Hz.Musa, Allah tarafından halka gönderilmişti. Aynı zamanda Peygamberdi.”Ulu Allah Musa’yı, vahyin en son mertebesi olan “kelâm” ile taltif etti. (Kur’an, Sûre:4, Âyet: 162.)
O, bütün bu büyüklüğüne, bilgisine ve Allah’a olan bu kadar aşinalığına rağmen Hızır’a – O’na selâm olsun – talip oldu ve Allah’dan Hızır’la konuşmayı dua ederek diledi. Pek çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: “Sefer et ve benim o has kulumu ara ki ona eresin” hitabesiyle karşılık verdi. Musa, böylece hareket etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır’ı buldu. Gözü ve gönlü onun yüzü ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hasıl oldu. Bir bakışta o kadar hil’atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan tahayyül etmiştir. (H.). Hızır’ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl âşıktı! Bunları gördüğü ve tattığı zaman aşkının ne hale geldiğini sen kıyas et!
(1)- Bizim kullarımızdan bir kul budur. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet: 66).
Beyit:
Seni, görmeden biz böyleyiz,
eğer görünürsen vay bizim halimize!
Hızır buyurdu ki: “Ey Musa! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve artık geri dön. Bizim konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah saklasın! Bundan sana bir zarar gelebilir.”
Musa aşkının ve bağlılığının fazlalığından yine yalvardı. Bir zaman beraberce gezip dolaştılar. Bu sefer esnasında deniz kıyısında, o zaman asırlarca çalışsa benzerini kimsenin yapamıyacağı bir gemi buldu. Hızır böyle görülmemiş bir gemiyi harap etti, deldi.
Tamamiyle işe yaramaz bir hale getirdi. Musa: “Bu türlü hareket etmen ve bu yaptığın iş doğru değildir. Çünkü bu hikmet ve şeriata aykırıdır. Bu yaptığının adalet mihenginde, fazilet ve şeriat terazisinde karşılığı hiçtir” dedi. Hızır: “Sen benimle yapamazsın dememiş mi idim?” deyince, Musa kendine gelip: “Yaptığım yemini ve sözleşmeyi unuttum. Bu ilk günahımdır, bağışlanabilir.” dedi. Ve Hızır’a o kadar yalvardı ki nihayet Hızır dayanamayıp Musa’nın bu suçunu bağışladı. Tekrar bunun üzerinden bir müddet geçti.
Dolaşmakta devam ederken bir adaya geldiler. Burada, şehrin çocukları arasında, yeryüzünde bundan daha güzeli bulunmayan, henüz çok küçük bir çocuk gördüler. Her ikisi birden hayretle: “Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne kadar güzeldir.” (Kur’an Sûre 23, Müminûn Âyet: 14.” dediler. Sonra Hızır, bu çocuğu, diğer küçüklerin arasından okşıyarak ve gönlünü alarak ayırdı. Elinden tutup yürüdü. Musa şaşkınlık içinde uzaktan onu taki-betti ve acaba Hızır bu çocuğu nereye götürüyor? diye düşündü. Hızır, insanların gözünden uzaklaşıp onu tenha bir yere götürdü ve hemen orada çocuğu ayakları altına alarak, kafasını kesti. Musa büyük bir isyanla:(2) “Böyle günahsız ve masum bir çocuğu öldürmek doğru mudur?” diye bağırdı.
Hızır: “Benimle arkadaş olamazsın; sen benim yaptığım işlere dayanamazsın geri dön git dememiş mi idim?” deyince, Musa kendine gelerek: Hata ettim; unutkanlığım galip geldi” dedi. Hızır da: “Her zaman işlerimi inkâr ediyor, sonra da hata ettim diyorsun” buyurdu. Musa: “Allah için bu defa da bağışla, sünnette üç defaya kadardır. Eğer bir kere daha inkâr edecek olursam mazeretimi kabul etme” dedi.
(2)- O başka kimseyi öldürmediği halde sen böyle temiz bir nefsi öldürdün. (Kur’an, Sûre: 1 8, Âyet: 75.)
Şiir:
Eğer bir defa daha benden muhalefet görürsen,
Benim âczime merhamet etme.
Hızır böylece ikinci günahı da, üçüncü günahta ayrılmak ve başka bir mazeret ve bahane kabul etmemek şartiyle bağışladı.
Bundan sonra yine bir müddet arkadaşlık ettiler. Tesadüfen bu seferde yedi sekiz gün, yiyecek bulamadılar. Az daha açlıktan öleceklerdi. Şeriat, açlık halinde, murdar olan haram etin bile yenilmesine müsaade eder. Böyle bir zaruret içinde, iken, bir adaya geldiler. Kalabalık ve büyük bir şehirde bulunduklarını gördüler. Bu şehirde, birçok hazineleri bulunan çok zengin yetimler vardı; bunların oturdukları sarayın duvarı yıpranmış ve eğilmiş, yıkılmak ve harap olmak üzere idi. Hızır bu eğri duvarı doğrultup harap olan kısımlarını onardı.(3) Musa bunu görünce, bu kadar talihsizlik, kısmetsizlik ve açlıktan sonra, yiyecek şeyler ve giymek için de gümüşlü hil’atlar geleceğini umdu. Hızır Musa’nın elini tuttu ve o sahilden başka bir yere doğru gitmek üzere ayrıldı.
(3)- Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular ve Hızır onu doğrulttu. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet:78)
Musa’nın sabrı kalmamıştı, ve “Ey Hızır, biz açlıktan ölüyoruz; murdar ve haram olan şeyler bile artık bize helâl olmuştur. Sen, başka bir kimsenin tamir etmesine imkân olmıyan bir duvarı doğrultup tamir ettirdin. Ev sahipleri çok zengindi. Onlardan yaptığın işin karşılığı olarak, birkaç gün orada kalıp yeniden güç, kuvvet bulmamızı isteseydin veya bundan vazgeçtim hiç olmazsa yemek için bir parça ekmek isteseydin. Yaptığın bu hareket insafsızlıktır ve hiç kimse bunu doğru bulmaz.” dedi.
Hızır “Ey Musa işte üçüncü günahında tamam oldu, artık bir mazeretin kalmamıştır.” (4) Bu üçüncü günah, ayrılmamıza sebep oldu. Başlangıçta hep inkâr ettiğin bu üç işin sırrından seni haberdar edeyim ki benim yaptığım şeyleri inkâr değil, kabul etmek gerektiğini anlıyasın. Sen işi tamamen tersine yaptın.
Gemiyi delmemin sebebi şu idi:(5) O gemi fakirlerin, müminlerin ve iyi işler yapan kimselerin malı idi ve kâfirlerin onu, kendi ellerine geçirerek, müslüman kalelerine gidip müslümanların ve iyi insanları yok etmek düşüncesinde olduklarını sır gözü ile gördüm. Bunun için gemiyi harap ve işe yaramaz bir hale getirdim.
O küçük çocuğu öldürmemin sebebi de şu idi:(6) O çocuğun babası ve annesi mümin ve evliyadan idiler. O çocuğun cevheri kötü olduğundan kötü işler yapacak, annesini ve babasını din yolundan alıkoyacaktı. Kötülük ve dinsizlik yeryüzünden eksilsin, annesi babası dinsizlikten kurtulsunlar diye onu öldürdüm. Örneğin, bir bahçıvan da faydalı ve iyi dalların kuvvetlenmesi için cılız ve faydasız dalları kesmez mi?
(4)- Şimdi birbirinizden ayrılmak zamanıdır. Sana sabredemediğin şeylerin hikmetlerini bildireyim. (Kur’an, Sûre 18, Ayet:79.)
(5)- Gemi birtakım miskinlere aittir. Onu denizde kullanarak ihtiyaçlarını defediyorlardı. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet: 80)
(6)- Öldürdüğüm çocuğa gelince: Onun anası, babası mümin idiler. (Sûre: 18, Ayet:81.)
Yetimlerin harap olmuş ve eğilmiş duvarını doğrultmamın ve tamir ettirmemin ve buna karşılık o kadar zaruret ve çaresizlik içinde bulunduğumuz halde onlardan ücret ve karşılık istemememin sebebine gelince: O çocukların babası ve annesi, Allah’ın has ve salih kullarından idiler. (Sûre: 18, Âyet: 81.) Müfessirler, onların yedinci cedlerinin salihlerinden olduğunu ileri sürerler. Bazı kimseler de “onların yetmişinci ceddi salihlerden idi” derler.
Halk, ahiretin bütün hazinelerine sahip olan ve hazineler bağışlayan Hızır gibi bir kimsenin, yedinci veya yetmişinci cedde karşı gereken saygıyı ve tazimi göstereceği, onların çocuklarına kimsenin elinden gelmiyen önemli bir hizmeti yaptıktan sonra, bu kadar zaruret ve ihtiyaç içinde bulunduğu halde, onlardan hizmetine bir karşılık ve ücret almayacağı inancındadır. Siz müflis, çaresiz ve günahkâr olduğunuz halde yardıma muhtaçsınız. Bu durumda evliyanın çocuklarına nasıl hizmet etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz” dedi.
————————
Allah’ı tanımak ve bilmek ise onun sırlarını bilmekten daha kolaydır. Bunun gibi eğer bir kimseyi görmek, tanımak istersen pek az bir gayretle buna muvaffak olursun; fakat ne kadar gayret etsen o kimsenin gönlünde bulunan gizli sırları bilemez ve anlıyamazsın.
O halde bir insanı göründüğü gibi bilmek onun gizli sırlarını bilmekten daha çok kolaydır. Bir kimse, bir bilgini kendisinden izin alarak ziyaret etmek istese biraz gayret sarfetmekle bu isteği yerine gelir. Fakat bu kimse, eğer o bilginin bu bilgisini öğrenmek isterse, onun bilgi hazinesinden bir parça sermayenin eline geçmesi için senelerce zahmet çekmeğe katlanabilen bir canı olması ve pek çok güçlükler çekebilmesi lâzımdır.
Herhangi bir şehirde yüz binlerce halk Allah’a tapar ve ihtiyaçlarını Allah’dan ister. Her şeyi yapabilenin, herkesin yiyeceğini verenin, herkesi terbiye edenin, herkese yol gösterenin, bütün günahları bağışlıyanın aynı zamanda her yeli yok ediverenin Allah olduğunu bilirler. Can ve gönülden, bağlılıkla ona uyar ve ibâdet ederler.
Umumiyetle hepsi böyledir. Allah’ı tanıma ve bilmeleri nisbetinde, bazısının ameli kuvvetli, bazısının az, bazısının çok olur. Fakat, bu yüz binlerce insan arasından pek azı, yüzlerini bir şeyhe ve doğru bir veliye yöneltmişlerdir. Bunlardan da ancak bir veya iki kişi, o veliyi iyice tanıyabilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Allah’a tapmak ve onu tanımak umumîdir.Herkesin bunda bir yeri ve bir yolu vardır. Hattâ kâfirler bile Allah’a taparlar.
Şiir:
O tektir, onun eşi yoktur, diyerek kâfir ve dindar,
Her ikisi de onun yolunda koşarlar.
Yetmiş iki millete baktığın zaman, hepsinin Allah’a taptığını ve çeşitli şekillerde, muhtelif amellerle ve başka başka dillerle Allah’a kulluk ettiklerini görürsün. Yalnız insanlar değil, dağ, taş, yer, gök, yıldızlar, toprak, hava, rüzgâr ve ateş bile hepsi Allah’a taparlar ve hepsi senin bilmediğin, göremediğin ve anlıyamadığın bir dille onu överler.
Allah’ı övmeyen (teşbih) bir şey yoktur; fakat siz onların bunu nasıl yaptıklarını anlıyamazsınız. (Kur’an Sûre: 17, Ayet:44).
Bütün varlıklar (mevcudat) ve sonradan meydana getirilen şeyler (mas-nûat), insanların Allah’a tapmalarına engel olan birer perde ve o sırrın bulunduğu yere girmelerine mâni olan birer kapıcıdırlar. Tatlı yemekler, ipekli elbiseler, Çin ve Hatâ güzelleri de, insanları ibâdetten alıkoyarlar. Taliplerin ve yolcuların yollarını keserler.
Yalnız bu insanlardan bazısı gece gündüz inlemek, zikretmek ve lahavle çekmekle bu yol kesenlerin elinden kurtulurlar. İbâdet yüklerini Allah’ın rıza ve kabul menziline erişirler. Fakat kimsenin onlarla temas etmemesi, onları tanımaması, onlara yol bulmaması için, kendi evliyasına bizzat Allah bekçilik eder ve onları korur.
Allah: Benim evliyam ve has kullarım benim kıskançlık kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden başka kimse göremez ve bilemez” (H.Kudsi.). buyurmuştur.
————————
Eğer şeriat namaz, oruç, zekât, zikr olsaydı bütün şeriat-lerin, mezheblerin ve gidişlerin hepsinin aynı şekilde ve aynı tarzda olması gerekirdi; Peygamber: “Bu Kur’anın hükümleri ve bu şeriat, senden evvel gelen Peygamberlerin kitaplarında vardı. Fakat bu şekilde bu suret ve tertip ile mevcut değildi. Birisi, Arapçadır, diğeri Süryanca ve İbrancadır. Her birinin ayrı orucu, ayrı bayramı, ayrı haccı ve ayrı delili, ayrı haramı ve helâli vardır” buyurmuştur. Bilinir ki dinin gerçeği, şekil ve dilde değildir. O, her suret ve her dile gelir ve yüz gösterir.
——————
Ebayazid bir gün kendinden geçmiş olduğu halde: “Kendimi teşbih ederim; şanım ne kadar büyük oldu! Cübbemin içindeki Allah’dan başka bir şey değildir” dedi. Ebayazid kendine geldiğinde müritleri ona: “Sen böyle söyledin, bu sana nasıl yakışır?” diye karşı koydular. Ebayazid’e onların birer mukallitten başka bir şey olmadığı zahir oldu ve kendi kendine: “Eğer bunlar iman kabul edenlerden olsalardı, benimle sohbet ettikleri bu kadar zamandan beri, nefesim onlara tesir eder, sözlerim kulaklarına girer ve kendilerine gelirlerdi. Şimdi her şeyden habersiz oldukları için, en iyisi onları kendi kılıçlariyle yaralamam ve yine kendi kılıçları ile sırsız olan kafalarını kesmemdir” dedi.
Beyit: Allah’ın sırrı ile dolmuş olan bir baş, şah ve cihandardır. Sırsız olan bir baş ise palana lâyıktır.
Ebayazid:
“Dikkat! dikkat! ey dostlar, eğer müminlerden ve sadıklardan iseniz bu sözleri söylediğim zaman hepinizin kılıçlarınızı ve bıçaklarınızı çekip bana vurmanız lâzımdır. Böyle yaparsanız Hakkın makbul kullarından olursunuz” diye buyurdu. Ebayazid’e o hal tekrar geldiği zaman, hemen aynı şeyleri söylemeğe başladı ve o âlemden bir kuş gibi uçtu. Yüzlerce defa söylemiş ve göstermiş olduğu harikaların yüz misli kendisinde göründü. Mukallit müritler, bıçaklarını çekip onu yaraladılar; fakat bu mestlikten kendilerine gelince bazısının kendi elini kesmiş, bazısının kendi karnını ve göğsünü parçalamış olduğunu gördüler. Yalnız Ebayazid’e vurmayan bazı kimseler Ebayazid’e saldırdıkları yerde onunla hiçbir yara almamış oldukları halde göründüler.
Kılıç onların ellerini nasıl kesebilir? Çünkü onlar, İsmail’in neslindendirler. Kılıç onların boynunu kesmez, belki bütün âlemin boynunu, onlar için keser ve bütün âlemi onlara kurban eder. Ben ki Allah’ım, benim yüzümden başka ne varsa hepsi helak olur yok olur ve kalmaz. (Sûre: 28,Âyet: 88); Ebediyen kalabilmeniz için hepiniz yüzünüzü benim yüzüme çeviriniz. Yüzünü başka bir tarafa çeviren, benden başkasını gören ve benden başkasını seçen bir yüzü, yüz bilme. Benim yüzümüsen tersi yoktur. Ben tamamen yüzüm, tamamen nurum, tamamen görmeyim, tamamen duymayım ve tamamen bilgiyim. Benden başka olan her şey kalmayacaktır! Sizin yüzünüz bana çevrildiği zamanda yüz ve gözünüz bana baktığı zaman göz olacaktır. Sakın saadet sermayesi olan böyle bir gölgeden ayrılmayınız ve uzaklaşmayınız ki ayrılığın yakıcı güneşi bizi bu amansız çöllerde yakmasın ve yok etmesin. Ben ki Allah’ım, benimle ünsiyet peyda ediniz, benim huyumu alınız ve benim gibi olunuz. Allah’ın huylarını kendinize huy edininiz. (H.).
Rubaî:
Allah sana: “Ey gerçek uğrunda her yere başvuran kimse! Her peyden kesil; çünkü sen tamamiyle bizimsin ve bizim için yaradılmışsın. Bizim huylarımızı kendine huy olarak seç, senin aradığın, halvet gecelerinde senin önüne gelsin” buyuruyor.
————
Allah ile kendinden geçmiş olan kimse, her ne yaparsa revadır ve onun her yaptığı şey doğrudur. Onun yolunda yanlış yoktur.
Biri: “Eğriliği kendisine iş edinen bir kimsenin yaptığı her işi nasıl doğru görelim ve eğriye, nasıl doğru diyelim ve bunu doğru bilelim?” diye sordu.
Allah adamı her ne yaparsa doğru yapar ve doğru olur; fakat bu, cahillere eğri görünür meselâ, Kabe’nin içinde bulunan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur. Eğer o kimse yüzünü, doğuya, ya batıya, sola, sağa veya öne, arkaya çevirse onun için her taraf kıble olur; ve onun namazı Allah’ın indinde makbuldür. Kabe’nin içinde bir tarafın diğer taraftan hiçbir üstünlüğü yoktur.
Sağ ve sol bu bakımdan aynı değerdedir. Doğu ve batı da aynı derece ve mertebededir. Ancak Kabe’den uzak bulunan insanların kıblesi Kabe’ye doğru olan tek yöndür. Bu Kabe’ye doğru olan tek yönden başka, yüzlerini çevirdikleri her taraf, kıbleden saptırılmış olur ve onların namazı doğru ve makbul olmaz. Çünkü namazı Kabe’ye doğru kılmamış olurlar. Kıbleden maksat, Kabe’dir. Kabe’nin içinde olan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur.
Beyit:
Kabe’nin içinde kıble resmi yoktur. Dalgıcın ayağında sandal olmasa da ne ehemmiyeti var?
Kabe’nin içinde, yüzü kıbleye doğru olmadığından yanlış namaz kıldığını zanneden bir cahil, hatayı bizzat kendisi işlemiş olur. Çünkü bu cahil kıbleyi, kıbleden ayrı olarak görüyor ve doğruyu yanlış anlıyor.
Şimdi gelelim büyük bir şehir belki de uçsuz bucaksız bir âlem gibi olan insanın iç âlemine: “Bazı kimselerin içinde hâkim olan şey, şeytan ve nefistir. Bazılarında ise hâkim, Süleyman gibi olan akıldır ve bu insandan tâat ve hayır ister. Allah adamının isteği, iç saltanatına Süleyman’ın hâkim olması ve “lahavle velâ kuvvete illâ billâh” demekle, Allah’ı zikretmekle, namaz kılmakla, oruç tutmakla.
Şeytanın da güç bir durumda kalması ve kuvvetinin kırılmasıdır; hattâ mümin, can ve gönülden bu ibadetlere tam bir sadakatle mülâzemet ederse şeytan tamamiyle ölür ve yok olur. Süleyman gibi olan akıl o zaman, bu memlekette tam bir istiklâl rakîpsiz olarak hâkim olur. Şeytanın mânası yok olduğu ve Allah’ın rahmet nuru o insanın içini doldurduğu zaman, Süleyman gibi olan aklın, yaptığı ve buyurduğu her şey doğrudur. Çünkü o perhizlerden ve ihtiyatlardan maksat şudur ki, her iş karanlıkta değil, Allah’ın nuru ve Allah’ın hidayeti ile olur, şeytanın delâleti ile değil. Süleyman’ın istediği yaptığı emrettiği her şey tamamen tâat ve sevap olur. Her ne kadar o iş zahirin zulüm ve günah, iyi, kötü, doğru ve yanlış görülmesi mahlûk tarafındandır. Halik ise bunlardan tamamen beridir.
Çünkü Allah istediği şeyi yapar (Sûre: 14, Âyet:32).Eğer Allah’ın işine ve yaptığı şeylere bakılırsa, O’na teslim olmak ve rıza göstermek ve O’nu samimiyet ve bağlılıkla kabul etmekten başka bir şey yapılamaz. Kim bunun aksini düşünürse o, her iki âlemde de kâfir ve reddedilmiş olur. Bütün aleme mensup olanların tâati, O’nun rızası içindir. Allah her ne yaparsa o, doğrudur. Bir memleket gibi olan iç hayatından şeytanı atan ve Hakkın istek ve fermanından başka içinden hiçbir şey geçmeyen bir insandan meydana gelen her şey doğrudur. Meselâ akıllı bir adam, ata binse, at onun mağlûbu ve mahkûmu olur.Atın gitmesi gerçekten binicinin gitmesidir.
Çünkü at eğer kendi başına olsa ya ot yemek için otlak tarafına, veya taylarının yanına yahut kurtlara yem olmak ve ölmek için ormana doğru gider. O halde atın yapıcılık, hayır ve fayda yönüne gitmesi muhakkak ki attan değil, binicidendir. At faydasını ve işini ne bilir? Attan, eşeklikten ve yolunu kaybetmesinden başka ne beklenir? O halde hakikatte, menzil, han, şehir, bağ tarafına giden attır, diyemeyiz. Her ne kadar görünüşte at gidiyorsa da atın eli, ayağı, sürücünün hükmü altındadır, şu halde giden at değil sürücüdür.
———————-
Allah’ın işleri hususunda düşününüz; Allah’ın Zatı hakkında düşünmeyiniz; buyrulduğu gibi Hakkı temaşa etmek isterseniz O’nun zatını düşünmeyiniz. Zira O’nu anlamak gücü sizde yoktur.(göremezsiniz) Bu yüzden üzüntülü ve sıkıntılı olup hiçbir zaman bu bağdan, yani girdaptan kurtulamazsınız. Eğer Allah’ın san’atı ve işleri hususunda düşünürseniz fikriniz daha çok gelişir ve ferahlık duyarsınız.(tefekkür)
Eğer bir kimse, baharın gerçeğini, aslını düşünür ve ona, gözünü ancak bu bir noktaya diker ve: “Elbette baharın gerçeğini, aslını ve onun ne olduğunu ve nasıl vücut bulduğunu, neden ibaret olduğunu görmek isterim!” derse o kimse, baharı temaşadan mahrum kalır ve hakikatini de hiçbir zaman bilemez. Gözü kamaşır, kararır ve hattâ kapanır.(perde olur)
Bu faydasızdır ve böylece hiçbir neticeye varamaz. Bu hususta ne nisbette uğraşırsa ruhî sıkıntısı ve zulmeti de o nisbette artar. Fakat böyle yapmayıp da sahraya, çemenliğe, bahçelere ve güllüklere, ağaçlara, meyvelere, çiçeklere, rengarenk goncalara, yeşilliklere ve akar sulara bakarsa, bu tabiî sergide baharın fevkalâde güzelliğini görür ve ruhu ferahlık bularak sıkııktı ve gamdan kurtulur. Bu hususta ne kadar çok düşünürse onun ferahlığı da o ölçüde artar. Baharın güzelliğini, letafetini daha iyi anlar ve bilir.
Hakkın zatını da bahar mevsimi gibi tasavvur ediniz ve gök, yer, güneş, ay, yıldızlar ve dağlar, denizler, türlü türlü insanlar, suret güzelleri olan kadınlar ve çocuklar, mâna güzelleri olan evliya ve peygamberler hakkında düşüncenizi işletin ve bunları görmeğe, tanımağa çalışın, bu güzelliklerin, eserlerin ve iyiliklerin âşığı olun; sanattan san’atkâra gidin ki Allah’ı görmüş ve tanımış olasınız.
Allah Kur’an-ı Mecidde şöyle buyuruyor: Başları üzerinde olan göğe niçin bakmıyorlar ki biz onu nasıl bina ettik (Sûre: 50, Âyet:6.)
Yani, ne acayip şey! Bizi niçin tanımıyorlar ve görmüyorlar. Biz ise göğü nasıl yükselttik ve yeri onun altına nasıl serdik? Ve başka bir yerde de:
Niçin görmüyorlar ki deveyi nasıl yarattık ve göğe de bakmıyorlar ki onu nasıl yükselttik ve dağlara da bakmazlar ki onları nasıl yüksek durdurduk ve yerin çivileri yaptık ve görmezler ki yeri nasıl dümdüz yaydık! (Sûre: 88, Âyet: I 7, 20) buyuruyor.
Bunun gibi yine buyuruyor: Ben ki Allah’ım, benim zikrimi eden, ayakta durdukları, oturdukları ve uykuda bir yandan öbür yana döndükleri zaman, daima beni anan kimseler hakkı için yemin ederim ki onların düşüncesi daima göğün ve yeryüzünün yaratılmasındandır. “Yarabbi bu sanat eserlerini yersiz ve faydasız olarak yaratmadın” derler ve bu sanatları gördükçe hayrette kalırlar ve bunlardan faydalar, nimetler, hadsiz hesapsız hikmetler elde ederler. Henüz elde etmedikleri başka faydalar ararlar ve zaman geçtikçe bunlardan da faydalar sağlarlar. Bu suretle onların marifetleri, bilgi ve görüşleri artar. Bu hususta Peygamber Mustafa (Selâm onun üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: İki günü bir olan kimse aldanmıştır (H.). Yani, her kim ki onun iki günü faydasından fazla olmazsa, o kimse bu dünya pazarında, dünya mallarını verip, ahiret kumaşları satın alan ahiret tüccarları arasında aldanır ve zarara uğrarlar. Sâlikin, her dakika ve her an terakkî etmesi lâzımdır. Eğer bir insan kendisini sülükte aynı halde görürse, hakikat olarak bilsin ki o, zararda ve vaktini boşa geçirmiştir. Aynı zamanda keyfiyetsiz olan Hazretin huzurundan kovulmuş olanlardandır.
————————–
Onlar Allah’ı, ayakta dururken, otururken veya yatmakta iken zikreder, göklerin ve yerlerin yaratılmasından Allah’ın kudretini istidlal ve tefekkür eylerler. Ey Rabbimiz! Bunları batıl yaratmadın, seni- tenzih ve takdis ederiz, derler. (Sûre: 3, Ayet: 188.)
Baharın güzelliğini görmeniz lazımsa onu çemende, yaylalarda, ağaçlarda, gül bahçelerinde, reyhan ve yasemin tarlalarında, goncalarda, renkli yapraklarda, olgun ve tatlı meyvelerde seyredin ki daima mânevi bir genişlik ve huzur içinde bulunasınız ve Didâr’a gark olasınız.
————————
Ayandan sonra beyan istemek hüsrandır, denilir. Ulu Allah, güneşten daha aşikâr, daha zahir ve daha çok peydadır. Güneşin mevcudiyeti üzerine kim delil ve şahit isterse o, ziyana garkolmuştur ve anadan doğma kördür. Onun derdine, hastalığına hiçbir çare ve ilâç yoktur. O kimse hayvan-ı mutlaktır, belki hayvandan hattâ, cemadâttan bile daha aşağıdır. Çünkü cemâdat olan toprak, ne için yaratılmışsa, onu yerine getirir. Yer kendisinden bitki yetişmesi için yaratılmıştır. Ona ne ekersen ve ne emânet edersen, onu besler ve çoğaltır. Bir taneyi on, belki yüz tane olarak sana geri verir. Eğer arpa ekersen arpa, buğday ekersen buğday, meyve ekersen meyve ve üzüm dikersen üzüm verir. Bunun gibi hayvanı da yük ve insanları taşıması, onları maksatlarına eriştirmesi ve şehirden şehire götürmesi için yaratmışlardır.
İnsanı ise, Allah’ı tanıması ve ona kulluk etmesi için yaratmışlardır. Bunları yerine getirmediği ve Allah’ı tanımadığı, ona kulluk etmediği takdirde, hayvandan daha fena olur. Çünkü hayvan ne için yaratılmışsa onu yerine getirir. Yer ve toprak da bunun gibidir. İnsan, ne için yaratılmışsa onu yerine getirmediği zaman, bir hayvandan daha kötü olur. Bunun için Kur’an’da: Onlar hayvanlar gibidirler, belki daha fenadırlar (Sûre:7 Âyet: 178) buyrulmuştur. Böyle kimselerin kalbi taştan daha serttir. Çünkü taştan su çıkabilir ve akabilir; halbuki onların taştan daha sert olan kalblerinden dumanlı bir hışım ateşinden başka bir şey hâsıl olmaz.
Güneşin ancak biri ışık, diğeri hararet olmak üzere iki sıfatı vardır. Güneş bu iki vasfı ile meşhur ve zahirdir. Gözleri görenler, onun ışığını görürler. Körler ise onun hararetini hissederler. O halde körler ve gözü görenler için güneş gizli değildir, çünkü daima bu iki vasfı ile güneş meydandadır. Celil ve büyük olan Hak ki güneşin, göklerin ve yerlerin, aşikâr ve gizli olan her şeyin yaratıcısıdır, bu vaziyette nasıl gizli ve saklı olabilir? Allah’ın sıfatı sayısız ve sanatı sonsuzdur. Aşağı ve yukarıdan, sağ ve soldan, ön ve arkadan, sıcak ve soğuktan, iyi ve kötüden her neye baksan, hepsi O’nun eserleri ve sıfatlarıdır. O halde nasıl gizli olabilir? Bu yüzden Allah buyuruyor ki 19 Şunu bil ki yüzünü ne tarafa çevirirsen, Allah oradadır. Çünkü yönlerin hepsi onun işi ve yapısıdır. O halde, Allah’dan ayrı bulunan nereye bakabilirsin?
—————————
(19) Yüzünü ne tarafa çevirirsen Allah oradadır. (Kur’an, Sûre:2, Âyet: 109.)
Eğer eşyanın ve insanların müşahadeleri hilâfına, onların tarafından, başka bir tarafa bakarsan, onlar baktığın tarafta artık bulunmazlar ve bu halde senin nazarından kaybolmuş bir vaziyettedirler ve sen de onlar tarafından görülmez olursun. Zira karanlık bir gecede güneşin sıfatı olan ne sıcaklığı ve ne de ışığı görebilirsin. Eğer güneş, gökyüzünde ve sen yerin altında yahut derin bir kuyuda, bulunsan bu vaziyette de güneşten ayrılmış olursun. Çünkü güneş, ancak ışık ve sıcaklıktan ibaretti; halbuki sen, bu derin kuyuda, onun her iki sıfatını da göremiyorsun; öyleyse güneşe nazaran kaybolmuş olursun. Fakat, her şey Allah’ın sıfatı ve yapısı olduğundan Allah’dan ayrılmak imkânı yoktur. Allah’ın bulunmadığı nereye gidebilirsin? Ve Allah’ın sanatları ve sıfatları olmayan nereye bakarsın? O halde Allah, bütün var olan şeylerden daha çok aşikâr ve daha çok peydadır. Her kim zahir olan şeyler hakkında bir delil isterse o, karanlık ve hüsran içinde bulunur.
———————-
Bir gece rüyada gördüm ki Mevlânâ’ (Allah O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin!)nın medresesinde sofa ve sahanlık dostlarla dolu idi ve ben onlar arasından yüksek sesle söze başlayıp dedim ki: “Hayat ve canlılık, insanlara tevdi edilen bir feyizdir. Fakat bu feyiz, herkese ayrı bir tesir icra eder. Allah’ın elçisi Muhammed’e tesir eden nur vefeyiz, Ebucehl’e tesir eden aynı nur ve aynı feyizdir. Bununla beraber, Muhammed’i yegâne, Ebucehli bigâne kılmıştır. Birinin gözlerini açtı, öbürünün gözlerini kör etti.
Meselâ, bahar mevsimi de her şey üzerine aynı tesiri yapar. Fakat bir yerde gül, bir yerde diken biter. Meyvelerin bazısı tatlı, bazısı acı olur. Mustafa (O’na selâm olsun) insanların fena huyları bırakıp, iyi huyları almaları için onlara birtakım şeriat, emir ve nehiy koydu. Bu suretle o feyiz, fenalıkları değil, iyilikleri artırmış olacaktır. Meselâ, bahçıvan acı olan zerdaliyi kesip onun yerine tatlı şeftaliyi aşılar. Buna bahar mevsimi ve mart ayı tesir ederse bu şeftali büyür ve gelişir. Bir hayvan gibi olan insan da böyledir. Ve onda bilgisizlik, ota tapıcılık, uyku, yemek, tâatsizlik, mürüvvetsizlik, temyizsizlik, haset, hasislik, zulmetmek, tecavüz etmek, iki renklilik ve iki yüzlülükten ibaret olan hayvanlık huyu mevcuttur.
Bunun için Peygamberler şöyle buyurmuştur: “Bu hayvani ahlâkı terk ediniz ve Allah’ın emri ile meleklerin huyunu alınız. Böyle yaparsanız cennet ehlinden ve Allah’ın has kullarından olursunuz. Hainlik edenlere hainlikle mukabele etmeyiniz. Emîn insanlardan olmak için çalışınız. Halîm ve kerîm olunuz. Doğruluğu, kendinize vazife ediniz ve yalan söylemeyiniz. Vaktinizi başkalarınin aleyhinde bulunmakla geçirmeyiniz. Kimseye iftirada bulunmayınız. Başkalarını daima kendinize tercih ediniz. Bir ölçü içinde yeyiniz. Haram yemeyiniz. Kendi helâl malınızdan Allah rızası için veriniz. Başkalarının malına tamah etmeyiniz. Hırsızlıktan kaçınınız.
Yukarıda zikr edilen ve meleklerin ahlâkına zıt olan hayvanî ahlâkın dallarını kesiniz ve onların yerine bu dalları aşılayınız ki kaybolmayan baharın feyzi, o dallar üzerine etkisini yarattığı zaman bu beğenilen ve meleklere has olan dallan ziyadeleştiresiniz. Çünkü hayvanî ahlâk bir ateş, meleklerin ahlâkı ise bir nurdur. Ateş cehennemden, nur ise cennetten birer parçadır. Parçalar, her şey aslına döner, kaidesine uyarak, sonunda kendi bütünlerine dönerler. Döneceğiniz yerin cennet olmasını isterseniz hayvanî ahlâkı, melekî ahlâk ile değiştiriniz. Böyle yaptığınız takdirde cehennemin değil, cennetin bir parçası olursunuz.”
Peygamberler, insanlar. Allah’ın rızasına uygun bir işi yapabilsinler diye, iyi ve kötüyü, adalet ve zulmü bir ölçü kabul ettiler.
Allah adamı kendisinden tamamen boşalıp, Cüneyd’in: “Cübbemin içinde Allah’dan gayrı bir şey yoktur.” dediği gibi Allah ile dolarsa, yaptığı her şey doğru ve Kabe’de namaz kılarken olduğu gibi olur. Buna iyi veya kötü, yani yanlış veya doğru sığmaz. Allah yaptığı için iyi, kötü, zulüm ve adalet bir olur.
Beyit:
Allah adamı yani Allah ile kendinden geçmiş olan, her ne yaparsa revadır.
Allah için yapılan işlerde hata yoktur. O halde, o ne yaparsa doğrudur.
Ulu Allah isterse yaşatır, isterse öldürür. Âdilleri öldürüyor, zâlimleri ihtiyarlayıncaya kadar yaşatıyor.
Kâfirlerin memleketlerinde rahatlık ve emniyet peyda ediyor; Müslüman memleketlerinde huzursuzluk, tehlike ve kıtlık çıkarıyor. Kâfirleri müslümanlara galip ediyor; müslümanları, tâat ehlini ve salihleri de onlara esir ediyor. Haramiler ve hırsızları denizden gemi ile selâmeten geçiriyor, muttakileri ve Allah’a tapanları batırıyor. Zenginler, padişahlar, sahip oldukları malın ve servetin çokluğundan dolayı, bütün insanları kendi iyalleri yapmış besliyorlar. Allah’dan binlerce niyaz ile bir erkek çocuk istiyorlar ve bunun için bir çok kadın alıyorlar, gene de istedikleri olmuyor. Halbuki hayattan bezmiş ve kendisini beslemekten âciz olan bir fakire, kız veya oğlan bir yerine on beş çocuk veriyor. Eğer Allah’ın yaptığı bu işleri insanlar yapmış olsalardı, onu yakalar ve parça parça ederlerdi. Nitekim Peygamberleri haksız yere öldürdüler; (Sûre: 3, Âyet: 108.)
Bunun gibi, bütün işler Allah’dan olur. Her kim bunları ayırır ve bunlara itiraz ederse kâfir olur. Kabe’de namazı sağa, sola, öne arkaya doğru kılmak nasıl bir ise ve fark yoksa Allah’ın âleti olmuş olan Allah adamlarının kibri, tevazuu, hasislik ve cömertliği, adalet ve zulmü, uyku ve uyanıklığı hep aynıdır ve aynı hükmü taşır. Allah’ın işlerine itiraz etmek doğru olmaz.
——————-
Temiz ruhlar, melekler, felekler, yer, arş ve kürsi, levh’ü kalem ve diğer şeyler yok olur ve fena bulurlar.Fakat müminin ölmesi zahiren ölmek ve yok olmak ise de, buna ölüm demezler. Çünkü onun yok olan ve fena bulan güzelliği bu şekilde, bir iken bin olacaktır. Şu halde böyle bir ölüm olamaz. Ölüm onun ölmemesidir. Ölmediği takdirde biri, bin olamaz.
Bunu şuna benzetebiliriz:Mesela, bir buğdayı veya ağaç tohumunu, bir ekin tanesini yere gömdükleri zaman, o tane yerin altında su haline gelir, başka şeylerle karışarak tamamiyle yok olur; fakat sonunda bahar nefesi bütün hububata eriştiği zaman, o yok olmuş olan şey, yüz defa daha güzel olarak, tekrar meydana çıkar. Şu halde hakikaten o tane ölmemiştir.Ölüm, acı ve kötü bir tanenin veya batıcı bir dikenin öldüğü zaman, onun bu çirkinliğinin bir iken bin olmasıdır. Bunlar her lahza “Keşke olmasaydım ve aleme gelmeseydim!” derler.İşte asıl ölüm budur; belki böyle bir hal ölümden daha fenadır. Çünkü onun “çoğu”, işkence ve kötü durumda iken ölümü ister. Tıpkı bunun gibi kafirler de kendi çirkinliklerini görerek:
“Ah! Keşke ilk olduğumuz gibi yine öylece olsaydık ve olduğumuz gibi yine öylece toprak olsaydık ve varol masaydık.” derler. İşte böylece kâfirlerin ıstıraplarının şiddetinden, ölüm temennisinde bulunurlar ve Allah’dan binlerce can rica ederler. Cehennem ateşi onların etlerini yakar, yok eder. Allah onlara yeniden bir deri ve et verir; fakat, cehennem ateşi tekrar bunu da yakar.Onların derileri piştikçe, azabı tadmaları için derilerini yenileyeceğiz. (Sûre: 4, Âyet: 59) buyrulduğu gibi; ölüm, bu halden iyi olduğu için eğer buna ölüm derlerse yanlış söylenmiş olmaz, yahut da yüz doğrudan ancak birini söylemiş olurlar. Meselâ bir kimse, bir adama on direm bağışlamış olsa ve herkesin yanında: “Falana beş direm bağışladım” dese yalan söylemiş olmaz; çünkü vermiş olduğu bu on diremde beş direm mevcuttur. Şu halde yalan söylememiştir. Bu ölüm de yüz ölüme bedel olduğundan eğer bir kimse ona “ölüm” derse yanlış söylemeyip belki yüzde birini demiş olur. Bunun için eşkiyânın ölümü, bu cihetten ölüm oluyor. Müminlerin, salihlerin ve evliyanın ölümü, zahiren ölüm olmakla beraber, buna “ölüm” demezler, belki “hayat” derler. Allah için yaşıyan ve kendilerini Allaha feda eden kimselerin öldüklerini zannetmeyiniz, çünkü onlar belki kendilerini yaratan Allah’ın huzurunda yaşarlar.
Şeyh “Enel-Hak” dedi ve gayeye vâsıl oldu. Bütün körlerin boğazlarını kesti. Ey inatçı, kutbun benliği ortadan kalkarsa geriye ne kalır! artık sen bunu düşün. Senin eğer bir gözün varsa aç ve bak, bu “Lâ”dan sonra ne kalır?
—————————
Vuslattan evvel onun canı nur idi ve o nurdan ışık ve parlaklık verirdi. O nur kemâle erince, kendi aslına vâsıl oldu. Işığı ve parlaklığı arttı ve kemal bulup kutb-u asır oldu.
—————————-
Allah dilediğini nuruna eriştirir. (Sûre:24, Ayet:35). Allah o aslından olan seçkin ve azizlerden başka, herkesi kutb-u hidayete vâsıl etmez, Allah ezelden o nurdan nasipleri olmayanları, şaki ve mahrumlardan yaratmıştır; ve onların varlığın zulmet ve dalâletten hasıl etmiştir. Onlara böyle kutbun huzuruna varmağa yol yoktur.
—————————-
Kalp dediğimiz şeyden kastımız, bir kan damlası veya bir et parçası değildir. Böyle bir kalbe bütün hayvanlar sahiptir. Öküz, merkep, deve gibi her hayvanın bir kalbi,ak ciğerleri ve bir kara ciğeri vardır. Bizim kalbden kastetdiğimiz şey, keyfiyeti tarif olunamıyan bir nurdur. İşte bir kan damlasından ibaret olan kalp, o nurun uğrağıdır. Bu nur; sonsuzdur. Göz nuru, gözün içindeki siyahlık ve beyazlık değildir. Bunlar işitmenin meydana geldiği yerledir. Duygularımız, içinden su akan oluklar gibidir. İşitme, görme, konuşma ve tadına ve dokunmadan ibaret olan bu beş duygu, görünüşte başka başka olmalarına karşılık gerçekte bir can ile diri ve kaimdir.Bu beş duygunun oluğundan akan su, candır. Meselâ, bir kimse evini bir mum veya kandille aydınlatsa ve evin içindeki tek nurdan dışarıya nurlar saçılır. Duvarlardaki çok olmasına rağmen evin içindeki nur, bir ve aynı nurdur.
Ba cansız şeylerden yapılmış olan evlerde, insanın vücut evinin camlarından ibaret olan duyguları aksine olarak her camdan aynı nur görünür.Çünki bir ev gibi olan insan duygu vasıtalarına gelen ayrı nur, her birinde başka bir iş yaratır. Başka bir sanat gösterir. Göz camına gelince görme hâsıl eder. Kulak camında işitme, burun camında koklama, ağız camında tatma, el camında dokunma meydana getirir. O nur vâsıl olunca her birinden birbirine benzemiyen ayrı ayrı bir takım işler hâsıl eder. Meselâ, bahar mevsimi ve sıcaklığı ceviz ağacına temas edince ceviz yetişir. Bunun gibi hurma ağacında hurma, elma ağacında da elma biter.
Bahar mevsimi, hakikatte bir şeydir; fakat her ağaçta ayrı bir iş yapar ve ayrı bir tesir gösterir. Tıpkı bunun gibi olan duygularla, bahar mevsimi gibi olan can eriştiği zaman her duyguda ayrı bir iş, ayrı bir özellik ve ayrı bir haraket meydana gelir.Türk, Rum, Zenci, Habeş gibi pek çok insanlara o nur eriştiği zaman her birinde başka bir iş ve başka bir tesir icra eder. Her birini bir iş ve bir sanat sahibi eder. Birini zâlim, birini adaletli, birini iyi huylu, birini huysuz, birini cömert.birini hasis, birini cesur, birini korkak yapar. O halde bütün bu türlü sanatlar ve yoktan varedilmiş eserler, insanlar, halk, türlü türlü tabiatlar bir tek nurdan faaliyettedirler. Hepsini aynı nurdan gören kimseler, Allah’ın büyüklüğüne muvahhittirler.Bütün bu nakışlardan, onların indinde iki ve üç olmaz. Onlar: bizim indimizde yani bizim için her şey birdir, derslerse yanlış söylemiş olmazlar.Çünkü bu nakışlar ve varlıklar, onlara matlûpları olan tek nur ile erişir. Meselâ, sen birini görmek istersen, gerek Türk, gerek Hintli olsun, sana o istediğin şeyden bir nişan verir ve onu sana gösterirlerse her ikisi de senin indinde bir olur. Zira her ikisi de senin için işi yapıyorlar ve istediğin şeye yol gösteriyorlar.
Beyit:
Küfür ve din yani kâfir ve dindar, her ikisi de:
“O, tektir ve O’nun ortağı yoktur”, diyerek O’nun yolunda koşarlar.
Bu beyit herkesin hakkında olmayıp şöyle bir kimsenin durumu için söylenmiş olur: Meselâ, bir ressam, yanlız güzel olan şeylerin resimlerini yapıp çirkin olan şeylerin resmini yapmazsa; başka bir ressam da her ikisini de yapabilse, bu ikinci ressamın sanatı birinciye nazaran daha çok kemale ermiş sayılır. Güzel şekillerin onun sanatının kemalini göstermiş olması gibi, çirkin resimlerde sanatının kemalini bildirmek ve göstermektedir. Bu çeşitli resimlerden ressamı, onun kemalini ve cemalini görebilen kimse için güzel ve çirkin, iyi ve kötü bir olur. Çünkü bunların hepsi, ressamı tarif ederler ve gösterirler. Şu halde hepsi birdir.
————————–
Allah güneşten daha açık, daha meydanda ve daha ayandır. Bir şeyi ayan olarak gördükten sonra varlığına delil isteyen bir kimse, merkepten daha ziyade merkeptir. Bu adam hüsrana düşmüştür ve bir işe de yaramaz…
Güneşin iki vasfı vardır: Işık ve sıcaklık. Güneş bu iki vasfı ile bütün âleme ayandır. Altı yönde bulunan bütün yaratıklar, Allah’ın birer sıfatı olmasına rağmen acaba bu sıfatlar o cahil baykuşun gözünden nasıl kaçıyor?
Beyit:
O, hem ilk, hem son, hem dış, hem içtir.
Hem serde, hem sırdadır. İşte herkes bu sıradan gafil ve cahildir.
————————-
Dünyaya oyun derler. Çünkü çocukların oyunlarına benzer. Meselâ küçükler sokaklarda oynarken aralarından birini padişah, birini vezir, birini hâcip, (perdedar) birini tercüman yaparlar. Yahut ata biner gibi değneklere ve eteklere ve eteklerine binerler. Bu oyunları hakikaten almışlardır. Gereğini, ciddî olanını, görmemiş olsalardı bunları nasıl yapabilirlerdi? Şu halde her oyunun bir ciddîyi taklitten, her mecazın bir hakikatten, her katışığın bir saftan, her yalanınbir doğrudan meydana geldiği belli olur.
Bir kimsenin, kalbi nakit zannedip kabul etmesi ümidiyle, daima kalpı nakit kokusuyla yaparlar. İnsanların doğru zannetmeleri için yalanı doğru kokusuyla söylerler. Alemde, nakit olmasaydı muhakkak ki kalp da olmazdı; doğru söz olmasaydı kimse yalan söylemezdi. Akıllı olan, mecaz ve oyunu gördüğü zaman bunların ciddî ve hakikisi de olduğunu bilir. Ciddiye uyar ve onun için çalışır. Bu şekilde teferruattan esasa erişir ve gölgeden sahibini arı-yarak, gölgenin güzelliği ile aldanmış olmaz. Çünkü, eğer senelerce gölgesi arkasında ok atarsan kuşu avlayamazsın. Ömür torbasında ok biter ve hiçbir şeye erişemezsin. Ağacı, güneşi, ayı, yıldızları suda görsen ve onları senelerce suda ararsan hiçbir zaman o ağaçtan meyve yiyemezsin, ona yaslanamazsın, vâsıl olamazsın. Çünkü suda gördüğün o şey, onların aksi ve hayâlidir. Binaenaleyh, akıllı olan, bir şeyin aksinden ve hayalinden onun hakikatini arar.
Bu âlemin varlığı, o âlemin aksi ve gölgesidir. Akıllılar bu âlemde, o âlemi aramışlar ve gölgeden, gölgeyi doğuran şeye doğru yürümüşlerdir.İşte, bunlar bu yüzden ölümsüz ve sonsuz olarak kaldılar ve kıymet biçilmeyecek kadar değerli hazinelere kavuştular ve cennet nimetlerinden yediler. Bunlar hakkında: Onların yemekleri daimîdir. (Sûre: 13, Ayet:35) buyrulmuştur.
O âlemin bir gölgesi olan bu âleme âşık olanlar, ömürlerini sarfettikleri halde, hiçbir şeye erişmeden ve hiçbir kazançları olmadan bu âlemden göçtüler.
——————————-
Bedenlerdeki canlar, havuzlardaki sulara, dünya ile ilgili bulunan meşgaleler, vesveseler ve işler de suya karışan ve sâf suyu bulundıran topraklara benzerler. İnsan bu bulanıklık yüzünden, içine bakınca bir şey göremez. Derhâl kendi içinden ve canından kaçar, ömrünü hoş geçirmek ve bir zaman meşgul olmak için gözünü ve aklını diğer insanlara çevirir. Meselâ, bir adamın evinde ne halı, ne hasır, ne ekmek, ne şarap ve ne de et olsa, üstelik çok çirkin ve ihtiyar bir karısı bulunsa, tabiatiyle o adam böyle bireve girince, bu çirkinlik ve hoşlanmadığı şeylerden uzaklaşmak ve kendisini dışarı atmak, sokaklarda, pazarlarda dolaşmak ve başka insanları seyretmek ister. Bunun tersine olarak evi mâmur ve içinde her türlü kıymetli halılara ve kıskançlıkla gönül verdiği ve perilerin kıskanacağı kadar güzel bir kadına ve yiyeceğe sahip olan bir kimse, evine girince artık çıkmak istemez. Mühim bir iş için dışarı çıktığı zaman aklı tamamen evde kalır. Eve dönmek için alelacele o işi bitirir. Çünkü evinde bulunan şey, dışarıda gördüklerinden daha sevimli ve daha tatlıdır.
Hattâ, onunla biraz ahbaplık etmek ve konuşmak için dışarı çıkmağa gelen ekseri dostlarını geri çevirir ve bahaneler bulur, dışarı çıkmamak için yeminler eder. Hizmetçilere, o adamlara: “Bir yere gitti, evde yoktur” demelerini tembih eder. Evden dışarı çıkmak böyle bir kimse için de eve girmek, gülünç bir şey ve azaptır. Bunun için rahat olan herşey, onun için bir işkencedir. Onun için rahat olan da bunun için azap ve zahmettir. Bunun dışarıyı istememesi gibi o da içeriyi istemez. Bu cihetten Allah, (Allah’ın selâm ve sâlatı onun üzerine olsun) Resule: bildir! (Sûre:5, Ayet.VI). diye emretti. Yani: Ey Muhammedi kendi bâtını evinden dışarı çık ve bizim havretimizden bu haberi insanlara eriştir. Onlara yol göster ve bizim risâlet ve haberimizi onlara söyle.
O’na, bunu halka eriştir! diye emretmek, O’nun iç evinden dışarı çıkmasının kendisine ne kadar acı ve güç geldiğine ve bundan son derece nefret ettiğine bir delildir. Birkimseye asla helva ye! yahut çok aç olan birine, yemek ye! veya çok susuz olan birine, su iç! diye hükmetmezler. Emir ve ilzam, emri yerine getirene bunda bir zahmet mevcut ve tabiatinin buna muhalif olmasında mevzuubahistir. Meselâ, beş vakit namazı vaktinde kılmak, zamanında da oruç tutmak, kendi helâl malından zekat vermek, zenginin Kâbeyi ziyaret etmesi…
İşte emir ve ilzam bunlarda olur. Çünkü Peygamber için de birtakım mânevi mâmurluklar seyrediyecek şeyler, çayırlıklar, akar sular, huriler ve köşklere maliktir. Allah’ın nedimi ve arkadaşı idi. Böyle bir ebedî meclisi ve ölümsüz hayatı bırakıp boğazına kadar dünya çamuruna batmışbir avuç kör, müflis, çirkin, mahrum ve münkirle meşgul olmağa ve onların elinden tutup bataklıktan çıkarmağa, burda yetişmezmiş gibi üstelik bunların, merkeplikten, bilgisizlikten ve körlükten, böyle biricik padişaha: “Biz sana el verdik, senin sözünü dinledik ve sana bağlandık.” diye O’nu minnet altında bırakmalarına nasıl tahammül edebilirdi? Böyle bir hali, sahip olduğu o güzel hale nasıl değişirdi? Öyle güzel bir durumun böyle bir duruma dönmesinden nasıl nefret etmez ve ondan nasıl kaçmazdı? Bu ona çok zor geldiğinden ve bunda büyük bir mücadele gördüğünden Allah’dan ey Resul! bildir!” (Sûre:5, Ayet:71). emri geldi.O halde, bir kimsenin kendisiyle meşgul olması, kendisinde bir hazine bulduğuna delildir. Bir kimsenin başkalariyle uğraşması da o kimsenin manen iflâs etmiş olduğuna ve işsiz güçsüz kaldığına delildir.
————————————
Bütün dünya işleri, tasaları ve ona müteallik şeylerin hepsinin aslı ve mayası “benlik” ve “bizlik”tendir. “Benlik” ve “bizlik” bütün bunların çıktığı bir kaynaktır. Ağacın dallarını kessen de kök yerinde kaldığı için yeniden başka dallar çıkar. Bu talepte ve yolda hiçbir şeye meyletmemelisin. İster ilimde ve âmelde, ister mülk ve devlette, ister keramet ve makamatta olsun benlik ve bizlik talebinde bulunmamam lâzımdır. Çünkü, ey Halk yolunun yolcusu! Yolunun üstünde aydınlık ve karanlık birtakım geçitler vardır. Bunları mertçe, yılmadan geçmek lâzımdır. Bunun vasıtası da dert, sıdk, şevk ve aşktır.
Mısra:
Bu perdeyi yakacak dert ve bu yolda yürüyecek mert lâzımdır.
Doğum esnasında hâmile bir kadın için yüz türlü ilim ve fen bulunsa bu hünerlerin hiçbiri ona bir fayda vermez; yanlız bu esnada çektiği acı, dert onu maksadına eriştirir. İsa’nın doğumunda, dert ve ıstırap Meryem’i hurma fidanına götürdü ve Ruhullah olan İsa doğdu. Senin vücudun, zamanın Meryem’idir. Nefis, kadın, akıl erkektir ve sana doğru olan akıldan hâsıl olmuş bulunan îman ve marifet de senin İsa’ndır. Eğer Hak derdi seni kaplar ve birbiri arkasından sana gelir ve senin başka bir şeyle uğraşmana mahal vermezse, muhakkak ki senin Meryem gibi olan nefsinden İsa doğar. Bunu bildikten sonra, birtakım hünerler öğrenmeye çalışma.Allah’a olan bağlılığını ve ona ermek için lâzım gelen derdi artır. Daima aşka ve şevk’e dal. Dildâr ve Didârdan başka her şeyden sıyrılırsan bütün perdeleri geçersin!
———————————–
Ben ondan daha hayırlıyım; zira beni ateşten, onu topraktan yarattın. (Sûre:7,Âyet: 11). Senin gibi bir Allah’ın karşısında bu iddiada bulunan, şeytandır. Ben ki zayıflıkta birsaman parçasından daha hafifim. Böyle bir dağı temelinden nasıl sökebilirdim? Bir kum tanesine nasıl çevirebilirdim ve toz toprak gibi nasıl yele verebilirdim?” de. Allah buyuruyor ki: “Benim inayetim bir saman çöpüne bağlandığı zaman, dağlar onun önünde bir zerreden daha hafif olur. Lâkin sen o acz içinde, ben Allah’ın, vefasını muhafaza ettiğin ve bana olan itimadınla, böyle bir düşmanla uğraştığın beni hazır, uyanık, galip bildiğin için senin aczine kudret, zayıflığına kuvvet bağışlarım. Her ne kadar hakikatte ben yapmışsam da her şeyi senden biliyor ve herkesi sana minnettar kılıyorum. Bu şuna benzer: Meselâ, bir baba çocuğu ile oynarken çocuğun eline bir şey verir ve kendisi o ağır çocuğun elini yukarı kaldırır.Çocuğuna da: “Aferin! sen büyük bir pehlivansın, ne kadar kuvvetlisin” der. Hakikatte onu çocuk değil, baba kaldırmıştır. Fakat, ben ki, Yaratan’ım, acaba, benim merhametim, okşamam ve keremim o yarattığın kinden daha mı az olur? Kendi kullarıma kuvvet bağışlarım, hidayet veririm; benim bağışım ve hidayetimledüşmanı kahrederler ve bunu onların yaptığını kabul ederim; minnettar olurum ve bu işleri onlara sayısız, hesapsız mükâfat ve sevap bağışlarım. Onların hamd-ü senasını yüzdü ile söylerim. İnsanlara gönderdiğim her bir rahmet onların vasıtasiyle olur. Asilere yaptığım her azabı ve kahrıda onlar için yaparım. Onlara kulluk etmek bana kulluk etmektir. Her kimi bağışlar ve merhamet edersem, bunun sebebi onların rızası ve hoşnutluğu ve her kimi cehennem kahrına uğratırsam bunun da sebebi onları incitmiş olmalarıdır. Çünkü ben ki Allah’ım, dosttan ve düşmandan münezzehim; muhalifsiz akransız ve arkadaşsızım. Birtakım kullar yarattım ve onlara, bana ulaşmaları için yol gösterdim.Onların varlığı, benim aynam oldu. Benimle onlar arasında niteliği belli olmayan bir ilişki peyda oldu ki zıtlık ve düşmanlığın girebilmesi için orada bir ayrılık, gayrdık yoktur. Her kim, onlara yabancılık, düşmanlık ederse bana etmiş olur. Her kim, Allah ile beraber olmak ve konuşmak isterse “doğru sofiler” “Safi-i râstin” ile beraber oturur.
————
Ulu Allah sizlere, mertebe ululuk ve mansıp vermiştir. Zira sizlere her kim âdil için yetmiş yıllık ibadetin sevabını bağışlar. Binaenaleyh bu devleti korumak lâzımdır. Çünkü Muhlisler, büyük bir tehlikeye maruzdur, denildiği mansup ve mertebelere vâsıl olanların sayısız düşmanları vardır. Buna karşılık koyun, inek, deve ve at gibi hayvanların bir tek şeytanı varmıdır? Onlarda bir mâna, bir cevher mevcut değil. Şeytan niçin yol kessin? Bir şeyleri yoksa nerelerini alıp götürsün? İnsanların yolunu, onları insanlık mertebesinden hayvanlık menziline indirmek için keser. Ululuk mertebesine yükselen ve iman cevherleri, akıl, marifet, bilgi ve görgüyle mükemmel ve müşerref olmuş bulunan insanların yüzlerce şeytan, yollarını kesmek ve onları bulundukları yüksek mertebeden atmak için pusudadır.
Biz hakikaten Âdem oğullarını şereflendirdik; onları karada, denizde taşıdık. (Sûre: 17, Âyet:72). buyrulduğu gibi Allah Hazret-i Adem’e meleklere bile bağışlamadığı âlemin hazinelerini bağışladı. Adem’e bütün isimleri öğretti; (Sûre:2, Âyet:29). denildiği gibi bütün şeylerin isimlerini ona öğretti. Tabiî bunun için de ona İblis gibi bir düşman ve rakîp peyda oldu. Cennette oturan Adem, o kadar güzeller, saraylar, bahçeler, çiçekler, yeşillikler, gül bahçeleri, ağaçlar ve sayısız nimetler ve Kur’anda: Orada içimi bozulmayan su ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları var. (Sûre:47, Âyet: 16-17) diye anlatıldığı gibi süt, bal, şarap ve sâf sudan mürekkep türlü türlü nehirler arasında yaşıyordu. O kıskanç düşmanı, keder ve tasadan, zaman zamankendi kendini yiyip şöyle diyordu: “Eyvah! Ben gökyüzünde meleklerin hocası idim.
Benim temaşa etttiğim, gezip dolaştığım yer Zühal yıldızı ve Gökyüzü idi. Ta illiyyînden, onun yüzünden, bu yeryüzüne düştüm. Bundan sonra da yine onun yüzünden benim yerim cehennemin dibi oldu. “Beni ateşten yarattın; Onu çamurdan (Sûre:7, Âyet: 11), buyrulduğu gibi, sâf, parlak bir ateşten yaratıldım; o kara topraktan yaratıldı. Ben bu kadar ibâdet ve kulluğa rağmen, Hakkın huzurundan böyle uzak ve mahrumum; o ise su ve çamurdan meydana gelip hiçbir ibâdet ve tâlimde bulunmadan cennette saltanat tahtı üzerindeki dört kat yastığa yaslanmış, Allah’ın huzurunda makbul, Yeryüzüne bir halife gönderdim, (Sûre:2, Âyet:28), buyrulduğu üzere halifelik devletine mazhar olmuş, bu kadar nimet arasında eğlenmekte; cennet ve cennetlikler, dallar, kuşlar hepsi onu övüyorlar.
Onu bu devletten mahrum etmek için ben ne hile göstereyim? diye düşündü. Cennete girip, yol kesenlik etmek için, hiçbir yol bulamadı. Tavus ve yılan cennetin kapıcısı idiler. Bunların her ikisinde de cennete girmek için bir yol bulunduğundan evvelâ onları yoldan çıkarıp her ikisiyle de dostluk kurmak suretiyle bir yol bulundu. Onların içine girip damarlarına saklanmak istedi. Şeytan, damarlarda kan nasıl dolaşırsa öyle dolaşır (H.), hükmünce onların içinde dolaşarak, sonunda onları yoldan çıkardı ve kendine dost etti. Beni cennete bebaber götürünüz. Adem’e bir sözüm ve o’ndan soracak şeylerim var. İçeriye girmekten maksadım şer değil, hayır içindir, diye rica etti.Ona: “Her ne emredersen yapabiliriz, fakat bunu yapamayız. Seni beraber cennete sokmak bizim yetkimiz dışındadır. Bütün cennettekiler seni tanıyorlar. Hepsi bağırırlar”, cevabını verdiler. İblis: “Eğer beni açıkça götürmeğe gücünüz yetmezse, içinize gireyim ve sizin suretinizde Adem ile konuşayım. Cennettekiler, Âdem ile konuşanın sizin olduğunuzu sanırlar” dedi. Onlar : “Bu olabilir, olur, fakat biz yapamayız; gönlümüz korkar. Allah saklasın! bu Allah’a karşı isyan olur”, dediler. Şeytan onlara: “Eğer ben kötü niyetle gitseydim o zaman isyan olurdu. Benim düşündüğüm ıslâh ve iyilik olduğundan bunda size ayrıca bir sevap ve bir rahmet vardır. Aynı zamanda derecenizin yükselmesine vesile olur”, cevabını verdi.
Böylece o kadar yalanlar uydurdu ki sonunda onları şaşırtmağa ve yoldan çıkarmağı başardı. Onların damarına sindi ve cennete girdiler, Adem’in huzuruna gittiler ve “Bütün bu nimetler, sana helâl olduğu halde, buğdayın men edilmesinin sebebi nedir?” dedi. Âdem’de bir vesvese uyandırmağa başladı. Şeytan bu hileyi Âdem’e, Allah Âdem’e: “Buğdayı yeme! diyebuyurunca Âdem Allah’ın gazap ve gayretlerinden küstahlık, tehlike, edepsizlik sebebi ile, acaba bu bir emir ve haram kılma mı idi, yoksa bunun altında bir yorum mu var? diyeşüpheye düştüğü bir zamanda yapabildi. İşte Âdem’in hatırına böyle bir düşünce ve küstahlık yol bulmuştu ki Allah’ın emrinde tasarruf etti, saygıyı bıraktı. Hırsız İblis, bunu fırsat bilip onu öyle bir hale koyduki Âdem buğdayı yedi ve Allah’ın emrini terk etti. Zira, hırsız, bir kimsenin evine, ancak evin içinden biri ile aynı düşünce, aynı duygu ve aynı sırra sahip olabildiği zaman kolaylıkla girebilir. Bu durumda, hırsız gelince evin içindeki kapıyı açar ve ona eve girmesi için yol verir. Bunun gibi eğer Âdem’in kalbi de, şeytanlık damarı olmasaydı, şeytanın onunla ne işi vardı? O halde, bir insanın tamamen, kendi maddî varlığından kurtulup fâni oluncaya kadar, kendisinden emin olmaması gerekir.
Nazım:
Kemale ermiş bir kimse, fena yolunu tuttu.Ansızın varlık denizinden geçti, Onun varlığından üzerinde tek bir kıl kalmamıştı. Fakat bu kıl fakrın gözüne bir zünnar gibi göründü.
Adem’in başına öyle bir olay ve o’ndan öyle bir düşüş vücûda geldi ki o’ndan sonra, o’nun peygamber ve evliya olan oğulları artık emin olamazlar ve daima kendilerini arıtmakla meşgul olurlar. Her ne kadar her türlü kerametleri kendilerinde görürlerse de, yine titrerler; çalışma ve gayreti elden bırakmazlar. Böylece neticede Adem oğulları öyle bir mertebeye ererler ki şeytan onların gölgesinden kaçar. Şeytan, Hazret-i Ömer’in gölgesinden bile kaçar (H.),
—————————
Allah için tevazu gösteren kimseyi, Allah yükseltir (H.). Bu bir övünmedir. Çünkü, Allah için başkalarına karşı tevazu gösterme, hakikatte Allah’a karşı göstermedir ve bu da övünülecek bir haldir. Bir kimse ne kadar çok tevazu gösterirse o nispette büyür. Tevazu, o kimsenin bilgilerinin bir aynasıdır. Onun inancı, sevgisi ve bilgisinin derecesi tevazuu nispetinde bilinebilir. Bu tevazu ile kendi büyüklüğünü gösterir; yani bu: Benim her şeyi gören parlak gözlerim, temiz bir muhayyilem, her şeyi bilen bir aklım var. Bencevheri tanıyanım, onu sağlam ve doğru tartan bir terazim var. Ben her şeyi ayırt edebilirim, zira mümin mümeyyiz bir kiyaset sahibidir (H.), demektir.
Nazım:
Güneşi öven, kendini övendir. Zira bu: “Benim iki gözüm var ve gözlerimde hastalık yok”, demektir. Güneşi kötülemek kendini kötülemektir. Bu da, “benim iki gözüm kör” demektir.
Allah için tevazu göstereni, Allah yükseltir. (H.). Yani, tevazu dünya için olmayıp Allah için olursa, Allah, o kimseyi yüceltir ve işini de yükseltir. Ama, eğer dünya evine karşı ve dünya için tevazu gösterirse bu yükseklikten mahrum kalır. Hattâ isyan etmiş bile olur. Çünkü Peygamber Hazretleri: “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır” (H.), buyurmuştur. Allahdan gayrıya secde etmek yakışmaz; edenler kafir ve Allah’a ortak koşmuş olurlar. O halde Allah’dan başka her şeye ululuk, büyüklenme ve benlik matlûpturve Allah için büyüklenme ve adem-i iltifat lâzım değildir. Eğer Allah hakkı için tevazu gösterirsen makbul, kıymetli ve kuvvetli olursun. Çünkü Firavun, Musa’ya tevazu göstermiş olsaydı Allah indindeki derecesi evliya ve peygamberlerle bir olacaktı. Sahip olduğu böyle bir büyüklüğü ve varlığı Allah için feda etmiş olsaydı Allahsal hil’ât ve menzil bulurdu. Tevazu, büyükler tarafından gösterilirse, etkili olur. Eğer bir hamal, bir kimseye karşı, tevazu gösterirse, o kimse hamalın bu hareketinden padişah ve emîrin tevazu gösterdiği zaman olduğu kadar memnun olmaz.
Rivayet ederler ki: Sakallı bir ihtiyar, Bir devrişe hamamda son derece tevazu gösterip başını yıkadı, arkasını keseledi ve ayaklarını öptü ve kendi ak sakalını, dervişin eline ayağına sürdü ve bu türlü tevazuu son dereceye vardırdı. İhtiyar hamamdan çıkıp giyinirken o ihtiyarın tevazuu gönlüne büyük bir yük olmuştu ve şöyle düşünüyordu: “Ah! ne yapayım ve ne hayırla onu mükâfatlandırayım? Cübbemi ve sarığımı ona versem yine de hizmetinin karşılığı olamaz. Hattâ malımı bile versem yine olmaz.” Bunun üzerineAllah’ın makbul ve aziz kullarına bağışladığı hil’atlerden buna da bir hil’at verilmesini Allah’dan diledi. Çünkü 3l Allah’ın has kulları vardır.32 Allah onları bu âleme , onlardan halka, saadet ve rahmet erişsin diye göndermişti. O has kullar, halka, Allah’ın rıza ve kabul gözüyle baktıkları zaman, onlara saadet libasını giydirdiler.
Bu derviş de ona bir hil’at geleceğine kani idi. Sen bu adamın bir aziz, olduğunu zannetme! bu bir dellâktan başka birşey değildi. Bu dellâk, başka bir adamı hamamdan dışarıya çıkardı ve elindeki su ile dolu tası adamın ayağına sürdü. Daha başkalarının da başını yıkamıştı ve dışarı gitmek için giyinenlerin her birinin ayağını ayrı ayrı öperek son derece tevazu gösterdi. Derviş bunu görünce: “Meğer bu adamın sakalı hamam lifiymiş, benim bundan haberim yoktu. Allah’a hamdolsun ki bundan haberim oldu ve gönlümdeki ağır yükten, sıkıntıdan kurtuldum ve hafifledim.” dedi. Nitekim bütün tevazu ve hizmetleri şöyle bil: “Eğer herkesle aynı olursa bu bakımdan “hamam lifi” derler. Bu mezellet, tevazu, yokluk ve nefsi yok etmek gibi şeyleri Allah ehli için yapmalıdır ki bir değeri olsun ve kabul edilsin. Onların önünde izzeti nefsini kırarsan, seni kırılmamış yaparlar vebakır gibi olan vücudunu kimya gibi olan bakışlariyle altına çevirirler. O halde gerçekte böyle bir yoklukta, varlık bulmuş ve böyle bir kırıklıkta sağlamlaşmış, bütünlenmiş olursun.
———————————–
O, onları sever. Onlar da O’nu severler. (Sûre:5, Âyet:59). Muhabbet, Allah’ın sıfatıdır. Eğer insanlarda bir sevgi varsa bu, Allah’ın sevgisinin aksinden başka bir şey değildir. Allah tarafından onların içinden parlamıştır. Evlerdeki ve saraylardaki ışığın, güneşin parıltısından olması şüphesizdir. Allah, bu âyetle kendi sevgisinin eksikliğini zikretti. Yani: “Önce ben sizi severim ve benim sevgimden de siz beni seversiniz. Benim sevgim, sizin gözünüzde parlayan bir güneş gibidir. O halde her ikisi de ben olduktan sonra siz bir âletten başka bir şey değilsiniz. Faal benim.”
Bu sebepten tevazu ve kulluğu, Allah adamına karşı yapmak lâzımdır. Çünkü Kur’anda: Bütün kuvvet ve izzet Allah’ın Peygamberlerin ve müminlerindir. (Sûre:63 ,Âyet:8), buyrulmuştur. Aziz olan Allah’dır ve izzet de Allah’a, Allah’ın elçilerine ve müminlerinedir. Çünkü onlar izzete Allah’dan sahiptirler. Onları aziz tutmak Allah’ı aziz tutmakla birdir. Bu âyette, bu gruptan başkasına tevazu göstermek ve hizmet vermek ve hizmet etmek yakışmaz; hamd ve senaya müstahak olanlar enbiya, evliya ve müminlerdir;dünya ehlinin senası mâsiyettir, gibi bir işaret mevcuttur.
Beyit:
Gök, şakî olan insandan titrer, onun övgüsünden tekva sahipleri kötü altında bulunurlar.
Öyleyse dünya için tevazu göstermek doğru olmaz.
Beyit:
Sen, git eshap gibi, Kâfirlere karşı metin, birbirine karşı merhametli ol. (Sûre:48, Âyet:29). Yabancıların sevgisi üzerine toprak saç.
Evliyaya gönül vermek, nasıl gönlü aydınlatırsa, dünya ehline gönül vermek de onu öylece karartır.
Bu insanı besleyen yemeklerin fayda ve bir şeye yaramayan yemeklerin de ziyan vermesine benzer. Onlar süflidirler. Elini, ayağını onlara verirsen süflîlikleri sana da bulaşır. Halbuki evliya ve enbiya ulvîdir; eğer elini onlara verirsen, seni yukarıya çekerler ve cehennem belâsından kurtarırlar. Mütevazi adam yaş bir dal gibidir. Onu aşağı doğru çekersen kırılmaz, kibirli bir insan ise kuru bir dala benzer; aşağı çekersen derhal kırılır. Biri: “Kuru ağacın kırılmasını görüyoruz ve anlıyoruz. İnsanın kırılmasını nasıl anlayalım ve ne bilelim?” diye sordu. Cevap olarak şunları söyledik: “İnsan, tevazu ve alçak gönüllülük gösterirken bir ferahlık ve huzur içinde bulunur ve bu hareketinden hoşnut ve mesut olur. İşte bu, onun en açık delilidir.
Böyle bir kimsenin tersine, bir başkasında, kişisel bir tevazu mevcut olmasa ve teklife biraz fazla tevazu gösterse, başkasına boyun eğse ve insanların eli altında bulunsa gönlü rahatsız olur.Her zaman pişmanlık içinde bulunur. Niçin yaptım! der ve kendini o işten yıkılmış görür ve daima içinde bir yara kalır. Eyvah! kendimi niçin kırdım ve harap ettim. Kendi yerimi ve değerimi, insanların, yanında yele verdim. Bundan sonra o insanlar bana hor gözle bakacaklar, deyip daima bu gibi düşüncelerin azabı içinde bulunur. Binaenaleyh bundan da belli oluyor ki o kuru bir dal olduğundan, tevazudan bu derece kırılmış ve incinmiştir. İnsanın kırılması, böyle olur. Mevkiinden azledilmiş adama zavallı, gönlü kırık, derler. Bunun gibi yas tutan, gamlı ve talihsiz bir adam için de böyle söylenir. Tevazudan ona öyle bir hal geldi ki gamlı vetalihsiz oldu, derler. Binaenaleyh o, hakikaten gönlü kırıklardan olur. Ama akıllı adam, bilir ki izzet Allah’dandır ve Allah bağışlar ve hiçbir zaman onun çalışmasıyla hâsılolmayacaktır. Kimse Firavun’dan daha yüksek olamazdı; fakat Allah onu istemediği için, bütün zelil ve itibarsızlardan daha zelil etti ve tâ kıyamete kadar devirden devre lanetve zillete siper yaptı. Her kim kendi yüceliğini isterse zelil ve itibarsız olur ve her kim Allah’ın yüksekliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, içir yaparsa kendi şahin gibi olan tabiatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inayeti de onunbahtı olur.
———————————-
Mevlânâ’ya biri: “Mevlânâ, Şemseddin’i gördüm” dedi. Mevlânâ, üstünde ne varsa hepsini o adama verdi, Mevlânâ’ya: “Bu adam yalan söylüyor ve yalancıdır, bütün bunları ona neye verdi?” dediler. Mevlânâ: bunları ona, yalan söylediği için verdim. Eğer doğru söyleseydi ona canlar verirdim.” cevabını verdi.
Aşk ve saygı işte böyle olur. Yalan söylediğini bilmekle beraber bu kadar bahşiş veriyor. Çünkü onda yalanı, doğrudan bilme ve doğru gibi kabul etme kabiliyeti vardır, sende o görüş ve o kabiliyet olmadığı için, hürmet ve iltifat etmiyorsun. Bundan, senin yanında Allah veAllah adamlarının bir değeri ve önemi olmadığı kesinlikle belli oluyor. Vaktiyle bu adamdan, şarap içmek, günah işlemek ve bunun yapılması doğru olmıyan birtakım işler meydana gelmiştir, diyorsun.
Bu düşünce ne şeriat ve ne de hakikat bakımından doğrudur. Şeriatta gözle, belli olmıyan bir şekilde, görmediğin zaman bir müslüman hakkında, böyle düşünmen ve kötü zan beslemen caiz değildir. Sen gözünle görmüş olsan bile, o adamın bunları terk ettiği davranış ve sözle “ondan vazgeçtim”, dediği zaman yine onun hakkında bu şekilde düşünmene şeriat müsaade etmez. Bu hususta Kur’anda Allah bütün kusurları bağışlar (Sûre: 39, Ayet: 54). buyrulur. Ve Peygamber de Günahlarından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibi olur (H), buyurmuştur. O halde onun hakkında böyle düşünmen doğru olmaz.
(34)O gün gizli şeyler (sırlar) aşikâr olur ( Sûre: 86, Âyet: 9.)
(35) Bazı yüzlerin ağardığı, bazı yüzlerin karardığı gün ( Sûre: 3, Âyet: 102.)
Gelelim gerçek yönüne; hakikat bakımından da yakışık almaz. Zira hakikatte o kimse, kötülük yapsa, fisk u fücurla uğraşsa da yine Allah’ın seçkin kullarından olabilir. Yahut o kimse taât ve ibâdetle meşgul olsa bile, Allah’a isyan edenler zümresinden olabilir. Çünkü gerçek onun âmeline değil, sırrına bakar.36 Allah surete, hırkaya ve şekle bakmaz. Gönle bakar. Senin için, gönle yol yoktur. Surete ve âmele nazar kıl. İnsanın akıbetine bakılır. Eğer sonu, öğülecek bir durumda olursa, ona göre hüküm verirler ve o kimseden bahsederler.
————————————————-
Kıyamet gününde âsi olan insanın eli: Sen benimle şarap kadehini tutmadın mı ve şarap testisini çekmedin mi? Senin malın olmayan mala el uzatmadın mı ve almadın mı, senin helâlin olmıyan nâmahremin elini tutmadın mı ve ona hainlik etmedin mi, mazluma vurmadın mı, yetime tokat atmadın mı? Günahsıza kılıç çekmedin mi? diye o âsiye şahitlik eder. Bunun gibi dil, ağız ve dudaklar da şahitlik ederler. Dil der ki: Benimle böyle konuşmadın mı? Bu kadar müslümanların aleyhinde söylemedin mi? Müslümanlığın ve dinin yolunu kesen dünya’da bu kadar eğri söz söylemedin mi?” Ayak da şahitlik eder ve der ki: “Benimle meyhaneye gitmedin mi? Ve yapılması caiz olmayan işlere ve yolsuzluğa doğru koşmadın mı?”
————————————-
Baharın nefesi de bir tek nefestir. Bir lütuf ve bir keremdir. Ağaçlara ve hububata tesir edince türlü türlü siyah, sarı, yeşil, beyaz gibi yüz bin renk hasıl eder ve tanelerden ağaçlardan ekşi, tatlı ve acı gibi çeşitlimeyveler yetiştirir. Bunun gibi alemin varlığını bir bağ ve Hakkın nurunun feyzini de bahar olarak bil! Çünkü göğün ve yerin, ayın ve güneşin, yıldızların; dağların ve denizlerin, meleklerin ve insanların, perilerin ve şeytanların ve türlü türlü canlıların eczası üzerine tesir eden bu feyiz, her birine bir türlü hareket verir.
Bir şahısta işitme, görme, koklama dokunma, şehvet ve tadınla, barış ve mücadele, cömertlik ve hasislikten ibaret çeşitli haller gibi gördüğün ve müşahede ettiğin, sayılamıyacak kadar çok olan binlerce şeyden, o şahsı tanıyor ve bu suretle onunla olan aşinalığını artırıyor ve onun bütün hünerlerine Ve marifetlerine vakıf oluyorsun. İcabında başkalarına: “Ben bu adamı gayet iyi tanıyorum;çünkü onun birçok hareket ve hallerine, aşina ve vakıfım” diyebiliyorsun. Bu ölçü, sayılı birtakım hareketlerden bir şahsı tanıdığın gibi, yaratılışı, yeri, göğü, yaratıkları, cinleri, melekleri, canı ve gönlü, onu gelmiyecek kadar çok türlü türlü hareketleri de müşahede edersen bütün bunlardan Hakkın birliğinin zahir olduğunu görür ve sen de arifi Hak, olursun. Sende bu görme ve bu bilme, hâsıl olduktan sonra, senin önünde yüzbin, bir olur. Çünkü senin gözünde yüzbin, bir şey olmuştur. Allah daha iyisini bilir.
————————————
Allah, bu alemi ve bu alemin suretlerini, insanların bunlarla meşgul ve bunlara aşık olmaları için yaratmıştır.Belki O, gösterdiği bu sanatları, sanatkarın varlığını, büyüklüğünü bilmeleri için yaratmıştır. Meselâ, bir damın üzerinde bulunan bir güzel, aşağı bir taş atsa; herkesin yukarı bakıp taşı atanı görmesidir. O attığı taşa bakıp, onunla meşgul olup: Bu taş nedir? Ne işe yarar? Ne özelliği var? Kadir ve kıymeti nedir? yahut: Onun attığı bu tuğla parçası veya başıma düşüp beni inciten bu elma nedir? Yenir mi? Pişirilebilir mi? diye onlarla meşgul olmaları için değildir. İşte bu, gökler, yerler, yıldızlar, güneş, ay ve bütün varlıklar, tasavvur veya vehmedilen şeyler, suret ve manadaki bütün arızalar, o can sevgilisi tarafından, bu nitelik ve nicelik alemine, o niteliği ve niceliği belli olmayan alemden atılmış taşlar vesaire gibidir.
Bu toprakların hakiki faydası, bizim bunları görmemiz, tanımamız ve sanattan sanatkara doğru bakmamız içindir. Bundan başkası faydasızdır. Maksuttan uzak düşmektir, gaflette kalmaktır. Yetmiş iki millete bak! Hepsi, bu eserlerle uğraşıyorlar. Kimi, nücuma dalmış, kimi kozmoğrafya, kimi yıldızların ahkamını bildiren, kimi cevherler, madenler vesaire gibi yüz binlerce had ve hesaba gelmiyen ilimler ve marifetlerle uğraşırlar. Her biri, ilim ve marifetiyle bir kısım halkı, kendisine bağlıyor. Dikkat olunursa, herkesin bir ilim ve bir sanat, tarikat ve mezhebi seçtiği görülür.
Meselâ, meyhaneye baksan, orada kiminin bir kadına, kiminin bir Çocuğa aşık olduğunu ve bir kuş gibi onların tuzağına düştüğünü görürsün. Alemde de böyle faydasız, sonuçsuz, yanlış, mahrumiyeti ve maksattan uzaklığı gerektiren ne kadar ilimler ve bunlarla uğraşan ne kadar alimler vardır ve ne kadar da tatlı nimetler vardır ki ötedenberi yüzbinlerce halk, bu denizin her bir dalgasıyla bunların içinde kaynamış gitmişlerdir. Ve bunların hepsi de bu nimetler içine daldılar. Kendi hallerinden hoşnut, memnun ve kendilerinden geçmiş idiler, bu memnuniyet ve kendinden geçmeklik ile, Her kavim, kendi elinde bulunan şey ile sevinir (H.), buyrulduğu şekilde: “Benim gibi mutlu olan, kimdir? Ben dünyada bütün insanlardan daha, mutluyum!” dediler. Fakat hakikati, fayda yönüne giden yolu bulanlar ve faydalananlar; yapılan şeyden, onu yapan ve atılan taştan atanı bulup ona bakan kimseler, alemin canı ve Adem’in özü olan doğru, Allah’nın has kullarıdırlar. Bunun alimleri, vilâyetleri, mülkleri, yaşayışları ve saltanatları tarif olunamaz.
Her işi gören, Allah’dır. Geri kalanlar hep âlettir. Her kim Allahın hakikî ve külli fail olduğunu bilirse o, iş ve güçten kalır; işe yaramaz olur ve bu sebepten bu mana ile ölü sayılabilir. Allahın bu alemdeki umumi ve külli tasarrufundan haberdar olmak, ölmek demektir. İşte Ölmeden evvel ölünüz! (H.) sözünün anlamı budur.
Beyit:
Ey dost, eğer dirilik istersen ölmeden evvel öl!
Çünkü İdris (Selâm Onun üzerine olsun) böyle ölmekle bizden evvel cennetlik olmuştur.
Bütün varlıklar Tanrı’nın tasarrufu altında, birer âlettirler. Kim, bu hakikatten haberli olmuşsa o, Tanrı’ya ulaşmıştır. O’nun velisi olmuştur. Bundan haberi olmayan ise O’ndan uzak kalanlardandır. O halde bu hakikati bilen bir ölüdür. O kendisinin bir fiil ve hareket sahibi olmadığını bilir. Tanrı’dan başkasını görmez. Kendi kendiliğinden geçmiş ve ölmüş, arada yok olmuştur.
Şiir:
Onlar kendilerinden yok, Tanrı ile var olmuşlardır.
Şu tuhaftır ki bunlar hem var, hem de yoktur.
Meselâ bir insanın elinde bir kalkan bulunsa, akıllı olan bir kimse: “Bu kalkan kendiliğinden hareket ediyor veya dönüyor!” demez. Kalkanın hareketi, onu tutanın hareketine bağlıdır. Müminin kalbi, Tanrı’nın parmaklarından iki parmağının arasındadır, Tanrı onu istediği gibi çevirir. (H.).
Binaenaleyh bir müminin yüreğinden ne gelirse, onun iyi ve övülmeğe yakışır bir hareket olduğunu bilmek lâzımdır. Meselâ, kaza ve kaderin yaptığı her iş birdir. Onda hayır ve şer beraberdir. İnsanın: “Allah bu işi iyi, onu kötü yapmıştır” demesi doğru değildir. Meselâ Allah, tutar bir peygamberi yok eder, yahut türlü türlü belalara müptela kılar; bir kâfire veya bir zalime de hayat, sağlık, kuvvet, ömür, saadet, mülk ve saltanat bağışlar. Bunun her ikisi de Allahın işidir, her ikisini de iyi görmek lâzımdır. Kim ki Allahın işlerine karışır: “Bunu iyi, onu kötü yaptı” gibi tenkidlerde bulunursa kâfir olur. Allahın tasarrufu altında bulunan Mü’min de aynı hükmü taşır. Onun bütün işleri birdir ve makbuldür. Onun yaptığı işlere karşı koymak, onları tenkid etmek doğru değildir. Allah, Attığın zaman, sen atmadım, lakin onu Allah attı (Sûre: 8, Ayet: 17) buyuruyor.
Bunun manası şudur: “Ey Muhammed! senin yayından çıkan her ok, sûreten senin yayından çıkmıştır. Fakat o, manen bizim tarafımızdan atılmıştır. Hatta senin varlığın bile bizim elimizde bir yay gibidir. Senden çıkan oklar, Hak tarafından atılmıştır. İnsan bu kalıptan ibaret değildir, bir kervansaraydır. Her an, o kervansaraya yeni yeni kişiler gelir ve tekrar giderler. Eğer bu kervansaray sahibi, akıllı ve uyanık bir adam ise, o kervansaraya daima gelip giden ve daima tasarruf eden, türlü türlü insanları temaşa eder. Onlar gökten, yerden, arşdan ve ferşden midir? Kimlerdir? Bütün bunları gözden geçirir; her gelen düşünce, bir kişidir. Vücut, bir siper ve âlettir; düşünce o âlete istediği gibi tasarruf eder. Bir düşünce gelir, seni harekete getirir; onun arkasından başka bir düşünce gelir, seni sakinleştirir. Bu yüzden vücut, düşünce elinde bir âletten başka bir şey değildir..
—————————
Gök ve yer, cisimler, bedenlerin evidir. İnsanın kalıbı olan bedenler de bu ruhun ve aklın evidir. O halde beden, mananın evidir. Dünya ise suretin evidir. Suret ise sınırlıdır; mananın ise sınırı yoktur. Bu yönden insanın kalıbı olan beden, büyük âlemdir. Gök ve yer ise küçük alemdir. İnsanın vücudu, bir hayvan ve merkeptir. Nitekim Peygamber, (Selâm O’nun üzerine olsun) nefsin senin binek hayvanındır; ona iyi bak (H.), buyurmuştur. Eğer vücut, merkep olursa, gök ve yer de merkepler olurlar. Çünkü bunlar suret ve bedenlerin evidirler. O halde, ruhun sarayının bu alemin dışında başka bir alemde olması lâzım gelir. Elbette akıbet, başlangıçtan daha hayırlı olacaktır (Sûre 93, Âyet: 4) buyrulduğu gibi ahret, bu dünyadan daha hayırlıdır. Ruhun keyfiyeti olmaz; onun sarayı da keyfiyetten münezzehtir. Beden ise surettir. Onun evi de suret âlemidir.
————————————–
Peygamber (Selâm O’na olsun) İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınız vakit, mezarlarda yatan ululardan yardım isteyiniz (H.), buyurmuştur. İnsana herkesin ziyaret yeri olmayan alelade ölülerden yardım erişirse, Allahın, onlar Allah yanında diridirler, rızıklarına nail olmaktadırlar (Sûre:3, Âyet: 164), âyetiyle diri ve kendisiyle beraber olduklarını bildirdiği mezar sahibi veliler ve nebiler, evleviyetle başı sıkılanlara yardımda bulunurlar. “Uyku, ölümün kardeşidir” (H.), buyrulduğu veçhile ölmek, bir uykuya dalmak gibidir.
Meselâ, dünyada yanyana yatan iki kimseden biri, rahat ve sevgilisi ile konuştuğu için zevk ve sevincinden bağ ve gülistan, öteki de hicran, zahmet, azap ve elem içinde olacak, aynı yatakta uyuduklarını farzet; insanlar, öldükten sonra da böyle olabilir, iki ölüden biri, mezarda Allahın rahmetine eriştiğinden rahat ve zevk içinde yatar, öteki de tersine türlü türlü azaplarla muazzep olur.
Bunun için ölüler hakkında “Toprağı hoş olsun” derler. Ölülerin cismi, mezarda dağılmağa başladığı zaman, rahat ve azabın, onların bedenlerinin parçaları üzerinde vâki olması imkânsız değildir. Günahkâr olmayanların bedenlerinin münkalip olduğu toprak, rahat ve hoşluk, ötekilerininki de zahmet ve azap içinde olur. “Toprağı hoş olsun!” diye dua etmek mânâsız değildir. Ve tamamiyle toprak oldukları zaman, iyilerin toprağı, rahat ve hoşluk, ötekilerinki tersine azap ve zahmet içinde kalır. Yalnız bunların durumlarını anlatacak dilleri yoktur. Toprağı hoş, kabri nur ve rahmet içinde olsun! diye büyükler boşuna söylememişlerdir; bunda söylenecek daha pek çok sırlar vardır. Fakat bunların bazısı dile gelir, bazısı gelmez.
Dilin söylenebilenleri söylemesine Allah izin vermez. Bunun gibi bazı kimseler riyazet ve mücahede ile erirler. Zayıflarlar, yağ ve et gibi zahirî varlıklardan fâni ve yok olurlar. Bununla beraber onlar, bu yokluk içinde zevk ve hoşluk içindedirler. Bazı kimseler de bunların aksine olarak mezarda fena bulurlar. Bu şunlara benzer: Tatlı bir taneyi havanda döversen o, yine tatlı olarak kalır. Tatlılığını kaybetmez. Eğer acı taneyi döğsen, ezsen onun da acılığı gitmez. Bir şeker parçasını döğüp un haline getirsen o, şekerlikten çıkmaz. Ebucehl karpuzunu ne kadar döğüp un haline getirsen o yine acıdır. Yaşadığınız gibi ölürsünüz. Öldüğünüz gibi haşr olursunuz (H.), Bunun mânası şudur:
Eğer bir taneyi yere ekersen o, yerin altında ilk önce çürür, yok olur, su haline gelir; sonra yine biter. Eğer o tane, tatlı bir tane ise, büyür ağaç olur ve tatlı bir meyve verir; fakat acı bir taneyi ekersen ondan öyle bir zakkum ağacı çıkar ki meyvesini ancak cehennemin yılanları yiyebilir. Tuhaf şey! Sen bir taneyi yere ektiğin vakit o tane, yok olduktan sonra tekrar var olduğu halde, insanın vücudunu o taneden daha aşağı mı tutuyorsun?O tanenin toprağın altında yok ve su olduktan sonra yine var olacağını zannediyormuydun? Fakat, sen bunu sayılamıyacak kadar çok gördün, tecrübe ettin, ondan sonra sana mâkul ve tabiî görünmeğe başladı. İşte böyle Allah, velilerine de yok olduktan sonra varlık gösterdi. Allah onları, bin kere yok ve var etti.Ölmeden evvel ölünüz (H.), buyrulduğu, veçhile, ölümden evvel onların varlık tanesi yok oldu. Senin, zaruri ölümden sonra var olacağın gibi, onlar da bugün bu ölümle, peşinen diri ve var oldular. Onların kıyameti, peşin oldu; fakat sen, burada ölmediğin için, senin kıyametin, veresiye kaldı. Senin yarın göreceğin ölüm, haşır ve neşir, berzah, sırat, cennet ve cehennem vesaire gibi şeyleri onlar bugün gördüler. Bu dünyanın ahvalinden sana nasıl bir şey gizli değilse, ahiret âleminden de onlara gizli kalmış hiçbir şey yoktur.
Mısra:Sofiler bir anda iki bayram yaparlar.Herkesin bir bayramı vardır, onların ise iki bayramı vardır. Çünkü onlar, iki diriliğe maliktirler; biri ten diriliği, diğeri can diriliğidir.Onların vücutları halk ile, kalbleri Allah iledir. Bunun altında da birçok sırlar vardır, fakat söylemeğe izin yoktur.Allah güzeldir, güzelliği sever (H.).Çalış ki hem ölümünde, hem de diriliğinde bir olasın. Belki diriliğin ölümdedir. Tane ölmeden ağaç, ekmek ve yemek hazmolmadan akıl ve can olamadı. Bir inciyi diğer un haline getirir, sürme yaparlarsa göz nuru olur, o nurdan boş olan inci, cevher ayan görmedir. O ekmek, kevveti natıka olur. Eğer buğday ekersen buğday, adam ekersen adam olur. Eğer sen ekmekten diri isen, toprağa girdiğin vakit ekilmiş buğday, belki akrep olursun. Ekmeği sana, adam olman için vermişlerdir.İyi şeylerden yiyiniz ve iyi işler yapınız. (Sûre: 23, Âyet: 53) Sen ise salih değil, doğru yolunu şaşırmış oldun; belki akrep hükmünü aldın.
Nitekim akrepten de zarardan başka bir şey hâsıl olamaz. Sen de onun gibi oldun. Çünkü, Allah böyle adamlar hakkında: Onlar hayvanlar gibidirler. Belki daha sersemdirler. (Sûre: 7, Âyet: 178) buyuruyor. Eğer sen akrep gibi toprağa ekilirsen haşır zamanında adam gibi biteceğini ümit etme! O kıyamet gününde, bazı yüzler beyaz, bazıları siyah olurlar. (Sûre:3, Âyet: 26) Fakat, insan olursan ay ve güneş gibi, mezardan ak pak ve nurlar içinde olduğun halde çıkarsın, cennetin en güzel yerinde peygamberler, sadıkla iki günlük gaddar ve aldatıcı dünya için iki dünyanın maskarası olan kimseye de ne yazık! Dostları da: O gün kendilerini sakınanlardan başka, dostlar birbirine düşman kesilirler. (Sûre: 43, Âyet: 67), buyrulduğu gibi ondan utanırlar. Onun düşmanı kesilirler.(50) Allaha ve Peygambere itaat eden, Allahın nimetini nail olan Peygamberler, gerçekler, şehitler ve iyilerle beraber olur. (Sûre:4, Ayet:71.
—————————–
Nazar ikidir. Biri mahsus, diğeri vicdanîdir. Mahsus, başımızda bulunan gözdür. Vicdanî de kendisiyle, kendimizdek hışım, barış, kahır, lütuf, cömertlik, hasislik, güven, korku, açlık, tokluk, zenginlik, fakirlik, sadakat, yalancılık, dostluk, düşmanlık, uyuşma, karşı koyma, şehvet ve iffet hallerini görebildiğimiz gözdür. Sen, bunların hepsini başındaki gözle göremezsin. Vicdanî nazarla görmek, öbüründen daha kuvvetli olur. Meselâ, bu görünen gözle, kırmızı veya sarı bir şeyi görürsün; ama gözlerini kapadığın vakit bunları göremezsin. Fakat vicdanî gözle içinizdeki şehvet, korku ve hışım hallerini görürsün. Başındaki gözlerini açsan veya kapasan, bunlar kaybolmaz. İşte bundan da anlaşılıyor ki vicdanî görüş, daha kuvvetlidir.
O halde ey ahmak! Bu görmek ve bilmekten, zayıf ve aşağı olanı muteber tutuyorsun da bundan daha kuvvetli, fıtrî göze neden kıymet vermiyorsun? Bu, senin her şeyi yerinde yapmaktan ve bilmekten malûl ve zayıf olduğundandır. İşte bizim bu söylediğimiz mânalar o kadar lâtiftir ki mahsus olan bu gözle bunların hepsinden lâtif ve niteliksiz olan Allahı nasıl görebilirsin? Cisimler, kesif, ruhlar ise lâtiftir. Böyle olduğu halde, ruhlar bile Allaha nazaran kesif sayılırlar. Fakat sen, canını bedeninde gördüğün gibi, Allahı da canında görmeğe çalış.
Çünkü beden candan, can da Allah’dan diridir. Görülüyor ki bütün mânalar bizden meydana geliyor; fakat asıl ve makbul olan mânayı, kendimizde artırmağa çalışmalıyız. Kullanılan her şeyin arttığı, terk olunursa azaldığı tecrübe ile sabittir. Meselâ insanın vücudunda kuvveti azalsa, onu kullanmakla, taş kaldırmak, güreş tutmak, yay çeymek gibi idmanlarla çoğaltabilirsin. Her gün bunları yapmakla kuvvetin eskisinden daha fazla olur, bırakırsan yine azalır. Memede de süt emmekle, sağılmakla artar. Yerde bulunan kuyuların suları, çekilmekle çoğalır, çekilmezse azalır. Hattâ kurur. Bu bakımdan Allah: Namazlarınızı kılınız; zekâtlarınızı veriniz. (Sûre: 2, Âyet:40) âyeti ile şöyle söylemek istiyor: Sizin varlık kuyularınızda bir su vardır ki o, îman ve bağlılıktır. Siz zikr, tâat, geceleri namaz kılmak, gündüz oruç tutmak, zekât vermek ve saire ile o suyu artırırsınız. Eğer terk ederseniz, bu su azalır; belki sonunda büsbütün kurur. Sen de bildin ve tecrübe ettin ki her iş, uğramakla, ona kendini vermekle ve onu düşünmekle ilerliyor, artıyor ve daima senin için, onunla doluyor. O halde hak, dünyada bütün işlerden hangi iş daha yüksek ve şereflidir, onu kendine seç, onunla meşgul ol, ömrünü harca. İçine düşünceye kadar o havuzun kenarında dolaş.
———————————–
Yunus (selâm O’nun üzerine olsun) balığın karnında, Mustafa’ (selâm O’nun üzerine olsun)yı Arş ve Zühal yıldızlarının makamında gördü. Yunus’u balık yuttu; sonunda Allah dua ile O’nu kurtardı. Bazı muhakkikler denizden maksat, bu âlem balıktan maksat da Yunus’un cismi ve ruhudur, derler. Eğer ruh tesbih ederse, bir balık gibi olan bu cisimden kurtulur. Eğer tesbih etmezse ruh, o cisimde hazmolur ve yok olur. Binaenaleyh tesbih, iki iş görüyor demektir. Biri, sudan ayrıldıkta diri bulunduruyor; meselâ balığı sudan çıkarıp kuru toprağa korsan rutubet ve biraz su, onun suya kavuşuncaya kadar ölmesine mâni olur. İkincisi: teşbih zindandan kurtulmasına sebep oluyor. Bu zindan da balığın karnıdır. Allahın zikri, ilim ve hikmet, birer kap gibi olan nazarlar ve ibarelerle, denizden gelen suya benzer, Ruh da zikirden uzak düşmüş bir balık gibidir. Ruhu, Allah ile zikre ulaşıncaya kadar diri ve taze tutar. Bu balık eğer ilimde marifeti mahv, şükür, zikir ve fikirden uzak düşer ve yabancı kalırsa, yok olur ve onun îman cevheri kalmaz. Allah bizleri bundan saklasın.
—————————
Güneşi parıl parıl ışık, ayı aydınlık olarak yaratan O’dur ( Sûre: 10, Âyet: 5) buyuruyor. Gök, bu gördüğümüz gökten başka bir gök, güneş bu gördüğümüz güneşten başka bir güneş, ay da bu gördüğümüzden başka bir aydır.
Beyit:Can vilâyetinde ne gökler vardır ki onlar bu cihanın göklerine hâkimdirler.
Bu suret âleminde görünen her şey, mâna âleminde bir örnektir. Bunun için Allah: “Bu dünyanın metaı azdır” (Sûre: 4, Âyet: 79). buyuruyor. Yani o cihan, baki ve sonsuzdur; ben o sonsuz ve baki olan âlemden az bir şey buraya gönderdim. Bununla, o âlemin ne olduğunu anlamanızı istedim. Meselâ, bir bağ ve gülistandan bir ağaç dalı veya bir demet çiçek getirirler ve bununla halk, o büyük bağ hakkında bir fikir edinir.
İşte bu âlemde bulunan her suret, o âlemden bir hikâyedir. O âlemden haber verir. Bu suret âleminin göklerinin güneşi, ayı olur da bu âlemin aslı ve ruhu olan o mâna âleminin güneşi ve ayı olmaz mı? Fakat halk, o âlemi göremediğinden ona bunlardan nasıl bahsedilebilir. Bahsedilse de anlıyamazlar; onlar da bu âleme kıyas ederler. Güneş kutuptur. Nur saçar; doğru olan velî de o kutuptan nur alır. Bunun şerhi uzundur, eğer söylense akıllar onu kavrıyamaz. Kılavuz ve vâkıf olanlara bu kadarı kâfidir. Onlar bundan istidlal ederler ve çalışırlar, böylece söylemediklerimizi bununla anlarlar.Kur’anın bir içi vardır, içinin de içi vardır. Bu böyle yedinci içe kadar devam eder (H.). Kur’anın suretinin yedi içi vardır; şimdiye kadar âlimler ve velilerin tefsirleri, dördüncü yüzünü geçememiştir. Daha fazlasından haber verememiştir. Bununla beraber velilerin, yedinci yüzüne vâsıl olamadıkları anlamını, çıkarmamalıdır. Onlar vâsıl oldular ve öteye bile geçtiler; fakat kelime ve cümleye ancak bu dördüncü yüzünün mânasını sığdırabildiler.
Meselâ, bir insan karadan yola çıksa, karayolunun menzillerini, şehirlerini, dağlarını, sahralarını, çimenliklerini, ormanlarını anlatabilir. Bunlar tasvire sığar; fakat bu adamın gitgide yolu denize dayansa, bu deniz üzerindeki yolculukta gayeye vâsıl olduktan sonra kat’ettiği menzilleri, yollan nasıl anlatabilir?Beyit:Kalem buraya geldi kırıldı.Ev yıkıldı, kapısı kırıldı.Bundan da anlaşılıyor ki Kur’an, herkesin istidadına göre bir yüz gösteriyor. Meselâ zengin bir adamın evinde çocukları, köleleri, hısım ve akrabası olur; bunların bazısı çocuk, bazısı genç, bazısı ihtiyardır. Aile sahibi, bunların hepsi ile hallerine göre görüşür, konuşur, ihtiyaçlarını temin eder. Allah da böyledir. Süleyman’ın da, karıncanın da yiyeceğini ve kuvvetini verir.
Allahın sözü olan Kur’an da buna benzer. Herkese, anlayışı ve aklı ölçüsünde yüzünü gösterir. Bayezid bir gün yolda giderken bir şerbetçi: “Yalnız bu bir tanesi kaldı.” diye bağırdı. Bunu işiten Bayezid bir nâra attı. Esvabını yırttı, kendinden geçmiş birhalde yere yuvarlandı. Ayılıp kendine geldiği vakit müritleri ona: “Hayrola! ne gördün, ne işittin ki bu hale geldin?” diye sordular. Bayezid: “Ey alçaklar! Bu adamın ne söylediğini işitmediniz mi? Bende ondan başka birşey kalmadı, diyordu” dedi. Halbuki şerbetçinin maksadı, şerbetten yalnız bir bardak kaldı, demekti. Biran evvel satılması için, böyle bağırıyordu. Fakat Bayezid, yüzünü daima Allaha çevirmiş olduğundan, onun “bir” demesinden, bir olan Allahı anladı ve düşüp bayıldı. Tamamiyle Allaha mal olmuş velîler mecazdan, hakikati anlarlar. Başkalarının yaptığı gibi, hakikatten mecaza nasıl giderler?” Aç bir adama: “İki iki daha kaç eder?” diye sormuşlar, o cevabında “dört yuvarlak ekmek eder.” demiş; eğer bu acın önüne dört yuvarlak ekmek koysalar o, “dört” nasıl der?”
cevabında “dört yuvarlak ekmek eder.” demiş; eğer bu acın önüne dört yuvarlak ekmek koysalar o, “dört” nasıl der?” İbrahim’ (selâm O’nun üzerine olsun) in babası Azer’dir. Sanatı put yapmaktı. İbrahim içinde bir cevher olduğundan, babasının dalâlette olduğunu anladı. Allahı aramağa koyuldu. Babasını terk etti. Rivayet ederler ki: İbrahim akşam üzeri şehirden çıkıp sahraya gitti, orada iken hava karardı, gökte bir yıldız peyda oldu, İbrahim: “İşte! benim Allahım budur!” dedi. Bu yıldız bir zaman sonra batınca: “Hayır! Bu Allahlığa layık değildir. Çünkü kayboluyor, Allah bakidir, bu ise fânidir” deyip düşüncesini değiştirdi. Biraz sonra ay doğdu, onu görünce de: “İşte benim Allahım bu olsa gerektir;” bu da batınca: “Bu da Allahlığa lâyık değildir” dedi. Sonunda böylelikle sabah oldu, güneş doğdu. İbrahim güneşi görünce: “Benim aradığımAllah her halde bu olacaktır; çünkü bu hepsinden büyüktür.” dedi. Akşam olup güneş de batınca: “Hayır, bu da Allahlığa lâyık değildir; ben yüzümü batışı olmayan, daima bakî kalan bir Allaha çevirmeli ve ona tapmalıyım.” dedi.”(55) (55) Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana dosdoğruca çevirdim. (Sûre:6, Ayet: 79.
Her şeyin dış tarafını görenler, bu âyetteki İbrahim’in gördüğü bu yıldızlardan, bu duman gibi görünen göktek yıldızı, bu aydan ve güneşten de bu gökyüzündeki ayı ve güneşi zannederler. Büyük adamların sırlarından, bu sersemler, bunun dış manasını anlamışlardır. Fakat her şeyin iç yüzünü gören muhakkikler, bu iki cihanın padişahları, başka türlü anlamışlardır. Onlar derler ki: “İbrahim (selâm O’nun üzerine olsun) bulûğ çağına eriştiği zamandan beri, bu kadar yıllar esnasında hiç göğü, yıldızları, ayı ve güneşi görmemiş mi idi? Yalnız ilk defa olarak bulûğ zamanında mı gördü. Bu yönden bu âyetteki göğü, yıldızları, ayı ve güneşi zâhirdekine hamletmek büyük bir ahmaktıktır. Onlar, bu âyetin mânasını anlamamışlardır. Akıllı bir adam, bir söz işittiği vakit, eğer ondan mâkul ve faydalı bir mâna çıkaramazsa, o sözü mâkul ve faydalı bir mâna ifade edecek bir tarzda te’vil etmelidir. Meselâ, bir kimse: “Ben ok atan bir arslan gördüm” dese bundan, ormandaki, bildiğimiz “yırtıcı arslan” mânasını anlamamalıdır. Çünkü onun ok atması imkânsızdır.
Bu arslandan maksat cesur, mert bir adamdır. Binaenaleyh akıllı bir adam, akıllı kimselerden ne işitirse, eğer onun zahirinden akla yakın bir mâna çıkarmazsa, mecaz tarafına sapıp ondan akla yakın bir mâna çıkarmağa çalışmalıdır. Bu âyetteki “akşamdan” dan maksat, İbrahim’in varlığıdır. Çünkü, “Allah mahlûkları karanlıkta yarattı, sonra bunların üzerine nurundan serpti (H.). sözü de bunu gösteriyor. İbrahim, kendi varlığı akşamının karanlığında, seyir ve sulukta bulundu. Sonra Allahın o kadim olan nurundan üzerine serpildi. İbrahim bununla kanaat etmedi; bu nur kendisine bir yıldız gibi göründü, seyir ve sülûkünde devam etti. Daha ilerledi bunun sonucu olarak varlığında bir parlaklık gördü. Bu, ona güneş gibi göründü. Kendi kendine: “Bu parlaklık, bütün seyrettiğim makamlarda gördüğümden daha çok, o halde” ben bu seyrimde daha çok ilerlemeliyim! “Asıl maksuda vâsıl olmalıyım” dedi.
Bu nurlar içine gark oldu sonra: Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana doğru çevirdim (Sûre: 6, Âyet:79) dedi. Bununla İbrahim (selâm O’nun üzerine olsun) böyle demek istiyor: “Ben ucu, bucağı olmıyan ölçüsüz denize yüz çevirdim” ve gayeye vâsıl olduğumu zannettim. Parmağımı koyup: “İşte burası sonudur” dedim; fakat baktım ki değil. O sonsuz denize, bir son ve sınır tasavvur ettiğimi anladım. Sonra baktım ki bu makamların, bu kerametlerin, bu nurların sonsuza kadar sonu yok. Bundan sonra da türlü türlü güneşler doğacak, günden güne artan makamlar, zuhur edecek. Tam bir feragat ile yoluma devam ettim. Nihayet kendimi tam aslın ve vaslın içinde buldum. Önceleri de bu durumda idim; fakat hamlıktan, başka türlü zannediyordum. Birtakım korku doğuran şüphe, yok oldu ve güven, rahat karalığı bulunan yakîn, onun yerine geçti. Yakîn Allahın dostudur. Şek ve şüphe, münkir ve yabancıdır. Yabancı olan bu şek, aradan çıktı.Yegâne olan yakîn, onun yerine geldi. Sonra, iyi bil ki Allahın dostları için hiçbir korku yoktur. Bunlar zerre kadar mahzun olmazlar (Sûre: 10, Âyet: 63) âyeti nazil oldu.
————————–
Dünya bir seraptır ve sana su gibi görünür. Hiç kimse dünyadan emeline nail olamaz, tersine ondan uzaklaşır. Bir serabı görüp de ona doğru koşup giden adam, suya ulaşabilir mi? Durduğu yerde kalırsa belki suya yaklaşır. Kanaat tükenmez bir hazinedir (H.). Bu adam suya erişemezse de hiç olmazsa, suya erişeceğim, diye yorulmaz vedaha çok susamaz.
Beyit:
Senin bu dünyada sevgiliden nasibin,
rüyada gördüğün hayalden nasibin kadardır.
Evet senin bu dünyanın güzellerinden, sevgililerinden ve dostlarından nasibin, uykuda gördüğün ve tatlı rüyalardan aldığından daha fazla değildir. Eğer rüyada bir şey yesen, hakikaten onu yememişsindir; bir şey giysen, giymemişsindir. Eğer merkepler yükü altınlar ,ele geçirsen, yine iflas etmişsin. Rüyada sevinç ve keder, padişahlık vebekçilik birdir. Bir ma! eline geçerse, sevinirsin ve bir kimseyle kavga edersen, uyandığın zaman başına gelen bu iki hali gözünün önüne getirir de: “Ben ne ahmak adammışım! Ne yaptım da bu aslı olmıyan şeylerle kendimi aldattım?” diye sen de başına gelen bu iki hale gülersin. Bu dünya ile meşgul olan bir kimse, yel “bâd” ve dünyadan elini çeken ise bade içer. Çünkü Allah kime yol gösterirse o kimse, yol bulur (Sûre: 7, Âyet: 177) buyrulmuştur.
Dünyayı rüyaya, uykuya benzetirler. Yalnız aradaki fark şudur: Uyku hissidir. Dünyada uyanıklık ve dünya işleri ise gaflet uykusudur. Bu gaflet uykusu, bizim o gece uykusundan daha ağırdır. Çünkü bu hissî uykudan insan bir sesle bir hareket ve korku vebir darbe ile uyanır. Fakat bu gaflet uykusundan yüzyıllardan beri peygamberler birbiri peşinden geliyorlar, bu kadar vâadler ve vaidler de bulunurlar; Velîlerin boğazları bağırmaktan ağrıyor ve daima: “Ey gafiller! siz bu ormanda, bu yırtıcı kurtlar arasında niçin hiç korkmadan uyuyorsunuz? uyanınız! bu kanlı ormandan, bu gaddar dünyadan kalkıp gidiniz. Dar-ül karar olan dünyaya koşunuz” diye bağırdıklan halde, hiç kimse bu ağır uykudan uyanmıyor.
Onlar, şeytan’ın: Ben onların hepsini azdıracağım (Sûre: 15, Ayet: 39) dediği gibi, ta ötedenberi Adem’e ve zürriyetine girmiş olan nakış ve şeytan denilen şekavet kuvvetleri onları parça parça edip, cehenneme yem yapıncaya kadar, uykularına devam ediyorlar.
————————————-
Cehennem, şeytanın karnıdır, midesidir. Allahın rahmetine sığmıyan, elbette şeytanın midesinde hazmolup gider. Bunun tafsilâtı uzundur. Bu şuurla çözülür bir düğüm hallolunur bir nükte değildir. Çözülmez ve çözülmeyecektir. Meğer ki Allah lütuf ve kereminden bize yârdım etsin. Allahın hidâyet ettiği kimse hidâyete erişir. (Sûre: 7, Âyet: 177) O ancak bu suretle nimetine erenlerin (Sûre: I, Âyet: 6), sırrına mazhar olanlann sırasına erersin. Ve Allahın gazabına uğrayanlann zümresinden kurtulursun, onlardan ayrılırsın; çünkü bunlar, gazaba uğramayanların ve sapmayanların (Sûre: I I, Âyet: 7) sırrına mazhar olmuşlardır. “Her an başaşağı” işarettir. Lâfzı tuhaf ve acaiptir. Bu dünya, te’vilsiz cehennem ve onu terk de cennettir. Görünüşte tatlı, mânaca acıdır. Fakat bu acı, sana tatlı görünür. Meselâ, toprak yiyen hasta bir adama, mizacının bozukluğundan dolayı, toprağın tadı şekerden daha tatlı gelir. Safra hastalığına tutulan bir kimse için de Ebucehl karpuzu gibi acıdır. Mizaç iki kısımdır: Batınî mizaç, zahirî mizaç. Nebilerin bâtın mizacı salim ve doğrudur; onun için cenneti, dünyayı terketmekte ve bekayı fenada buldular.
Açlık Allahın yemeğidir; bu açlık, insanlar için acı bir şeydir. Halbuki Allahın yemeğidir; peygamberlerin ağzında ve damağında baldan, şekerden ve helvadan daha tatlıdır. Şakiler, âsiler ve gafillerin ağzında ise öldürücü bir zehirden daha acıdır.
Beyit:
Ben gerçek diriliği ölümde buldum;
benim serhoşluğum ölüm şarabındandır.
Cennet insanların hoşuna gitmiyen şeylerle, cehennem de şehvani şeylerle örtülüdür (H.). Sen, cehennemi dünyadan uzak görme; dünyada tam cehennemin içindesin, bundan haberin yok. Nitekim bir çocuk da okulun ilim, edep, tahsilini, meşakkatini ve acılığını kumar ve oyunun lezzetine tercih eder. Halbuki o’ acılık, tatlılığın ta kendisi vetatlılık da tamamiyle acılıktır. Gaflet perdesi, gözlerin önünden kalkar ve sırlar perdesiz görünürlerse, o zaman ne oldukları, hakikî mahiyetleri meydana çıkar. Sırların meydana çıktığı gün, (Sûre: 86, Âyet: 9) bütün uykuda bulunan gözler gaflet uykusundan uyanırlar.
Bugün senin gözün keskindir; (Sûre: 50, Âyet: 21) buyrulduğu gibi nazarlar keskinleşir, o zamana kadar hep ters gördüklerini anlarlar. Artık onlar cehennemin hendeklerinde baş aşağı asılı kalırlar. Tutacak hiçbir şey bulamazlar ki ona el uzatıp yapışarak kendilerini kurtarsınlar. Nur, hayır, âmel, tâat, sabır, ibâdet ve zikir gibi kurtuluş çarelerinin hepsi ellerinden gitmiş olur. Bugün Allahın rahmetine erişenlerden başkaları için Allahın azabından başka bir kurtuluş yoktur (Sûre: 11, Âyet: 45) buyrulduğu gibi Allahdan başka kurtarıcı bir şey kalmaz. Sağdan ve soldan kazandığınız amellerin, tadını tadınız, (Sûre: 7, Âyet: 37) sesi erişir. O halde ey dünya âşıkı ve dünya işleriyle meşgul olan kimse! şunu bil ki her ne kadar sana bu dünya tatlı görünürse de cehennemin ta içindesin ve onu cennet zannediyorsun.
Seni Hakka çağıran, dünyadan soğutan, ondan ayıran ve ona yabancı kılan, cehennemin hepsinden kurtaran, dünyanın terkine meylettiren, senin karar edecek yerini, meskenini yokluk ve dünya terkinde kılıp, sonunda seni cennete götüren, sana ayrı bir dirilik bağışlayan, “ölmeden evvel ölmek” ve yok olmaktır. Yokluk, varlığın aslıdır. Çünkü varlık yokluktan var olmuştur; bu varlık evvelce yoktu, şimdi yine yok olacaktır. O halde yok, asıldır; ölümsüzdür; varlık, teferruattır. Eğer bugün dünyayı terk edersen, karar evi olan cennet, bugün sana müyesser olmuştur. Kim yokluğu tutar, onda karar kılarsa, onda asıldan bir damar var demektir ki o ,da yokluktur. Çünkü herşey aslına döner. Fakat bunun aksine olarak kim bu yokluktan kaçar vevarlıkta karar kılarsa fer’iyet onda fani dir. Fer ise fani, asıl bakidir.
————–
Evet, onların tek sohbeti, yüz sene çalışmak ve mücahade etmekten daha faydalıdır.
Peygamberimiz Hazret-i Ali’ye şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar Hâliklerine türlü türlü hayırlarla yaklaşmak istedikleri vakit sen, akılla yaklaşmağa çalış. Bu, dünyada insanların ve ahirette Allah’ın indinde daha çok makbuldür” . Başka bir defa da Peygamber: “Aklen ne kadar yükseldinse, Allah’a o nispette yaklaştın” buyurmuştur. Tâat ve içtihat, aklın bir meyvesidir. “Akıl” asıl, tâat onun gölgesidir. Şunu bil ki akıl azizdir; Allah aziz olan böyle bir cevheri her kuluna vermez. Evet o kimseleri ki onlar, dünya işlerinde bir havuz gibidirler ve bütün dünya işleri onlardan sâdır olur, onlar akılları olduğunu zannederler. Allah ile meşgul olmayan her akıl, akıl değildir, ona akıl denilemez. Böyle bir akıl,akla benzemekle beraber akıl sayılmaz. Serap ta uzaktan suya benzer; fakat yaklaşmak istediğin zaman, bir şey bulamazsın, susuz dönersin. Kalp para da bunun gibidir; hakikî paraya benzer fakat, bir puldan daha değersizdir.
Bunun gibi yalan da doğru gibi görünür; fakat yalancılık yüz karasıdır. Serçe yumurtası, yılan yumurtasına benzer. Siyah bir Hintli ile beyaz bir Türk’ün aslı ayrıdır; fakat, ondan siyah bir Hindli, bundan beyaz bir Türk meydana gelir. Buna benzer örnekler pek çoktur. Akıl, her şeyin sonunu düşünür, nefis ise bunun aksine hareket eder; aklın yardımcıları melekler, nefsinkiler ise şeytanlardır. Allah ile meşgul olan her akıllı insan işin sonunu görmüş, meleklerin yardımına mazhar olmuş demektir. İbâdet, meleklerin sıfatıdır. İbâdet eden, insan suretinde, bir melektir. Madem ki melektir, o halde onun cinsinden olan melekler de ona yardımda kusur etmezler. Akıllı bir insan, insan suretinde bir melek, kötü nefis ise insan suretinde bir şeytandır. Sen bunların ikisini gördüğün zaman, melekle şeytanı beraber görmüş sayılırsın. Melekler, mücerret akıllardır. Şu halde aklı selim ibâdetle meşguldür.
Bu hususta Senaî şu şiiri söylemiştir::
Bu yolda, insan suretinde yüzbinlerce şeytan vardır; bu bakımdan her insan yüzlüye insan demekten sakın.
Mevlânâ’da:
Dünyada insan yüzlü pek çok şeytan bulunduğundan,herkese el uzatmak, güvenmek doğru değildir,
buyurmuştur.
——-
Bir insan uyanıkken ne ile meşgul olursa, uykuda da aynı veya onunla ilgili şeylerle meşgul olur, demiştik. Meselâ, bir külhancı veya bir lağamcı, rüyalarında daima bu lağam veya külhana ait işlerle uğraşırlar. Hakikatte uykuda, bu işle meşguliyeti kesilir; fakat hayali, cismaniyetten sıyrılmış olduğu halde, yine o pis işlerle veya ona benzeyen şeylerle uğraşır. Haşir günü gelip uyandığı zaman da yine o işlerle meşgul olur. Ölüm de böyledir. Peygamber (Allah’ın selâm ve salatı O’nun üzerine olsun) bedene merkep demiştir. Senin nefsin, senin binek atındır, ona iyi muamele et . Uykudaki merkep, uyanıkken sahip olduğun merkebin, seni bir yüzyılda götüremiyeceği yerlere bir anda götürüyor; bir anda doğuda, bir anda batıda olabiliyorsun. Şu halde bu merkebin, değerce diğerinden çok üstün olması muhakkaktır .Mevt-i ıstırarî ile ölen bir kimsenin mevt-i ihtiyarî ile ölmediği için pişmanlık duyması da bu yüzdendir. İyi, kötü, kâfir ve müslüman olan her insan, genel kurallara uyarak öldükten sonra: “Keşke daha evvel ölseydim!” isteğini açıklamıştır.
Çünkü böyle bir ölümden sonra; yukarda bahsettiğimiz gibi bir merkebe sahip olunur. Veya insanın vücudunu, içinde bülbül, papağan, doğan, karga ve kumru gibi türlü türlü kuşlar bulunan bir kafes olarak kabul et! Her kuş bu kafesten kurtulmak için can atar ve kurtulduktan sonra da : “Daha önce niçin kurtulmadım?” diye üzülür. Yılandan daha kötü bir hayvan olamaz. Buna rağmen hapsedilmiş olduğu yerden kurtulduğu zaman son derece memnun olur. Memnuniyetinin sebebi, sahranın sepetten ve kafesten daha geniş olmasıdır. Her insan öldükten sonra, evinin ve çocuklarının durumlarını müşahede ettiği zaman, onların mahpeste olduklarını görür. Çünkü, ruh için kapı ve pencere, perde olamaz; onun kafesi ve bağı vücuttur. Meselâ hayalen Konya’yi görebiliyorsun fakat bizzat görmek için oraya gitmen lâzım.
————
İnsan girift bir yaratık, içice girmiş bir bütündür; en son iç, kökleri yerde bulunan, toprak ve suyla yaşıyan bir ağacın kökü gibidir. Bu kök gizlidir. Ağacın geri kalan kısımlarında meyve, yaprak, gölge ve öz gibi birtakım haller mevcuttur. Eğer bu ağacın âlemini düşüncenle dolaşırsan, ağacın bası ve sonunda kökü olduğunu ve ağacın bu kök vasıtasıyla ayakta durabildiğini görürsün. Bu kök de Allah sayesinde diri ve tamamen Allah’a bağlıdır. İşte bu ağacın kökü olan sonuna eriştiğin gibi, eğer kendi köküne ve sonuna da erişirsen Allah’a erişmiş olursun.
Çünkü, insanın da ağacınki gibi bir kökü ve bir özü vardır ve bunlar onun sonudur. Son varılacak hedef, Allah’ın huzurudur. (Sûre: 53, Âyet: 43.)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…