Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlar’a Cevaplar
“Bu itirazları dört noktada toplamak mümkündür:
a-Şöyle denilmektedir: “Dîn kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allâh “Bu kitapta asla şüphe yoktur.” buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”
Öyle anlaşılıyor ki, burada epey bir mesele, iç içe sokulmuştur. Belli ki kat’îlikten tevatür kastedilmektedir. Buna göre,Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhad haberdir ve sübûtu zannîdir. Buraya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet, zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında ya- i saklar. İşte bu noktada, “her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu” tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan, hakîkat, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Böyle bir zan, hakîkat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla îmân ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.
Diğer taraftan, Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylenebilirse de delâlet bakımından her zaman kat’î değildir. Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması, muhtemel birkaç anlamının bulunduğu manasına gelir. Bu itibarla, onun muhtemel manalarından birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, dolayısıyla bâtıl olduğuna hemen karar verilemez. O halde, delâleti zannî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlamada gayret sarfetmeli, yani ictihâd etmeli, ardından oluşan gâlib zanna göre amel etmeliyiz.
Bu noktada özetlemek gerekirse, zannîlik-kat’îlik açısından metinler dört türlüdür:
1-Delâleti ve şubûtu kat’î metinler
2-Subûtu kat’î ama delâleti zannî metinler
3-Subûtu ve delâleti zannî metinler
4-Subûtu zannî ama delâleti kat’î metinler
Birinci şık, mütevâtir nasslarla ilgilidir. Burada zannîlik söz konusu değildir. İkincisi, gelişi itibariyle mütevâtir ama mana açısından zannîlik ifade eden nasslardır. Bunlar da aynı şekilde âyet veya hadîs olabilir. Burada zandan maksad, nassın birkaç manaya gelişidir. Müctehid ictihâd ederek bir mana tespit etmeye çalışır ve onunla amel eder. Üçün- cüsü, haber-i vâhid olan nasslarla ilgilidir. Bunlar, her yönüyle zannîlik ifade eder. Ancak bu zannîlik onlarla amel etmeye engel teşkil etmez. Biraz daha ihtiyatlı olmakla birlikte müctehid ictihâd eder, gâlip zan oluştuğunda onunla amel eder. Dördüncüsü de haber-i vâhidlerle ilgilidir. Burada mana itibariyle kat’îlik söz konusudur. Bu tür kat’iyet arz eden manada az hadîs bulunmakla birlikte, mesele yine ictihâd konusudur. Müctehid, önce gelen haberin subûtu konusunda bir kanaate ulaşır; ardından manasıyla amel eder. Dolayısıyla zan, hiçbir zaman nassla amel etmeye engel değildir. Zandan kastımız da gâlip zandır.
İmâm Şâfi’î’in bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delîlle harâm olan şey zannî bir delîlle mübâh olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid, birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek, kat’î delîllerle harâmdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliği kabul edip harâm olan bir şeyi mübâha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allâh emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de lsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uyomakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allâh emretmektedir.
b-En’âm Sûresi 38. âyetinde Allâh “Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur.
Bu âyeti okuyanlar, Hz. Peygamber’e itâatle ve ona beyan yetkisinin verilmesiyle ilgili âyetleri de okumalıdır. Bu âyetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk âyete dayanarak Hz. Peygamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde,
En’âm Sûresi’nin âyeti doğru anlaşılmalıdır. Bir kere âyet, sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu âyeti mutlak olarak alırsak, iki şeyle çelişir: Biri, akılla. Akıl, her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi, Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” âyeti geçmektedir. Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde, burada maksat -bazı cüz’î meseleler olsa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen genel ilkelerin ve temel prensiplerin bulunduğudur. Diğer taraftan, “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken kastedilen; îmân, tevhîd, âhiret ve nübüvvet konularıdır. Son olarak, kitapta hiçbir şey eksik değilse kitaptan Levh-i Mahfûz’u anlamak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun âyet kesinlikle sünnete uymamakla ilgili değildir.
c-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir. Allâh vahyedecek- se onu Kur’ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”
Bu anlayış, Allâh’ın, elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerektiğinden yola çıkmaktadır. Bir anlamda Allâh’ı tek bir şekilde konuşmaya, iletişim kurmaya icbar etmektedir. Allâh’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde Allâh, insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Allah’ın Kur’ân dışında da vahiy gönderebileceğinin üzerinde biraz daha duralım.
Kur’ân dışında Allâh vahyetmiştir. Bunun delili de yine Kur’ân’dır.
Örnekler:
1-Kıble olayı: Meşhur kıble meselesinde Allâh, şöyle buyurur:
“Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allâh, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144) Hz. Peygamber, önceleri Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılıyordu. Peki, Mescid-i Aksâ’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde, Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihâdla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şayet ictihâdla oraya dönmüşse ictihâdla Mescid-i Harâm’a da dönebilirdi. Oysa, “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır’’Yani Mescid-i Harâm’a dönmeyi istemekte, ama dönememektedir. O halde, Mescid-i Aksâ’ya dönüşü de kendiliğinden olmamıştır. Sadece bu örnek bile Allâh’ın Kur’ân dışında kalbe ilka etmek süreliyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koy- maktadır.
2-Tahrîm Sûresi nde geçtiğine göre (3. âyet) Hz. Peygamber, eşlerinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allâh ise bu durumu Peygamberine haber verir. İşte âyet: “Hani Peygamber, eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü (başkasına) haber verip Allâh da bunu peygambere bildirince, Peygamber bunun bir kısmım bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona (sim açıklayan eşine) haber verince o,‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bunu bana, hakkıyla bilen ve hakkıyla haberdar olan Allâh haber verdi dedi. Konumuzu ilgilendiren nokta ise şu: Bu sırrı haber verme olayı Kur’ân’da yoktur.
3-Bakara Sûresi, 239. âyette geçtiğine göre Allâh “… Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allâhı (namazınızda) anın! buyuruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allâh’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vahyettiğini gösteriyor. Bununla birlikte bu vahiy, Kur’ân vahyi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:
Öyle anlaşılıyor ki, vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira vahiy, bir tür iletişimdir. Allâh, çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, onlarla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allâh’ın izniyle Cebrâîl tarafından yazılması istenilen vahiydir Kur’ân vahyi… Vahiy kâtiblerine yazdırılmayan vahiy, demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve vahiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse şu söylenebilir: Allâh anlara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim kurar. Bunlar, Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilham olsa da “vahiy” kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, manaları farklı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullanmak mümkündür. Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelimesini Allah’ın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur’ân’da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani, “Sadece Allah’ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışındaki iletişimler için vahiy kelimesi kullanılmaz.” diye Kur’ân’dan bir âyet bulmak söz konusu değildir. Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gibi, Kur’ân vahyi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen vahiydir. Allâh’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurması mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabileceğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.
Şûrâ Sûresi 51. âyette Allâh şöyle buyurur:
“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”
Bu âyetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur’ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nâzil olmuştur. Hatta burada Allâh’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilmesi gereken bir durumdur.
Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulemâ, vahyi ikiye ayırıp Kur’ân’a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgulamak gerekir:
1-Bizzat Cebrâîl, Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.
2-Allâh, Cebrâîl vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.
3-Allâh, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyâmet alametleriyle ilgili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir-iki tane de değildir. Pek çoktur. Bunların hepsi uydurma olmadığına ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber, Kur’ân dışında bilgiler almış demektir.
4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. Peygamber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulamalar, Allâh tarafından tenkîd edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allâh’ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu sebeple dahi mezkûr uygulamalar, bizim için örnektir. Çünkü, şayet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkîd edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından dolayı Hz. Peygamber’in Allâh tarafından uyarıldığını biliyoruz.
d-Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, onlar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber, Kur’ân’dan başka şeylerin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân olduğunu gösterir.”
İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delîl getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana, Hz. Peygamber’in kendisinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifadeler doğrudur. Ancak İlmî dürüstlük adına bunun yanında Hz. Peygamber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allâh Resûlü’nün buna izin verdiği vâkıası da dikkate alınmalıdır. Konuyla ilgili pek çok delîl olup onları burada zikretmeye gerek yoktur. Bir delîli alıp diğerlerini görmezlikten gelmek, İlmî bir tutum olamaz. Mesele, bu iki grup delilden birini tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler, oldukça fazla ve çeşitlidir. Oysa yasak hadisi, bir sahabîden nakledilmiştir. Hal böyle olsa da İlmî olan tavır, her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır.
Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine göre mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çeşitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini nesh etmiştir. Bu durumda Allâh Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasakladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilenlere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı yazanlar olmuştur. İzin neden bir kişiye has olsun ki?! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ihtimam gösteriliyor, her türlü tedbir alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar, yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allâh Resûlü, buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.
Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delîl olması, yazık olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler, delîl olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı, yazı olamaz. Zira sözü yazan âdil biri değilse, o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan, mesela, namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullâh’m bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi, namaz kılmayacak mıyız? Allâh Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz, nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de birinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân, sırf yazıldığı için mİ bizler için delîl oluyor, yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşündüğümüzde gerçekten zorlukları var; onun için, gelişmiş ve (nokta ve hareke açısından) nispeten değişmiştir. Elbette yazı, çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden, ezberdir.
Yavuz Köktaş – Kuran’a Aykırı Görülen Hadisler(İnsan yay.)