Kategoriler: Ehli Sünnet Mezhebi

Stratejik Olarak Ehli Sünnet Bilinci

Bu çalışmamızın amacı, geleneksel Ehl-i Sünnet’in geleneğini ve kimliğini oluşturan temel karakteristik özelliklerine ve bunların tarihteki işlevlerine çok genel olarak ana hatlarıyla temas ettikten sonra, bu işlevleri günümüzde de sürdürüp sürdüremediğini, mümkün olduğunca nedenlerini belirlemeye çalışarak sorgulamaktır. Başka bir ifade ile Ehl-i Sünnet’in avantaj ve dezavantajlarının, İslâm tarihindeki başarıları ve başarısızlıklarının ana hatlarıyla bir muhasebesini yapıp bundan yola çıkarak on üç asırlık bir tecrübenin ve birikimin ürünü olan bu geleneğin bu gün için taşıdığı potansiyel güç ve imkanları ne derece değerlendirebildiğimizi irdelemektir.

EHL-İ SÜNNET NEDİR?

Genel ve yaygın kanaat Ehl-i Sünnet’in itikâdî bir İslam mezhebi olduğu şeklindedir. Oysa Ehli Sünnet hem tarihte hem de günümüzde bir mezhebi, fırkayı, grubu değil İslam ümmetinin ana gövdesini teşkil eder.  Ehl-i Sünnet teriminin Arapça “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâa” şeklindeki asıl orijinal kullanımının anlamı ‘Sünnet ve çoğunluk ehli’ dir. Bu ifadedeki “Sünnet” kelimesi “Hz. Peygamber’in Sünneti” anlamındadır. Fakat sözü edilen Hz. Peygamber’in Sünneti’nden maksat sadece onun bireysel davranışları değil, yine O’nun rehberliğiyle Kur’an’ın fert ve toplum olarak sahabe tarafından yaşanmasıyla oluşan ve daha sonraki nesillerde de devam eden orijinal İslam geleneğidir. “Cemâ’a” dan maksat ise başta ashab olmak üzere her nesildeki İslam ümmetinin çoğunluğu ve ana gövdesi demektir. İşte Ehl-i sünnet  terimi bu sahih, otantik, bozulmamış İslam geleneğine sahip çıkanlar anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’e mensup olanlara Sünnî denilir. Bunlar İslam tarihi boyunca ümmetin ana gövdesini ve çoğunluğunu ( es-Sevâdu’l-A’zam) teşkil etmiştir. Ehl-i Sünnet’in karşıtı Ehl-i Bid’at’tır ve bu gelenekten ayrılanları ifade etmek için kullanılır. Bunlar ise tarih boyunca hep azınlıkta kalmışlardır.

Burada yanlış anlamalara meydan vermemek için bir inceliğe dikkat çekmemizde yarar vardır. Ehl-i Sünnet’in orijinal İslam geleneğini temsil etmesi sadece çoğunluk olmasından değil, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in rehberliğinde oluşan İslam geleneğini benimsiyor oluşundandır. Yoksa ki çoğunluk olmak tek başına hakkın, hakikatin ve haklılığın ölçütü değildir.  Ümmetin çoğunluğu daima bu geleneğe sahip çıkagelmiş olması sevinilecek bir şeydir. Bu  da, başta âlimler ve idareciler olmak üzere kanaat önderlerinin çoğunluğunun bu geleneğe sahip çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla günümüzde ve gelecekte Ehl-i Sünnet’in hayatiyetini ve tarihteki işlevlerini devam ettirip ettiremeyeceğini, bundan sonra da öncelikle âlimler ve idareciler olmak üzere İslâm ümmetinin önderlerinin bu geleneğe sahip çıkıp çıkmayışları belirleyecektir.

Ümmetin toplumsal bütünlüğü açısından avantaj sağlayan bu ana damar çok farklı görüşleri bünyesinde barındırdığından yekpare, statik ve tekdüze bir yapı değil, İslam tarihi boyunca çok farklı görüşleri ve tarihsel figürleri içinde barındıran dinamik ve çok renkli bir oluşumlar manzumesi veya yelpazesi olarak görülmelidir. Çünkü Ehl-i Sünnet kavramı farklı tarihsel dönemlerde farklı fikrî ekollere isim olarak verilmiş, farklı tarihsel süreçlerde farklı oluşumlar tarafından temsil edilmiştir. Ehl-i Sünneti hakkında “havz-ı kebîr-büyük havuz” veya bir “koalisyon” nitelendirmeleri yapılmıştır. Sünnî gelenek içindeki âlimler arasında da önemli görüş ayrılıkları mevcut olagelmiştir. Örneğin; İslam tarihinin erken dönemlerinde nassların zahir anlamlarını esas alan ve te’viline karşı çıkan, aklî argümanlarla inanç esaslarını temellendirmeye dayanan kelam metoduna cevaz vermeyen Selefî anlayış Ehl-i sünnet’i temsil ederken, ileriki yüzyıllarda kelam metodunu kullanan Eş’arî ve Mâtürîdî gibi imamlar Ehl-i Sünnet’in en önemli temsilcileri olmuşlardır.

Öte yandan Ehlu’r-re’y  ve Ehlu’l-eser hadis ayrışmasının her iki tarafı da Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcileri olarak  Ehl-i Bid’at’a karşı müşterek mücadele vermişlerdir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramının çerçevesini çizmek, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu belirlemek oldukça zordur. Bu çok ciddi, analitik ve empirik bilimsel gayretleri gerektiren bir iştir. Belki en doğrusu bir Ehl-i Sünnet’ten değil, bir çok Ehl-i Sünnet’ten bahsetmektir.

EHL-İ SÜNNET’İN OLUŞUMU VE GELİŞİMİ

Ehl-i Sünnet’in kurucularının İmam Eş’arî ve İmam Mâtürîdî olduğu şeklindeki yaygın kanaat de doğru değildir, ya da sadece ismen doğrudur. Bu iki İmam’dan çok önce Ehl-i Sünnet’in en meşhur prensiplerinin savunuculuğunu yapan ve Ehl-i Bid’at’la mücadele eden âlimler vardır ve bu âlimler çok farklı meşreplere mensup olmalarına rağmen aynı prensipleri savunmuşlardır. İlk akla gelenler arasında başta Ehl-i Hadis olmak üzere, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, İbn Küllâb, Kalanisî, Hâris el-Muhasibî gibi farklı özellikleri öne çıkan şahsiyetler sayılabilir.

Ehl-i Hadîs’e mensup öncüler yazdıkları Kitâbu’l-Îmân ve Kitâbü’s-Sünne’ler ile itikâdî rivayetleri bir araya toplamak suretiyle ve muhtelif fırkalara karşı yazdıkları reddiyelerle Ehl-i Sünnet inancını temellendirirken, Ehl-i Re’y’in baş temsilcisi Ebû Hanîfe “el-Fıkhu’l-Ekber” başta olmak üzere yazmış olduğu itikadî nitelikli risaleleri ve reddiyeleriyle çok erken bir dönemde Ehl-i Sünnet’in asırlar boyu savunulacak temel umdelerini çok kısa ve özlü bir şekilde formüle etmiştir. İmam Eş’arî ve takipçileri Ehl-i Hadîs’in açtığı yolda, İmam Mâtürîdî ve takipçileri ise Ebû Hanîfe’nin açtığı yolda yürüyerek bu oluşumu günümüze kadar taşımışlardır.

Mâtürîdî kelamcıları mezhebin kurucusunun Ebû Hanîfe olduğunu sıkça tekrarlarlar. Eş’arî ise Ahmed b. Hanbel’in yolundan gittiğini bizzat kendisi ifade etmiştir (el-İbane, Dımaşk- Beyrut,1981,17). Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in oluşumunun başlangıcını Hicrî II. yüzyılın başlarına kadar geri götürmek mümkündür. Eş’arî ve Mâtürîdî, Ehl-i Sünnetin kurucuları değil, Ehl-i Sünnet’in iki farklı damarının itikad esaslarını kelam metoduyla kendi çağlarının ihtiyaçlarına göre yeniden formüle eden ve sistemleştiren kişiler olarak nitelendirilmelidir.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA SÜNNÎ NÜFUS

Sünniliğin öğretilerinin teşekkülünde en etkin olmuş mezheplerden biri olan Mu’tezile başta olmak üzere mezhepler tarihinden bildiğimiz mezheplerin büyük çoğunluğu inkıraza uğramıştır, yani yok olmuştur.

İslam dünyası günümüzde alt gruplarıyla birlikte iki büyük ana fırkaya ayrılmış vaziyettedir: Ehl-i Sünnet ve Şia. Şia’nın üç büyük alt grubu ise İmamiyye, İsmâiliyye ve Zeydiyye’dir.

Hindistan ve Pakistan’daki on milyon civarındaki nüfusuyla Ahmedîler ve Türkiye’deki Alevî ve Bektâşîler yaşayan mezheplerden mensubu en çok olanlardandır. Uman ve Kuzey Afrika’daki  İbadiye, Irak ve Suriye’deki Yezîdîler, Suriye’deki Dürzîler ve Nusayrîler nüfus bakımından oldukça azınlıktır. Kesin rakam söylemek mümkün olmasa da Günümüzde Sünnî nüfus, tarihte olduğu gibi, Dünya Müslüman nüfusunun %85-90 civarında çoğunluğunu oluşturmaktadır.

TEMEL GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE EHLİ SÜNNET’İN İ’TİDALİ, KUCAKLAYICILIĞI, MÜSAMAHASI VE GERÇEKÇİLİĞİ

Ehl-i Sünnet’in öncüleri tarihsel süreçte teşekkül eden itikâdî ve siyasî fırkalarla yaptıkları tartışmalarda bu görüşler karşısında kendi görüşlerini ileri sürerek korumak suretiyle, zaman içerisinde teolojilerini yani inanç esaslarını sistemleştirmişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in durduğu yerin tespiti diğer mezheplerin görüşleri ile mukayeseli olarak ele alınmasıyla mümkündür.

Ehl-i Sünet tarihte çok farklı gruplar tarafından temsil edildiğinden bu grupların ve temsilcilerinin görüşleri üzerinde devasa bir literatür oluşmuştur. Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ele alan çok kısa ve özlü metinlerden tutun da çok ciltli hacimli metinlere kadar çok sayıda eser yazılmıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet’in ana fraksiyonlarını tarihsel süreçte ele almak suretiyle müşterek görüşlerine ve ayrıldıkları noktalara özetle dahi olsa temas edebilmek için bu çalışmanın hacmi yetersizdir. Burada kısaca Ehl-i Sünnet’in temel görüşlerini ve bunların arkasındaki temel motifleri ana hatlarıyla özetlemeye çalışacağız.

  • Dinde Aklın Yeri:

İslam âlimleri arasında aklın, beşerî bilginin kaynaklarından birisi olduğunu kabul etmeyen yoktur denilebilir. İtikadî konularda aklın rolü ve akıl–nakil ilişkisinde aklın konumu meselesinde ise aralarında ihtilaf vardır.

Mutezile vahiy bilgisine ihtiyaç olduğunu kabul etmekle birlikte itikadî konuların yani İslam’ın temel ilkelerinin ispatında akla öncelik verir. Bu mezhebe göre Peygamberi ve Kur’anı, Kur’anla ispatlamak mümkün değildir. Gerekçeleri, Müslüman olmayanlara İslam tebliğ edilirken veya onların eleştirilerine karşı savunulurken âyet ve hadislerle ispata çalışmanın işe yaramayacağı, çünkü onların bunların kabul etmediği, bu gibilere aklî delillendirme, gerekçelendirme ve ispat yöntemleri kullanılması gerektiğidir. Çünkü hüsün / kubh yani iyi ve kötü, akıl ile bilinebilir. Mutezile’de dînî deliller sıralaması Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve akıl şeklindedir (Ebu Hilal el-Askerî, elEvâil, Dımaşk, 1407/1987, 255, Özarvarlı, 121).

Ehl-i Sünnet ise daha ince, derinlikli ve sistematik bir akıl analizi yaparak meseleye yaklaşır. Ehl-i Sünnete göre akıl zorunlu ve imkansız olan konuları bilebilir. Bunlar aklın zorunlu kategorileridir ve her akıl sahibi, aklı bir şekilde devre dışı bırakmadığı sürece bu konularda uzlaşıp ittifak eder. Bu ikisi arasında bulunan mümkün alanına gelince burada olasılıklardan doğru olanı yani gerçekte olanı salt akılla tercih mümkün olmadığından haber, tecrübe ve gözlem gibi başka bilgi kaynaklarına ihtiyaç vardır. İşte din alanı da aklın mümkün kategorisinde olduğundan bu konuda insanlar ittifak ve icma’ edemez. Dinin sem’iyyat denilen, beşerî bilginin ve aklın sınırlarını aşan, tecrübe gözleme konu olmayan gaybî / metafizik meselelerinde haber niteliğinde olan vahiy bilgisine zorunlu olarak ihtiyaç vardır. Bu konularda nakil esastır, akıl naklin muhatabı olarak ikincil ve yardımcı konumdadır. Akıl mucizeler sayesinde peygamberliği tasdik ve nassları anlamada etkindir.(Gazâlî, Tehâfüt, Nşr: Macit Fahri, Beyrut, 1982, 82, İslamiyat,58) Mutezile ise gaybî konularda, gâibi şâhide kıyas etmek suretiyle aklî çıkarımlarda bulunmuştur. Böyle bir kıyasın epistemolojik değeri problemlidir.

Dindeki akla, kapasitesinin dışında rol biçen Mutezile ifrat ucunda iken, karşı uçta yani tefrit ucunda akla neredeyse hiç rol vermeyen ve mezhepler tarihinde Haşeviyye terimi altında toplanan muhtelif gruplar vardır. Ehl-i Sünnet akıl nakil ilişkisi konusunda orta yol denilebilecek itidalli ve dengeli bir tavır ortaya koymuştur.

 

  • Ulûhiyet/Tanrı Anlayışı:

Allah’ın zâtî/selbî/tenzîhî sıfatları konusunda İslam mezhepleri arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, Allah’a görme, işitme, konuşma gibi bazı özellikler yükleyen sübûtî sıfatlar ve haberi sıfatlar denilen insan biçimci benzetmeler türünden olan sıfatlar konusundadır. Bir uçta bu sıfatları, kelamcıların teşbih ve tecsîm kavramlarıyla ifade ettikleri şekilde anlayan Müşebbihe ve Mücessime kategorisi altında mütalaa edilen fırkalar vardır. Bunlar Allah’ın bu tür sıfatlarını yaratıkların sıfatlarına benzetme hatasına düşmektedirler. Karşı uçta ise Allah’a herhangi bir sıfat yüklenemeyeceğini savunan, dolayısıyla ta’tîl’e yani sıfatsız bir uluhiyet anlayışına düşen Mu’tezile vardır. Gerekçeleri şöyledir: Allah’a yüklenen sıfatlar hâdis yani sonradan olma iseler, Allah’ın bundan önce bu sıfatlara sahip olmadığı anlamına gelir ki bu onun için noksanlıktır. Bu sıfatlar Allah’ın zatından ayrı kadîm/ezelî özellikler/varlıklar ise bu durumda birden çok ezelî varlığı kabul etmiş oluruz ki bu da şirktir, Allah’a ortak koşmadır ve İslam’ın en temel ilkesi olan tevhide aykırıdır. Allah, zatından ayrı sıfatlarla değil zatıyla bilir, görür, işitir, konuşur ve yaratır. Mutezile, beş temel ilkesinden birisi olan tevhid  ilkesi doğrultusunda böyle bir anlayışı benimser.

Bu konuda Ehl-i Sünnet teşbihe de ta’tîl’e de düşmeksizin itidal çizgisini korur. Onlar Kur’an’da Allah’ın bu sıfatları kendisine yüklediğini, dolayısıyla bunları tasdik etmek gerektiğini, inkârın küfür olduğunu savunurlar. Yalnız erken dönem Ehl-i Sünnet temsilcileri olan Selef çizgisine mensup olanlar; Allah’ın Kur’an’daki bütün sıfatlarını kabul etmeliyiz ama onların mâhiyeti hakkında konuşmamalıyız derken, sonraki Sünnî kelamcılar sıfatlar meselesini tartışmaya açmışlardır ve bu konuda çok özgün ve derinlikli bir anlayış geliştirmişlerdir. Sünnî kelamcılara göre Allah hakkında ya o ya bu şeklinde dikotomik düşünmek yanlıştır. Allah’ın sıfatları ne Mu’tezile’nin savunduğu gibi zâtının aynı, ne de Mücessime ve Müşebbihe’nin savunduğu gibi zatının gayrıdır. Allah’ın zatının aynı da olmayan gayrı da olmayan ezelî sıfatları vardır.

Sıfatlar Allah değildir, fakat Allah’tan başka da değildir, Allah ile kâimdirler. Ehl-i Sünnet kelamcıları bu konuda tabiri caizse paradoksal ve çok değerli mantıkla düşünmenin öncüleri olmuşlardır. Burada da görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet yine aşırı uçlardan uzak itidal ve orta yolda konumlanmaktadır.

Mu’tezilenin öncülüğünde bazı Abbasî halifelerince yürürlüğe konulan Mihne denilen baskı uygulamasına dönüşen, Kur’anın / İlâhî Kelâm’ın kadîm mi hâdis mi olduğu tartışması yukarıdaki sıfatlar tartışmasının uzantısıdır.

Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile’nin Tanrı anlayışları arasındaki çok önemli bir fark da Allah’a zorunluluk yüklenip yüklenemeyeceği meselesidir. Mutezile’nin beş temel ilkesinden adalet ilkesi gereği Allah kötüyü ve kulların kötülük yapmasını dilemez. Kulların fiillerine müdahale etmez. Kullar için en uygun olanı (eslah) yaratmak ve kulların fiillerine uygun karşılıklar vermek zorundadır. Kullarına va’dettiklerinden vaz geçmesi mümkün olmadığı gibi tehdit ve uyarılarına kulak asmayanları da tevbe etmedikleri sürece affetmesi mümkün değildir. Aksi halde Allah zulmetmiş ve va’dinden dönmüş olur ki bu ona yakışmaz. Bazılarına ilk bakışta çok isabetli gibi görünebilecek olan bu argümanlar çok dikkatle incelendiğinde bu görüşlerin bazı ön kabul ve varsayımlara dayanan bir ölçüde antropomorfik aklî çıkarım ve tasavvurlar olduğu görülür.

Buradaki en temel problem şudur: Allah akıl alanıyla sınırlanmakta, ma’kûlat alanına sokulmakta ve aklîleştirilmektedir. Bu, Allah’ı sınırlamaktır. Bundan da öte Allah’a adâletini savunma adına da olsa ne türden olursa olsun ona herhangi bir zorunluluk yüklemek de mutlak iradesine sınır koymak anlamına gelir ki bu da ulûhiyete / tanrılığa zıttır. Allah kulları için dilediğini yapar. Hakîm’dir yani hüküm ve hikmet sahibidir. Her fiili âdil ve hikmetlidir. Bizim onun dilediklerini ve yaptıklarını iyi-kötü, adaletli-adaletsiz, hikmetli-hikmetsiz diye niteleyebilecek bilgi ve idrake sahip değiliz. Çünkü yaptıklarının hikmetini kavrayamayız. Bizim kötü gördüklerimiz iyi, iyi gördüklerimiz kötü olabilir. Onun yaptıklarının hepsinin bir hikmeti vardır. Ehl-i Sünnet’in bu çok ince hassasiyetlere dayanan bu dengeli ulûhiyet/tanrı anlayışı, bir sonraki kısımda ele alacağımız, Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin konumu konusundaki görüşlerini de şekillendirmiştir.

 

  • İnsan İradesi ve Hürriyeti:

Allah’ın mutlak iradesi karşısında insan iradesinin ve fiillerinin konumu meselesi, İslam mezheplerince en hararetli şekilde tartışılan konulardandır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu konunun Ulûhiyet anlayışı ile çok sıkı ilişkisi vardır. Yine bu konuda da Ehl-i Sünnet, ifrat ve tefrit uçlarına düşmeden itidal çizgisinin temsilcisidir. Bu konuda Cebriye mezhebi, Allah’ın mutlak iradesi karşısında kula hiçbir inisiyatif vermeyerek bir uca sürüklenirken, Mu’tezile mezhebi ise Allah’ın, kullarına dileme gücü verdiği ve kulların fiillerine hiçbir müdahalesi olmadığını savunarak karşı uca sürüklenmektedir. Ehl-i Sünnet bu konuda da itidal ve denge çizgisini hassasiyetle korumaktadır. Bunu şu şekilde sağlamaktadır: İnsan fiillerinin meydana gelmesinde kulun kesbedici (kâsib), Allah’ın ise insanın fiillerinin yaratıcısı olduğu şeklindeki anlayışıyla Allah’ın mutlak iradesini sınırlama hatasına düşmezken, aynı zamanda insana cüz’î irade diye nitelenen bir irade ve fiillerinde kesb kavramıyla ifade edilen bir inisiyatif vermektedir. Kullar ne Mu’tezilenin dediği gibi fiillerinin yaratıcısıdırlar, ne de Cebriyenin dediği gibi rüzgâr önündeki yaprak misali ilahî iradenin figüranlarıdırlar. Fiillerinin kesbedicisidirler ama yaratıcısı değillerdir. Yaratma sadece Allah’a mahsustur. Kul diler, kesbeder, Allah da dilerse yaratır.

Sünnî görüşün iç fraksiyonları arasındaki müşterek noktaları çok kısa ve kabaca bu şekilde ifade edilebilir. Detaylarında Eş’arî ve Mâtürîdîler arasında bazı ince farklar ve tartışmalar bulunmaktadır. Konunun detaylarına girmek bu çalışmamızın sınırlarını aşar.

 

  • İman Amel İlişkisi:

Hâricîler büyük günah işleyenlerin dinden çıkıp kâfir olduğu görüşündedir. Mu’tezile ise imandan çıktığını fakat hemen küfre düşmediğini, imanla küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) durduğunu, tevbe ettiği ve o günahı terk ettiği takdirde İslâma döneceğini, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak öleceğini savunmaktadırlar. Mürcie ise iman ile amel arasında ilişki olmadığı kanaatindedirler. Ehl-i Sünnet ise imanla amel arasındaki irtibatı koparmaksızın arada ayniyet olmadığını savunur. Onlara göre büyük günah işleyen tevbe etmese bile mü’mindir ama fâsık yani günahkâr mü’mindir. Tevbe etmeden ölürse Allah dilerse affeder, dilerse günahı oranında azap eder. Ne kadar günahkâr olursa olsun kıble ehlinden ölenlerin cenaze namazı kılınır ve onlar için mağfiret dilenir. İnsanlar hiçbir kişi hakkında cennetlik veya cehennemlik hükmü veremez, bunu ancak Allah bilir.

Ehl-i Sünnet bu konularda da yine itidalini ve kucaklayıcılığını sergilemektedir: Mümkün olduğunca ‘Ben Müslüman’ım’ diyenleri İslam dairesinden dışlamayarak kucaklayıcılığını ve kuşatıcılığını ortaya koyarken diğer yandan Allah’ın mutlak iradesine de sınır koymama hassasiyetlerini sürdürmektedirler.

  • Ehl-i Sünnet’in Siyasî ve Toplumsal Görüşleri:

Ehl-i Sünnet’in görüşleri yukarıda zikrettiklerimizden ibaret değildir. Bunlar itikâdî alanda kritik denilebilecek temel görüşleri idi. Bunun yanında diğer mezheplerin iddialarına karşı savunulan salt itikadî nitelikte olmadığı halde bu konudaki tartışmalar arasına sonradan zorunlu olarak dâhil edilen imamet gibi konular da vardır.

Şiîlerin, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından devlet başkanı tayin edildiği şeklindeki iddialarına karşı Ehl-i Sünnet, devlet başkanı belirlemenin ümmete bırakıldığı görüşündedirler. Diğer bazı görüşleri de şöyle özetlenebilir:

  • Devlet başkanı zâlim ve fâsık da olsa isyan etmeyip sabretmek ve ona itaat etmek gerekir.
  • Fâsık imamın arkasında namaz kılınabilir.
  • Kadere iman gerekir,
  • Hayır da şer de Allah’tandır,
  • Mirac, kıyamet alametleri, kabir azabı, ahirette amellerin tartılması (mizan), hesab, sırat köprüsü, kevser havuzu, şefaat ve Allah’ın ahirette mü’minler tarafından görülmesi haktır.
  • Mestler üzerine mesh caizdir.
  • Sahabe faziletçe ümmetin en üstünleridir ve onlara dil uzatmak caiz değildir.
  • Dört halifenin fazilet sıralaması hilafet sıralamasına göredir.

Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşlerini maddeler halinde sıralayan değişik metinlerde farklı ifadelerle de olsa tekrar edilir. Bu son şıkta toplu olarak ifade ettiğimiz görüşlerin her birisi, aksi görüşleri savunan muhtelif mezheplere karşı formüle edilmiştir. Ehl-i Sünnet, siyâsî görüşleriyle mümkün olduğunca Müslümanlar arasında fırkalaşmalara yol açan tarihsel olaylarda taraf olmamaya özen göstererek kucaklayıcılığını sergilemiş ve geçmişi yargılamaktan ısrarla kaçınarak bu acı hatıraların sürekli tartışma ve ayrışma konusu olmasının önüne geçmek istemiştir. Zâlim ve Fâsık İmam’a itaat ve sabrı tercih etmesi de Müslümanların birbirlerinin kanını dökmesini önlemeye matuf realist/ gerçekçi ve şefkatli bir tavrın göstergesidir. Bu konuyu ileride Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştiriler kısmında daha geniş bir şekilde ele alacağız.

Sahabe’ye duyulan derin saygı ise, onların İslâm için yaptıkları eşsiz fedakârlıklara karşı bir vefa borcu olduğu kadar, onlar üzerinden yapılacak tartışmalar vasıtasıyla ümmetin bütünlüğün sürekli tehdit altında bulunmasını önleme endişesi de söz konusudur.

Ehl-i Sünnet’in İslâm Ümmetinin üzerine titremesi ve gelebilecek her türlü tehlikenin yollarını tıkamaya çalışması; Peygamber Efendimiz’in (a.s) engin şefkatini ve onun ümmeti üzerine titremesini kendilerine sünnet edindiklerini göstermektedir.

GÜNÜMÜZDE EHLİ SÜNNET ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE

Günümüzde Ehl-i Sünnet’in görüşleri, akademik bir moda haline gelen yaygın bir eleştirinin hedefi haline gelmiştir. Bu eleştirilerin önemli bir kısmı ciddî ilmî ve metodik problemlerle malûldür.

Yüzyıllardır ümmetin çoğunluğu tarafından benimsene gelen ve içerisinde çok sayıda alt grupları ve farklı görüşleri barındıran bir anlayışın, avantajları yanında dezavantajlarının da olması kaçınılmazdır. Bu nedenle eleştirilerde sadece olumsuzluklarına odaklanan tek yanlı tavırlar yerine eğrisiyle doğrusuyla mümkün olduğunca objektif değerlendirmelerde bulunmak lazımdır. Ayrıca eleştiriler toptan Ehl-i Sünnet’e veya bir alt grubuna yönelik olmamalıdır. Bu tür dinamik, uzun tarihsel macerası olan çoğulcu yapıların yekpare oluşumlarmış gibi genellemelerle değerlendirilmesi bilimsel yönteme taban tabana zıttır. Bu tür oluşumlar bir yandan tarihsel süreç ve zeminde eşzamanlı ve artzamanlı olarak ama anakronizme düşmeden değerlendirilmesi gerekirken, diğer yandan her bir alt grup ve o grubun temsilcisi olan âlimler düzeyinde ele alınıp yine tarihsel zeminde ele alınmalıdır.

Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştirilerin en tipik ve yaygın örneklerinden birisi tarihte ve günümüzde Müslümanların yaşadığı olumsuzlukların pek çoğundan Eş’arîlerin Tanrı ve insan anlayışını sorumlu tutanlar tarafından dile getirilen itikadî temelli eleştirilerdir. Diğeri ise Ehl-i Sünnet’in tarih boyunca iktidarları meşrulaştırdığı ve kutsadığını savunan siyasî görüşlerine yönelik eleştirilerdir. Bu eleştirilerin çoğu detayları atlayan, genelleyici, indirgeyici, ilmî ve metodolojik kriterlere uymayan spekülatif bir nitelik taşımaktadır. Çünkü her şeyden önce sosyal olgular ve fenomenler çok karmaşık sebepler ağı içinde cereyan eder. Dolayısıyla çok sayıda toplumsal olguyu bir nedene bağlamak doğru olmaz. Sosyal bilimlerin geçirdiği tarihsel süreçte toplumsal olguların çözümlenmesi konusunda çok sayıda teori geliştirilmiş ve geliştirilmeye devam edilmektedir. Her şeyden önce bu eleştirileri yapanlar, hangi disiplinin alanı içinde, hangi teorinin bakış açısıyla ve hangi yöntemle olayı ele aldıklarının hesabını verdikten sonra yani durdukları yeri belirledikten sonra eleştiri yapmalıdırlar. Bundan da öte sosyal bilimlerle uğraşan herkesin bildiği harcıâlem bir husus daha vardır ki o da sosyal olgulara yargılayıcı tarzda değil, anlamacı bir anlayışla yaklaşılması gerektiğidir. Toplumsal olguların kodları; sabır, titizlik ve inceleme nesnesine saygı anlayışıyla yaklaşılmadıkça çözülemez.

Bu tür eleştirilerdeki problemlerin daha iyi anlaşılması açısından yukarıdaki eleştiri örneklerimizden ilkini yani Eş’arî anlayışın Müslümanların davranışları üzerindeki olumsuz etkilerine odaklanan eleştirilerdeki yöntem sorunlarını ele alalım: Bu tür eleştiriler Müslümanların algıları ve zihniyetleri ile ilgili olduğundan empirik verilere dayanmak durumundadırlar. Zira algı çalışmaları ve alan araştırması nitelikli çalışmalardır. Masa başında oturarak veya bireysel gözlemlerinize dayanarak bu konularda fikir ileri süremez, değerlendirmelerde bulunamazsınız. Hangi yöntemle, ne zaman, ne kadar sürede, nerede, hangi Müslüman gruplar üzerinde, hangi araştırma programıyla, hangi hipotezlerle, hangi sorular ve problemler üzerinden, hangi çerçevede, ne tür nitelikte ve ne sayıda denek üzerinde, hangi paradigma ve yaklaşımla araştırma ve inceleme yaptığınızı, ulaştığınız sonuçların sayısal analizlerini, bu sonuçların üzerindeki yorumlarınızın dayanaklarını ve gerekçelerini sunup okuyucularla paylaşarak hesabını vermeniz, dünyada aynı konuda yapılmış başka çalışmalar olup olmadığını araştırıp, varsa sizinkiyle o çalışmaların sonuçlarını da karşılaştırmak suretiyle görüş ileri sürmeniz gerekir.

Çalışmanız ancak bu takdirde bilimsel bir nitelik kazanır. Fakat sadece bilimsel nitelik kazanır, söylediklerinizin doğru olduğu anlamına gelmez. Durduğunuz yerin ve kullandığınız yöntemin hesabını vermeniz halinde bilimsel eleştirilere muhatap olabilirsiniz fakat yanlışlarınızın düzeltilme imkanı doğar. Her yönüyle şeffaf ve hesabı verilmiş araştırmalara dayanan görüş ileri sürmenin en önemli avantajı, eleştiriler sayesinde geliştirilmeye açık oluşlarıdır. Bilimin gelişmesiyle ilgili teorilerin çoğu bilimin eleştirilerle geliştiği konusunda hemfikirdir.

Ehl-i Sünnet’in siyasî görüşleri en çok eleştiri alan yönüdür. Bu eleştirilerin başlıcaları kısaca şöyle özetlenebilir:

  • Dört halifenin iktidara geliş biçimlerini model alarak reel durumu dinde idealmiş gibi sunmaları,
  • Zâlim ve fâsık sultana isyan etmeyip sabretmek gerektiğini savunmaları,
  • Reel durumu ve iktidarları meşrulaştırmaları hatta kutsamaları,
  • Emr bi’lma’rûf nehy ani’l-münker gibi en temel İslâmî prensipleri ihmal etmeleri,
  • Devrimci ruha ve muhalefet anlayışına sahip olmayışları,
  • Ve bütün bunların temelindeki kaderci anlayışlarının, suskun, pasif, siyasete ilgisiz, kendi inisiyatifindeki şeyleri kadere yükleyen çarpık zihniyetli bir Müslüman tipinin ortaya çıkmasına yol açtığı.

Bu eleştiriler daha öncekiler gibi son kertede algı ve zihniyet analizi olmaları nedeniyle empirik nitelikli olmalarına rağmen böyle bir temele dayanmamaktadırlar. Öte yandan Sünnî literatürdeki, iktidarın meşruiyetini kaybetmesine yol açan ve devlet başkanının azledilmesini gerektiren durumların tartışıldığı ve itaatin sınırlarının çizildiği metinler görmezden gelinmekte ve değersizleştirilmektedir. Ezberlenmek amacıyla hazırlanmış manifesto niteliğindeki didaktik Sünnî metinlerde tek cümle halinde “Zâlim sultana isyan etmeyip sabretmek gerekir.” türünden kayıt ve şart içermeyen ifadeler bulunduğu doğrudur. Fakat bilimsel eleştirilerin bu tür metinlere dayandırılması doğru değildir. Konuyu İslâmî ilimler perspektifinden ilmî planda ele alan ve tartışan geçmiş Sünnî literatürde kayıtsız şartsız sultana itaat fikri yoktur. Zaten zorla başa geçmiş veya zâlim olan sultana itaat konuları da itaatin sınırlarını tartışma bağlamında ele almaktadır. Ayrıca bu konuda Sünnî âlimler arasında görüş ayrılıkları da mevcuttur.

Bu meseleye bir de bu görüşlerin hangi tarihsel şartlarda ileri sürüldüğü noktasından bakmak ve anlamacı bir yaklaşımla gerekçelerini ve arka planını anlamaya çalışmak ilmî objektiflik, itidal ve hassasiyetin gereğidir.

Her şeyden önce tarihsel dönemlere yönelik bu tür siyâsî eleştiriler yapılırken genellikle günümüzdeki siyâsî kültür ve anlayışlardan, özellikle de demokratik paradigmalardan, çağdaş devrimci düşüncelerden, kısaca günümüz değerlerinden ve bakış açısından yola çıkılarak değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu tam bir anakronizm yani tarih dışı anlayıştır ve günümüz bakış açısını tarihe dayatan bir şiddettir. Aynı dönemlerde tarihte hangi kültürde iktidarlara muhalefet anlayışı vardır da Müslümanlar bunun dışında kalmıştır? Kaldı ki İslâm tarihindeki bunca isyanı nereye koyacağız?

Öte yandan iktidar olgusunu sadece siyasî boyutuyla ele almak da doğru değildir. Günümüzde iktidar olgusu ile ilgili felsefe ve toplumbilim çalışmaları, iktidar ilişkilerinin sadece siyaset tarafından belirlenmediğini, çok boyutlu, karmaşık, sadece yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarıya doğru da şekillenen bir ilişkiler ağı olduğuna dair veriler sunmaktadır. Dolayısıyla İslam toplumlarındaki iktidar ilişkilerinin olumsuzluklarını Ehl-i Sünnet’in tavrına indirgemek doğru bir yaklaşım değildir.

Ehl-i Sünnet’in siyâsî prensiplerini realist bir tavır olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Kuralları gücün koyduğu bir dünyada güç dengeleri oluşturacak sistemler kuramazsanız, iktidarlara isyanın sonucu hüsran olur. Sünnî görüş bu güç dengesini, devlet başkanı seçimi ve denetimini ehlu’l-hall ve’l-akd  terimi ile ifade edilen ve bir tür güç odağı sayılabilecek toplum temsilcilerine vererek dengelemeye çalışmıştır ama ne yazık ki bu her zaman işe yarayan bir çözüm olamamıştır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet, tarihsel şartlarda iktidar sultasına karşı o dönemlerin kültürü çerçevesinde çözümler üretmekten geri durmamıştır.

Fakat günümüzde de bütün devlet yapılarında sıkça tanık olduğumuz gibi kâğıt üzerindeki veya teamüldeki iktidarı sınırlayıcı mekanizmalar her zaman etkili olmamaktadır. Örneğin demokratik ülkelerdeki iktidarı denetleme ve gücünü dengeleme sistemleri bir şekilde etkisizleştirildiğinde kimse sistemi yani demokrasiyi suçlama yoluna gitmeyip sistemin uygulayıcılarını suçlamaktadır. Ehl-i Sünnet’in iktidarı denetim mekanizmalarının çalışmamasından da Sünnî görüşü değil, uygulayıcıları sorumlu tutmak gerekmektedir.

Ehl-i Sünnet’in iktidara itaat tavsiyesinin altında Müslüman kitleye karşı şefkat ve merhamet, onları sonu gelmez maceralardan koruma, boş yere kardeşkanı dökülmesini önleme güdüsü yatmaktadır. Devlet başkanına isyan meselesinin tartışıldığı metinlerde onu iktidardan indirecek güce sahip olmadan isyan edilmemesi vurgusu hep vardır.

Ehl-i Sünneti, iktidarları meşrulaştırmakla suçlayanlar tarihteki ve günümüzdeki iktidarların gereksiz yere kan dökülmesini başta dînî motifler olmak üzere her türlü yöntemle nasıl meşrulaştırdıklarını da görmeleri gerekir. Ehl-i Sünnet bütün bu meşrulaştırma mekanizmalarının temelindeki tekfir gibi aslî mekanizmalara karşı cephe alarak çok stratejik bir tavır almıştır. Tekfir ve aforoz gibi mekanizmaların istismarı sadece İslam için değil bütün dinlerin tarihinde nice dramlara yol açmış evrensel bir yaradır. Hatta nice Peygamber mevcut dînî anlayışlarca tekfir edilmiş, ölüme mahkûm edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in sınırsız olmayıp genelde bir takım kayıt ve şartlara bağlı olan sultana itaat tavsiyesini, tekfir kapısını olabildiğince kapatma gayreti ile birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm ümmetine şefkat ve merhametin zirve noktasına ulaştığı bir stratejik dehanın izlerini görürüz.

Hz. Peygamber Aleyhisselamın’ın irtihalinden çeyrek asır bile geçmeden hilafet saltanata dönüşmüş, o tarihlerde başlayan ve etkileri günümüze kadar süren siyâsî fırkalaşmalar ortaya çıkmıştır. İç isyanlarda ve Müslüman hükümdarların birbirleriyle kanlı savaşlarında, Haricîlik ve Bâtınîlik gibi terörü meşru gören fanatik grupların faaliyetleri sonucunda akan kandan ve çekilen acılardan Müslümanların ağzı yanmıştır. Bu durum halen de devam etmektedir.

Eleştirilere bir de stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Eleştirinin en temel amacı hataları düzeltmektir. Yani eleştiri nesnesini daha mükemmel hale getirmektir. Eleştiri, bırakın mükemmelleştirmeyi eldekini de kaybettirirse o zaman ‘Bu eleştiri niye ?’ sorusunu sorma hakkı doğar. Bunun için eleştirinin yapıcı, düzeltici, yol gösterici ve yeni ufuklar açıcı olması gerekir. Oysa Ehl-i Sünnet eleştirilerine baktığımızda çoğunun Ehl-i Sünnet’i günah keçisine çevirdiğine tanık olmaktayız. On üç asırdır İslam ümmetinin büyük çoğunluğunun bin bir türlü badireden atlayarak bu güne gelmesinde önemli rolü olan bir anlayışın yapıcı olmak bir tarafa, uluorta, özensiz ve yıkıcı eleştirilerle yıpratılması stratejik düşünce derinliğinden mahrumiyetin göstergesidir. Bunları söylerken kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla olumsuzlukların üstünün örtülmesini veya körü körüne Ehl-i Sünnet hamaseti ve savunusu yapılmasını savunmuyoruz. Söylemek istediğimiz eleştiri nesnesine sevdiklerimizi eleştirir gibi yaklaşmamız gerektiğidir.

Tarih boyu fırkalaşmalardan çok çekmiş hâlâ da çeken Müslümanların, Ehl-i Sünnet gibi kuşatıcı, toleranslı, bütünleştirici, kapsayıcı, dinamik, tarihin maceralarında çözülmeden günümüze kadar gelebilmiş ve ümmetin çoğunluğunu yönlendirmiş ve hâlâ da yönlendiren, kısaca bizleri bu günlere taşımış bir anlayışı mirasyedi gibi savurmak yerine üzerine titremek gerekmektedir. Eleştirellik adına bu anlayışı yıpratmak, bu bloğun çözülmesine ve parçalanmasına yol açmak aymazlıktır. Elindeki cevheri bir pula satmaktır. Ehl-i Sünnet’in her bir ilkesi, anlamacı ve saygılı bir yaklaşımla tarihte ne işe yaradığı ve günümüzde de ne işe yarayabileceği açısından değerlendirilmelidir. Gemiden ağırlıkları atma kolaycılığıyla hareket etme yerine gemiyi en az zayiatla sahil-i selâmete çıkarma anlayışı esas olmalıdır.

Ehl-i Sünnet’in bütün eleştirilerini ele alıp değerlendirmek bu çalışmanın sınırlarını aşar. En tipik, yaygın ve ağızlara pelesenk olmuş olan iki eleştiriyi örnek olarak ele alıp değerlendirmek suretiyle diğer eleştiriler hakkında da genel bir kanaat oluşmasını amaçladık.

Son kertede şunu tekrar ifade etmek durumundayız: Ehl-i Sünnet eleştirilerinin büyük çoğunluğu ileri sürdükleri görüşler ele alınmadan önce, yöntemleri ve dayanakları açısından eleştirilip süzgeçten geçirildikten sonra nazar-ı itibara alınmalıdır. Aksi halde bu eleştirilerle ilgilenenler ya yanlış yönlendirilmiş ya da boş yere zaman ve emek harcamış olurlar.

GÜNÜMÜZDE EHL-İ SÜNNETİ’İN SORUNLARI VE GELECEĞİ

Yukarıda verdiğimiz nüfus istatistikleri İslâm Dünyası ile Ehl-i Sünnet’in neredeyse birbiriyle özdeşleştiği, birinin durumunun ötekini önemli ölçüde belirlediği, birinin sorunlarının ötekinin de sorunları olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla İslam Dünyası’nın sorunları Sünnî Dünya’nın sorunlarından ayrı düşünülemez. Birine yöneltilen eleştiri ötekine de ulaşır. Birisindeki değişim ötekini de etkiler. Dolayısıyla her ikisinin kaderi ve geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu aynı zamanda Sünnî Dünya’ya, İslam Dünyası’nı en iyi şekilde temsil etme ve sorunların üstesinden gelmede öncü ve etkin rol üstlenme sorumluluğu yükler.

Bütün bu söylediklerimize rağmen Müslüman kitlelerin, Ehl-i Sünnet’in önemini kavradığı, alt grupları arasındaki müşterek temel prensipleri bildiği, öneminin bilincinde olduğu ve ona sahip çıktığı söylenemez. On üç asırlık bu zengin tecrübe birikimi ne yazık ki heba edilmektedir. Bundan birinci derecede ulü’l-emr yani idareci ve âlimler sorumludur. Bu ihmalin acısını hep birlikte çekmekteyiz. Dahası Sünnî tecrübenin değerini idrak edemeyen eleştirmenler özensiz ve derinliksiz eleştirileriyle bu mirası heba etmekte fakat yerine de bir şey koyamamaktadır. Sünnîliğe, değeri idrak edilerek yapılacak olumlu, dikkatli, derinlikli, titiz, imkânlar ölçüsünde objektif eleştiri ve fikrî çile mahsulü çözüm önerilerine ve bunların mükemmel organizasyonlarla hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır.

Günümüzde Sünnî dünyada yaşanan olumsuzlukların bir kısmının Sünnî prensiplerden uzaklaşılmasının rolü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada konuyu bütün boyutlarıyla ele almamız mümkün değildir. İndirgemeciliğe ve kolaycılığa düşmeden bir örnek üzerinden meramımızı anlatmak açısından, günümüz İslam Dünyasındaki fanatik oluşumları ve Müslümanın Müslümana silah çekmesi olgusunu ele alabiliriz. Öncelikle belirtmeliyiz ki bu gün terör diye hepsi bir torbaya doldurulan bütün silahlı eylemler, karmaşık iç dış nedenlerden beslenen, çözümlenmesi basit olmayan birer olgudur. Fakat Müslümana karşı silah çekmeyi meşru görenlerin söylemlerini ve bu söylemlerin arkasındaki zihin yapılarını incelediğimizde,  Müslümanı öldürmenin bir şekilde meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Bu meşrulaştırmanın en yaygın aracı tekfir yani muhatabın İslam’dan çıktığına hükmetmektir. Ta Hz. Peygamber Aleyhisselam sonrası sahabe dönemindeki Hâricîler’den beri bildiğimiz tekfir sorununa karşı Ehl-i Sünnetin verdiği mücadele ve geliştirdiği argümanlar son derece takdire şayandır. Büyük günah işleyenin imandan/ İslam’dan çıkmayacağı, fâsık imamın arkasında namaz kılınabileceği, ehli kıbleden hiç kimsenin açıkça küfrünü beyan etmedikçe tekfir edilemeyeceği, Ehl-i kıbleden olup da ölen kişilerin ne kadar günahkâr olursa olsunlar cenaze namazının kılınacağı, zâlim devlet başkanına isyan etmeyip sabredilmesi gerektiği şeklindeki sünnî prensipler dikkatle incelendiğinde bunların Müslümanları dışlamadan hepsini kucaklama ve mümkün olduğunca bir arada tutma ve tekfir silahının istismarının önüne geçme amacının göstergeleri olduğu görülür. Peygamberler hariç hiç kimse günahtan masum olmadığına göre bu aynı zamanda realist yani gerçekçi bir yaklaşımdır. Zâlim olan veya zorla başa geçmiş devlet başkanına itaat edilmesi gerektiği prensibine de bu açıdan bakılması gerektiği kanaatindeyiz. Bu da son derece realist bir anlayıştır. Birinci şıkta yani devlet başkanının zorla başa geçmesi durumunda zaten o başkanın gücü reel olarak ortadadır. Onu tasfiye edecek güç olsaydı zaten başa geçemezdi. Bu durumda realist yaklaşım realiteyi kabul etmektir. Günümüzde reel politik denen anlayışa benzeyen bu yaklaşım artı ve eksileriyle birlikte değerlendirilmelidir. Burada, büyük zarardan korunmak için küçük zarara katlanma şeklinde ifade edebileceğimiz ehven-i şerr prensibi de söz konusudur. Devlet başkanına isyanın ortaya çıkaracağı zarar onun zulmünün zararından büyükse iki zarardan en hafif olanı tercih edilir. İslâm hukukunun bu küllî kaidesi Mecellenin girişinde “Ehvenu’ş-şerreyn ihtiyar olunur” şeklinde dile getirilmiş olup evrensel bir hukuk ilkesidir.

Kan dökülmesini meşrulaştıran diğer çok temelli ve yaygın bakış açısı da yüksek hedefler için bireylerin feda edilebileceğidir. Bu anlayış İslam’daki cihad, şehadet gibi kavramlarla da pekiştirilmektedir. Cihadın meşruiyet sebebi ve amaçlarını burada derinlemesine giremeyiz. Fıkıh kitaplarının siyer bölümlerinde çok ilginç detaylar mevcuttur.

Ama kısaca şunları söyleyebiliriz: Cihad bizatihi bir amaç değil bütün çareler tükendiğinde zarureten başvurulan bir araçtır. Şehitlik de bizatihi cihadın amacı değildir. Cihada şehit olmak için değil İslam’ın evrensel ilkelerini hâkim kılmak için gidilir. Fakat en önemlisi Sünnî anlayışta önüne gelen yanına bir grup adam toplayıp ve kendilerine bir hedef seçip cihada karar veremez. Cihad kararı birçok ön şartın gerçekleşmesinden sonra Ümmet’in ulü’l-emr denilen yetkililerince usulüne uygun olarak kararlaştırılırsa meşru olur. Her eline silah alıp etrafına adam toplayan kendisini ulü’l-emr  makamında göremez. Devlet ilan etmekle devlet olmak aynı şey değildir. Devlet olmak devlet olacak nitelikte gücünü diğer devletlere kabul ettirmek demektir.

Ölüm cezasını hak eden Müslüman bireylere bu ceza ancak devlet tarafından verilir ve uygulanır. Hak sahipleri ihkak-ı hak yapamaz yani haklarını kendileri almaya kalkışamaz veya Müslümanlar arasından bir grup kendi kendine görev üstlenip bu cezayı veremez ve uygulayamaz. Bütün bunlar toplum düzenini sağlamak ve kaosu önlemek için zorunlu evrensel ilkelerdir. Devlet zaten bu kaosu önlemek için var olmuştur.

Ehl-i Sünnet’in çağa ayak uyduramadığı şeklinde eleştiriler de yapılabilir. Müslümanların, dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in çağdaş durumun belirleyicilerinden biri olduğu söylenemeyeceğine göre bunda bir ölçüde haklılık payı vardır. Ayrıca tüm ümmeti kucaklamaya çalışan bir yapının sürekli olarak farklı ve birbirine zıt toplumsal dinamiklerin dengelerini gözetme mecburiyeti nedeniyle bütün kuşatıcı yapılarda olduğu gibi değişim yerine istikrarı öne alması anlaşılır bir durumdur. Bu kuşatıcılık özelliği Ehl-i Sünnet’in en önemli vasfı iken aynı zamanda en kırılgan yönüdür, tabir caizse yumuşak karnıdır. Çok farklı kesim ve talepleri karşılama güçlüğü her an çevreden başlayan çözülmelere yol açabilir.

Günümüzde Müslümanlar olmazsa olmaz meselesi topyekûn bir medeniyet ihyasıdır ve bu öyle kolay bir şey değildir. İslam Düşüncesinin yeniden ihyasıyla alakalı bir iştir. Buna Muhammed İkbal’in deyimiyle İslam Düşüncesinin ihyasıyla başlamak gerekmektedir. İslam’a yönelik çağdaş tehditlerle hesaplaşmadan
İslam Düşüncesinin yeniden ihyası mümkün değildir. Geçmiş İslam âlimlerinin ve kelamcıların karşı karşıya oldukları tehditlerle bu günküler çok farklıdır. Bazı son dönem İslâm âlimlerince ortaya atılan “Yeni İlm-i Kelâm” teşebbüsü beklentileri karşılamakta yetersiz kalmıştır. Çünkü bu Kelam uzmanlığını aşan bir iştir. Felsefe ve bilimde topyekûn bir medeniyet bilinciyle yapılacak şeylerle mümkündür. Kelam ilminin mesâil denilen ana problemlerinin çoğu bu gün de güncelliğini korumakla birlikte, yeni meseleler gündeme gelmiştir. Örneğin modernizm, kapitalizm, liberalizm, sekülerizm gibi akımlar globalleşmenin getirdiği imkânlarla tüm dünyada değerlerin belirleyicisidir.

Bu akımlar Müslüman düşüncenin geleneksel zihin kodlarını bozmuş veya yıkmış, yerlerine kendi kodlarını yerleştirmiştir. Müslümanların, hayatlarını Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’a göre belirledikleri iddiası sözde kalmakta, çağdaş dünyanın belirleyicilerinin dayattığı kodlarla düşünmekte ve yaşamaktadırlar. Bu da yaralı ve şizofren bilinçler ve kimlikler oluşturmaktadır. İslam Düşüncesi ve Kelamı bu akımların ön kabulleri, temel tezleri ve ürettiği düşünce yapılarıyla hesaplaşmak ve insan faaliyetlerinin bütün alanlarında Müslümanlara kendi değerler sistemini sunmak zorundadır. Çağdaş dünyada yersiz yurtsuz bir şekilde savrulmaktan kurtulmak için geçmiş tecrübelerimiz ve bunların taşıyıcısı olan geleneğimiz bizim için vazgeçilmez bir zemin teşkil edecektir.

Fakat bu hayatın doğal seyri içerisinde kendiliğinden olacak bir iş değildir. Mükemmel bir organizasyon işidir. Bu organizasyonu nasıl yapacağımızın çözümü bizce meselenin çözümünün yarısıdır. Müslümanlar felsefe, bilim, eğitim, teknoloji, siyaset ve ekonomi gibi alanlardaki organizasyon kabiliyeti bakımından kritik bir sınavla karşı karşıyadırlar. Bu sınavı vermeye niyetlendiklerinde, on üç asırlık Ehl-i Sünnet tecrübesinin en önemli referans kaynaklarından birisi olacağı kanaatindeyiz.

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

1 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

1 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

1 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce