Sünnet Nasıl By-Pass Edildi
“Kitabı okuyun” dendiğinde, okuyucu ile kitap karşı karşıya gelmiş olur. Yorumlandığında ise, artık konuşan kitap değil, kitabı yorumlayan kişinin anlayışı, bakış açısı, değer hükümleridir. Okuyucu, yorumda kitabı görse bile başka bir renk altında görür. Fakat bunda yorumcu açısından son derece çekici bir taraf da vardır:
Yorumculuk, ene’lerin cirit attığı bir meydandır. O meydanda kişi kendi varlığını gösterme fırsatını bulur. Çenesinin gücüne ve birtakım imkânları kullanma kabiliyetine göre nüfuz ve şöhret kapıları kendisine açılır. Bu arada, bir taraftan yorumladığı kaynağın itibarından yararlanarak kendisine bir kazanç sağlarken, bir taraftan da kaynağı kendi arzusuna göre biçmek ve hoşlanmadığı tarafları keyfine uygun bir şekilde tadil etmek imkânına kavuşur.
Bu sadece Risale-i Nur’a has bir durum değildir. Mevlânâ’nın yahut Yunus’un yorumcular elinden çektiğini dünyada pek az insan çekmiştir. Günümüzdeki yorumcu yoğunluğu içinde bu büyük zatların gerçek irşadlarına ulaşabilmek ve onları hakikî şahsiyetleriyle tanımak kaç kişiye nasip olabiliyor? Bu âlemde kim insanlar arasında bir fikir veya sanat eseriyle haklı bir şöhrete kavuşmuşsa, yorumcu taifesinden de o şöhrete münasip büyüklükte bir musibeti üzerine çekmiş olur.
Fakat bütün bunların çok, ama çok daha kötüsü, Kur’ân söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Ve birçoğumuz, sayısını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar kalabalık bir yorumcu güruhunun hevâ ve heveslerinin mahsulâtını Kur’ân niyetine dinliyor ve okuyor. Onun içindir ki, herkes hayatın merkezine Kur’ân’ı almaktan söz ediyor, herkes Kur’ân’ı okuyor ve anlatıyor, herkes yekdiğeri aleyhindeki iddialarına Kur’ân’dan deliller getiriyor, fakat tefrika ve ihtilâflar gün geçtikçe azalacağına artıyor.
Herkesin elinde Kur’ân olduğuna ve herkes birbirine Kur’ân ile hücum ettiğine göre, dışarıdan bakan bir kimse bundan “Demek ki bütün ihtilâfların kaynağı bu kitapmış” sonucunu çıkaracak olsa haksız mı düşer?
Evet, haksız düşer. Çünkü ihtilâfların kaynağı Kur’ân’ın kendisi değil, herkesin ayrı ayrı Kur’ân olarak algıladığı şeydir. Fırkaları birbiriyle Kur’ân çarpıştırmıyor, Kur’ân’ın yorumları çarpıştırıyor.
Burada, “Nasıl bu konuma geldik? Nasıl bu durumdan çıkarız? Kur’ân yorumlanmayacak mı?” gibi sorular karşımıza çıkıyor.
Herkesin eline bir meâl alıp kendine göre yorum yaptığı günlere bir anda gelmedik. Uzun yıllar bu sonucun altyapısı hazırlandı. Kur’ân’ın etrafındaki surlar birer birer yıkıldı. Önce müçtehidler safdışı edildi. Sonra mezhep imamları, sonra Tâbiin, sonra Sahabe hedef tahtasına oturtuldu. “Onlar adamsa biz de adamız” diyenler, evvelâ kendi fikirlerini onlarınkine alternatif olarak sundular, sonra onları da bir kenara atarak kendi yorumlarını doğrudan pazarlamaya başladılar.
Aslında, onların önünde hiçbir zaman aşamayacakları bir Sünnet engeli vardı; fakat Sünneti bize taşıyanlar gözden düşürüldükten sonra, Sünnet için ayrı bir çalışma yapmaya neredeyse hacet kalmamış gibiydi. Onlardan kimi, Buharî ve Müslim gibi Hadis imamlarını “araştırmacılara malzeme hazırlayan asistanlar” muamelesine tâbi tutuyor, kimi de “Buharî kullanmadıklarını çöpe atmış, onun çöplüğünden Müslim toplamış, ilh.” gibi yakışıksız ve seviyesiz benzetmelerle Hadis ilminin direklerini çürütüyor; böylece, bize Resulullah’ın sünnetini aktaran kaynakların tamamı devre dışı bırakılınca, bu dinin Kur’ân ile beraber gönderilen diğer temel kaynağı da kendiliğinden etkisini kaybetmiş oluyordu.
Oysa Kur’ân bizim dinimizin genetik kodlarını ihtiva eden kitabımızdı. Hücre içindeki genetik kodlar nasıl bir çekirdek içinde sapasağlam muhafaza altına alınarak haricî tesirlerden korunuyorsa, bize Kur’ân ile gelen kodlarımızın da, onun gibi semavî kaynaklı olan Sünnet ile muhafaza altına alınması gerekiyordu.
Fakat şişirilmiş ene’ler bu İlâhî muhafazayı kibirlerine yediremediler. Kur’ân’a Sünnetin irşadıyla değil, doğrudan doğruya varmak istediler. Varabildiler mi?
Vardıklarını sandılar; hâlâ da öyle sanmaya devam ediyorlar. Oysa Kur’ân’a doğrudan doğruya değil, kendi ene’lerinden süzülerek vardılar. Tabii ki bu vardıkları şey nefsülemirdeki Kur’ân değildi; onların kendi anlayışlarıyla, ön yargılarıyla, hevâ ve hevesleriyle çevrelenmiş olan bir kitaptı. Gerçi lâfız olarak bizim okuduğumuz Kur’ân’ın aynısıydı; belki onların birçoğu bu lâfzı bizim birçoğumuzdan daha da iyi okuyabiliyordu. Fakat o lâfızlardan anladıkları ve anlattıkları mânâ, dalâlet üzerinde ittifakı muhal olan ümmetin bin dört yüz senedir anladığı mânâya tamamen yabancı düşüyor ve bu mânâlar da genetiği değiştirilmiş bir din tasvir ediyordu.
Çünkü onların anladıkları ve anlattıkları Kur’ân, kendi hususî dünyalarının Kur’ân’ı idi. Nasıl bu büyük âlem içinde herkesin kendisine bakan ve kendi rengini alan hususî, küçük bir âlemi varsa, nefsülemirdeki Kur’ân’dan da herkesin Kur’ân olarak algıladığı, kendi rengine boyanmış bir kitabı vardı.
Ne var ki, bu yol sağlıksız bir yol olmakla birlikte, ene’ler için son derece münbit bir gelişme zemini teşkil ediyor, üstelik başka bir yönden de nefislere büyük bir kolaylık sağlıyordu:
İnsanlar, eğitim ve kavrayış seviyesi ne olursa olsun, Kur’ân üzerinde konuşmak ve ondan hüküm çıkarmak imkânına bir anda kavuşuyordu. Dünyanın en karmaşık problemlerinin bir saatlik filmlerde çözümlenmesine alışmış olan zamane insanına, uzun boylu tahsile mecbur olmadan sadece 600 sayfalık bir kitapla her konuda konuşmak ve ahkâm kesebilmekten daha cazip gelebilecek hangi şey vardır?
Lâkin, kolayca tahmin edilebileceği gibi, Kur’ân ile konuştuğunu ve Kur’ân ile hüküm verdiğini zanneden insanların büyük çoğunluğu, aslında kendilerinin patronu olamadılar, sadece “patron” değiştirdiler, o kadar.
Kur’ân’ı Resulullah’tan ve onun sünnetini bize intikal ettiren nuranîler silsilesinden almak yerine, hevâ ve heveslerinin mahsulâtını ilim olarak pazarlayan bir zulmanîler güruhundan almak zorunda kaldılar.
Ümit Şimşek Hoca | Nuraniyyat . com yazarı