Sünnet Müdafaası veya Risale-i Nurda Hadis Vurgusu
“Elbette o Zât’ın Sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnet’te hissesi ziyâde ola. Sünnet’e ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinâyet-i azîme, tekzibini işmâm eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.”
Bediüzzaman Said Nursî, 11. Lem’a
Giriş ya da Talihsiz bir Devrin Panoraması
İdrak ettiğimiz zaman dilimini ‘talihsiz’ olarak sunmamızın en etkili âmili, bu devirde köklerinden kopuk veren mümeyyiz vasfı redd-i miras olan türedi bir mâkulenin sesinin her zamankinden daha fazla çıkmaya başlamış olmasıdır. Farkında olarak veya olmayarak,tahrip ve tahrifin mümessilliğine soyunanlar, kirli ellerini, bir müslümanın tasavvurunu inşâ eden temel normlara kadar uzatmış bulunuyorlar.
Tarihî kayıtlar, geçmiş nesiller arasında da, ana akım Ehl-i Sünnet ulemâsınca ‘fırâk-ı dâlle’ olarak görülen grupların var olduğunu haber veriyor.
Şu farkla ki, her ne kadar geldiği nokta itibariyle bâtıla demir atmış olsalar da, mezkûr sapmaların kahir ekseriyeti, samimi ve ‘içeriden’ kaygılardan neş’et etmişti.
Son bir-iki asırdır dolaşıma giren nevzuhur din telakkisi için bu kadar iyimser olmak ise mümkün değil. İslâm’a cephe almış kalkınmacı Batı düşüncesi karşısında yaşanan zâhirî yenilginin tezâhürlerini ortadan kaldırmak için, alternatif oluşturma adına ilerlemeci bir din yorumu ihdas edenler, art niyetlilikle itham edilemeseler de, özünden ve temel iddialarından uzaklaşmış bir İslâm algısına zemin kazandırmış olmaları, mâzur görülmelerini imkânsız hâle getirmektedir.Bu güruhu seleflerinden ayıran en temel nokta, iliklerine kadar işlemiş komplekslerinden ötürü, sorgulamalarını bizâtihi Din’e yönlendirmiş olmalarıdır.İslâm’ın yanlış yorumlandığı (iddiası) daha önceleri de vâki idi; fakat ‘ahkâmdan utanılması’ gibi bir garabetle daha yeni yeni tanışıyoruz. Kur’ân âyetlerine tarihsellik söylemi üzerinden sataşanlar, Sünnete dönük taarruzlarını ise -zaten işin ehli olan âlimler tarafından titizlikle ayıklanmış ve hiçbir dinî hükme mehaz olma özelliği taşımayan- uydurma hadislerin varlığını speküle ederek temellendirmeye çalışıyorlar.
Zihinlerini modern değer yargıları inşâ ettiği için, bu devrin insanına anlatmakta güçlük çekeceklerini düşündükleri ahkâmı binbir tevil ve tekellüfle tağyir etme gayretinde olan bu odaklar, ‘daha kabul edilebilir bir din yorumu’na vücut verme adına din mefhumunun içini boşalttıklarının farkına varacaklar mı acaba?
Sözü edilen nevzuhur tutumu muhkemleştirmenin önündeki en büyük engel Sünnet-i Seniyye’dir ve iş-bu kitle saldırı himmetini (!) bugün en çok bu sahaya teksif etmektedir. Devreden çıkartıldığında ortada Din nâmına bir şey kalmayacağı için Sünnetin de muhafaza edilmiş olmasının kaçınılmazlığının farkında olmayan bu bâtıl mantık, mücadele zeminini,Sünnet’i işlevsizleştirip,fıkhı beşerileştirme eğilimine kaydırmış bulunuyor. Oysa Efendimiz’in (s.a.v) ısrarla, kendisine söylemediği bir söz isnâd edenler hakkında kullandığı tehditkâr ifadeler bile, Sünnet’in dinde hüccet olduğunu ispatlamaya yeter! Bu yalın gerçeği görememek nasıl bir akıl tutulmasıdır?
“Bir âyet bile olsa benden başkasına götürün (tebliğ edin). Beni İsrail’den de (Kur’ân ve Sünnete aykın olmayan şeyler) rivayet edin, bunda bir mahzur yoktur. Ancak kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.”(1) “Benim üzerime söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen yalan gibi değildir. Öyleyse kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın!”(2)
Efendimiz’in (s.a.v) Sünnetin tahrifinden bu kadar net ifadelerle ümmetini sakındırması, mezkûr handikabın vukuu durumunda meydana gelecek zararın Din’e de râcî olacağını gösterme adına yeterince göz açıcı değil midir? Hadis rivâyetleri arasında yer yer göze çarpan ihtilafların gâyet mâkul îzah ve gerekçeleri olduğu halde, bunları adayarak bütün bir hadis külliyatını töhmet altında bırakacak kadar ileri giden bu mantalitenin samimiyetine nasıl inanacağız?
Çeşitli râvîlerin aynı olayı farklı ifadelerle nakletmesi,bizzat Efendimiz’in (s.a.v) aynı konuyu değişik kelimelerle anlatması veya farklı hikmetlere binâen değişik zamanlarda değişik şekilde hareket etmiş olması ve sonraki hadisin öncekini neshetmesi gibi(3) anlaşılır sebeplerin vücut verdiği kısmî bir ‘rivayet ihtilafı’nı dile dolamayı ve buradan hareketle Sünnet’i bütünüyle hedef tahtasına oturtmayı, ‘istismar’dan daha iyi karşılayabilecek bir sözcük bulunabilir mi?
Muhaddislikten Ayıklayıcılığa: Bir Yozlaşmanın Anatomisi
Hadislerin sıhhat derecelerini tesbit eden ulemâ, bu işi teknik usullere müracaatla yapıyordu. Rivâyet zincirinin tahlili, senet kritiği vb. kıstasları nazar-ı itibara alan ehil fıtratların, bu ilimle bütünleşmeleri münasebetiyle âdetâ birer ‘hadis sarrafı’ hâline gelmiş olmalarına da bir mim koyalım.
Devletin resmî anlamda hadisleri muhafaza işine vaziyet etmesinde Ömer b. Abdülaziz önemli bir paya sahip olsa da, hatta ilk hadis tedvininin bu dönemde yapıldığı kanaati hadis âlimleri arasında itibar edilen bir görüş olarak kaydedilse de bunu resmî tedvîn süreci olarak değerlendirmek ve ferdî tedvîn işleminin Hz. Peygamber (s.a.v) dönemine kadar uzandığını kabul etmek gerekir.(4) Sahabe-i Kirâm’ın, yazmanın Efendimiz (s.a.v) tarafından tecviz edilmesini müteâkip, hadisleri kâğıt, kemik,deri ve kumaş parçaları üzerine yazarak muhafaza ettikleri bilinmektedir.
Hadis konusundaki fevkalâde hassasiyet, mevzû rivayetlerin belli teknik yöntemlerle tesbitini sonuç vermiş ve muhaddislerin saygın çabalarıyla, uydurma rivayetlerin sahih hadislerle karışmasının önüne geçilmişti.
Bugün ise Diyânet İşleri Başkanlığı’nın da katkılarıyla (!), hadis kritiği işlemi, ‘hadis ayıklama’ ameliyesine evrilmiş ve bazı hadislerin üzerine ‘uydurma’ yaftası yapıştırılırken temel kıstas, sened veya rivâyet araştırması değil, sözkonusu hadisin modern değer yargılarıyla bağdaştırılma zorluğu olmuştur.
Öyle ki, bir hadis, işin ehli ulemâ tarafından mevzû ya da zayıf bulunmasa da, modern zihnin kabullenemeyeceği bir muhtevâya sahip olduğu için ayıklanmaya lâyık(!) görülürken,(5) zayıf olduğu bilinen nice hadis, içerik olarak sorunsuz (?!) görüldüğü için ayıklama işlemi bağlamında gündeme getirilmemiştir.(6)
Bu meyanda, ‘Kur’ân İslâmî’ türünden ‘yeni’ terkiplere karşı, müslümanların her dâim müteyakkız olmaları ve modern zamanlara has bu Sünnet karşıtlığı furyasının, kendisini Kur’ân vurgusu uzerinden meşrulaştırmaya çalıştığını akıldan çıkartmamaları gerekmektedir. Meselenin bütüncüllüğü gözardı edilmesin:Birileri kılıçlarının ucuna Kur’ân’ı takıp, Sünnete ve Fıkıh’a musallat oldu. Gözümüzü boyayarak din algısını içeriksizleştiren bu mâkule ile mücadele boynumuzun borcu olsun.
Hadislerin Yazımı Meselesi
Hadislerin birçoğunun sonradan uydurulduğu(7) ve kendisine ait olmayan birçok sözün Peygambere (s.a.v) izâfe edilerek dinde hüküm kaynağı hâline getirildiği iddiası mesned-den yoksundur. Mezkûr kanaat, meşhur bazı oryantalistler ve onların yerli uzantıları tarafından sıklıkla dile getirilir.(8) Efendimiz’den (s.a.v) bir dönem hadis yazımını men’ eden bir takım beyanlar sâdır oluşu ve genel anlamda hadislerin yazı ile kaydedilerek nakledilmemiş olduğuna dâir iddialar da bu söyleme payanda olacak şekilde gündeme getirilmektedir.
Oysaki Allah Resûlü’nün (s.a.v) bi’seti döneminde Arap milletinin tümüyle okuma-yazma bilen insanlardan müteşekkil olmadığı ve ezberin ön plânda olması nedeniyle mühim işlerin hâfızada muhafaza edildiği gerçeği, bu mevzuda altı çizilerek dile getirilmesi gereken bir noktadır. Mevdudî, tarihçi Belazuıfnin, Kureyş gibi ileri ve müreffeh bir kabilede bile sadece 17 kişinin okuma-yazma bildiğini aktardığını kaydeder. Yine Belazurî’ye göre Medine’li Ensar’dan okuma-yazma bilenlerin sayısı 11’i geçmemektedir.(9)
Arapların o dönem çok işlevsel hâle getirmeleri nedeniyle hafıza melekelerinin çok güçlü olduğu anlaşılıyor. Mevdudî bu durumu şöyle ifadelendirir: “Araplar, Allah Resûlü’nden (s.a.v) önce binlerce yıldan beri işlerini yazı ile değil, hafızalarıyla yapmaya alışıktı. Tüccarları çok büyük paralarla işler yapar ve bunun için defter tutmazlardı. Düzinelerce alıcı ve müşterilerle ilgili hesapları kuruşu kuruşuna ezbere bilirlerdi. Kabile hayatlarında soy sop ve kan bağlarının çok önemi vardı; bunların hepsi hafıza ile muhafaza edilirdi ve sözlü rivâyetlerle kuşaktan kuşağa aktarılırdı.
Tüm edebiyattan da kayda geçirilmemiş, aksine kalplerine nakşedilmişti. Bu gelenekleri yazının îcad edilmesinden sonra da uzun süre devam etti. Kayda alınanlara inanmaktansa, kendi hafızalarına daha çok güveniyorlardı. Bununla gurur duyuyorlardı; bir kişi kendisine bir şey sorulduğunda hafızasına güvenip söylemeyerek, gidip evinde bir deftere yazılı bir şeyden bulup cevap verdiğinde gözlerinden düşerdi.”(10)
Hadislerin yazımı ile ilgili Efendimiz’in (s.a.v) yasaklayıcı ifadeleri mevcuttur.(11) ancak bunlar bir takım konjonktürel gerekçelerden kaynaklanmaktadır.(12) Nitekim daha sonraki dönemlerde bizzat Efendi- miz’den (s.a.v) hadis yazımını teşvik eden sözler şerefsüdûr olmuştur.(13) Bununla beraber, Efendimiz’in (s.a.v) yazmaktan men ettiği dönemde dahi şifâhen nakli teşvik ettiği bir vâkıadır.(14)
Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, Allah Resûlü (s.a.v), ilk zamanlarda Kur’ân’la karıştırılabilir endişesiyle hadislerin yazıya geçirilerek kaydedilmesini onaylamamış, fakat yine bu dönemde şifâhî nakli teşvik etmiş; daha sonra mezkûr endişe ortadan kalkınca hadislerin yazıya geçirilmesini de onaylamıştır. Ayrıca hafızası bu denli güçlü bir toplumda ilk etapta yazı ile kayıt sözkonusu olmasa da, sözlü aktarımın gayet sağlıklı icrâ edildiği izahtan vârestedir. Kaldı ki, ezber gücündeki bu şaşırtıcı muvaffakiyete rağmen, daha Allah Resûlü’nün (s.a.v) sağlığında hadislerin yazıyla kayda geçirildiği de önemli bir hakikat olarak karşımızda duruyor.(15)
Daha sonraki dönemlerde siyasî hizipleşmeler ve kelâmî/mezhebî ihtilaflarla bazı hadisler uydurulmuş fakat ulemanın titizliği sayesinde bunlar genel anlamıyla tefrik edilerek ayrıca bir araya getirilmiş; dinde hükme kaynaklık etmeleri kesinlikle engellenmiştir.
Mevdudî, sahte (uydurma) hadis fitnesinin ortaya çıkmaya başladığı hengâmda, aynı hızda bunlarla mücadele zemininin de teşkil edildiğini ve tek tek araştırılan hadis râvîlerinin rical kitaplarına kaydedilmeye başladığını dile getirir.(16)
Kılı Kırk Yaran bir Hassasiyet ve Hadis Nakli
Gerek hadislerin kayıt altına alınması, gerekse nakli mevzuunda gösterilen hassasiyet, bugün Sünnet’i zan altında bırakanlan açığa düşürecek çoklukta örneğe sahiptir. Kaldı ki, Kitab’ın muhafaza edildiği müsellemdir ve bu, neticede ağırlıklı olarak yine hıfz, nakil gibi yollarla gerçekleşmiştir. Sünnettin, Kur’ân’da yer almayan hususlar konusunda hüküm koyucu özelliğe sahip olduğu dikkate alınırsa, Kitab’ın yanında, Sünnettin muhafazasının da kaçınılmazlığı tebârüz eder. Sünnettin muhtevası da genel anlamda, Kur’ân ile aynı usullerle ve emin eller aracılığıyla bize kadar ulaşmıştır.
Hadis naklindeki titizlik hakkında fikir verecek bazı anekdottan kaydedelim:
I) Berâ b. Âzib el-Evsî (r.a) şöyle demiştir: “Bizler, bütün hadisleri bizzat Resûlullah’ın (s.a.v) kendisinden dinleyemiyorduk. (Bazılarını) arkadaşlarımız bizlere anlatıyorlardı. Bizler develerimizi gütmekle meşguldük. Sahabe, Resûlullah’tan (s.a.v) dinleyemedikleri şeyleri talep ediyorlar, akranlarından veya kendilerinden daha iyi ezberleyenlerden dinliyorlardı. Dinleyecekleri kişilere ise çok dikkat ediyorlardı.”(17)
II) Enes b. Mâlik (r.a) şöyle demiştir: “Bizler Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanında bulunur, ondan hadisler dinler, kalktığımızda ise bunları kendi aramızda ezberleyinceye kadar müzâkere ederdik.”(18)
III) Amr b. Meymûn anlatıyor: “Ben, İbn Mes’ûd (r.a) ile Perşembe akşamları bir araya gelmeyi hiç aksat- mazdım. Bu gelişlerimde, onun herhangi bir şey hususunda ‘Resûlullah buyurdular ki’ dediğini hiç işitmedim. İşte bu akşamlardan birinde, ‘Resûlullah buyurdular ki’ diyerek söze başladı, fakat arkasını getiremeyip başını öne eğdi. Kendisine baktım. Gömleğinin ilikleri çözülmüş, gözlerinden yaşlar boşanmış, avurttan şişmiş vaziyette ayakta duruyordu. (Bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra) sözünü şöyle tamamladı: ‘Resûlullah (s.a.v) böyle veya bundan biraz fazla veya biraz az veya buna yakın veya buna benzer bir şey söylemişti.”‘(19)
IV) Tâbiîn âlimlerinden A’meş’in şu sözü hayli mânidardır: “Bu ilim (hadis ilmi) öyle insanların nezdinde idi ki, onların her biri gökten baş aşağı düşmeyi, ona bir ‘vav’ ya da ‘elif ya da ‘dal’ ilâve etmekten daha sevimli görürlerdi.”(20)
V) Resûlullah’ın bir hadisini zikretmek isteyen Sa’îd b. el-Müseyyib hasta döşeğinde olduğu halde: “Beni doğrultun. Zira ben, Hz. Peygamber’in (s.a.v) hadisini, yatakta serilmiş bir halde anmak istemiyorum.
demiştir.(21)
VI) Hadisi sıhhatli öğrenme ve nakletme adına mezkûr kuşaklarda uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanma sık rastlanılır bir durumdur. Bunlardan birini Atâ b. Ebî Rebâh şöyle hikâye etmektedir: “Ebû Eyyûb el-Ensârî, Hz. Peygamber’den duymuş olduğu bir hadisi sormak amacıyla Ukbe b. Âmir el-Cuhenîye doğru yola çıktı. Zira sözkonusu hadisi Hz.Peygamber’den işiten, bir o bir de Ukbe kalmıştı. Teyid ettikten sonra bineğine yönelerek Medine’ye dönmek üzere yola çıktı.”22
VII) Hadis yolculukları, Sahabe sonrası dönemde daha canlı hâle gelmiştir. Tabiîn ve Etbâu’t-Tâbiîn, bir hadisi ilgili sahabiden dinlemek üzere yola koyuluyordu.Ebu’l-Âliye’nin şu sözü rivâyet edilir: “Bizler Basra’da, Hz. Peygamber’in ashâbının rivâyetlerini duyar ve Medine’ye gidip, bunu onların ağızlarından dinlemedikçe de rahat etmezdik.”(23)
Bunlar ve benzer daha nice misaller, hadis naklinin, hassasiyetiyle mütemâyiz ve tüm benliği ile meseleye eğilen kuşaklar tarafından gerçekleştirildiğini belgeler niteliktedir. Bu meyanda bütün bir hadis külliyatı, kendisine bulaştırılmaya çalışılan lekelerden fazlasıyla müberrâdır.
Bir Sünnet Aşığı: Bediüzzaman Said Nursî
Risale-i Nur’da, yukarıda bahsi geçen nakil sıhhati meselesine değinmeksizin, ‘hadis müdafaası’ denilebilecek bir tarzı benimseyen Said Nursinin Sünnet konusundaki tavrı, bir modern dönem âliminin Ehl-i Sünnet çizgisindeki kararlı duruşundan izler taşır. Yaşadığı dönem itibariyle mücadele himmetini tahkikî imanın tahkimine hasreden müellif-i muhterem, Risale-i Nur’ların muhtelif yerlerinde Sünnet-i Seniyye’ye ittibâın hayâtî ehemmiyetine vurgu yapar. Neş’et ettiği ve hâlen bizim de idrâk etmekte olduğumuz zaman diliminin belirgin özelliği, hak ile bâtılın aynı pazarda sunuluyor olmasıdır.Âhir zaman öyle bir tarihî kesittir ki, butlan ile malul nice yaklaşım, hakikat ambalajı ile paketlenerek mütehayyirlere kabul ettirilmektedir. Saflar net değildir;olması gereken ayrışma sağlanamamıştır.
Kendi ifadesiyle, ‘niceleri, bâtılı hak zannederek koynunda taşımakta’dır. ‘Kurdun gövdenin içine girdiği’ böylesi meş’um bir tasalluta Müslümanlar nasıl mukâvemet edeceklerdir? Düşmanını dost sanan, tasavvuru yâd eller ve nâehiller tarafından inşâ edilen, kutsalına sinsice ilişilen bir neslin imdâdına kim yetişecektir?
Evvelâ tabloyu nazara veren Bediüzzaman, çıkış yolunu gösterecek pusulaya da işaret eder. Kaleme aldığı eserin çeşitli bölümlerinde Sünnet vurgusu gayet net hissedilir. Öncelikle İmam-ı Rabbânî’nin Sünnet- i Seniyye’ye ittibâın kıymetini âşikâr kılan şu sözüne atıf yapar: “Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli,en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyye’ye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu.”(24)
Ardından kendi şahsî tecrübesiyle bu hükmün teyid edildiğini şu şekilde ifadelendirir: “Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyye’nin mese-leleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz za- rarlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.
Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyye’nin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, ‘Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?’ diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı.
Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor,selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânî’nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.”(25)
Sünnet-i Seniyye’nin merâtibine dikkat çektiği pasaj,aynı zamanda, Nebevî mirasın teferruat gibi duran tezahürlerine riâyette bile fevkalâde titizlenen bir Ehl-i Sünnet âliminin hissiyatını yansıtır. Gündelik yaşamın en basit davranışlarında dahi Allah Resûlü’nü (s.a.v) tahattur eden bir mü’minin âdâtını ibadete çevireceği müjdesini veren Bediüzzaman, âdetâ ‘hayata hayat kılınan’ kuşatıcı bir Sünnet telakkisini salık verir:
“Kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut -hâşâ ve kellâ- nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir,ateştir. Sünnet-i Seniyye’nin merâtibi var. Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ’da tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfıl nev’indendir. Nevâfıl kısmı da iki kısımdır: Bir kısmı,ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, ‘âdâb’ tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid’a denilmez; fakat âdâb-ı Nebeviye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir.
Bu kısım ise, örf ve âdât,muamelât-ı fıtriyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevâtürle mâlûm olan harekâtına ittibâ etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtm âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taallûk eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere ‘âdâb’ tabir edilir.Fakat o âdâba ittibâ eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürâatı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.”(26)
İslâmî kıyafetine ilişmek isteyen ve sonraki bir zaman diliminde intihar ederek hayatına son veren Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a “Bu sarık, bu başla çıkar”diyen bir hakikat adamından söz ediyoruz. Hayatını ve ilmî mirasını mercek altına alanlar, Sünnetin âdâblarını dahi hayata taşıyan, yaşama yön veren dinamik bir Sünnet algısının yerleşik hâle gelmesi için her dâim numûne-i imtisal olma gayreti gösteren bir istikamet insanının dünyasından kesitler aktarıyorlar.
İmanın tehlike altında olduğu, bütün dinî tezâhürlere ‘topyekün savaş’ mantığıyla abanıldığı netâmeli bir süreçte, mesela şeâire yaptığı vurgu, her türlü takdirin üzerindedir. Zoru görünce eğilip bükülen bugünkü nâdânlardan ayrıldığı en müşahhas nokta, çağının değer yargıları ile yaka-paça oluşudur. O, itirazı olan bir insandır. ‘Kelleyi koltuğun altına almadan’ dinin en temel emirlerinin bile icrâ edilemediği bir vasatta, bugün çoklarınca ‘tâli bir husus olarak algılanan, ‘olsa da olur; olmasa da’ savrukluğu ile karşılanan şeâire sahip çıkmak,nasıl bir tasavvurun tezâhürüdür?
Şu bölüm, ‘en mühim’ Sünnet-i Seniyye’nin ne olduğunu haber verdiği kadar, bakış açımızı ayarlamaya dönük yönüyle de bir hayli önem taşır: “Sünnet-i Seniyye’nin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdetâ hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle dumum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”(27)
Şu ifadelerse, tüm zamanlara bir çağn mâhiyetinde sesini yükselten bu ‘kış adamı’nı anlamakta, arkadan gelenler olarak bizlerin ne ölçüde zorlandığını beyân eder:
“Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediye’de hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazıları yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediye’nin ve Şeriat-ı Muhammediye’nin (s.a.v.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risale, o hikmetleri bitiremeyecek.
Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akllyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risalelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar. İşte böyle bir Zât’ın Sünnet-i Seniyyesi’ne elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.”(28)
Önce ümmetine, sonra da Efendimiz’e (s.a.v) şöyle seslenir: “Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniy- yesi ile tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz. Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhit’in tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî mûti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”(29)
Risale-i Nur’da Zayıf Hadis Meselesi
Hayatını Allah Resûlü’nün (s.a.v) âhir zamandaki izdüşümü hâline getirme gayretiyle mütemâyiz bir mütefekkirin takipçilerinin, sahih hadislerin bile türlü spekülasyonlara mâruz bırakıldığı, Sünnet mirasına hoyratça saldırıldığı bir hengâmede, itirazlarını üst perdeden dile getirmiyor oluşları, nicelerini inkisara sevk etmektedir.(30)
Sahiden, “Kıyâmet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuâtından ve bazı âmâlin fazîlet ve sevaplarından bahseden ehâdîs-i şerîfe güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmânı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler.
Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız, ‘On iki Asıl’ı beyân ederiz.”(31) demek suretiyle, zayıf hadislerin bile öyle bir kalemde silinip atılmasını aslâ kabul etmeyen ve âhir zamandaki bakış bulanıklığının karşısına, kaleme aldığı ‘On iki Asıl’ ile, âdetâ bir hadis müdafaası sunarak dikilen bu Sünnet âşığının talebeleri, sevenleri vs. Diyânet hadis ayıklarken ne yapmaktadır?
Bediüzzaman, dinin bir imtihan olduğunu, bu nedenle âhir zaman vukuatına dâir bazı hadislerde net ifadelere rastlanılamamasının gayet doğal karşılanması gerektiğini, aksi takdirde imtihan sırrının ortadan kalkacağını dile getirerek ve kıyâmet hengâmına dâir rivâyetlerin muhtelif ve anlatımın kapalı oluşunun mantığını izah ederek bahsi geçen ‘On iki Asıl’a giriş yapar.(32)
Bazı hadislerde teşbih ve mecaz türünden anlatım tekniklerinin kullanıldığını, teşbih ve temsillerin havastan avamın eline geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe mürur-u zamanla (zaman aşımı) hakikat telakki edilerek ilgili söz ya da hadisin reddine kapı aralandığını da kaydeder.(33)
Bir sözün farklı anlam tabakalarında karşılığı olması gayet tabiîdir. Çok tenkid edilen cifr ve ebced meselesinde de, işârî tefsire atıf yapan Bediüzzaman,âyetin anlam tabakalarından bahseder. Ayetin sarih anlamı olduğunu ileri sürmeksizin, bir karşılığının da zikrettiği mânâ olabileceğini oldukça ihtiyatlı bir dille nazara verir. Aynı mantığı hadis kritiğine de teşmil ederek, felsefe ile bulaşık bir zihnin, baktığı dar perspektiften bu muhtelif anlam mertebelerine vâkıf olamayacağını, dolayısıyla ehâdis-i Nebevî’ye dil uzatabildiğini vurgular. “Bir kelâmda çok ahkâm-ı zımniye bulunur. Fakat hususîdir. Her biri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.” sözüyle bu hakikati öne çıkarır.(34)
Bir hadis müdafaası yordamıyla kaleme alman 24. Söz’ün Üçüncü Dal’ında, Deccal ile ilgili “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı şâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.” Hadisini(35) ve “Dünyanın Cenâb-ı Hakk’m yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, Cenab-ı Hak kâfirlere bir yudum su nasip etmezdi.” Hadisini(36) de zikrederek, hadisle ilgili genel spekülasyonlara set çekmeye çalışır. Biz, bu makalenin kapsamını zorlamama adına ayrıntıları ilgili risâleye havâle edip geçeceğiz.(37)
Son bir not olarak mezkûr risâlenin sonlarında ‘Netice-i Kelâm’ ifadesiyle kayda geçirilen şu pasajı aktaralım: “Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu ‘On Asıl’ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki’ gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehâdîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’m mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! Zîrâ, evvelâ o ‘On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. ‘Hakiki bir kusur varsa, bize âittir’ derler, hadise râcî olamaz.
‘Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir’ derler.Elhâsıl, inkâr ve redde gitmek için, şu ‘On Asıl’ı tekzib ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa,bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. Ya bir tefsiri, ya bir te’vili, ya bir tâbiri vardır’ de, ilişme.”(38)
Risâle-i Nur’da Hadis-i Bilmânâ Değinişi
Sahabenin Allah Resûlü’nün (s.a.v) hadislerini lafzın aynıyla nakli mevzuunda hassasiyet gösterdiği ehlinin mâlûmudur. Muhammed b. Sûka’nın rivâyetine göre Ebû Cafer şöyle demiştir: “Abdullah b. Ömer, Resûlullah’tan (s.a.v) bir şey duyduğunda veya bir şeyi müşahede ettiğinde, bunu ne eksik, ne de fazla bir şekilde (aynıyla) rivâyet ederdi.”(39)
Yine İbn Ömer’in (r.a), “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir” hadisini zikrettikten sonra bunu tekrar eden bir adamı uyardığı ve “Hayır, Ramazan orucunu bizzat Resûlullah’ın ağzından duyduğum gibi en sonda zikret!” dediği kaydedilmiştir.(40)
İşbu hassasiyete rağmen, mânâ ile nakle -belli zaruret durumlarına münhasıran- cevaz veren âlimlerin varlığı da bir realitedir. “el-Câmi’u li-Ahlaki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâm adlı eseri tahkik eden Prof. Acâc el- Hatib hoca bu isimleri şöyle tâdâd eder: Abdullah b.Mes’ud, Ebu’d Derdâ,Enes b. Mâlik, Hz. Âişe,Amr b. Dinar, Amir eş-Şâ’bî, İbrahim en-Nehâ’i,İbn Ebi Nerîh, Amr b.Murre, Ca’fer b. Muhammed b. Ali, Süfyan b.Uyeyne ve Yahyâ b.Sa’îd el-Kattân.(41) Fakat bu ‘mânâ ile nakil’ cevazı belli şartlara vâbestedir.
Mesela âlimler, rivâyet ettiği hadisin anlamını bilmeyen bir şahıs için bu tarz bir naklin adem-i cevazı hususunda icmâetmişlerdir. Cevaz âlimler içindir. Prof. Acâc el- Hatib, Mâverdinin şöyle dediğini nakleder:
“Eğer lafzı unutursa kendisine (anlam itibariyle rivâyet) câiz olur. Çünkü o, hem anlamı hem lafzı bilmektedir, bir an için ikisinden birini rivâyet etmekten âciz kalmıştır. Dolayısıyla ikisinden birini rivâyet etmek durumundadır. Belki de o an için rivâyeti terk etmesi bir hükmün ketmedilmesine sebep olacaktır. Eğer unutmamışsa onu lafzı hâricinde rivâyet etmesi câiz olmaz. Çünkü Resûlullah’ın (s.a.v) lafızlarındaki fesâhat, başka şekilde rivâyet edilen lafızlarda olmayabilir.”(42)
Allah Resûlü’nün (s.a.v) muhtelif yerlere gönderdiği elçilerin, hadisleri gönderildikleri kavmin diline çevirerek nakletmiş olmaları da, mânâ ile aktarımın, ilgili şartların tahakkuku durumunda câiz olduğuna delil teşkil edebilir.
Yüz sayfadan fazla bir hacme sahip Mu’cizât-ı Ahmediye Risalesi’ni (19. Mektub) kendi ifadesiyle “kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte” te’life muvaffak olan Bediüzzaman Said Nursî, mezkûr risâleyi yazarken yanında hiçbir hadis kitabı olmadığını da altını çizerek kaydediyor. Bu nedenle hadis lafızlarında bir yanlışlık sözkonusu ise ya tashih edilmesini ya da ‘hadis-i bilmânâ’ olarak telakki edilmesini seılık veriyor: “Şu risâlede çok ehâdis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lâfzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin ve-yahut ‘hadis-i bilmânâdır’ denilsin. Çünkü kavl-i râcih odur ki, ‘Nakl-i hadis-i bilmânâ caizdir.’ Yani, hadisin yalnız mânâsını cilıp, lâfzını kendi zikreder. Madem öyledir; lâfzında yanlışım varsa, hadis-i bilmânâ nazarıyla bakılsın.”(43)
Netice
Müslümanların mâruz kaldığı modern tasallutun bünyenin içine kadar sirâyet ettiği bir dönemde, iman kalesinin en sağlam burçlarından biri Sünnet- i Seniyye’dir. Bu nevzuhur durumla mücadelenin XX. yüzyıldaki simge isimlerinden biri olan Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurda genel olarak Sünnet’e bağlılığa sık vurgu yapmış ve bu konudaki hassasiyetini özellikle zayıf hadislere bakışı taçlandırmıştır.
Mirasına sahip çıkma bahtiyarlığına ermek isteyenler, işe ondan aldıkları bu Ehl-i Sünnet mesaj ve duruşunu hayatın her sahasına taşıma konusunda âzamî cehd göstererek başlamalıdırlar. Şüphesiz âhir zaman, Ehl-i Sünneti temsil eden hakikat erlerinin ses ve soluğuna her zamankinden fazla muhtaç olduğumuz, yürek burkucu bir devirdir.
Dipnotlar:
1- Buhari, Enbiya 50; Tirmizi, İlm 13, (2671
2- Buhârî, ilim 38; Müslim, zühd 72.
3- Mevdudî; “Sünnetin Anayasal Niteliği”; Bengisu-1997; sf. 297.
4- Bkz. Prof. Dr. Muhammed Acâc el-Hatîb; “Sünnetin Teşbih; sf. 317de bu bilgi Tedbirur Râv¡ ve “Kavâidut-Tahdis’e atfen verilmiştir.
5- örneğin “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden yaratıldı.” hadisi. [Buharı. Nikâh 79; Mûslim, Reda 65; Tirmizî, Talak 12; Darimi, Nikâh 45; Ahmed b. Hanbel, II. 428.449.530, V. 164]
6- Örneğin ‘Temizlik imandandır*’ (Aliyyulkâri. el Masnû,1/78; Aclûnî, Keşfui-hafâ, 1/341) sözü hadis değildir.
7- Imamı Âzam Ebû Hanife’nin sadece 17 hadisi sahih kabul ettiği yönünde bir iddia da öteden beri mütedâvildir. Hâlbuki bunun yanlışlığı, sadece İmamın iki talebesi imam Ebu Yusuf ve İmam Muhammeedin Kitabül Asâr” adlı eserlerinde İmam Ebu Hanife’nin rivayet ettiği bin civarında da 1000’den biraz fazla. İkincisi 1000te yakın) hadisi toplamış olduğu bilgisi ile dahi tebarüz eder. Bkz: “Sünnetin Anayasal Niteliği’; Mevdudî; Bengisu-1997; sf. 268.
8- Mesela Goldziher tarafından; bkz: Prof. Dr. Muhammed Acâc el-Hatib; ‘Sünnetin Tesbiti; sf. 241 vd.
9- Mevdudî; “Sünnetın Anayasal Niteliği; Bengisu-1997; sf. 280.
10- Mevdudî a.g.e sf. 299.
11- Bu minvalde en sahih rivâyet Ebû Said-Hudriden nakleden şu hadistir “Benden (Kurân hârici bir şey) yazmayınız! Her kim benden Kurân hârici bir şey yazmışsa onu imha etsin.” (“Sahih Müslim bi- Şerhi-Nevevi. XVIII, sf. 129] Hadis için bkz: Prof. Dr. Muhammed Acâc el-Hatib; “Sünnetin Tesbiti; sf. 286.
12- Bu gerekçelerden en önemlisi. Kur’ân’m nüzul sürecinde, hadislerin Kuran ile karıştırılması endişesidir.
13- Abdullah b. Amr b. Âs diyor ki: [Ben Resülullahtan (a.s.m) ne duysam yazardım. İnsanlar beni bundan men etti ve dedi ki: “Resûlullah a.s.m) ne de olsa insandır; bazen keyifli konuşur, bazen sinirli. Sen ise her şeyi yazıyorsun.” Bunun üzerine Resûlûllah’a (a s m) sormadan bir şey yazmamaya karar verdim. Sonra kendisine sorduğumda, ağzına işaret ederek buyurdu ki: ‘Yaz! Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan hak dışında bir şey çıkmaz.! (Ebu Davud, Müsned-i Ahmed. Darimi, Beyhakî) Hadis için bkz: “Sünnetim Anayasal Niteliği’; Mevdudî; Bengisu-1997; sf. 281.
14- Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre Efendimiz (a.s.m) bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Burada hazır bulunan, hazır bulunmayanlara iletsin. Belki de işitmesi daha güçlü olan birine iletir.” (Buhâri ve Mûslim) Hadis için bkz: “Sünnetin Anayasal Niteliği”; Mevdüdî; Bengisu-1997; sf. 283.
15- Sadece bir Örnek şu şekildedir: Enes b. Malık (r.a). etrafındaki insanlar çoğalınca sayfalar getirmiş ve budan onlara dağıttıktan sonra: “Bunlar, Hz. Peygamberden duyduğum ve yazdığım; ayrıca kendisine arz etmiş olduğum hadislerdir.” demiştir. (Takyidul-ilm; sf. 95-96) Bkz: Prof. Dr. Muhammed Acâc ef- Hatib, “Sünnetin Tesbiti; sf, 301.
16- Mevdudî a.g.e sf. 278.
17- en-Nişâbûrî; “Ma’rifetu Ulûmil-Hadîs” sf. 14; bkz: Prof. Dr. Muhammed Acâc ef-Hatib; “Sünnetin Tesbiti”; sf. 70.
18- Hatib el-Bağdâdî; “el-Câmiul-Ahlâkir-Râvî ve Âdâbus-Sâmi” sf. 12; bkz: ef-Hatib a.g.e sf. 71.
19- “Sünenu İbn Mâce” c. I sf. 8; “Sünenu Darimi’ c. I s.84; bkz: ef-Hatib a.g.e sf. 101.
20- Hatib elBağdâdi; ‘et-Kifâye* sf. 178.; bkz: ef-Hatib a.ge sf. 134.
21- Ebu Ömer Yusuf b. Abddberr; ‘Câmhı Beyanil-İlm ve Fadlihi“ c. II; bkz: ef-Hatib a.ge sf. 161.
22- en-Nişâbûri: “Marifetu Ulûmil-Hadis” sf. 8; bkz: ei-Hatib a.g.e sf. 176.
23- Hatib el Bağdâdi; “el-Câmi’u l-Ahlakir- Râvî ve Âdâbis-Sâni sf. 168; “el-Kifaye* sf. 402; bkz: el- Hatib a.g.e sf. 177.
24- Bediuzzaman Said Nursî; Lemalar; 11. Lema; Yeni Asya Yay. sf. 102
25- Bediuzzaman Said Nursî; age sf. 102.
26- Bediuzzaman Said Nursî; a.g.e sf. 105.
27- Bediüzzaman Said Nursî age s 105.
28- Bediüzzaman Said Nursi age sf. 107.
29- Bediüzzaman Said Nursi; a.g.e sf. 107.
30- Nerelerdeyiz. Ne işlerdeyiz?; Metin Karabaşoğlu;
31- Bediuzzaman Said Nursi: Sözler; 24. Söz-3. Dal Yeni Asya Yay. sf. 307
32- Bediuzzaman Sari Nursi, Söder; 24. Söz-3. Dat sf. 307.
33- Bediüzzaman, bu teşbihli ve mecazî anlatıma örnek olarak iki hadisi nazara verir.
34- i) İbn Abbas (ra) gibi zâtlara isnâd edilen sahih bir rivayet var ki, Resuli Ekrem Aleyhiselatu Vesselamdan sormuşlar. “Dünyâ ne üstündede? Ferman etmiş: (Dünya öküz ve balığın üzerindedir)
Bu rivayette. bir defa (Öküz üzerindedir) demiş, diğer defada (Balık üzerindedir) demiştir.]
Beduzzaman, Kurân gibi hadislerin de müteşâbihatı olduğu mecaz tekniğiyle bir hakikatın dile getirildiği şeklindeki izahlarla bu hadisi savunur.Ayrıntı için bknz:Bediuzzaman Said Nursi Lemalar; 14. Lema,sy.149…..
35- Bediuzzaman Said Nursî; Muhakemat 11. Mukaddimenin hatimesi.
36- Mûslim, fiten; 110; Mûsned, 3:367,4:181; Tirmizi, fiten: 59; Ibn Mâce. fiten: 33. Bkn; Bediüzzaman Said Nursî; Sözler, 24. Soz-3. Dal sf. 309.
37- Buhâri, Tefsir. 18; Müslim. Münâfikûn: 18; Ibn-i Mâce, Zuhd. 3; Tîrmizi. Zühd: 13. Bkr. Bediüzzaman Said Nursî; Sözler. 24. Söz-3. Dal sf. 311.
38- Zayıf hadis ile ilgili altı çizilmesi gereken bir alıntıyı da buraya kaydedelim. (İbn Abdilber, isnad zayıf hadis zikrettikten sonra şöyle der :Bu, bünyesinde zaaf bulunan bir hadistir ve kendisiyle hüccet getirilmez. Ancak biz bu hadisi, bilinsin diye zikrettik. Zayıf hadis. her ne kadar kendisiyle ihticac edilmese de. tamamen kaldırılıp atılmaz.Nice hadisler vardır ki,isnadı zayıf olduğu halde manası sahihtir.(İbn.Abidlber,et-Temhid,1,58) Nee hadsier
39- Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, 24. Söz-3. Dal sf. 313.
40- Müsned İmam Ahmed; c.VII. sf. 297, Hadis No: 5546; Bkz et-Hatib age,syf;132
41- Hatib ef-Bağdaâdi “el-Kifaye s1.175. Bkn el-Hatib age sf. 133.
42- Bkz: el-Hatib a.ge sf. 137.
43- es-Suyuti; Tedribırur Râvi sf. 313..
44- Bediuzzaman Said Nursî; Mektubat; Yen Asya Yayını, sf. 89-90.
Rihle Dergisi,Sünnet Sayısı
Yazan:Murat Türker