Kur’an-ı Kerim’i Nasıl Anlamalıyız? 1.Bölüm

maxresdefault Kur'an-ı Kerim'i Nasıl Anlamalıyız? 1.Bölüm

– 1.bölüm –

Soru: Hocam, Kur’ân-ı Kerim’i nasıl okumalı ve nasıl anlamalıyız? Birilerinin bize okuyup anlatması mı yoksa doğrudan bizim okuyup anlamamız mı daha doğru bir yol?

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillahirabbi’l-alemînve’s-salâtüve’s-selâmüalâmuhammedin ve alââlihî ve sahbihîecmaîn…

Aslında iki ayrı başlıkla iki ayrı oturumda ele alınması gereken iki ayrı konu. Ama biz meselenin Kur’ân-ı Kerim′i okuma boyutuyla değil de anlama boyutuyla ilgilenecek ve bu çerçevede konuşacağız. Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Kur’ân-ı Kerim’le alakalı iki özel görevinin olduğunu yine Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz. Birincisi يَتْلُوعَلَيْكُمْآيَاتِنَا “size Bizim âyetlerimizi okur”. İkincisi وَيُعَلِّمُكُمُالْكِتَابَ “ve sizlere kitabı talîm eder”. Yani kitabı, anlayabileceğiniz kıvamda size anlatır, içeriğini size açar ve onu size öğretir.

Ayet-i kerimede geçen bu son cümle aslında bu akşamki konuşmanın sunucu arkadaş tarafından takdim edilen başlığıyla örtüşüyor:

Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anlamalıyız?

Bu soru çağların sorusudur. Müslümanlığın zaten düğümlendiği/bağlandığı nokta, Müslümanlığı üzerine tesis edebileceğimiz öz ve cevher de zaten bu soruda gizli. Kur’ân-ı Kerim′i anlayamayan kimse zaten Allah′ı tanıyamaz, Kur’ân-ı Kerim′i anlayamayan kimse Peygamber’i de tanıyamaz, hayatı, ölümü hatta kendisini tanıyamaz, hiçbir şeyi tanıyamaz; kısacası Müslüman olamaz. Bu bakımdan İslam′ın tebliğ edildiği andan itibaren Kur’ân-ı Kerim′in anlaşılması yönündeki araştırma ve çalışmalar da başlamış oluyor. İslam dininin öğrenilmesi, yaşanması, karşılaşılan problemler üzerine sorular sorulması, cevaplar alınması, müzakere ve mütalaası diyebileceğimiz İslam′ın öğrenilmesi ve yaşanılmasının tarihi zaten Kur’ân-ı Kerim′in anlaşılmasının da tarihidir.

Kur’an-ı Kerim’in anlamı belli ve sabittir

Hatta biraz popüler bir dille anlatacak olursak, Kur’ân-ı Kerim hala anlaşılmakta olan ve kıyamete kadar da anlaşılacak olan bir kitaptır. Bize ifade ettiği manası ya da mesajı diyelim, asla tükenmemiş ve tükenmeyecek olan bir kitaptır Kur’an-ı Kerim. Bu son cümleleri duymaya alışıksınızdır; fakat ben bunları söylerken şöyle düşünerek söylemiyorum: Dün Kur’ân-ı Kerim′e verilen anlam artık bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Bugün Kur’ân-ı Kerim′e yeni bir anlam vermeliyiz, yarın gelecek nesiller de bugünkü anlam değiştiği, geçerliliğini kaybettiği için onlar da yeni yeni anlamlar vermelidir, şeklinde Kur’ân-ı Kerim′i hüviyetsiz/anlamsız, tamamen kişilere, zamanlara, kültürlere göre çok farklı anlamlar ifade edebilen göreli bir kitap olarak düşünüyor değilim.

Ebetteki özde Kur’ân-ı Kerim′in anlamı birdir ve mutlaktır. Hiç bir zaman değişmez. Dün o anlam ne idiyse bugün de odur, yarın da o olacaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim bir kelamdır, bir sözdür, kelimeyle iletilmiş bir mesajdır; kelimelerin özde sabit anlamları vardır ve bu anlamlar bakidir. Belki zaman zaman kelimeler anlam esnemesine uğrayabilir. Mesela mecaz ve kinaye gibi ifade türleri vardır. Kelimenin yaygın olarak kullanıldığı bir anlamı vardır. Bu anlam onun hakiki anlamıdır. Ama zaman içerisinde toplum, onu çeşitli münasebetlerle bağlantı kurduğu ödünç ya da dolaylı bir anlamda kullanır.

Bunu ya kolayına geldiği ya fonetik düzeni hoşuna gittiği, ya da daha etkili bir tasvirde bulunmak istediği için yapar ve o ödünç ya da dolaylı anlam sık sık kullanıla kullanıla artık kelimenin hakiki anlamı gibi kabul edilmeye başlanır ve zaman içerisinde bakarsınız ki kelimede anlam zenginleşmesi olur. Böylece sonraları bazen birbirleriyle irtibatı dahi tespit edilemeyen birçok mana kelimenin anlam dağarcığına yüklenmiş olur ve böylece dilde esneme ve genişleme olur. Rengi, tonu ve sınırları değişebilir, hatta önemli bir değişim ve dönüşüm olabilir. Ama Kur’ân-ı Kerim için böyle bir şey söz konusu değildir.

Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah tarafından korunmuş bir kitap olması bakımından bozulmasını, tahrif edilmesini, zaman içerisinde anlam erozyonuna uğramasını gerektirecek olan bütün sebep ve unsurlar da Cenab-ı Allah’ın inayetiyle önlenmiştir. Yani Kur’ân-ı Kerim′in korunmuşluğunun doğal bir sonucu olarak Kur’ân-ı Kerim′in bozulmasına yol açabilecek etkenlerin ortadan kaldırılması da bu bağlama giriyor.

Arap dilinin korunmuşluğu Kur’ân-ı Kerim′in korunmuşluğuyla da birebir alakalıdır. Bin dört yüz sene evvel Türkçe ya da bir başka dilde bugün kullanmadığımız kim bilir ne kelimeler vardı? Bunun dışında bugün kullandığımız kelimeler o dönemde ne manada kullanılıyordu? Bunu kim temin edebilir? Ama Arap dili için bunu temin etmek mümkün. Arapça kelimeler on, on beş ciltlik kapasiteli, nitelikli lügat kaynaklarında bin iki yüz yıl öncesinden kayıt altına alınmış. Kelimelerin o döneme ait anlamlarını belgeleyen şiirler, deyimler, atasözleri büyük bir özenle günümüze taşınmıştır.

Bu muvaffakiyet Arap dilinden başka hangi dile nasip olmuştur? Araplara bu muvaffakiyeti kazandıran şey Kur’an-ı Kerim’dir. Bütün bu çalışmalar Kur’an-ı Kerim’i doğru ve eksiksiz anlama gayretinin eseri olarak gerçekleşmiştir. “Kur’ân-ı Kerim′in anlamını muhafaza edelim. Kelimelerde anlam kayması yaşanıp da Kur’ân-ı Kerim’de bir anlam bozulmasına yol açmasın” hassasiyeti, kaygısı o dönemin bilginlerini, şuurlu ve duyarlı Müslümanlarını Arap dilinin verilerini toplamaya ve bunları kitaplaştırmaya sevketti. H.2 ve 3. yy’dan itibaren dil bilginlerinden Sîbeveyh, hocası Halil, Müberred, Kisâî, Ahfeş ve Basra’nın, Bağdat’ın, Küfe’nin diğer dil bilginleri var. Lügatçiler bütün Arap topraklarını dolaştılar.

Bedevilere, Arap köylerine ve daha henüz yabancı topluluklarla karışmamış olan öz Araplara gittiler ve onlardan saf Arapça kelimelerin karşılıklarını duydukları gibi alıp tedvin ettiler ve böylece ilk dönemin saf Arapçasını kitaplara geçirmek suretiyle korumuş oldular. Biz bugün işte bu kaynaklara müracaat etmek suretiyle ya da o dönemde yazılmış tefsir kitaplarına müracaat etmek suretiyle, Taberîlere, Abdurrezzak’ın, İbnCüreyc’in tefsirlerine müracaatla Kur’ân-ı Kerim′in orijinal/asli anlamını bulma imkânına sahip oluyoruz. Eğer bu kaynaklar olmamış olsaydı, biz bugün modern lügatlerden Kur’ân-ı Kerim’in manasını anlamak durumunda kalacaktık.

Ayet-i kerimede geçen mesela “kesebe” kelimesine bugün modern anlam neyse o anlamı verecektik ve bunun Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dönemindeki Arapçayı, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim′in orijinal mesajını ne kadar orijinal haliyle yansıttığı konusu da devamlı şüphe konusu olacaktı ve bir türlü emin olamayacaktık.

İşte Allah Kur’ân-ı Kerim′in lafzını koruduğu gibi anlamını ve manasını da korumuş, bunun için gerekli olan bütün vasıtaları, şartları da hazırlamıştır. Buna mani olabilecek, tehdit oluşturabilecek bütün unsurları da yine âlimlerin eliyle, yer yer İslam kahramanları, devlet idarecilerinin ve komutanlarının eliyle temizlemiş bertaraf etmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu yönüyle hem lafız hem de mana olarak mahfuz/korunmuş bir kitaptır. Şunu demek istiyoruz ’’tarih boyu bütün çabalar Kur’ân-ı Kerim′i orijinal haliyle, en doğru haliyle anlayabilmeye matuf olmuştur. “Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anlayabilirim? Anlarken izafilikten, öznellikten nasıl kurtulabilirim?

Kur’ân-ı Kerim′i anlarken onunla arama girebilecek mesafeleri nasıl aşabilirim? Kur’ân-ı Kerim’le arama örülecek duvarları nasıl yıkabilirim?” Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dilinden döküldüğü şekliyle Kur’ân-ı Kerim ayetlerini akıllarına ve gönüllerine kazımak olmuştur bütün tarih boyunca Müslümanların amacı.

Bu konuda tarihimize güvenelim, şöyle bir söyleme asla pirim vermeyelim: ‘’Kur’ân-ı Kerim bugüne kadar tam anlaşılamadı, eksik anlaşıldı, mesajı çarpıtıldı, biz bugün Kur’ân-ı Kerim′i elimizdeki yeni imkânlarla en doğru haliyle, en orijinal haliyle anlayacağız.’’ Böyle cüretli, ayakları yere basmayan ifadeler kullanmamalı, bunlara kesinlikle pirim vermemeliyiz. Aslında Kur’ân-ı Kerim’den çağ olarak uzaklaştıkça Kur’ân-ı Kerim′i anlama konusundaki avantajlarımız da azalıyor. Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlamamıza sebep olabilecek etkenler de çoğalmış oluyor. Bir taraftan da bunun muhasebesini yapmak durumundayız. Tarih boyu bu soru soruldu dedik. Tarih boyu Müslüman topluluklar, fertler hep şunu sordu; Kur’ân-ı Kerim′i sağlıklı biçimde, orijinal haliyle nasıl anlayabilirim? Bunun için ne yapmalıyım?

Kur’an-ı Kerim’i anlamanın anlamı

Şimdi biz de bu soruyu soruyoruz. Öncekiler bu soruya nasıl cevap buldu ve bizler nasıl cevap bulabiliriz? Onun izini sürmek durumundayız şu anda ve burada anlatmak istediğimiz bu sorunun cevabını nasıl bulabileceğimiz konusunda ipuçlarıdır. Ve işimiz bu ipuçları üzerinde durmak, bunun imkânlarını biraz sorgulamak olacak.

Düşünelim, Kur’ân-ı Kerim′i gereği gibi anlamak çok kolay bir iş değil. Kendimizden bir şeyler katmadan, aldığımız eğitimden, çevreden, hâkim kültürden, modern paradigmadan etkilenmeden Kur’ân-ı Kerim′i anladım diyebilmek kolay bir iş değildir. Ve bu süreç işidir, bir anlık bir şey de değildir. Bu sürecin bir tarafında düşünmek diğer tarafında bilgi, eğitim var ve yine bu sürecin bir diğer tarafında arınma, zikir, zühd, takva, riyazet var. Diğer bir tarafında sabır, nefis muhasebesi, anladığın şeyi sorgulamak var… “Emin miyim acaba? Emin olmam için elimde veri olarak ne var? Bunlara ne kadar güvenebilirim?” soruları var. Bir iç sorgulama vb. daha birçok şey var.

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim′i olması gerektiği gibi anlıyorum. Aldım elime meali, sabah akşam işe giderken işten dönerken yemek öncesi yemek sonrası ya da birini beklerken okuyorum. Boş kaldığımda hemen açıyorum ve okuyup anlıyorum, anladıkça şifa buluyorum. Evet, özde bu çaba masumca bir çabadır ve kişiye verdiği manevi haz bakımından güzeldir. Ama yaptığımız şeyin doğruluğundan ne kadar emin olabiliriz? Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde hedeflenen şey, teşvik edildiğimiz çalışma bu mudur? Bunu sorgulamak durumundayız.

Bu sorgulamaya geçmeden önce şunu düşünelim: Çok yönlü hazırlık isteyen, ancak uzunca bir sürece yayılarak elde edilebilecek bir sonuç, bir başarı düşünün. Bu başarıyı sağlamış bir insan farz edin. Bu sizin komşunuz olsun. Mesela çok önemli bir hastalığı vardı. O bu hastalığın tedavisi için gerekli olan adımları attı, perhizini yaptı, ilaçlarını kullandı, kendisini psikolojik ve fizyolojik olarak hangi formasyona sokması gerekiyorsa bütün bunları yaptı ve başardı. Birkaç yıl içinde bu hastalığın pençesinden Allah’ın izniyle kurtuldu. Allah göstermesin gün geldi siz de aynı hastalığa duçar oldunuz ve kapı kapı şifa aramaya başladınız. Sorduğunuz soru hep “ben bu hastalıktan nasıl kurtulabilirim?” oldu.

Şimdi burada ilk yapacağınız şey nedir? Hemen o dostunuzun kapısını çalmaktır; “arkadaş! ocağına düştüm ben böyle bir derde müptela oldum. Vaktiyle sen de müptela olmuştun. Nasıl kurtulabildin? Neleri takip ettin? Ne yaptın, ne ettin? Adım adım bana anlat” dersiniz. Şimdi bu kişi sizin için hem bilgi hem tecrübe ve hem de ilham kaynağıdır. O arkadaşım kurtuldu ben de kurtulabilirim diyerek bir taraftan siz o arkadaşınızdan ilham alıyorsunuz. Bir yönüyle siz o arkadaşınıza öykünüyor, özeniyor ve güç alıyorsunuz.

Bu arkadaşınız sizinle ilgileniyor, alt alta maddeler altında, şunu şunu yapacaksın demekle kalmıyor -ve bu çok da sahici bir şey değil- size geliyor siz ona gidiyorsunuz vs. bir süreci onunla birlikte, ondan ilham alarak geçiriyorsunuz. Ve umuyoruz ki siz de o hastalıktan kurtuluyorsunuz.

İnceleyin:  Stratejik Olarak Ehli Sünnet Bilinci

Bizim durumumuz da buna benziyor. Kur’ân-ı Kerim′i anlamak durumundayız. Kur’ân-ı Kerim′i anladığımız oranda Allah katında eksiksiz Müslüman olabiliyoruz. Eksik anlarsak eksik Müslüman ya da yanlış Müslüman oluyoruz. Tam anlarsak tam Müslüman olma durumundayız. Şu halde bu bir hastalıktan çok daha önemli meseledir bir Müslüman için.

Peki, bu durumda kapısını çalacağımız insan kim? Bizden önce bu tecrübeyi yaşamış, Kur’ân-ı Kerim′i gereği gibi anlamış ve anladığı da tescil edilmiş olan kim? Evet, Kur’ân-ı Kerim′i anladı diyebileceğimiz bir kişi ya da topluluk kimdir? Bu soru akla geldiğinde hemen herkesin aklına gelen Ashab’dır. Kur’ân-ı Kerim′i yeryüzünde nazil olduğu günden bugüne en ideal düzeyde anlamış olan topluluk Ashab-ı kiramdır, Allah Resulü’nün arkadaşlarıdır Hz. Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Abdurrahman b. Avflar ve diğerleridir. Şu halde kapısı çalınması gereken kişiler, Ashab-ı kiramdır.

Ashab-ı kirâm Kur’an-ı Kerim’i nasıl anladı?

Ashab-ı kiram Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı? Belki kelimesi kelimesine böyle sorarak değil ama bir şekilde bu sorunun cevabı onlardan istenmelidir. Kısacası Ashab-ı Kiram’a bakmak durumundayız. Çünkü Ashab-ı Kiram cahiliye döneminde yetişmiş bir nesil. Yirmili, otuzlu, kırklı yaşlara gelene kadar cahili kültürün içinden geçmişler. Büyük bir çoğunluğu cahili kültürün belki en kötü fiillerini işlemiş ve Allah Resulü’nün davetiyle, Allah’ın iman nurunu kalplerine atmasıyla bu insanlar hidayeti bulmuşlar. Ve bu insanlar Kur’ân-ı Kerim′in önünde diz çöküp, kimi yirmi üç yıllık, kimisi on üç yıllık, kimisi beş yıllık, kimisi üç yıllık zaman zarfında, Kur’ân-ı Kerim eğitimi almış, Allah Resulü’nün dizinin dibinde. Bunlar diri diri kızlarını toprağa gömebilen bir topluluktu. Cahiliye Arabı’nın şiirine, edebiyatına baktığımızda o topluluğun örfünü, âdetini, taassubunu ve zaaflarını görebiliyoruz?

Ve gördüğümüz nedir? İçkidir, kadın tutkusudur, nam/şöhret takıntıları ve bunun için yapılan savaşlar, yağmalardır. Tabi özde bir dürüstlük vardır. Ama çarpıtılmış bir şeydir bu. Ahlak, zihniyet ve yaşam olarak tamamen rayından çıkmış bir topluluk düşünün. Cahili diyoruz ya, böyle bir topluluk işte. Bu topluluğu Allah Resulü Kur’ân-ı Kerim’le birlikte kısa bir zaman içerisinde öyle bir topluluğa dönüştürdü ki, artık bu topluluk ümmetin yıldızları haline, ideal şahsiyetler haline geldi. Artık bu topluluğun biz Müslüman olma sürecinden sonraki hayatını tablo tablo menkıbeler olarak okuyor ve onlardan kendimize dersler çıkartıyoruz. Ebu Bekir′in cömertliğini ve teslimiyetini okuyoruz, bize bu erdemlerin ufuklarını o açıyor. Ömer′in adaletini okuyoruz, adalette yıldızımız oluyor yön buluyoruz. Ali’nin cesaretini, ilmini okuyor istikamet tespit ediyoruz.

Osman’ın hayâsını ve hilmini; Hamza’nın şecaatini okuyor erdem kuşanıyoruz. Bu insanlar bizim için birer üstün ahlak abidesi haline geldiler. Peki bu nasıl gerçekleşti? Bu onların Kur’an-ı Kerim’in hidayetiyle inşa olmalarıyla gerçekleşti ve bu inşa da kuşkusuz önce Kur’an-ı Kerim’i anlamakla gerçekleşti. Şu haliyle bir yandan Kur’ân-ı Kerim′in kendisi bu insanlar için “radıyallahuanhum ve raduanh” [Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldu] (Tevbe, 100) diyerek onları tescil ediyor. Diğer yandan hayatlarındaki değişim ve dönüşüm de bize bu insanların Kur’an-ı Kerim’i anladığını, Kuran-ı Kerim’le yeniden hayat bulduklarını, kimlik inşa ettiklerini gösteriyor. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı, sorusu bunun için istikamet belirleyici bir sorudur.

Burada çok detaylı madde madde bir liste çıkaracak değiliz. Ama çok önemli, merkezi ve biraz uzağında bulunduğumuz bir noktaya temas edeceğiz. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i bir rehber, bir mürşit, bir muallim nezaretinde, onun eğitimi altında anlamıştır. Sahabe Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladı, sorusunu sorduğumuzda cevaplar içerisinde ilk sırada yer alması gereken, sahabenin Kur’ân-ı Kerim′i Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in dizinin dibinde ondan öğrenerek anladığıdır. Söze başlarken bir âyet-i kerime okumuştuk. Orada Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in ümmetine karşı vazifeleri anlatılırken “size bizim ayetlerimizi okur (tebliğ eder), sizi tezkiye eder (arındırır), O size kitabı ta’lim eder(öğretir)” deniyordu.

Peki kime öğretir? Size dediğinde ilk muhatap topluluk Ashab’dır. Yani Arapçayı çok iyi bilen topluluk. Onlar Arapçayı o kadar iyi biliyorlardı ki kelimelerin sonlarını iraplamak için gramer öğrenmelerine gerek yoktu. Selikalarından, fıtratlarından zaten Arapçayı doğru konuşuyorlardı. Her biri adeta yürüyen Arapçaydı. O kadar fasih ve edip insanlardı! Şiirin o dönemde ne kadar yaygın ve ne kadar güçlü etkiye sahip olduğunu hatırlayalım. Buna rağmen “Kur’ân-ı Kerim′i size Peygamber öğretir” buyuruyor Kur’an’ın kendisi. Ve Ashab’a bakıyoruz gerçekten de öyle, Allah Resulü’ndenKur’ân-ı Kerim′i öğreniyorlar. Herhalde Kur’ân-ı Kerim′in nasıl okunacağını öğrenmiyorlardı! Onların bizde olduğu gibi “elif ba” öğretimi görmeleri gerekmiyordu. Buna rağmen Allah Resulü yine de onlara kitabı öğretiyordu.

Nasıl öğreniyorlardı peki? Âyet nazil oluyor, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′e anlamadıkları bir şey oluyorsa onu soruyorlardı, Allah Resulü bu soruyu cevaplıyor. Bazen bir şeyi yanlış anlama durumu baş gösteriyordu, Allah Resulü’nün kapısını çalıyorlar, Allah Resulü onlara, “yanlış anladınız o öyle değil böyle anlaşılmalı” diyerek düzeltiyor ve Kur’ân-ı Kerim’i öğretiyordu. Bazen hiç bir şey sormuyorlar ve Allah Resulü de “bu âyet-i kerime bu manaya gelir” demiyordu. Yani âyet-i kerime üzerinde konuşmuyor; ama Allah Resulü onların önüne geçiyor bir şeyler yapıp örneklik ortaya koyuyor veya daha baştan bazı hükümleri açıklıyordu, bazı şeyler anlatıyordu.

Onlar Allah Resulü’nün dizinin dibinde onu takip etmek, onu örnek almak, onun yanında bulunmak, onu dinlemek, onu taklit etmek ve ona özenmek suretiyle zaman içerisinde hani o meyvelerin güneşe karşı durması güneşin onları zaman içerisinde olgunlaştırması var ya aynı onun gibi hem Kur’an-ı Kerim’i öğreniyor hem de birer mümin olarak gelişiyorlardı. Orada bizim göremediğimiz rakamlara ve harflere sığmayan bir etkileşim, bir iletişim, bir akış vardır; görülmez, hissedilmez.

Ama çok derinden ve etkin bir iletişimdir bu. Güneş adeta bir şey iletir ve meyveler olgunlaşır. Allah Resulü bir güneşse sahabe de Allah Resulü’nün huzurunda, çevresinde, etrafında, kâh savaşta kâh seferde kâh mescitte kâh sokakta kâh evinde kâh şurada kâh burada Allah Resulü’nü devamlı takip ede ede adeta onun ahlakını, sözlerini, tavırlarını, diyaloglarını ve münasebetlerini vakumlayarak bir şahsiyet kesbediyorlardı. Öyle bir şahsiyet ki bu şahsiyetin zihniyet, ahlak ve pratik boyutu var.

Bu insanlar bütünüyle Allah Resulü’nü özümsüyorlardı, onun ahlakını içselleştiriyorlardı. Hz. Âişe’nin ifade ettiği üzere onun ahlakı da Kur’an’dır. İşte Ashab, Kur’ân-ı Kerim′i Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′i takip ederek, dinleyerek, taklit ederek, ona özenerek anlıyorlardı. Bu bazen sözlerini dinleyip hıfz etmek, müzakere etmek, bazen soru sorup cevap almak suretiyle; ama çoğu defa Allah Resulü’nü dinleyip Allah Resulü’ne bakıp ondan bir şeyler öğrenmek, kapmak suretiyle oluyor. Hani çırağın ustayı seyretmesi vardır ya onun gibi bir şey. Usta keseri nasıl vuruyor?

Elini nasıl çeviriyor, büküyor, ne kadar kaldırıyor? O kıvraklık, o el çabukluğu. Oradaki kıvam ve denge, bunu nasıl yapıyor?… Bütün bunları yakın gözlemle ve içselleştirmekle derin bir etkileşim içinde ustasından öğreniyor. Aynı bu biçimde Ashab’la Peygamber arasında Peygamber’den etkilenme süreci vardı. Ashab Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′le böyle bir sürece giriyor ve belli bir zaman diliminden sonra bakıyorsunuz ki yıldızlaşmış insanlar olarak karşımıza çıkıyorlar ve bu Ashab hayatıyla Kur’ân-ı Kerim′i bize anlatan birer kaynak oluyor. Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlere bakıyorsunuz âyetler bize bir şeyi idealize ediyor. Dönüp Ashab’a bakıyoruz onun en ideal halini Ashab’da görüyoruz.

Kur’ân-ı Kerim bize bir şey söylüyor, bizi bir şeyden sakındırıyor, o şeyden sakınma konusunda en titiz hassasiyeti yine Ashab’da görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim′i o denli anlamış, içselleştirmişler ki adeta her birisi vahyin yeryüzünde mücessem halini temsil eder hale gelmişler. Şu halde bu çok önemli bir noktaya işaret ediyor bizim için.

Demek ki Ashab, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın çok daha derin, etraflı ve etkili bir yöntemini uyguluyordu. Peki, bugüne gelip bakalım: Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde bizim zihnimizde canlanan şablon nedir? Kur’ân-ı Kerim′i anlamak için kalemi kâğıdı elimize alacağız, masayı hazırlayacağız, mealleri tefsirleri yığacağız, kafamızı toparlayacağız, adeta ders çalışır gibi oturup ayetleri inceleyeceğiz, biz hep Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın hafıza/zihin boyutuna yani işin rasyonel boyutuna takılıp kalıyoruz. Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde biz hemen mesele çözümlemek gibi bir ön yargıya kapılıyoruz ve hemen pozisyonumuzu ruh halimizi buna göre belirliyoruz ve Kur’ân-ı Kerim′i böyle anlamaya çalışıyoruz…

Bize göre daha çok ve daha sürekli meal okuyan ve hatta birkaç meal eskitmiş kişi –genel ve orta düzey bir yargıdır bu- Kur’ân-ı Kerim′i daha iyi anlamış kişidir. Belki de bizim için o yürüyen Kur’an’dır. Yani Kur’ân-ı Kerim′i anlamak böyle bir vasata indirgendiğinde, hapsedildiğinde, haliyle model olarak Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yolu da mealcilik oluyor, meal okuyuculuğu oluyor ve mealcilik kültürü toplumda da devamlı teşvik ediliyor. Meal yarışmaları düzenleniyor mesela. Maksadımız böyle etkinlikleri tenkit etmek değil ama bakış açısındaki probleme temas etmek de gerekiyor.

İşte biz de birinci derecede Kur’ân-ı Kerim nasıl anlaşılır, anlaşılmalıdır sorusunun cevabı olarak aklımıza gelen bu gibi zihnî faaliyetler üzerinden bir takım sorunları konuşuyoruz. Meallerde ya da tefsirlerde karşılaşılan sorunları konuşuyoruz. Mesela kelimeleri günümüze nasıl aktarabiliriz, hep böyle teknik meseleleri konuşuyoruz; ama Kur’ân-ı Kerim′i anlamak dendiğinde sahabenin Allah Resulü’nün dizinin dibinde aldığı eğitim -siz buna usta çırak ilişkisi diyebilirsiniz, bir başkası mürit mürşit ilişkisi, diğer bir başkası talebe hoca ilişkisi diyebilir- pek aklımıza gelmiyor. Kur’an’ı anlamanın uzun ve köklü bir eğitim boyutu üzerinde nedense pek durmuyoruz.

Şu halde biraz pratiğe inecek olursak önerim şudur: Kur’ân-ı Kerim′i mutlaka ve mutlaka Ashab’ın anladığı gibi anlamaya çalışmalıyız. Ashab’ınKur’ân-ı Kerim′i anladığı gibi biz de nasıl anlayabiliriz sorusuna şimdi biraz da pratik bir dille şöyle cevap verebiliriz: Kur’ân-ı Kerim′i mutlaka bir hoca, bir rehber gözetiminde anlamaya çalışmalıyız. Kur’ân-ı Kerim hocasız, mürşitsiz doğru ve yeterli biçimde anlaşılamaz. Sahabenin Kur’an-ı Kerim’i anlama konusunda bize verdiği en temel mesaj, Kur’ân-ı Kerim′i bir mürşit ve bir muallim nezaretinde anlamış olmalarıdır. Ve Ashab’ın Kur’an-ı Kerim’i anlama yöntemi bizim için de kıstastır. Zaten Kur’an-ı Kerim′in ta’lim edilen bir kitap olmasının da gösterdiği gibi bu Kur’an-ı Kerim’in de vaz’ ettiği bir kıstastır.

Peki, Kur’an-ı Kerim’i bir rehberden öğrenmek istediğimizde ne yapmalıyız, bunu nasıl gerçekleştirmeliyiz? Ashab’a öğreten muallim Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’di. Şimdi bugün onun rehberliğini kim temsil edecek, bize Kur’an’ı kim öğretecek? Nübüvvetin mirası nedir, varisleri kimlerdir? Ayrıca bunun kaynakları, metodu ve uslubu nasıl olacak?

İnceleyin:  İmam-ı Rabbanî’nin Şahsiyeti, Görüşleri, Tecdidi..

Bunlar çok önemli konulardır ve bizi alıp bambaşka problemlere sürükleyebilecek kadar köklü ve etraflı meselelerdir. Burada başlıca amacı Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlamalıyız, sorusuna cevap aramak olan bir konferansta girebileceğimiz konular değildir. Ama şu kadarını net ifade edebiliriz; sahabenin Kur’ân-ı Kerim′i nasıl anladığı sorusunun cevabını irdelerken karşımıza çıkan en merkezi mesele Kur’ân-ı Kerim′i mealden değil, kendi başımıza da değil; bilakis onu bilen, tanıyan, diline, ahkâmına, üslubuna, tarihine ve inceliklerine vakıf olan ve aynı zamanda takva sahibi insanlardan oturup öğrenmektir.

Bu öğrenmenin en doğru yolu sohbettir. Yani uzun süreli birliktelik. Dizinin dibine oturup kendisinden parça parça öğrenebileceğin birliktelik. Bu en doğru yolu… Ama bu mümkün değilse belli bir öğrenme biçimine hapsedemeyiz. Tefsir okurken bir yerde takıldık, sıkıştık kaldık. Tefsiri aldık, hocanın kapısını çaldık; “hocam şu âyet-i kerimeyi okuyorum okuyorum bir türlü anlayamıyorum. Acaba şöyle mi yoksa böylemi anlamalıyım?”… Bu öğrenmenin bir yoludur ve benim de tavsiye ettiğim üslup bu değildir.

Kur’an-ı Kerim’i anlama faaliyetinin merkezinde bir kitap değil, ehil bir âlim olmalıdır, bir muallim, bir hoca olmalıdır. Ahlaklı, fazıl, takva sahibi, sünnete sahip çıkan, hayatında sünnetin ve takvanın izlerini görebildiğimiz bir insandan bahsediyorum. Bu insanın yanında bulunmak kendi kişiliğimize taşımak üzere hal harekât ve ahlakını, adabını takip edebilmek, onun nasihatlerini vs. özümsemek. Bu da aslında Kur’ân-ı Kerim′i öğrenmenin bir yoludur ve çok da köklü bir yoldur. Ama burada da günümüzde yaşanılan sıkıntılar yok değil. Ne kadar öğrenirsiniz? O insanın size yansıttığı kadarıyla öğrenebilirsiniz. Bütün bir Kur’ân-ı Kerim′i öğrenebilir misiniz? Öğrenemezsiniz, o biraz da o hocanın bilgi, irfan kapasitesine ve ayrıca mizacına da bağlıdır. Tabi sizin de liyakatiniz belirleyicidir burada. Meselenin bu yönü bizi çok önemli başka konulara taşır. Fakat bu akşam konumuz bu olmadığı için devamını getirmiyorum.

Kur’an-ı Kerim’in tefsiri ve islamî ilimler

Şimdi bir başka boyuta geçelim buradan. Dedik ya Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yegâne yolu meal okumak ya da teknik anlamıyla “tefsir” dediğimiz kitapları okumak değildir. Ashab-ı kiram, ma’lum Allah Resülü’nünKur’ân-ı Kerim′i kendilerine ilk tebliğ ettiği ve ilk öğrettiği topluluk ve Allah Resulü ile çağlar boyu gelecek olan bütün aday Müslümanlar arasındaki köprü. Ashab topluluğu Hz. Peygamber’in Kur’an’la ilgili bilgi ve irfanını tabiine ve tabiin de bugünlere taşımıştır. Ashab’ınKur’ân-ı Kerim′in anlaşılması, yani tefsir alanındaki rivayetleriyle fıkıh alanındaki rivayetlerini bir karşılaştıralım.

İbn Hazm bunu yapmış. Ashab’ın fıkıh, fetva ve haram helalle ilgili verdikleri fetvaların, kendilerinden bir şekilde nakil edilmiş olan fıkhî meselelerin sayısı -yapılan tespite göre- yirmi binden fazla. Keza Ashab içerisinde kendisinden bir şekilde fetva rivayet edilmiş, kaynaklara bir şekilde fıkhî bir görüşü geçmiş olan sahabe sayısı yüz altmış iki. Gelelim tefsire. Tefsirle ilgili rivayetlere baktığımızda Ashab’ın içinde yüz altmış iki tane sahabe yok tefsirde rivayetleri bulunan. Yani ayetlerin açıklaması sadedinde bize bilgisi ulaşan sahabe sayısı çok daha az. Falan sahabe bu âyet-i kerimeyi böyle açıkladı, bu kelimeyi böyle anlamlandırdı, şeklindeki rivayetlere baktığımızda bize rivayetleri ulaşan Ashab yirmi bilemediniz otuzdur, kırk demek çok zordur. Ama fetva ve fıkhı bize ulaşan Ashab’a bakıyorsunuz yüz altmış iki.

Fıkıh meselesi olarak Ashab’dan bize intikal eden müktesebata bakıyorsunuz yirmi bini geçiyor, tefsir rivayeti olarak Ashab’dan bize intikal eden şeye bakıyorsunuz bu kadarı bulmuyor. Buradan şunu anlıyoruz: AshabKur’ân-ı Kerim′i bire bir Kur’an kelimelerini açıklamak suretiyle anlatma yoluna gitmemiş, böyle bir şeyi gerekli görmemiş. O gün Ashab ve Tabiin’in dil bilgisi güçlüydü, Kur’an kelimelerini birebir açıklama gereği duymuyorlardı, denerek buna ihtiyaç duyulmadığı söylenebilir elbette. Ama bu durum meseleyi tam olarak izaha kâfi değildir. Bunun başka bir sebebi daha var. Ashab için Kur’ân-ı Kerim aslında hayatın içindedir. Ashabâyeti yaşayarak okumaktadır ve bize de yaşayarak anlatmaktadır, fetvalarıyla anlatması bu anlama gelir. Kur’an’ı bize hayat pratikleri üzerinden, bu pratiklere uygulayarak anlatmaktadır. Şu halde Ashab’ın fıkıh muktesebatı olarak sonraki nesillere aktarmış olduğu meseleler Kur’ân-ı Kerim′in tefsiridir.

Meal ve ilmihal

Bu durum bugün bizim mealle ilmihal ya da fıkıh arasında bağlantı kurmanın gerekliliğine işaret ediyor. Bugün ilmihal okumaktan ar duyan bir İslamcı nesil türedi ve hazin ki hayatı Kur’an’a bağlayan ilmihal ve fıkıh muhitimizden çekildi. Oysa geleneğin ulu hocaları bize hep şunu tavsiye ederlerdi; ilmihal okuyun. Çok zaman sonra aklı başına gelmiş eski radikal İslamcı entelektüellerin de en sonunda dedikleri hep ilmihal ilmihal olmuştur. Ama mealciliğin yeni dalgasıyla karşı karşıyayız. Yeni jenerasyon içinde bir kesim üzerinde meal çağrısı hala etkisini sürdürmektedir.

Evet, artık mealcilik eski mealcilik de değildir. En azından açıklamalı ya da gerekçeli meal edebiyatı oluşmaya başlamıştır. Mealciler öteden beri şunu dillendirirler: “ilmihal içtihattır, ilmihal beşer mahsulüdür. Oysa Kur’an Allah’ın sözüdür, yalın vahiydir. İslamlaşmanızı beşerin sözleri, görüşleri değil, Allah’ın sözü üzerine bina edin.” Burada yaman bir yanıltmaca var. Mealcinin Kur’an dediği aslında Kur’an’ın kendisi değil, bir yazarın mealidir ki sonuçta bir yorumdur, yani görüştür. Ama Kur’an diyerek mealle Kur’an-ı eşitlemiş olurlar.

Ama Ashap örneğine bakıyoruz, durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Ashab’ın bize fetvaları ulaşıyor. AshabKur’ân-ı Kerim′i yaşıyor diyoruz, bu yaşantısı içerisinde haram-helal çerçevesi belirleniyor, ahkâm belirlenmiş oluyor ve bu bize dolaylı yoldan –fıkıh müktesebatı içinde- Kur’ân-ı Kerim′in tefsiri ve açıklaması olarak ulaşıyor. Şimdi sen münhasıran ben kelimelerin anlamları üzerinden Kur’ân-ı Kerim′i anlamak istiyorum diyebilirsin. Ama Kur’an-ı Kerim’i en sıhhatli biçimde anlamanın yolu budur, dediğinde bu Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yollarını sınırlamaktır.

Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın değişik yolları da vardır. İşte fıkhı anlarsanız Kur’ân-ı Kerim′in en azından hüküm ayetlerini anlamış olursunuz. Şimdi Hanefi mezhebinin bir fıkıh kitabını açıp da oradan ceza hukuku bahsini okursanız siz Kur’ân-ı Kerim deki hudûd ayetlerinin tefsirini okumuş olursunuz. O ayetlerin bizzat kendisini okumuş olursunuz demiyorum. Oradaki içtihatları vahiyleştirmiyoruz, ama siz mutlaka okurken tefsir okuyacaksınız, meal okurken ne okuduğunuzu sanıyorsunuz, bir yere kadar yorum değil midir meal dediğiniz şey? وإلهكمإلهواحد ‘’sizin ilahınız tek bir ilahtır’’ bu ayetin açıklamasına yorum sızmaz.

Gerçi bir devlet memurunu, amirine itaat ettiği için bu ayet üzerinden tekfir eden kimse işin içine yorum karıştırmamış değildir. Ama bütün ayetler bu kadar açık ve sade de değildir. Şu halde meal okurken de siz bir yere kadar yorum okumuş oluyorsunuz. Bir dilden diğer bir dile kelimeler tercüme edilirken ister istemez bir tasarruf ortaya konuluyor; bilinçli ya da bilinçsiz.

Demem o ki, siz ilmihalin namaz bahsini okurken, Kur’ân-ı Kerim’de onlarca defa geçen وأقيمواالصلاة cümlesinin açılımını, tefsirini okumuş oluyorsunuz. وآتواالزكاةâyet-i kerimesinin açılımını/tefsirini ilmihalin zekât bahsinden okuyorsunuz. Kur’ân-ı Kerim′i anlamaktan maksat onu alalım da uygulayalım değil midir? Yoksa onu yaşamak değil de sadece entelektüel tatmin midir? İkincisi olamaz elbette. Bir Müslüman Kur’ân-ı Kerim′i yaşamak için anlar.

Hani hayat kitabı olsun diyoruz ya işte Kur’ân-ı Kerim senin için ancak ilmihal dolayısıyla hayat kitabı olabilir. Kur’ân-ı Kerim senin ilmihaline yansımazsa Kur’ân-ı Kerim senin için nasıl hayat kitabı olacak? وأقيمواالصلاةâyet-i kerimesi sana ilmihal bilgisi genişliğinde ve detaylılığında, namazlarda uygulayabileceğin keyfiyette muşahhas bilgiler manzumesi olarak yansıtılmazsa onu nasıl uygulayacaksın? Salâtı ikâme etmeyi sen nasıl pratiğe dökeceksin? Buyurun salâtı ikâme edin de görelim! Önce salâtın ne olduğunu tespit edin de görelim! Buradan şunu anlıyoruz; İslam medeniyeti tarihi içerisinde oluşan İslamî ilimlerin her biri Kuran-ı Kerim üzerine müesses birer anlam dünyasıdır. Ve her biri kendi sahasıyla sınırlı da olsa Kur’ân-ı Kerim′in açılımıdır, anlamıdır, tefsiridir. Mesela Ahkâmu’l-Kur’an diye bir literatür var. Sadece hüküm ayetlerini inceleyen tefsir-fıkıh kitaplarından oluşur.

Bu kitapları yazanlar hem Kur’ân’a vakıf hem de fakih insanlardır. Bu şahsiyetler hüküm ayetlerini ele alırlar, o ayetleri birbirleriyle bütünleyerek Hz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hadisleriyle, uygulamasıyla, Sahabe ve Tabiin’in içtihatlarıyla bütünleyerek bir anlam örgüsü çıkartır ve o anlam örgüsü üzerinden âyet-i kerimeyi yorumlar ve onu hukuki yasalar formatında bizlere ifade ederler. Haramlar helaller bu yolla çıkar. Sahih, fasit, caiz, mubah vs. hükümler hep bu yolla tespit edilir.

Kur’ân-ı Kerim′i hayata uygulamanın yolu budur. Kur’ân-ı Kerim′i hayata başka türlü uygulamamız gerekiyor der de İslamî ilimleri, Kur’an üzerine kurulmuş olan bu anlam dünyasını elinizin tersiyle bir tarafa iterseniz Kur’an’dan geriye size sadece duvarlara yapıştıracağınız slogan cümleleri kalır. Onları duvarlara yapıştırırsınız. Kur’an’dan vecizeleri çıkartır kartelalara basarsınız. Kur’an’ın edebiyatını yaparsınız. Biraz da hat ve tezhip sanatının gelişimini sağlarsınız. وتوكلعلىالله ver bir hattata meşk etsin. Altına da firma reklamınla birlikte mealini döşe, as duvara. Bunu vird-i zeban eyle, sabah akşam oku dur ve “Allah’a tevekkül edin arkadaşlar” de. Sağda solda tevekkülün vaazlarını, sohbetlerini yap. Peki, bu tevekkülün hayatımıza yansıması nasıl olacak? Nasıl yansımalı bu tevekkül hayatımıza?

İşte İslamî ilimler sana bunun pratiğini veriyor. Sadece pratiğini değil, bunun felsefesini, sağlamasını da yapıyor ve tevekkülü mufassal bir kavram suretinde izah ediyor. Tevekkül şöyle olmalı, böyle olmalı diyor, sınırlarını ve muhtevasını belirliyor. Mesela fıkıh sana ticarete dair şer’î hükümleri vererek tevekkülün iktisadî hayata yansıma biçimini açıklıyor. Tevekkülün sıradan bir insana yüklediğiyle bir patrona yüklediği aynı olmasa gerektir. Büyük fakih İmam Muhammed’in zühd kitabı yerine alış-veriş fıkhını yazmasından da anladığımız gibi fıkhın alış-veriş prensiplerini çiğneyerek ne tevekkül ne de zühdün gerçekleşemeyeceğini anlıyoruz böylece.

Bu meseleyi son bir cümleyle bağlıyoruz ve diyoruz ki Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın dolayısıyla hayata tatbik etmenin yolu yalın kelime ya da cümlelerinin anlaşılması diyebileceğimiz meal ya da tefsir kitapları okumak değildir. Bu Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın imkânlarını bütün zenginliğine rağmen fakirleştirmektir, kısırlaştırmaktır, daraltmaktır. Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın başka yolları da vardır ve özellikle hayata tatbikini bu başka yollarda aramalıdır. Bu da Kur’an’dan beslenen fıkıh, akide-kelam ve tasavvuf ilimleri gibi İslami ilimleri tahsille, özümsemekle mümkündür.

Talha Hakan Alp Hocaefendi

2.Bölüm: http://ilimcephesi.com/kuran-i-kerimi-nasil-anlamaliyiz-2-bolum/

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir