Sünnet’in Anlamının Araştırılması ve Ona İhtiyacın Açıklanması(*)
Çeviren: Dr. Mustafa Canlı
Giriş
Bazı ilim öğrenen gençlerimizin durumu, bizi hem mutlu etmekte hem de onların ilgilerinin bir bölümünü dini konuları araştırmaya çevirmeleri, bunu vakit kaybı olarak görmemeleri ve dini; ilgi ve önemi hak etmeyen boş bir şey olarak algılamamaları, bizi memnun etmektedir. Bu bakımdan onlar övgü ve teşekkürü hak etmektedirler. Fakat onların, tam bir araştırma yapmadan ve önde gelen âlimlere arz etmeden, görüşlerini ve araştırmalarının neticesini yayınlamaları ve Müslümanları bu görüşlerine davet etmeleri bizi üzmektedir. Bu durum, halkın büyük kesiminin yanlış yola sevk edilmesine neden olmaktadır.
Hakkı yaymak her ne kadar gerekli ise de, bu işi üzerine alan kimsenin; önce bu şeyin gerçekliğini iyice araştırıp tahkik etmesi, sonra onu yayma çabasına girmesi gerekmektedir. Aksi takdirde onun zararı, faydasından daha çok olur. Bu gençler, kendisine Kur’ân’ın indirildiği Hz. Peygamber’in açıklamalarına başvurmaksızın her şeyi Kur’ân-ı Kerim’den istinbât etmeye muktedir olduklarını iddia etmektedirler. Bu nedenle onların kendi iddialarına göre Kur’ân’dan çıkardıkları hayret ve şaşkınlık meydana getiren konuları çokça konuştukları ve Kur’ân’da bulamamalarına rağmen aslı sünnet ile sabit olan birçok gerçeği inkâr ettikleri görülür. Bundan daha garibi, Kur’ân’dan yaptıkları çıkarsamalarda çelişkiye düşmeleri, ihtilaf etmeleri, bu nedenle de her birinin diğerinden farklı kendine özgü bir yönteme sahip olmasıdır.
Kur’ân’ı Nasıl Anlıyoruz/Anlamalıyız
Defalarca yazdım, bu gençlerin istinbâtta bulundukları ve inkar ettikleri bu tür cüzî meselelerde araştırma yapmak, hiç fayda sağlamaz. Bunun aksine, genel konular ve bütün bu cüziyyâtı içine alan küllî kâideler üzerinde ilmî araştırmalar yapmamız gerekmektedir. Bu meselelerden açıklığa kavuşturmamız gereken ilk husus, Kur’ân’ı nasıl anlamamız gerektiği konusudur. Veya bundan daha umûmî bir tabirle, sözüne bakarak söyleyenin ne demek istediğini nasıl anlayabiliriz?
Fıkıh usûlü ilminin birçok konusunun bu mesele, daha açık ifade ile kelâmın manasını anlama ve ondan istinbât etme metodu etrafında döndüğü açıktır. Meselâ, Araplara göre farklı manalara sahip ya da hem hakîkî hem de mecâzî anlamı olan bir kelime, Kur’ân-ı Kerim’de yer alırsa, bu kelime ile kastedilen anlamı nasıl tespit ederiz? Veya umûmî bir lafız geldiğinde; ondan kastedilen mananın, bütün fertlerine mi yoksa fertlerin bir kısmına mı şâmil olduğunu nasıl biliriz? Yine mutlak bir hüküm geldiğinde; bu mutlak olarak mı kalacak yoksa ondan bir şey mi istisnâ edilecek(1) bunu nasıl tesbit ederiz? Buna benzer birçok mesele vardır.
Burada başka bir konu ile karşılaşırız. O da kelamdan anlaşılan anlamın farklı kısımlara ayrılmasıdır:
• Kelamın lafızlarından sarâhaten anlaşılanlar
• İşâret ve kinâye yoluyla anlaşılanlar
• Kelâmın siyâkından anlaşılanlar
Bunlardan hiçbiri için “Bu söz, bu manayı içine almıyor.” denemez. Kur’ân’daki durum da bunun gibidir. Yani bir husus, Kur’ân’da sarâhaten zikredilmiyorsa, belki siyâkından veya işâretinden bir anlam çıkarmamız mümkün olabilir. Bu durumda mutlak olarak “Bu Kur’ân’da yer almıyor.” denemez.
Nebî (SAV) Kur’an’ı Açıklamakla Emrolunmuştu
Yüce Allah, Peygamber (S.A.V.)’e hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Rasûlüm) Bu Zikri, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 16/44) Bu sebeple sahâbe, Kur’ân’ı anlama ve ondan istinbat etme hususunda kendilerine müşkil gelen her konuyu anlamak için Hz. Peygamber’e müracaat ederler, karşılaştıkları yeni olayların hükmünü ona sorarlardı.
Nebi(S.A.V.) de, anlamadıkları hususları onlara açıklar ve kapalı hususları onlara bildirirdi. Meselâ oruç ayetleri nazil olmuş ve oruçlu iken unutarak yiyip içmenin hükmü, bu ayetlerde zikredilmemişti. Bir adam Hz. Peygamber(SAV)’e gelip “Ya Rasulallah! Oruçlu iken unutarak yemek yedim.” dedi. Bunun üzerine Nebi(S.A.V.), onun orucunun geçerli olduğunu söyledi.(2) Çünkü “ …Yanılgı ile yaptığınız şeylerde size vebal yoktur, ama kalplerinizin kasden yaptıklarında vebal vardır…” (Ahzâb, 33/5) ayetinden istinbât edildiği gibi, hata ve unutma affedilen hususlardandır. Şimdi “Bu hadis, Kur’ân’a muhâliftir. Çünkü unutarak yemenin orucu bozmayacağı hususu Kur’ân’da yoktur.” denebilir mi? Veya Nebi(S.A.V.) için, “oruçla ilgisi olmayan başka bir ayetten bu hükmü istinbât etmesi uygun düşmez” denebilir mi?
Tam bu noktada bu hadis inkârcılarına sormak isterim: Kur’ân’ın nâzil oldu- ğu ortam ve zamandan uzak olmanıza ve Kur’ân lisanı olan Arapçayı bilmeyen yabancılar olmanıza rağmen, Kur’ân’dan istediğiniz her şeyi istinbât etmeniz ve anladığınız gibi onu tefsir etmeniz, sizin için caiz oluyor da, Kur’ân’ın kendine nâzil olduğu, fasih Arapça bilen ve O’nu açıklamakla emrolunan bir şahıs için bu niye uygun olmuyor? Evet, elbette Peygamber için bu uygundur ve onun böyle bir yetkisi vardır. O, Kur’ân’ı açıklama ve ondan istinbatta bulunmaya en layık olan insandır.
Anlayış Farklılıkları
İnsanların, istidât, anlayış ve zihin duruluğu bakımından aynı seviyede olmadıkları, herkes tarafından bilinen bir husustur. Bu sebeple herkes Kur’ân-ı Hakîm’i okur ama manalarını kavrama noktasında aralarında fark vardır.
Sözgelimi âlim olan, câhilin anlamadığını Kur’ân’dan anlar. Bunun yanı sıra âlimler de anlama ve bilme konusunda farklı derecelerdedirler. Allah Teâlâ şu ayetlere müracaat etmemizi bize emretmektedir: “Her bilgi sahibinin üzerinde bir bilen vardır.” (Yûsuf, 12/76) Yüce Allah, “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline(düşünen insanlara/ilim adamlarına) sorun.” (Nahl, 16/43) sözünde âlimlere muracaat edilmesini bize emretmektedir. Yüce Allah, insanların anlayış derecelerindeki farklılıklarını “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahibi olanlar düşünüp ibret alırlar.” (Zü- mer,39/9) sözü ile ortaya koymuştur.
Hadisler Nasıl Oluştu
Bu iki durum, yani Nebî (S.A.V.)’e Kur’ân’ı açıklamak – ki o buna en layık insandır- ve ondan istinbâtta bulunmak görevinin verilmesi ile insanların kabiliyet ve anlama konusunda farklılık göstermesini kabul ettiğimiz zaman şöyle bir tasavvurda bulunalım: Diyelim ki, Kur’ân’da herhangi bir olay hakkında bir hüküm nazil oldu. Sonra onun bir benzeri veya ona yakın veya zahirde ondan biraz farklı başka bir olay ortaya çıktı. Sahâbe önceki hükmün, bu yeni durumla örtüşüp örtüşmediği konusunda net bir fikir sahibi olamadılar.
Peki, o zaman bu tür durumlarda çözüm için makul yol nedir?
Makul yol; ashâbın, vahyin sahibine gidip bu durumu sormaları değil midir? Onlar, Nebî (S.A.V.)’e sorduklarında, O’nun ne yapması gerekirdi? Cevap vermeden susup onları, ne yapacaklarını bilemez bir halde mi bıraksaydı? Yoksa ayetin yeni olaya intibâk yönü kendilerine apaçık ortaya çıkmadığı halde tam olarak anlamadıkları ayetin metnini onlara okumakla mı yetinseydi? Yoksa zihinlerin tatmin olacağı şekilde, onlara müşkil gelen hususu açıklasa mıydı? Şüphesiz yapılması gereken, son söylediğimizdir.
Peki, Hz. Peygamber, onların sorusuna cevap verip kendilerine karışık gelen hususu açıkladığında; bu aralarında geçen olayı, kendilerinin dışında başka kimselere haber vermeleri, ashâba haram olur muydu? Veya bu mesele, kendilerinin dışında olanlar için söz konusu olduğunda, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in kendilerine öğrettiği gibi onu öğretmelerinde herhangi bir mahzur olur muydu?
Hiçbir akıllı kimsenin bunu diyeceğini zannetmiyorum. Aksine her akıllı kimse der ki; “onların yapması gereken, cahile öğretmek ve şaşkın olana yol göstermektir.” Zâten onlar da böyle yaptılar. İşte Müslümanların ıstılahında yer alan hadîs budur.
Rivâyet Zarûrî Bir İştir
Bütün ilimlerde ve dünya işlerinde rivâyetin bir alternatifi yoktur. Çünkü bü- tün insanların her olayda hazır bulunması mümkün değildir. Öyleyse, vukû bulan hususların olay yerinde olmayanlar için, ancak şifahî veya yazılı riyâyet yoluyla bilinebileceği tasavvur edilir. Bu olaylardan sonra doğanlar için de durum böyle olup ancak kendilerinden öncekilerin rivâyet etmesi ile daha önceki olaylardan haberdar olabileceklerdir. Nitekim varlıkları sona ermiş ve devam eden milletlerin tarihleri, mezhep ve dinler, hukemâ ve felâsifenin bütün teorileri, ulemânın tecrübe ve icâdları, bize hep rivâyet yoluyla ulaşmıştır. İslam dini bu olaylardan başka bir şey midir ki, hükümleri ve haberleri bu yolla nakledilmesin? Yoksa Peygamber (S.A.V.)’in sözlerini ve haberlerini aktarma konusunda, rivâyetin dışında bir yol mu edinmek gerekir?
Farzedelim ki; hadislerin riyâyetini inkâr eden bu kişiler, kendileri gibi olanları lider edindiler. Bu durumda, ders halkalarından uzak olan cemaat fertlerine veya kendilerinden sonra doğacak olanlara, istinbâtlarını ve araştırmalarını ulaştırmak için rivâyetin dışında bir yol var mıdır? Özellikle bu kişiler, (İslam zuhur ettiğinde Arap yarımadasındaki durum gibi) matbaanın, posta telgraf gibi yeni haber alma yollarının olmadığı beldelerde yaşıyor iseler ve kâğıt sanayi olmayıp ümmîlik yaygın ise…(Bu durumda rivâyetin dışında bir nakil yolu var mı?)
Kur’ân Aynı Zamanda Rivâyetle Nakledilmiştir
Sonra bu kimselere sormak istiyorum; Kur’ân-ı Kerim aynı zamanda rivâyetle nakledilmiş değil midir? Evet, kabul ediyorum Kurân’la Hadîs arasında rivâyet ediliş bakımından bir fark vardır. O da; hadisin sayılı kişiler tarafından nakledilmiş olmasına karşılık, Kur’ân’ın tevâtürle nakledilmiş olmasıdır. Fakat hadis râvileri, bilinmeyen kimseler değildirler, bilakis tanınan kişilerdir. Durumları ve kullandıkları isnatlar da bilinmektedir. Kur’ân ve hadisin nakli konusundaki bu fark da, kabul ve itibar etme yönünden değil, yakîn ve sağlamlık derecesinde söz konusu olan bir farklılığı gerektirir. Bu fark, her müslüman tarafından kabul edilen bir husustur ve hiç kimse, Kur’ân ve Hadîsin her yönden eşit olduğunu söyleyemez.
…………..
Süleyman en Nedevi
http://www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/islam%20hukuku%20dergisi%2018229.pdf