Sünnetin Hüccet Oluşunu İnkar Edenlerin Ortaya Attıkları Şüpheler ve Bunların Cevabı

Geçen açıklamalarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin hüccet oluşu dinî bir zarurettir ve bu, hiç birinin kalbinde şek ve şüphe bı­rakmayacak şekilde en açık delillerle ortaya konmuştur.

Ancak -sözüm ona- İslâm’ı desteklemek, onu kendisine arız olan tebdil ve tağyirden temizlemek ve muhafaza etmek isteyen bazıları, aklı zayıf müslümanların kalbini bozacak, sünnetin hüccet oluşunu ortadan kaldıracak birtakım şüpheler ortaya atmışlardır.

Bu şüpheleri yayanlardan birisi de Dr. Muhammed Tevfik Sıdkî’dir. O, Mecelletü’l-Menâr’da bunları yazıp yaymaya ve “İslâm Sadece Kur’ân’dır” başlığı altında, onları savunmaya çalışmış, bu­nunla da dinine hizmet ve onu müdâfaa ettiğini zannetmiştir.

Şayet biz, bu şüpheleri anlatmaktan ve fesadını açıklamaktan yüz çevirseydik; bu, bizim adımıza daha sağlam bir görüş ve daha doğru bir davranış olurdu. Çünkü çürük ve çarpık bir sözden yüz çe­virip hiç bahsetmemek, onun yok olması ve sahibinin unutulması için en uygun bir yol ve câhillerin nazar-ı dikkatini çekmemek için en iyi bir tedbirdir.

Şu kadar var ki; ümmet içinde yayılan tehlikelerin şerrinden ve câhillerin birtakım hâdiselere kapılıp yanlış fikirlere dalmalarından ve ilim sahiplerince makbul olmayan görüşlere hızla koşmalarının acı neticelerinden korktuğumuzdan; bu şüphelerin tehlikesini ortaya koyup, imkân nisbetinde onlara cevaplar vermeyi, halk için daha önemli, sonuç olarak da daha sevimli gördük. înşâallah, bunları tek tek ele alıp, değerlendirmesini yaparak cevaplar vereceğiz.

1. Şüphe

Bu şüphe sahipleri diyorlar ki: Allah Teâla, Kitabı’nda: “Biz Ki-tab’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık.[1] ve “BuKitab’ı sana, herşeyin bir açıklaması olarak indirdik,”[2] buyurmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeler, Kur’ân’ın, dine taalluk eden herşeyi ve dinî hükümlerin tamamını içerdiğini ifade ediyor. Kur’ân’ın, dini her yö­nüyle açıklayıp bütün tafsilatıyla ortaya koyduğunu belirtiyor. Bu durumda sünnet gibi başka bir şeyin, dinî hükümlere kaynaklık et­mesine ve onu açıklayıp tafsilâtım ortaya koymasına gerek kalma­mıştır. Bunun aksini savunmak, Kitab’ın din konusunda yetersiz kaldığını ve herşeyin bir açıklaması olmadığını söylemek olur. Böyle bir söz ise Allah Teâlâ’nın bizzat kendi haberine muhalefet etmesi demektir ki, bu da imkânsızdır.

 

Cevap

Herşeyden önce, birinci âyet-i kerîmede geçen el-Kitab ile kas-dedilen, Kur’ân’-ı Kerîm değil, “Leuh-i Mahfuz” dur. Çünkü herşeyi içeren, bütün mahlukâtı, büyüğü, küçüğü, geçmişi ve geleceği ile bü­tün ayrıntılarına varıncaya kadar içeren O’dur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v): “Kıyamete kadar olacak bütün hususlarda kalem ku­rumuştur; yani herşey takdir edilmiştir,”[3]  buyurmaktadır.

Âyet-i kerîmeleri, siyak ve sibaklarına göre anlamak gerekir. Dikkat edilecek olursa, ilk âyet-i kerîmenin Öncesinde Allah Teâlâ: ‘Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadı ile uçan kuşlardan (ne varsa) hepsi sizin gibi bir ümmettir (onlar da sizin benzeriniz bir top­luluktur.)”[4]  buyurmuştur. Bu âyetin hemen peşinden gelen yukarı­daki âyete verilecek en uygun mânâ, yukarıda işaret ettiğimiz şekil­de, hayvanların da ömür, rızık, ölüm, saadet ve bedbahtlık gibi bü­tün hâlleri, tıpkı insanınki gibi Kitâbu’l-Mahfuz’da, en ince detayına kadar tesbit edildiğidir.

 

Eğer bu âyette de Kitab’dan maksadın, ikinci âyet-i kerîmede ol­duğu gibi Kur’ân olduğunu kabullensek bile, her iki âyeti de genel mânâda zahirlerine hamletmek mümkün olamayacaktır. Çünkü bu, Kur’ân’ın, dine ve dünyaya ait her hükmün tafsilâtını ve izahını kap­sadığını, hiçbir şeyi eksik bırakmadığım söylemek olur. Aksi takdir­de Allah Teâlâ’nın, kendi haberine muhalefet etmiş olması icab eder. Kur’ân’ın, dünyevî meseleleri en ince detaylarına kadar zikretmediği açıktır. Aynı şekilde dinî hükümlerde de yalnızca Kur’ân’la yetinme­nin ne kadar güç bir iş olduğu ortadadır. O halde âyetlerin zahirle­rine değil, kasdedilen mânâsına uygun te’viline yönelmek gerekmek­tedir.

Alimlerimiz, bu âyetleri çeşitli şekillerde te’vil etmişlerdir. Bazı­ları: “Kitab (Kur’ân)’ın indirilmesindeki asıl gaye, Allah’ın bilinmesi, hükümlerinin insanlığa sunulması ve dinin izah edilmesi olduğu için o, yalnızca dine ait iş ve hükümleri açıklamış, bu konuda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır,” demişlerdir.

 

Ancak burada söz konusu olan “beyân” iki kısımdır:

1- Nass Yoluyla Yapılan Beyân: Bu, Kitab’ın, itikad esasları, na­maz, zekât, oruç ve haccın farz; ahş-veriş ve nikâhın helâl; faiz ve fuhşiyatın haram olduğunu beyân etmesidir. Temiz ve pis olan yiye­ceklerin hükümleriyle ilgili beyânı da bu kısma girer.

2- Sâri Teâiâ’nın Kitabında, Kullan İçin Bağlayıcı Birer Delil ve Hüccet Kabul Ettiği Diğer Delillere Havale Etmek Suretiyle Yapılan Beyân.

Böyle olunca sünnet, icmâ, kıyas ve muteber olan diğer deliller­den herhangi birinin beyân ettiği her hüküm, Kur’ân tarafından beyân edilmiş sayılır. Çünkü bize o delilin meşruiyetini beyân edip, bizi ona yönelten ve kendisiyle amel etmeyi üzerimize vâcib kılan Kur’ân’dır. Eğer o, bizi bu delille irşâd etmemiş ve gereği ile amel et­meyi vâcib kılmamış olsaydı; ne biz bu hükmü elde edebilir ne de onunla amel edebilirdik. Bu takdirde Kur’ân, teşriin (yasamanın esa­sı) olup, şer’î hükümlerin tamamı ona dayanmaktadır.

 

Bu konuda İmam Şafiî (204/819), şu açıklamalarda bulunmuş­tur: “Mü’minlerin başına gelebilecek her türlü hadiseye dair, o konu­da doğru yolu gösterecek bir delil, Kur’ân’da mutlaka mevcuttur.” Zi­ra Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Bu Kur’ân, Rabb’lerinin izniy­le, insanları karanlıklardan aydınlığa, (yani) herşeye galib (ve), bütün övgülere lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiği­miz bir kitaptır.”[5]

 

“Sana da kendilerine indirileni, insanlara açıklayasın diye zikri indirdik. Beki düşünüp ibret alırlar.”[6]

“Sana bu Kitab’ı, herşeyin bir açıklaması, bir hidâyet (rehberi) ve bir rahmet (vesilesi), müminler için de bir müjde (habercisi) ola­rak indirdik.”[7]

“Aynı şekilde sana da emrimizden (tarafımızdan) bir ruh (manevî hayat kaynağı) vahyettik. Sen (daha Önce) kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz, onu, kullarımızdan dilediklerimizi, kendisiyle hidâyete kavuşturduğumuz bir nur kıldık. (Rasûlüm) şüp­hesiz sen doğru yola iletensin.”[8]

 

Burada beyân, usûl ve fürû ile ilgili herşeyi kapsayan bir keli­medir. Bütün bunlar için şunu söyleyebiliriz: Onlar, Kur’ân’ın kendi dillerinde indiği muhatapları için bir beyândır. Bu mânâların bir kıs­mı, açıklama yönünden diğerinden kuvvetli olabilir. Fakat her halükârda dili, konuşanlar için anlaşılmaları yönünden seviyeleri birbirine yakındır. Arap lisanını bilmeyenlerin yanında ise bu mânâlar birbirinden farklılık arzeder.

 

Allah’ın Kitabı’nda verdiği hükümlere baktığımızda, kulların ubudiyette bulunmaları için yapılan beyanlar birkaç türlüdür:

1- Bunlardan bir kısmını Allah Teâlâ, Kur’ân’da bizzat kendisi açıklamıştır. Namaz, zekât, hac ve oruç gibi kulların yapması gere­ken farzların tamamı, açık ve gizli fuhşiyatla zina, içki, domuz eti, kan ve leşin yenilmesinin haram kılınması, abdestin farzları ve bun­lardan başka nasla bildirilen diğer hususları bu kısma girer.

2- Farziyeti, Katab’la hükme bağlanan, keyfiyetinin izahı (nasıl yapılacağı) ise Peygamber’e bırakılan hususlar. Namaz ve zekâtın miktarı, vakitleri ve Allah Teâlâ’nın Kitabı’nda farz kıldığı diğer hu­suslar buna örnektir.

3- Allah’ın, hakkında herhangi bir hüküm bildirmediği konular­da Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetiyle hükme bağlanan hususlar. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlü’ne itaati ve hükmüne mü­racaat edip teslim olmayı farz kılmıştır. Rasûlullah (s.a.v)’m verdiği hükümleri kabul eden, Allah’ın bunu farz kılmasından dolayı kabul etmektedir.

4- Allah Teâlâ’nın, hakkında içtihadı farz kıldığı hususlar. Cenâb-ı Hakk, bizzat farz kıldığı konularda, kullarını imtihan ettiği gibi böyle durumlarda, onların içtihad hakkındaki tutumlarını da He-nemektedir. Nitekim, âyetlerinde şöyle buyurmuştur: ‘Yemin olsun ki, içinizden cihad edenlerle, sabredenleri belirleyinceye ve haberleri­nizi açıklayıncaya kadar, sizi imtihan edeceğiz.”[9]

“Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalblerinizdekini temizlemek için (böyle yaptı.)”[10]

“Umulur ki, Rabbiniz; düşmanlarınızı helak eder ve onların ye­rine sizi yeryüzüne hâkim kılarak nasıl hareket edeceğinize bakar.”[11]

İmam Şafiî, daha sonra sözlerine şöyle devam eder:[12]  “Bir di­ğer beyân çeşidi de Rasûlullah (s.a.v)’ın, Kitab’da zikredilmeyen ko­nularda sünnetiyle hüküm ortaya koymasıdır.” Bizim bu kitapta be­lirttiğimiz gibi Allah Teâlâ, kullarına Kitab ve hikmeti öğretmesini bir nimet olarak zikretmiştir. Bu, bize, hikmetten maksadın sünnet-i seniyye olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne itaati farz kılması ve O’nun dindeki konumuna dair zikrettiklerimiz de bu anlayışı desteklemektedir. Kur’ân’da bizzat zikredilerek farz kılınan­ların beyânı ise şu şekillerde olur:

1- Kitab’ın son derece açık ve anlaşılır bir şekilde beyân ettikle­ri: Bu durumda, Kur’ân’ın yanında başka bir şeye ihtiyaç duyulmaz.

 

2- Gayet açık bir şekilde farz kılınanlar: Allah Teâlâ, Rasûlü’ne itaati bu şekilde farz kılmıştır. Böylece, O da Allah’ın emri ile bu far-ziyyetin nasıl ve kimlere farz olduğunu, ne zaman farziyetinin icab edip hangi durumlarda ortadan kalkabileceğini beyân etmiştir.

3- Kur’ân’da, hakkında hiçbir nass bulunmayıp Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünneti vasıtasıyla beyân edilenler: Sünnette anlatılan ve Kitabı’ndaki farzların tamamını kabul eden bir kimse, O’nun kulları­na, Rasûlü’ne itaat etmelerini ve hükmüne boyun eğip teslim olmala­rını farz kılışından dolayı, Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetini de kabul eder. Şu halde, kim, Rasûlullah (s.a.v)’m hükmünü kabullenirse, as­lında Allah’ın hükmünü kabullenmiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ, O’na itaati farz kılmıştır.

 

Her ne kadar Allah ve Rasûlü’nün bir şeyi farz kılması, helâl ve haramı beyân etmesi, hadleri belirleme ve belirtmesi değişik üslûblarda olsa ve ikisinin hükümlerini kabulün sebepleri farklı gibi gözükse de Kur’ân’daki hükümlerle, sünnetteki hükümleri kabul et­mek, aslında her ikisini birden Allah’tan kabullenmek anlamına ge­lir. Çünkü her ikisinin kaynağı da vahiydir ve O’nun katından gel­mektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ, dilediği gibi hüküm ve tasarrufta bulunur. “Allah yaptığından sorumlu olmaz; fakat onlar, her yaptık­larından sorulur ve sorumludur.”[13]

 

Son kısımdaki açıklamadan, Dr. Tevfik Sıdkî’nin: “İslâm Yal­nızca Kur’ân’dan İbarettir” adlî makalesindeki: “Niçin dinin bir kıs­mı Kur’ân, diğer bir kısmı hadis olsun ki? Bunun hikmeti ne olabi­lir?” şeklindeki sorularına cevap ortaya çıkmıştır.

 

Nakledildiğine göre İmam Şafiî (r.h), bir gün Mescid-i Ha-ram’da otururken: “Bana, ne sorarsanız sorun, cevabını Allah’ın Ki-tabı’ndan verebilirim,” demiştir. Bunun üzerine birisi, ihramlı iken eşek arısını öldürmenin hükmünü sormuş. îmanı, bir şey gerekmeye­ceğini söylemiş, soru sahibi: “Peki bu, Allah’ın Kitabı’nın neresinde?’ deyince, İmam: “Allah Teâlâ: ‘Rasûl size neyi verirse onu alın,’[14]buyuruyor,” karşılığım vermiş ve senediyle birlikte şu hadisi zikret­miştir: “Benim sünnetime ve benden sonraki Râşid halifelerin sünne­tine (uygulamasına) yapışınız.[15]

 

Daha sonra da Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v)’in “İhramlı birisi, eşek arısı Öldürebilir,” hükmünü söylemiştir. Böylece üç delille, Al­lah’ın Kitabı’ndan hüküm çıkararak kendisine sorulan sorunun ceva­bını vermiştir. Benzeri bir rivayet de döğme yaptıranlar hakkında, İbn Mesud’dan (r.a) rivayet edilmiştir.[16]

 

Hatırlanacağı üzere zina eden işçi ile ilgili hadiste, işçinin baba­sı Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “Bize Allah’ın Kitabı’yla hükmet,” demiş, Rasûlullah (s.a.v) da: “Aranızda Allah’ın Kitabı’yla hüküm verece-ğim, “diyerek işçiye bir yıl sürgün ve sopa cezası, kadına da suçunu itiraf ettiği takdirde recm cezası hükmünü vermiştir. Buradan hare­ketle el-Vâhidî: “Allah’ın Kitabı’nda ne recm ve ne de sürgün cezası zikredilmemektedir. Öyleyse bu, Rasûlullah’ın verdiği bütün hükümlerin, aynen Allah’ın Kitabı’ndaki hükümler gibi olduğunu göster-mektedir,” demiştir.[17]

2- Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerin bir diğer te’vili ise  şöyle­dir: Kur’ân, bir bütün olarak dine taalluk eden hiçbir şeyi eksik bı­rakmamış, teferruata inmeden, şeriatın temel prensiplerini beyân et­miştir. İbâdet ve muamelâta dair hususların, araştırılıp tesbit edil­mesi esnasında müçtehidlerin istinbatta bulunabilmeleri için bunun yeterli olmadığı malumdur. Bu yüzden, mutlaka mücmeli (kapalı hü­kümleri) tafsil edip açıklayan bir kaynağa müracaat etmeleri gerek­mektedir. Bu kaynak da hiç şüphesiz sünnettir. Sünnetin teşrî’de (hüküm koymada) müstakil oluşundan bahsederken, bu konu üzerin­de durulacaktır.

 

Ebû Süleyman el-Hattâbî (388/998), Meâlimü’s-Sünen adlı eserinde demiştir ki: “İbnu’l-Arabî’den Sünen-i Ebî Dâvudu dinler­ken, eliyle önündeki nüshaya işaret ederek şöyle dedi: “Eğer bir kim­senin yanında, Allah’ın Kitabı ve bir de şu kitab (Ebû Davud’un Sü-nen’i) bulunsa; ilim konusunda, başka bir şeye ihtiyaç duymazdı.”[18]

İbnu’l-Arabî, sözünde hiç şüphesiz haklıdır. Çünkü Allah Teâlâ, Kitabı’nı herşeyi açıklamak üzere göndermiş ve: “Biz Kitab’da hiçbir şey eksik bırakmadık,”[19]buyurmuştur. Bununla Allah Teâlâ, dinin kapsamına giren her konuyu, Kur’ân’ın içermekte olduğunu haber vermiştir. Şu kadar var ki beyân (açıklama), iki şekilde olur:

a- Beyân-ı celî (açık beyân): Bizzat nass zikredilerek yapılan beyândır.

b- Beyân-ı hâfî (gizli beyân): Kur’ân lafızlarının zımnen ifade et­tiği mânâlar bu kısma girer. Bu tür beyânın geniş izahı, Hz. Pey­gamber (s.a.vye bırakılmıştır. Allah Teâlâ’nın: “İnsanlara indirileni, kendilerine açıklayasın diye, sana da Kitab’ı indirdik,”[20]  âyetinin ifade ettiği mânâ da budur. Kim, Kitab ve sünneti, beraberce ele ahr ve hükümlerine uyarsa, her iki beyân şekline (açık ve gizli kısmına) tam olarak vâkıf olmuş olur.

 

3- Müfessir Âlûsî (1270/18353), yukarıdaki âyetlerin bir başka şekilde te’vili konusunda, bazı âlimlerin şu görüşünü nakleder: “İş­ler, dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır. Dünyevî olanları ile Peygamber’in bir ilgisi yoktur. Çünkü O, aslen onlar için gönderilmemistir. Dinî olanlar ise ya aslîdir veya fer’tdir. Aslî konuların yanın­da fer’î meselelerin pek ehemmiyeti yoktur. Zira herşeyden önce, pey­gamberlerin gönderilmesindeki yegâne hikmet, tevhid ve benzeri hu­suslardır. Hem kulların yaratılmasından asıl maksat, Allah Teâlâ’nın tanınmasıdır. Nitekim âyet-i kerîm.ede: ‘Ben, insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım,’[21]  buyrulmakta-dır. Müfessirlerin çoğu buradaki ‘kulluk’ kelimesini ‘marifet’ (Al­lah’ın bilinmesi, tanınması) olarak yorumlamışlardır. Ayrıca tasav­vuf ehlinin sahih kabul ettiği meşhur bir kudsî hadiste de: ‘Ben gizli hazine idim, tanınmayı arzuladım; bu maksatla mahlûkatı yarat­tım,’[22]  şeklinde haber verilmektedir. Kur’ân-ı azîmüşşân, dinin aslî meselelerini en güzel ve en kâmil mânâda açıklamayı tekeffül etmiş­tir. Ayette geçen ‘her şeyden’ maksat da bu olsa gerektir. “[23]

 

2. Şüphe

Sünneti inkâr edenlerin, bir diğer iddiaları da şudur: Allah Teâlâ: “Kur’ân’ı biz indirdik. Onu muhafaza edecek olan da biziz,”[24] buyuruyor. Bundan, Cenâb-ı Hakk’m sünnetin değil, sadece Kur’ân’ın muhafazasını üstlendiği ve bunun garantisini verdiği anla­şılıyor. Eğer sünnet de Kur’ân gibi hüccet ve delil olmuş olsaydı, Al­lah Teâlâ, onun da korunmasını kendi üzerine alırdı.

 

Cevap

Allah Teâlâ, Kitabı’yla, sünnetiyle, bütün şeriatı muhafaza et­meyi tekeffül edip garantisi altına almıştır. Şu âyet, buna delâlet et­mektedir: “(Kâfir ve münafıklar), ağızlarıyla Allah’ın nurunu sön­dürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler istemese de nurunu tamamlama­yı murâd etmektedir.”[25]

 

Allah’ın nurundan maksat, O’nun şeriatı, kulları için seçip onla­rı kendisiyle mükellef tuttuğu dindir. Bu din, insanların maslahatla­rını içermektedir. Allah onu, gerek Kur’ân ve gerekse Kur’ân dışında gönderdiği vahiyle, Rasûlü’ne inzal etmiştir. Tâ ki insanlar, onunla amel ederek dünya ve âhirette saadet ve hayırlarına olan şeye ulaşa­bilsinler.

 

Allah Teâlâ’nın: “Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” âyetine gelince, âyetin metnindeki “lehû” zamiri hak­kında, âlimler iki görüş ileri sürmüşlerdir:

1- Bu zamir, Hz. Muhammed (s.a.v)’e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak olursa, muhaliflerin âyet-i kerîmeden kendilerine delil getirmeleri sahih değildir. (Çünkü bu durumda korunması üst­lenilen Kur’ân değil, Peygamber olmuş olur.)

2- Bu zamir, daha önce geçen “ez-Zikr” kelimesine işaret etmek­tedir. Eğer “ez-Zikri” de Kitab ve sünnet ile beraber şeriatın tamamı olarak yorumlarsak, yine onunla delil getirmeleri mümkün olmaya­caktır. Şayet “ez-Zikri”yi Kur’ân olarak tefsir etmek durumunda ka­lırsak, o zaman âyette, Kur’ân’ın dışındakileri devre dışı bırakan ha­kiki  bir  tahsisin  varlığını  söyleyemeyiz.  Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’dan başka daha pek çok şeyi korumuştur. Örneğin Rasûlullah (s.a.v)’ı düşmanların öldürmesinden ve hilesinden, kıyamete kadar arş, yer ve gökleri dağılıp parçalanmaktan korumuştur. Şayet, bura­daki tahsis izafi olup, sadece özellikle (Kur’ân) içinse, bu durumda ona işaret eden bir karine ve delil olması gerekir. Halbuki, bunun için sünnet olsun, başka bir şey olsun, gösterecek herhangi bir delil yoktur. Ayetin metninde “lehû” câr ve mecrûrunun Öne alınması, hasr için olmayıp âyet başlarındaki münâsebet ve uyumu korumak içindir.

 

Bir de şu var: Şayet âyet-i kerîmede tahsis, sırf Kur’ân’a yapıl­mıştır desek bile, sünnet, hükmün dışında kalmaz. Çünkü Kur’ân’ın muhafazası, sünnetin korunmasına bağlıdır ve durum bunu gerektir­mektedir. Çünkü sünnet, Kur’ân’ın en sağlam kalesi ve kalkanı, en güvenilir muhafızı ve en güzel sarihidir. O, Kur’ân’ın mücmelini taf­sil, müşkilini tefsir, müphemini tavzih, mutlakını takyid ve has ifa­delerini genelleştirir. Aynı zamanda onu, nevalarına uyan ve abesle meşgul olanların kendi keyf ve gayelerine göre yorumlamalarından, fitnenin elebaşlanyla şeytanların ilkâ ve ifsadlarından korur. Dolayı­sıyla Sünnetin muhafaza,edilmesi, Kur’ân’ın korunma sebeplerinden birisidir ve onun korunması, Kur’ân’ın muhafazası demektir.

 

Şüphesiz Allah Teâlâ, Kur’ân’ı muhafaza ettiği gibi sünneti de muhafaza etmiştir. Bunun bir sonuca olarak da her ne kadar ümme­tin her ferdi aynı şekilde sünnetin tamamını öğrenememiş olsa da İslâm ümmetinin bütününe, sünnetin hiçbir kısmı gizli kalmamıştır.

İmam Şafiî (r.h), Arap dilinden söz ederken şu görüşlere yer vermiştir: “…Arap dili, lisanlar arasında en fazla lafız ve en geniş mânâları içeren bir dildir. Hz. Peygamber (s.a.v) dışında, bu dilin bütününü ihata eden birisini bilmiyoruz. Ancak dilin hiçbir şeyi, onu konuşanların tamamına gizli kalmamıştır. Binâenaleyh, dili bilen kimse yoktur denilemez. Yani bir dili konuşanların, o dil hakkındaki tek tek bildikleri bir araya getirilince, dilin tamamı ortaya çıkar…”

 

“Arapların lisan bilgisi, fakihlerin sünnet bilgisi gibidir. Sünne­ti her yönüyle bilen kimse olduğunu bilmiyoruz. Fakat sünnet âlimlerinin hepsi bir araya getirilince, sünnet ilminin tamamı elde edilmiş olur. Her birinin bilgisi ayrılınca bazısı, bir kısmından yok­sun kalır. Ama onda gizli kalan, başka birisinin yanında mutlaka mevcuttur.”

“…Sünneti bilenler de derece derecedir; bir kısmı, sünnetin çoğu­nu, bazısı da bir kısmını bilmektedir. Sünnetlerin çoğunu bilen biri­sinin, bilmediğini, ille de kendi seviyesinin üstündekilerden öğrenme­si gerekmez. Pekâlâ, kendi seviyesinde olanlardan da öğrenebilir. Ne­ticede sünneti tamamıyla öğrenmiş olur. Sünnetlerin tamamı husu­sunda bütün âlimler, tek bir fert gibidir. Ama her biri, belledikleri sünnet oranında derece derecedirler.”[26]

 

Allah Teâlâ, her asırda, Kitabı’nı bir önceki nesilden diğerine nakledecek çok sayıda güvenilir hafızlar yarattığı gibi aynı şekilde, sünnet için de bir o kadar, belki de daha fazla, itimada şayan insan­lar yaratmıştır. Bu insanlar, ömürlerini sünneti araştırmaya vakfet­mişler, kendileri gibi adil ve güvenilir kimseler vasıtasıyla hadisleri, Rasûhıllah (s.a.v)’tan nakledegelmişlerdir. Sonunda sahih olanı, sa­hih olmayandan ayırarak her türlü şaibe ve şüpheden temiz bir şe­kilde bize kadar ulaştırmışlardır. Gözü ve gönlü açık olana bu ger­çek, sabah aydınlığı gibi aşikârdır.

Allah Teâlâ, Kur’ân’ı koruduğu gibi sünneti de korumuştur; onu, Kitabı’nın koruyucusu, bekçisi ve açıklayıcısı yapmıştır. Böylece sünnet, münafıkların şüphelerine, hilekârlarm tereddütlerine karşı keskin bir kılıç; her zaman, mülhidlerin boğazında bir düğüm, zın­dıkların gözünde bir diken olmuştur.

Hiç şüphesiz, İslâm düşmanlarının, sünnetin hüccet oluşunu ip­tal ve ona sarılanların kalbim ifsad etmekteki tek gayeleri, dini yık­maktır. Fakat kâfirler istemeseler de Allah, nurunu tamamlayacak­tır.

 

3. Şüphe

Sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin bir diğer şüphesi ve id­diası şudur: “Sünnet hüccet olsaydı; Uz. Peygamber (s.a.v), yazılma­sını emreder, Sahabe ve Tabiîn de cem ve tedvin için gerekli girişim­lerde bulunurlardı. Çünkü sünnetin hüccet oluşu, ona, gereken ihti­mamın verilmesini, korunması için gereken titizliğin gösterilmesini ve bu uğurda gerekli çalışmaların yapılmasını gerektirir. Ancak böy­lece sünnet, tahrif ve tebdilden, unutularak kaybolup gitmekten ve ehliyetsiz kimselerin, onda hata etmelerinden korunmuş olur. Bu ise ancak gelecek nesillerin, sübûtu kat’î bir tarzda, onu elde etmelerini emir ve bu imkânı oluşturmakla mümkün olur. Malumdur ki, sübûtu zannî olanlarla ihticacta bulunmak (hüküm çıkarmak), doğ­ru değildir. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Bilmediğin şeyin peşine düşme!”[27] ve ‘Onlar ancak zanna tâbi oluyorlar,’[28]buyurmaktadır.

 

Sünnetin sübûtunun kati olabilmesi de ancak Kur’ân için ya­pıldığı gibi yazıya geçirilip tedvin edilmesi ile mümkündür. Fakat böyle yapılmamıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), hadislerin yazılması­nı emretmediği gibi yazılmasını dahi yasaklayıp önceden yazılmış bulunanların da imha edilmesini emretmiştir. Sahabe ve Tabiîn de aynı tarzda hareket etmişler, iş bununla da kalmamış, içlerinden ba­zıları, hadis rivayetinden çekinmiş yahut çok az rivayette bulunmuş, başkalarını da çok hadis rivayet etmekten menetmişlerdir.

 

Daha sonra sünnetin yazım ve tedvini olmuş; ancak bu, hadis­lerde hata, nisyan, tebdil ve tağyirin arız olmasına imkân verecek ka­dar uzun bir müddet geçtikten sonra gerçekleştirilmiştir. Bu durum, hadislerin bir kısmında şüphelere yol açıp kat’iyyetine gölge düşür­müş, onu itimada şayan ve hükme medar olmaktan uzaklaştır mış-tır…”

Sonuç olarak, Rasûlulah (s.a.v)’ın, Sahabe ve Tâbiîn’in davranış­ları, Şâriin (Allah’ın), sünnetin kat’î bir şekilde sübûtunu murâd et­mediğini göstermektedir. Aynı zamanda bu irade, Şâriin nazarında sünnetin muteber bir delil olmadığını ve hüccet olarak kullanılama­yacağını da ortaya koymaktadır. İddiamızı isbat ve seni bu konuda ikna edecek hadis ve haberleri sunuyoruz:

Ebû Said el-Hudrî, Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğu­nu haber vermiştir: “Benim sözlerimi yazmayınız! Kim, benden, Kur’ân dışında bir şey yazmışsa, onu derhal yok etsin. Benden, (ağız yoluyla) rivayette’bulunmanızda ise bir mahzur yoktur. Kim, bana yalan isnâd ederse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.”[29]

 

Yine Ebû Said el-Hudrî (r.a) anlatıyor: “Biz, oturmuş Rasûlullah (s.a.v)’tan işittiklerimizi yazıyorduk. Bu arada Efendimiz (a.s) çıkageldi ve: ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Sizden işittiklerimi­zi yazıyorduk,’ diye karşılık verdik. Bunun üzerine:

‘Allah’ın Kitabı’nın yanında, başka bir kitap daha mı istiyorsu­nuz? Allah’ın Kitabı’nı herşeyden tecrid edin, ona bir şey karıştırma­yın,’ buyurdu. Bizler de yazdıklarımızın hepsini bir araya toplayarak ateşle yaktık. Sonra da:

‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden hadis rivayet edebilir miyiz?’ diye sorduk. Efendimiz (s.a.v) de:

‘Evet, benden hadis rivayet ediniz, bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak kim, benim adıma bilerek yalan söylerse, Cehennem’deki yerine hazırlansın,’ buyurdu. Biz:

‘Ya Rasûlallah! îsrailoğullarından rivayette bulunabilir miyiz?’ diye sorunca, Allah Rasûlü (s.a.v):

‘Evet, îsrailoğullarından da rivayette bulunmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü sizin onlardan rivayette bulunduğunuz şeylerin, daha da acâibleri onlarda vardır,’[30]karşılığını verdi.”

 

Muttalib b. Abdullah Hantab şöyle demiştir: “Bir gün Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Muâviye’nin huzuruna girdi. Muâviye, ona bir hadis sordu. Zeyd, hadisi haber verince, birisinden onu yazmasını emretti. Bunun üzerine Zeyd (r.a): ‘Rasûlullah (s.a.v), bizlere, hadis­leri yazmamamızı emretmişti,’ diye hatırlattı. Muâviye (r.a) de iste­ğinden vazgeçip yazıyı sildirdi. “[31]

Kasım b. Muhammed, şöyle demiştir: Hz. Âişe (r.a), dedi ki: “Babam (Ebû Bekir), Rasûlullah (s.a.v)’ın beşyüz kadar hadisini bir araya getirmişti. Bir gece onu çok sıkıntılı bir halde gördüm; bu hâlinden ben de huzursuz oldum ve kendisine, bir rahatsızlığından dolayı mı yoksa kötü bir haber nedeniyle mi kederlendiğini sordum. Sabahleyin, yanımda bulunan hadisleri getirmemi istedi; ben de gö­türdüm. Ateş istedi ve onları yaktı. Sonra da: ‘İçlerinde, kendisine itimad ettiğim kimselerden rivayetler vardı. Onların bana rivayet ettiği şekilde olmayabileceğini düşündüm. Binâenaleyh, onları üstüme almaktan endişe ettim ve onlar senin yanındayken ölüp gitmekten korktum,’ dedi.”

 

Hâkim aynı haberi, başka bir yolla şu ilâve lafızlarla rivayet et­miştir: “Burada benim kaydetmediğim bir hadis olabilir. O zaman insanlar: ‘Eğer Hz. Peygamber (s.a.v) bunu söylemiş olsaydı, Ebû Bekir’in bundan haberi olması gerekirdi/ derler. Bilemem, belki de ben, size naklettiğim rivayetleri harfi harfine işitmemiş olabilirim.”[32]

Haberi Ali el-Müttakî (975/1 (1587), Muntehâbu Kenzi’l-Um-mal adlı eserinde zikretmiştir. Zehebî (748/1347) de aynı haberi, Tezkîretu’l-Huffâz adlı eserinde Hâkim yoluyla zikretmiş ve sahih olmadığını söylemiştir.

 

Yine ez-Zehebî, aynı eserinde şunu kaydeder: İbn Ebî Müley-

ke’den gelen bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’m vefatının ardından insanları toplamış ve onlara şöyle demiş­tir: “Sizler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den hadis rivayet ediyor ve onlarda da ihtilâfa düşüyorsunuz. Sizden sonrakilerin ihtilâfı ise daha fazla olacaktır. Bunun için Rasûlullah (s.a.v)’tan hiçbir şey rivayet etme­yin. Kim, sizden rivayette bulunmanızı isterse ona: ‘Aramızda Al­lah’ın Kitabı var, helâlini helâl, haramını da haram olarak kabul edin,’deyin.”[33]

Karaza b. Ka’b, şöyle demiştir: “Bizler, Irak’a gidiyorduk. Hz. Ömer de (r.a) bizimle birlikte ‘Sırâr’ mevkiine kadar geldi. Azalarını ikişer kere yıkamak suretiyle bir abdest aldı. Sonra da:

‘Sizinle niçin yürüdüğümü biliyor musunuz?’ diye sordu.

‘Evet, Allah Rasûlü’nün ashabı olduğumuz için bizimle yürü­dün,’ dedik. Bunun üzerine o:

‘Kuşkusuz siz, Kur’ân okurken (kıraatini tam beceremedikleri ve yeni Kur’ân öğrendikleri için) arı uğuldaşır gibi uğuldaşan bir beldeye gidiyorsunuz. Onları hadislerle, Kur’ân’dan alıkoyup meşgul et­meyin. Kur’ân’ı herşeyden tecrid edin (ona bir şey karıştırmayın), ha­dis rivayetini de azaltın. Haydi şimdi gidin, ben de (gönlümde) sizin­le beraberim/ dedi. Karaza, Kûfe’ye geldiği vakit, hadis rivayet et­mesini istemişler, o: ‘Ömer (r.a), bize bunu yasakladı,’ karşılığını vermiştir,”[34]

 

Ebû Hureyre’ye (r.a): “Sen, Ömer (r.a) zamanında da böyle rivayette bulunabiliyor muydun?” diye sormuşlar, o da: “Eğer ben, Ömer (r.a) devrinde, şimdiki gibi hadis rivayetinde bulunsaydım, hiç şüphesiz beni sopalardı,”demiştir.

Şu’be, Sa’d b. İbrahim’den, o da babasından naklettiklerine göre Hz. Ömer (r.a), hadis rivayetinde çok ileri gittikleri için İbn Mesud, Ebu’d-Derdâ ve Ebû Mesud el-Ensârî’yi hapsetmiş ve kendilerine: “Siz, Rasûlullah (s.a.v)’tan fazlaca hadis rivayet edip duruyorsunuz,” demiştir.[35]

 

Urve b. Zübeyr, şöyle demiştir:  “Ömer b. el-Hattab (r.a),

sünnetlerin yazılmasını istedi ve bu konuda ashâb ile istişare etti. Onlar da yazılması yönünde görüş bildirdiler. Hz. Ömer (r.a), bir ay süreyle, Allah Teâlâ’ya istiharede bulunduktan sonra Allah, onun kalbinin belli bir yönde itminan bulmasına yardım etti ve bir sabah, ashabın yanına çıkarak:

‘Ben, sünnetlerin yazılmasını istiyordum. Fakat sizden Önceki milletleri hatırladım. Onlar, birtakım kitaplar yazıp onun başına üşüşerek Allah’ın Kitabı’nı terk etmişlerdi. Allah’a yemin olsun ki ben, O’nun Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmak istemem,’ dedi.”[36]

 

İbn Vehb, İmam Mâlik’in şöyle dediğini haber vermiştir: “Hz. Ömer (r.a), hadisleri yazmak istemiş veya yazdırmıştı. Daha sonra: ‘Allah’ın Kitabı’yla birlikte başka bir kitab olamaz,’ dedi.”

İmam Mâlik (r.h), İbn Şihab’ın, yalnızca kavminin nesebini içeren bir kitaba sahip olduğunu, zira o zamanki hadisçilerin yazma âdetlerinin bulunmadığını, âlimlerin yalnızca ezberlediklerini, içle­rinden bazıları yazmışsa, bunu ancak ezberlemek için yaptığını, ez­berleyince onu imha ettiklerini söylemiştir.[37]

Yahya b. Ca’de nakleder: “Hz. Ömer (r.a), bir ara sünnetin yazılmasını arzu etti. Ama daha sonra kendisinde, yazılmaması yö­nünde bir kanaat oluştu. Şehir merkezlerindeki valilerine bir tamim göndererek yanında yazılı hadis bulunanların, onu imha etmesini is­tedi.”[38]

 

Câbir b. Abdullah b. Yesar anlatıyor: “Hz. Ali (k.v), bir hut­besinde: Yanında, yazılı hadis sahifesi bulunan herkesin, onu imha etmesini istiyorum. Zira önceki milletler, âlimlerinin kitaplarına tâbi olup, Allah’ın Kitabı’nı terk ettikleri için helak olmuşlardır,’dedi.”[39]

Ebû Nadra, şöyle anlatır: “Ebû Said el-Hudrî’ye:

‘Senden işittiğimiz hadisleri yazabilir miyiz?’ dedik.

‘Hayır! Yoksa siz, onları mushaflar hâline getirmek mi istiyor­sunuz? Hz. Peygamber (s.a.v) bize konuşur, biz de ezberlerdik. Biz nasıl ezberlediysek, sizler de öyle ezberleyin,’ dedi.”[40]

Yine Ebû Nadra şöyle demiştir: “Ebû Said el-Hudrî’ye (r.a): ‘Sen, bize Hz. Peygamber (s.a.v)’den güzel hadisler rivayet ediyorsun. Biz ise onlara birtakım ilâvelerde bulunmaktan veya bazı şeyler çı­karmaktan korkuyoruz/dedim. O da: ‘Siz, hadisleri Kur’ân mı yap­mak istiyorsunuz? Hayır, hayır. Biz, Rasûlullah (s.a.v)’dan nasıl al­mışsak, siz de bizden öylece alın,’dedi.”[41]

Ebû Kesir, Ebû Hureyre (r.a)’nin: “Biz, hadisleri ne yazar ne de yazdırırdık,” dediğini haber vermiştir.[42]

İbn Abbas (r.h)’dan da: “Biz, hadisleri ne yazar ve ne de yazdı­rırız,” dendiği rivayet edilmiştir.[43]

Yine İbn Abbas’m (r.h), hadisleri yazmaktan nehyettiği ve: “Sizden evvelki milletler, yalnızca, bu tür kitaplarla ilgilenmişler ve sapıtmışlar dır,” dediği rivayet edilmiştir.[44]

Ebû Bürde de babasından işittiği hadis ve haberlerle, pek çok kitap yazdığını, bir gün babasının, onları isteyerek su ile sildiğini söylemiştir.[45]

Şa’bî anlatıyor: “Mervan, Zeyd b. Sâbit’i (r.a) ve haberi olma­dan ondan hadis yazan bir topluluğu yanına çağırdı. Topluluk, du­rumu kendisine bildirdi. Zeyd (r.a), onlara: ‘Ne biliyorsunuz, belki de size bildirdiğim hadisler, haber verdiğim gibi olmayabilir; bunun için her duyduğunuzu yazmayın,’ dedi.”[46]

 

Aşağıda gelen rivayetler de Ibn Abdilberr’e aittir.

Süleyman b. el-Esed el-Muhâribî, İbn Mesud’un, hadislerin yazılmasından hoşlanmadığını haber vermiştir.

Esved b. Hilâl de şöyle demiştir: “Abdullah b. Mesud (r.a), içerisinde hadis yazılı olan bir sahife getirdi. Su isteyerek, onu yıkadı ve üzerindeki yazıları sildi. Sonra da yakılmasını emretti. Arkasın­dan: Allah aşkına! Yanında yazılı sahife olan birini bilen varsa, onu bana söylesin; eğer o sahifenin, tâ Hind diyarında olduğunu bilsem kalkar, oraya giderim. Çünkü sizden önceki Kitab ehli, Allah’ın Kita-bı’nı terk ve ihmal ettikleri ve sanki onu hiç bilmiyormuş gibi dav­randıkları için helak oldular/ dedi.”

Abdurrahman b. Esved, babasının şöyle dediğini haber ver­miştir: “Alkame ile birlikte bir sahife buduk ve doğru Ibn Mesud’a (r.a) gittik. Vakit de öğle sıraları idi. Belki dinleniyordur diye, kapı­sında oturduk.” Bir ara cariyesine:

“Bak bakalım, kapıdakiler kim?” dedi. Câriye de:

“Alkame ile Esved” diye karşılık verdi.

“İzin ver de içeriye girsinler,” dedi. İçeriye girdik. Bize:

“Çok beklemişe benziyorsunuz,” dedi.

“Evet,” dedik.

“Peki, neden izin istemediniz1?” deyince:

“Uykuda olduğunuzu düşünerek, rahatsız etmekten çekindik,” dedik. Bunun üzerine:

“Hakkımda böyle düşünmenizden hoşlanmam; zira bu vakit öy­le bir vakit ki biz, onu gece namazıyla kıyas ederdik (onun gibi fazi­letli görürdük.)” dedi. Bir müddet sonra, biz sahifeyi çıkararak:

“Şu sahifede güzel bir hadis var, bir bakar mısınız1?” dedik. He­men, cariyesinden bir tas su isteyerek onu eliyle silmeye başladı. Bir yandan da Allah Teâlâ’nın:

 

“Biz, sana kıssaların en güzelini haber verdik,”[47]  âyetini oku­yordu. Biz:

“İçine bak, onda çok enteresan bir haber var!” dedik. O ise bir yandan siliyor, bir yandan da:

“Bu kalbler, birer kab gibidir. Onları Kur’ân’la meşgul edin; başka şeylerle oyalamayın,” diyordu.[48]

Ebû Bürde, şöyle demiştir: Ebû Mûsâ, bizlere hadis rivayet ediyordu. Onları yazmaya yeltendik. “Benden işittiklerinizi mi yaza­caksınız?” dedi. “Evet” karşılığını verdik. Bunun üzerine: “Getirin onları bana!” dedi ve su isteyerek onları sildi. Sonra da: “Biz nasıl ezberlediysek siz de öylece ezberleyin!” dedi.

Said b. Cübeyr, demiştir ki: “Kûfelilere birtakım meseleleri yazmıştım. Onlar hakkında, İbn Ömer ile görüşmek istiyordum. Ni­hayet onunla karşılaştım. Mektuptan haberi olup olmadığını sor­dum. Eğer yanımda yazılı bir kitabın bulunduğunu bilmiş olsaydı, aramızda iş biterdi.”

Başka bir rivayette ise Said (r.h), şöyle demiştir: “Biz, bazı ko­nularda ihtilâf eder, onları da yazardık. Sonra ben, onları İbn Ömer (r.a)’e götürür, ona belli etmeden yazdıklarımıza bakarak so­rardım. Şayet onların yazılı olduklarını farketse, aramızda iş biter, bizden uzaklaşırdı.”

Mesruk anlatıyor: Alkame’ye: “Bana, bazı fıkhı konuları yazar mısın?” dedim. Bana: “Yazmanın hoş karşılanmadığını bilmiyor musun?” dedi. “Evet, biliyorum; ben ancak yazıp ezberledikten sonra yakmayı düşünüyorum,” dedim.

 

İbn Sîrin anlatıyor: “Ubeyde’ye: ‘Senden işittiklerimi yazabilir miyim?’ diye sordum. ‘Hayır,’ dedi. ‘Peki, hadislerin yazılı olduğu bir kitap bulursam, onu size okuyabilir miyim?’ dedim, yine: ‘Hayır,’ de­di.”

İbrahim de şöyle demiştir: “Ubeyde’nin rivayetlerini yazıyor­dum. Bana: ‘Benden duyduklarınızı, kitap halinde toplayarak bir araya getirip ebedîleştirmeyin,’ dedi.”

Ebû Yezid el-Murâdî de Ubeyde’nin, ölüm döşeğinde iken bütün yazdıklarını isteyip, imha ettiğini haber vermiştir.

 

Numan b. Kays da şöyle demiştir: “Ubeyde, ölmeden önce yaz­dıklarını istedi ve onları imha etti. Kendisine, niçin böyle yaptığı so­rulunca: ‘Bir neslin gelip, onları maksatlarının dışında kullanmala­rından endişe ediyorum,’ dedi.”

. Kasım b. Muhammed ve Said b. Abdulaziz’in de asla hadis yazmadıkları rivayet edilmiştir.

Şa’bî de: “Ne beyaz bir kağıda çizgi çizdim, ne de kendisinden hadis aldığım kimseden, bir hadisi, iki kere tekrarlattım,” demiştir. Başka bir rivayette ise: “Eğer, ehli olanlar ezberlememiş olsalardı, bir hayli hadisi unutmuş olacaktım,” ziyâdesi vardır.

İbrahim en-Nehâî’nin de hadislerin yazılmasını kerih gördüğü ve: “Hadisleri yazmayın, aksi takdirde gevşekliğe düşersiniz,” dediği rivayet edilmiştir.

İshak b. İsmail et-Tâle kani şöyle demiştir: “Cerir b. Abdül-hamid’e, Mansur b. el-Mu’temir’in, hadislerin yazılmasını kerih görüp görmediğini sordum: ‘Evet, Mansur, Muğire ve A’meş, hepsi de hadislerin yazılmasından hoşlanmazlardı,’ dedi.”

 

Yahya b. Said ise şöyle demiştir: “Bir zamanlar, insanların yazım işini büyüttüklerini ve ondan sakındırdıklarını görmüştük. Şimdi ise herkes hadise yöneldi. Eğer biz, yazacak olsaydık, (babam) Said’in ilminden ve rivayetlerinden çok şeyler yazardık.”

el-Evzâî de şöyle demiştir: “Bir zamanlar bu ilim, çok kıymetli ve değerli bir şeydi. O vakitler insanlar, birbirleri ile karşılaşmaları ve müzâkereleri esnasında, sözlü olarak hep ilim aktarırlardı. Ne za­man ki kitaplara geçti; o vakit, hem ilmin nuru kayboldu, hem de eh­li olmayanların eline düştü…”[49]

 

İbnu’s-Salah (643/1245), Ulûmu’l-Hadis adlı eserinde, el-Evzâî’nin bu sözünü muhtasar olarak şu lafızlarla nakletmiştir: “Bu ilim, insanlar onu birbirlerinden ağız yoluyla nakil ve tahsil ederler­ken çok değerliydi. Ne zaman kitaplara geçti; o vakit, ehli olmayan­lar ona karıştı ve karıştırdı.”[50]

 

Cevap

Yukarıda yaptığımız nakiller, sünnetin hüccet oluşunu inkâr edenlerin dayandığı delillerdir. Onlar, bunlara dayanarak sünnetin Kur’ân gibi yazılmadığını, yazılmasının mene dil diğini, bunun için sünnetin kesin bir hüccet olmadığını ileri sürmüşlerdir.

 

Bu şüphe, birçok meseleyi içine almaktadır. Bunları ileri süren­ler, hak yoldan çıkmış, doğru yoldan sapmış kimselerdir. Bu itibarla, bize de onları tek tek ele alarak açıklamak, her birindeki hata ve yanlış düşünceleri ortaya koymak düşmektedir. Böylece ortaya atılan bu tür şüphelerin aslı ortaya çıkmış, bâtıl oldukları anlaşılmış ve okuyucularımız onların yanlış olduğuna iyice kanaat getirmiş olacak­lardır.

 

[1] En’am, 38.

[2] Nahl, 89.

[3] Tirmizî, Kıyâme, 59; Ahmed,Müsned, I, 293.

[4] En’am, 38.

[5] ibrahim, 1.

[6] Nahl, 44.

[7] Nahl, 89.

[8] Nahl, 52.

[9] Muhammed, 31.

[10] Âl-i İmran, 154.

[11] A’raf, 129.

[12] Şafii, Risale, 32.

[13] Enbiya, 23T

[14] Haşir, 7.

[15] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6.

[16] Buhârî, Tefsir, 59; Müslim, libas, 120; Ebû Dâvud, Tereccul, 5; Tirmizî, Edeb, 330; Nesâî, Zinet, 24.

[17] Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtiku’l-Gay, IV, 40-41.

[18] Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, I, 8.

[19] En’am, 38.

[20] Nahl, 44.

[21] Zâriyât, 56.

[22] Bkz. İbn Arrâk, Tenzikü’ş-Şeria, I, 148; Aclûnî,Keşfu’l-Hafâ, II, 173, had. no:2016.

[23] Âlûsî,Rûhu’l-Meânî,XIV, 197

[24] Hicr, 9.

[25] Tevbe, 32.

[26] Şâfıî, er-Risâle, 42-43.

[27] İsrâ, 36.

[28] En’am, 116.

[29] Müslim, Zühd, 72; Dârimî Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39.

[30] Buhârî, Enbiya, 50; Müslim, Zühd, 72; Tirmizî, Fiten, 70; İlim, 8,13; Ahmed, Müsned, III,39, 46, 47, 83.

[31] Ebû Dâvud, İlim, 3; Müsned, V, 182; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, I, 63.

[32] İbn Kesir, rivayetin bu şekliyle garib olduğunu söylemiştir. Zira, her iki senette de Ali b. Salih isimli bir râvi vardır ki, ma’ruf olmayan birisidir. Rasûlullah (s.a.v)’tan rivayet edi­len hadisler, bu miktardan {yani beş yüzden) binlerce adet fazladır. Belki de Ebû Bekir, (r.a) ancak bu kadarını toplamaya muvaffak olabilmişti. Daha sonra da sözünü ettiği ka­naat kendisinde oluşmuştur. Suyûtî bunu şöyle değerlendirir: Belki de Ebû Bekir (r.a), bizzat kendisinin Hz. Peygamber (s.a.v)’den işittikleri ile yalnızca bazı sahâbilerin rivayetlerini toplamıştır. Zahir olan da böyle rivayetlerin bu miktardan fazla olamayacağı­dır. Daha sonra da haber verdiği hususların meydana gelmesinden korkmuş ve endişelen­miş olabilir.

[33] ez-Zehebî, Tezkiretü’l-Huffâz, I, 3-4.

[34] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 120. Zehebî, a.y. (33b) İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121,

[35] İbn Abdilberr, a.g.e., II, 121; Zehebî de yine Tezkire ‘de nakl etmiştir.

[36] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî, Medhal, 407. had. no: 731.

[37] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.

[38] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 63.

[39] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 64.

[40] Aynı yer.

[41] Aynı yer, Beyhakî, Medhal, had. no: 727.

[42] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 66; Arimî, Mukaddime, 42.

[43] îbn Abdilberr, a.g.e., I, 64; Beyhakî,Medhal, had. no: 736.

[44] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Beyhakî, Medhal, 408.

[45] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 65; Dârimî, Mukaddime, 42.

[46] Ibn Abdilberr, a.g.e., I, 65.

[47] Yusuf, 3.

[48] Bu rivayetin râvilerinden birisi olan Ebû Ubeyd demiştir ki : “Rivayete göre bu sahife, ehl-i kitabın haberlerinden elde edilmişti. Bunun için Abdullah b. Mesud, bakmayı hoş karşıla­madı. Bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâııi’l-İlm, I, 66.

[49] Buraya kadar verdiğimiz rivayetler için bkz. İbn Abdilberr, Câmiu Beyânil-İlm, I, 63-70.

[50] İbnu’s-Salah, Ulûmu’l-Hadis, 171.

 

Abdülgani Abdülhalık – Sünnetin Delil Oluşu

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce