya da yankıladığı Ölçüde hakikatlidir. Lisan hakikatini gönül’de bulur, “gönül lisanı” asıldır zira. Lisanın kaynağı olarak, giderek lisan olarak gönül! Öte yandan, gönül, kendini ifade ederken veya dışa vururken, temel teşkil ettiği lisan’a bağlı ve muhtaç görünür.3Sözcüğün her iki anlamında dil duyarlığı varsayar. Bir lisan faaliyeti ama bunun öncesinde ve ötesinde bir gönül işi olarak felsefe de aslında öyle.

————————————————-
31. Oluş, Ne’nin izini taşıyor oluşuyla, haddizatında “iz-oluş”tur. Bu sözcük, Oluş’un Ne-den-sonralığı’nı, Köken’e geç kalmışlığını, dolayısıyla da yaratılmışlığını (halk) anlatıyor; hakeza, Oluş’un “sonradan-olmaldık”ını (hudus), dolayısıyla da “sonluluk”unu (fena) anlatıyor. Sair nesnelerle birlikte, kend’oluş olarak öznelik dahi iz-oluş’tan payına düşeni alır. Yaratılmışlık, “kendi kökenine tanık olmama”dır aynı zamanda. “Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, bizzat kendi yaratılışlarına da tanık etmedim…” (Kehf: 18/51). Bu “kendi yaratılışına tanık olmama”, “sonradanlık”ın ve “sonluluk”un, dolayısıyla da “yaratılmışlık”ın anlatımıdır tamı tamına. Özne’nin hakiki mânâda “özerkliği” esasen bir vehim olmalıdır; nasıl öyle olmasın ki özne hakikatte ne “başlangıc”ına sahip ve tanıktır, ne de “son”una.
————————————————-
Toplum tek kişiden başlamaz, (en azından) iki kişiyi varsayar. Esasen fert olmak da bir toplumda ve bir toplumdan itibaren olur. Adem uçmakta yalnızdı, orada bir yanı eksikmişçesine yaşıyordu ve henüz fert değildi. Ne zaman ki Havva peyda oldu yani iki kişi oldular, Adem -ötekinin ortaya çıkışıyla-bir-ey yani fert oldu. Şu halde “Önce fertler vardı, toplum onlardan oluştu” demek isabetli olmayacaktır; doğrusu, fertlerin toplum temelinde ve bazen de bu toplumla zıtlaşarak ama her halükarda onu varsayarak doğduğudur. Fertler bir toplumun içinden çıkarlar ve belki dönüp içinden çıktıkları topluma tesir ederler, onu dönüştürürler.

İnceleyin:  Şâhid-i Ma’nâ Benim, Kimdir Asıl Söz Sahibi?

Ferdin ortaya çıkması için her halükarda toplumsal zemin gereklidir.

————————————————-
17. “Hiçbir şey” derken belli-belirsiz de olsa bir “şey”i işaret ediyoruzdur o “şey” “gerçekten” varmışcasına. Şimdi, kestirmeden gidelim ve demek-istediğimizi deyiverelim: Hiçlik dahi ilksel muamma olarak Ne’ye ait olup Ne’den sonra “Vücuda-gelmiştir”tıpkı eşleniği olup onunla bir çift oluşturan Varlık gibi. Hiçlik dilde “Vücuda-gelmiştir”.

18. Hiçlik dahi -tıpkı Varlık gibi“ne-den’lilik”ini Ne’den alır, Ne’nin kendisinden. Hiçlik dahi -tıpkı Varlık gibi- aslen Ne’ye döner. Varlık ve hiçlik, Ne’den sonra oluşlarıyla yani “hâdis”likleriyle bunlar, “birbirinden olup birbirine aittir”ler, nasıl ki “birbirlerini ayırt ediyor” iseler. Varlık ve hiçlik, evet, ayrımları içinde aslen Ne ’ye aittirler, “ilksel ” yani “berisi olmayan” muamma olarak Ne’ye. Hiçlik neden gelir? Cevap: Hiçlik Ne’den gelir tıpkı Varlık gibi.

————————————————-
Seni insan bedenindeki duyusal güçler konumuna yerleştirmem nedeniyle kalbinin kırılmaması için dikkatini çektiğim hususu iyi anla! Kalbin kırılır diye endişe etmemin nedeni, sana göre, duyunun değersiz ve aklın şerefli olmasıdır. Ben ise bütün şerefın duyuda bulunup senin onun işini ve değerini bilmediğine dikkatini çektim.

İbn Arabî, Fütühât-ı Mekkiyye

————————————————-
12. Dünya-da-olma, daimi, kalıcı, ebedi değil ama bir süreliğine, muvakkaten (belirsiz olmakla birlikte, vakitle kayıtlı olarak) bura’da yani bu-ara-da bulunma’dır: Geçici ikamet ya da tek kelimeyle: konaklama. Konaklama, konukluğu zımnında barındırır. Dünyada seferiyizdir. Dolayısıyla buara-da (beri ile öte arasında) misafirizdir. Ne-yer’den gelip yine Ora’ya gidiyoruzdur. Kend’olmak seferde olmaktır. Kendinden kendine bir yolculuktur bu. Bu yolculuk basitçe bir deneyim (expe’rience) değil, daha ziyade bir mâ-cerâ’dır, kend’oluş macerası.
————————————————-
23_ Özne, konuşabilen ve dahi kendiyle konuşulabilen varolandır. Bu onun diğer varolanlara nazaran başlıca alamet-i farikasıdır: Hayvan-ı natıka demek ki basitçe harfleri birbirine çatıp anlamlı cümleler tekellüm edebilen canlı değil de, silme ehil, selameti gözeten, kendiyle selamlaşılabil’ır, sohbete mütemayil, sözü dinlenir şu kimesnedir. Konuşmayı, dolayısıyla sohbeti başlatan selamlaşmadır. Selam, muhatabına bir hayırhalılık dileği ve konuşmaya bir dibace olup güven ortamının önceden bir tesisidir. Konuşmanın Özü olarak sohbet tam da toplumu başlatan, başlatmakla kalmayıp mayalandıran şeydir.
————————————————-
29. Özne (ya da eş deyişle: sözne) her ne şekilde ise bir kez yeryüzüne konulunca, o ana dek “cilasız bir ayna”13 gibi olan bu mahal öznenin ona konuluşuyla birlikte parlaklık ve görünürlük kazanmış ve bir anlam ve anlatıma kavuşmuştur. İmdi yeryüzüne anlamını kazandırıp anlatımını veren ve bu surette onu açığa-çıkaran dil (lisan-ve-gönül) sahibi s-özne’dir. Bu dil sahibi varolan, öznelerarası bir çerçevede ve sözün imkânına dayanarak etrafındaki nesneleri adlandırır ve tanımlar, öyle ki bu ameliye muhiti, giderek de dünyayı söze-konu ederek görünür kılar. Söz dünyayı açığa-çıkanr ya da dünya sözde ve sözden itibaren açığa-çıkar. Dünya, s-özne’nin varlığıyla nihai anlam ve anlatımına kavuşur. Duyarlık, dolayısıyla dil (lisan-ve-gönül) sahibi olarak özne, “varlık aynasının cilası” olur. Böyle olarak 0, baş gözünden önce, gönle düşen sözcüklerle görür ve gördüğünü adlandırıp-tanımlar. Bu, dünyayı ve/veya varlığı “kurma”dır bir bakıma yani ki ona anlamını-vermedir. Hâsılı, dünya (konarga), anlamını öznelerarasılığın dilsel ortamında duyarlık olarak vücut bulan şu özneden itibaren kazanır.
————————————————-
6. Ne, kendini duyururken, bir yandan gizler de. O, kendini giz olarak duyurur. G/iz olarak g/iz kendini öne sürmekle birlikte geri çeken şeydir tam da. Onun “doğa’sı böyledir. 0, bir muammadır her soruya öncel bir muamma. Ne, ‘söze-konu“ olduğunda dahi muamma karakteri’ni tam olarak yitirmez. Bu yüzden o paradokslarla ‘dile-gelme’yi sever. Ne,anlamdirmaya direnen bir muammadır. yoksa çözülebilir bir bil-mece değil. Ne’nin “söze-konu’ oluşu belli-belirsizdir. Anlak onu kendi terimlerine çevirip anlaşılır kılamaz. Ne’yi en alâ özduyunc’umuz olan kalb’imizden duya-bıliriz. Ne’ye dair her mülahaza duyarlıkta iz bırakan her ne ise onun anlakça ve anlağa göre bir tercümesi olmakla maluldür daha en başta. Ne, haddizatında, bilincin terimlerine tercüme edilmez.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir