Sünneti Anlamada Hüküm Delil İlişkisi
…….
V-HÜKME UYGUN METODU TATBİK ETMEK
Dinin hükümlerini insanlara anlatırken veya bir hükmünü uygularken aceleci davranmayarak en uygun metodu benimsemek esastır. Bu yolla hüküm hakkında bilgi sahibi olmayan câhil bir kimse meselenin dinin hükmünü öğrenir. Yanlış bir yolda olan doğruya erişir. Özür sahibi olanların ne gibi mazeretlerinin olduğu açığa çıkar. Ayrıca muhalif görüşte olanların da ne gibi hususlardan dolayı muhalefet ettikleri bilinir.
Bir kimse hadislerdeki birtakım ifadelerden hareketle hemen bir genellemeye giderek “Falanca kadın yüzündeki tüyleri aldırdığı için Allah kendisine lanet etmiştir.” şeklinde bir yaklaşımda bulunamaz. Hadiste ifade edilen “kaş alma veya aldırmanın lanetlenmesi”(Müslim,Libas,33) ile ilgili ifadeleri açıklayıp, şer’î kurallara göre nelerin bu kapsama dâhil olduğunu açıkça beyan etmedikçe, hiçbir kimse bir kadını ismi ile teşhir ve toplum önünde lanetli konuma getiremez.
Benzer bir yaklaşımla insanlar belli bir konudaki kendi görüşlerini ortaya koyarken: “… Sonra insanlar, kaburga kemiği üzerindeki uyluk kemiği gibi eğri olan bir adamın arabuluculuğunu kabul ederler.”(Ebu Davud,Fiten,29) sözünden hareketle “Rasûlullah’ın ismini açıklamadığı kimse, esasında falanca kişidir.” de diyemez.
Peygamber Efendimizin şarapla ve onu içenle ilgili lanet okuduğu kaynaklarda geçmektedir. Bununla birlikte şarap içen birisinin Rasûlullah’ın huzuruna o halde iken getirilmesi karşısında bazı sahâbe ona lanet okumuştur. Ancak peygamberimiz o sahâbelere de her şeye rağmen şöyle seslenmiştir. “O kimseye lanet okumayın. Çünkü o her ne kadar içki içmiş olsa da kendisi Allah’ı ve peygamberini seviyor.”
VI –FETVANIN OLAYA VEYA KİŞİYE ÖZEL OLMASI
…
Bir kimse şâyet iki zararlı işten birisini yapmak zorunda kalırsa,hiç kuşkusuz her iki işten hangisinin zararı daha az ise onu tercih etmelidir. Aşağıdaki anlatılacak olan olay bu durumun en açık delillerinden bir tanesidir.
Allah Teâlâ’nın Yüce Kitabı’nda da anlattığı gibi, Hızır (a.s.) bir gemiyi su alacak şekilde yaralamıştır. Olay Kur’ân-ı Kerîm’de Hızır’ın (a.s.) şöyle anlatılır;
“Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.”
Burada iki türlü zarardan birisi kaçınılmaz gözükmektedir. Buna göre ya gemi yarılarak ayıplı hale getirilecek ya da sağlam halde bırakılarak kralın gemiyi gasb etmesine imkân sağlanacak. Esasında her ikisi de geminin sahibi açısından birer zarardır. Ancak bu ikisinden birisi kaçınılmaz olduğuna göre, zararlardan en hafif olanı geminin yarılmasıdır. Hızır’ın (a.s.) yaptığı da bundan ibarettir.
Hızır’ın (a.s.) küçük bir çocuğu, ileride anne ve babasına karşı azgınlık ve nankörlük yapar endişesiyle, öldürmesi de tıpkı âyet-i kerîmede “Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mü’min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.” buyurulduğu gibi, aynı kapsamda değerlendirilmesi gereken bir başka hadisedir.
Sözgelimi; öldürmek kastıyla mazlum bir adamı sokakta arkasından kovalayan zalim bir adamı görsen ve bu esnada kovalanan adamın da kesinlikle mazlum olduğuna kanaat getirsen, sen böyle bir durumda iken mazlum adam da kendisini kovalayan o zalimden adamdan canini kurtarabilmek amacıyla gelip senin evine sığınsa, daha sonra işadamı kovalayan o zalim adam senin kapına gelerek “O adam nerede?” diye sorsa, bu sual karşısında sana iki şeyden birisini uygulamaya koymak düşer. Bunlardan birincisine göre ya mazlumu o zalime teslim ederek ölümüne sebebiyet vereceksin ya da mazlumun canı kurtulsun diye “Onun nerede olduğunu bilmiyorum.” Veya ‘’Benim evime girmedi.” şeklinde yalan söyleyeceksin.Elbette ki böyle bir durumda,cinayete göre çok daha hafif bir zarar olan yalanı söylemeyi tercih etmelisin. Bu hususta Allah Teâlâ Şöyle buyurmuştur:
“…Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldırınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır.
VIII. RUHSAT-ZARURET İLİŞKİSİ
Dinen yasak olduğu halde, zarûret sebebiyle yasak olan işlerin yapılmak zorunda kalınması, sınırsız bir haram işleme ruhsatı olmayıp, sadece zarûreti ortadan kaldıracak miktarla sınırlıdır. Darlık hali ortadan kalktığı anda, söz konusu kişi de zarûret halinden çıkmış olur ve artık zarûret kalktıktan sonra yasak olan fiili işlemeye devam eden kişi, yaptığı haram fiil sebebiyle günahkâr olur. Ayet-i kerîmelerde şöyle buyurulmaktadır.
“Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.”
”…Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir ”
IX-HAKKANİYETE UYGUN VE ÂDİL DAVRANMAK
Bu konu adâletle ilgili olup, Allah Teâlâ’nın yüce kelamında ayrıca bize âdil olmayı emrettiği hususlardan bir tanesidir. Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır:
‘Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)dır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.’
Toplumda işler adâlet sebebiyle düzene girer. Dahası adâlet, peygamberin ve ashabının takip ettiği bir yoldur. Şu husus hiç mi dikkatini çekmiyor? Yahudiler Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna gelerek dediler ki: “Siz Allah’a ortak koşuyorsunuz ve putlara tapıyorsunuz!” Bu söz üzerine Efendimiz (s.a.v.): “Siz ne demek istiyorsunuz?” deyince, Yahudiler dediler ki: “Siz Ka‘be’ye yemin ediyorsunuz,akabinde de Allah ve falanca dilerse diyorsunuz” öyle değil mi? Bu sözler üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ashabına şöyle demelerini öğütledi: “Artık Kâ‘be’ye yemin olsun ki, yerine ‘Kâ’be’nin Rabbi olan Allah’a yemin olsun ki’ deyiniz. Ve benzer şekilde Allah ve falanca dilerse yerine sadece “Allah dilerse’ deyiniz” buyurdular.(Nesai,Eyman,9)
Sahîh-i Buhâride Abdullah b. Mes‘ûd tarîkiyle rivâyet edilen bir hadîs-i şerife anlatıldığına göre, Yahudi din adamlarından (haham) bir tanesi Rasûlullah’a (s.a.v.) gelerek: “Ey Muhammed! Biz Tevrat’ı okuduğumuzda şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz: ‘Allah gökleri bir parmağının üzerine koyar. Yerleri bir parmağının üzerine koyar. Ağaçlan bir parmağının üzerine koyar, diğer bütün mahlûkâtı da bir parmağının üzerine koyar ve sonra da onlara ‘Mülkün sahibi benim!’ diye seslenir.’’
Hahamın bu ifadelerinden sonra Peygamber Efendimiz, bir yandan da onun sözlerini tasdik ederek, neredeyse azı dişleri görülecek şekilde güldü. Akabinde de şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü Onun tasarrufundadır. Gökler Onun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir,”
Yine şu hususa da,dikkatini çekerim; Şeytan fitre gelirlerini muhafaza etmekle görevlendirilen Ebu Hureyre(ra) gelerek;
“Uyumazdan evvel Âyete’l-kürsî’yi okuyan bir kimseye Allah tarafından sabaha kadar kendisini koruyacak bir melek gönderilir, şeytan da ona yaklaşamaz.” demiştir. Ebû Hureyre de (r.a.) bu durumu Efendimiz’e (s,a.v.) anlatmıştır. Efendimiz (s.a.v.) bu olay üzerine ‘Şeytanın kendisi çok yalancıdır, ama burada söylediği söz doğrudur.’ buyurmuştur.”
Kuran ve Sünneti Anlamanın Temel İlkeleri – Mustafa el Adevi