Sözün ve Sükûtun Felsefesi
Kelâm-ı samtı deryâlar gibi pür-cûş söylerler
Muhabbet razım birbirine hâmûş söylerler
Galip
( Onlar susarak okyanuslar gibi coşkunluk içinde konuşurlar; aşkın sımnı birbirine susarak söylerler.)
“Söz gümüşse, sükût altindir”… Peki, ama sükûtu altın yapan nedir? Hakikaten sükût altınsa, neden konuşmağa can atarız? Pek tabii konuşmak bir itirazdır, protestodur, bir başkaldırmadır. Varlığın savunmasıdır söz. O yüzden kemâl-i idrakle söylenmiş bir söz hepimizin tercihidir. Buna karşı sükût bir baş eğme, her şeyi kabullenme ve teslimiyet midir acaba? Gerçekten sükût ikrardan mı gelir? Yoksa sükûtun da kendine has bir dili mi vardır?
Evet, sükûtun kendine has bir dili vardır. Bu dilin ben zaman zaman sözden daha özlü ve daha önce olduğunu düşünürüm. Her ne kadar Kadim İncil, “İptida kelâm vardı” (Yuh.1) derse de, sözden önce sükûtun varlığını düşünmemek imkânsızdır. O kadar ki, “söz”ü sarf ederken bile, sükûtun uçurumlarından geçeriz. En azından bu tehlikeli yolu başarıyla tamamlamak için şuurumuzun bütün lambalarını yakmak mecburiyetinde kalırız. O bakımdan söz den bahsederken “sükût”u da kategorik olarak birlikte düşünürüz. Kanaatimce bunlardan birini, diğeri olmadan düşünmek mümkün değildir. Diyalektiğin üstadı Hegel, çok haklı olarak söz ve sükûtun birbirlerinin negasyonu (nefy) olduğunu söyler. Yani sükût mecburen sözü, söz de zorunlu olarak sükûtu nefy eder. Sözün bittiği yerde sükûtu neredeyse açık seçik duyarız. Bu durumda sükûtun gücü sözün sihirli etkisinden daha güçlüdür, dense yeridir. Peki, ama sükût gücünü nereden alır? Sükûtun lisanla arasında nasıl bir münasebet vardır? Şimdi bunları anlamaya çalışalım.
Sükût; sessizlik, konuşmamak, bir soruya veya sorulara cevap vermemek demek değildir. Sükût, kapıların diyaloga kapanması mânâsına da gelmez. Her ne kadar sükût ile söz (kelâm) görünürde birbirlerinin zıddı olarak var olsalar da, esasında sınırları birbirlerine karışan iç içe bir varlık alanına sahiptirler. Bu çok zorlu ve zorunlu bir- ı liktelik onları beraber yaşamağa mahkûm eder. O bakım- I dan bunlardan birisini anlayabilmek için diğerini hakkıy- ‘ la anlamamız lâzım gelir. Söz, sükûtu öldürdüğü gibi, sükût da kelâmın mezarıdır. Esasen biz bu iki amansız düşmanın birbirlerine karşı nasıl acımasız ve katı davrandıklarını pek iyi biliriz. Zaman zaman sohbetlerimizin arasına giren öldürücü sessizliği düşünelim. Âdeta sükûtun derin boşluğuna düşeriz; onun ağır baskısını hissederiz yüreğimizin üzerinde; sanki bir “lisân tutulmasf’yla karşı karşıya geliriz. Kelâm, âdeta sükûtun derin dehlizlerine saklanır. Ancak her yokluk varolma imkânına sahip olduğu gibi, sükûtun karanlıklarında yok olan sözün de varolma imkânına sahip olduğunu ve hatta kıvamına gelince daha güçlü geri döneceğini unutmamalıyız. Sükûtun derinliklerinde kaybolup giden veya gitti gibi görünen sözün ardından hangi vehimlerle koştuğumuzu bilmeyen yoktur. Böylesi bir sükûtun ardından ilk sözü nasıl bir baskı ve endişe ile söylediğimizi hepimiz tecrübe etmişizdir. Ve sözün böyle anlarda kaç kez sükûtun muhkem duvarına çarparak parçalandığını bizzat yaşamışızdır.
Ancak bunun aksine söz de amansız bir düşman gibi sürekli sükûtun kalelerini fethetmek ister. Hayat mülkümüzden, daha doğru bir ifadeyle mülklerin en tehlikelisi olan dilden sükûtu kovmağa ve daha çok mekân kazanmağa çalışır. Söz, her ne kadar sükûtun bağrından doğsa da sükûta hep katli vacip gözüyle bakar. O yüzden sükût hiç beklemediği bir anda tahtını söze kaptırır. Tamamıyla tereddüdün yönettiği böyle bir mücadeleden zaferle çıkan söz, bayrağını sükûtun kalelerinde dalgalandırmaktan bir zafer hazzı duysa da bu durum uzun sürmez.
Gelgelelim birbiriyle barışmayan bu iki ezeli düşman varlığımızın vazgeçemeyeceği iki imkânıdır. Bana sorarsanız hayat bu iki kaynaktan, daha doğrusu bu iki düşmanın vazgeçilmez kavgalarından beslenir. Ama sadece hayat mı? Esasen ilim de söz ve sükûtun ebedî savaşından istifade eder ve bu savaşın sürdürüldüğü cephelerde hayat hakkına kavuşur. Çünkü söz de sükût da aralarındaki bu kavgada yeni silahlara, yeni ifade imkânlarına ihtiyaç duyarlar. Zaten ilim de bilinmeyenin kapılarını aralamak, bilinmeyen bir diyâra doğru yeni yollar keşfetmek değil midir? Şu var ki tüm bu yollar sükût diyânndan geçmektedir. Söz kavgayı bu diyârda verdiği için varlığımız, bu kavgada kime yâr olacağını bilemez. Bu vadide sükûtu mu yoksa sözü mü tercih edeceğimizi her gün kaç kez yaşadığımızı hepimiz biliriz. En güçlü irâdeler dahi sükût ile söz arasındaki bu hiç bitmeyen kavgalardan kendilerini kurtaramazlar. Doğrusu söz ile sükût arasındaki bu derin metafizik gerilim birçoğumuzun hayatını zehirler, varoluş irâdemizin rotasını zaman zaman “hiç bilinmeyen”e doğru çevirir.
Bir sözüm var âşikâre söylenmez
Sükût mu, kelâm mı? Devamlı sükûtu tercih etmek bizi toplumun dışında yaşamağa mahkûm eder. Aslında sükût, bir nevi tabiî duruma yani tabiata dönüştür. Bizi tabiattan ve dolayısıyla diğer varlıklardan ayıran sözdür. Toplum mukavelesi sözle yapılır. Hatta Allah ile insanlar arasındaki akit de sözden ibârettir. Bütün kutsal kitaplar, İlâhî sözdür, Allah kelâmıdır. İlâhî kitaplara yani Allah kelâmına inanmak imanın şartıdır. Dolaysıyla kutsal kitaplar, tabir caizse yaratan ile insan arasındaki akdin İlahî ifadesidir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: bizim inancımıza göre İlâhî kelâmın en üstünü olan Kur’an-ı Kerim, Kelâm-ı Kadim’dir, Allah’ın insana vaadidir, taahhüt ettiği üstün sözdür; zira Kur’an-ı Kerim’de, “Allah sözün en güzelini ikiz kıyasla bir kitap olarak indirdi.” (Zümer Suresi, Ayet 23) denmektedir.
Eski Yunan filozofları insanı, söz söyleme melekesi olan bir varlık olarak tarif ederler. İslam tefekküründe de insan diğer yaratıklardan hayvan-ı nâtık olarak tefrik edilir. Bu itibarla, sözden ferâgat etmek, zorunlu olarak sükûta dönmek demektir. Ebedî olarak sükûtu tercih etmek, yani mutlak sükût hali, tabir caizse insan olma özelliğimizi terk etmek demektir. Oysa bizim burada söz konusu ettiğimiz sükût, insan olarak varlık alanımızın dışına çıkmamayı şart koşar. Yani sükûttaki süreklilik de konuşmaktaki süreklilik de gayritabiî hallerdir. Zaten bu gayritabiî hallerde insanın kendini anlaması zordur. Bu cihetle varlığımızı böylesine ekstrem bir tercihe zorlamak pek lehimize neticeler vermeyebilir. Yani sükûtu hiç konuşmamak, sözü de hiç susmamak anlamında alacak olursak, kendi varlığıhuzı zehirlemiş oluruz. Bir bakıma her şeyin ölçüsü olan insan burada ölçüyü kaçırmamaya dikkat etmelidir.
İmdi sükût ile söz her ne kadar birbirlerine düşman görünseler de, daha dikkatli baktığımızda aralarında gizli ve hatta pozitif bir anlaşmanın hâkim olduğunu görmekte zorluk çekmeyiz. Söz, esaslı bir söz olabilmek için sükûta ihtiyaç duyar. Aynı şekilde sükûtun da mânâlı bir sükût olabilmesi sözün kalitesine bağlıdır. Hiçbir şey söylemeyen birisi, o anda sükût etmeğe muktedir olmadığını da göstermiş olur. Sadece hakiki konuşmada gerçek sükût mümkündür, diyor Heidegger ve ekliyor: Sükût edebilmesi için varlığın, söyleyeceklerinin olması lazım gelir. Yani söz önemini sükûtun derinliğinden alır, çünkü sükût “iç’in arındırılması”, içimizdeki kargaşanın giderilmesi demektir. Bu manada Hamann buyuruyor ki, Je langer man nachdenkt, desto tiefer und inniger man verstummt und aile Lust zu reden verliert.[1] Yani “insan ne kadar uzun düşünürse, o kadar derin ve içten sükût eder ve konuşma arzusunu kaybeder”. Tefekkür sükûtta mayalandığı gibi, fikirler de sükût iklimlerinde cürûfundan temizlenir.
Rivayet edilir ki bir gün sözle düşünce hararetli bir münakaşaya tutuşmuşlar. Söz kendisinin düşünceden daha üstün olduğunu ileri sürmüş. Düşünce ise bunun aksini iddia etmiş ve dolayısıyla aralarındaki ihtilaf derinleşmiş. Derken Tanrının huzuruna çıkmağa karar vermişler. İlk savunmayı söz yapmış, haklı olduğunu iddia etmiş. Sözün gerekçesi gayet makul: “düşüncenin düşünüp de söyleyemediklerini en açık ve anlaşılır şekilde ben açıklıyorum”, demiş. Buna karşılık düşünce şöyle karşılık vermiş: “Esasen sözün açıkladıkları benim düşündüklerimden başka bir şey değildir; nihayet onun yaptıkları beni taklitten öteye gidemez”» demiş. Bunun üzerine Tanrı, kararını açıklamış ve düşüncenin haklı olduğuna hükmetmiş: “çünkü demiş Tanrı, söz her zaman düşünceden sonra gelir ve itâatle düşünceyi takip etmek mecburiyetindedir; tıpkı küçüklerin büyükleri takip ettikleri gibi.** Walter Ruben, düşüncenin bu zaferini idealizmin başlangıç noktası olarak kabul etmektedir? Düşüncenin yerine sükûtu yerleştirirsek mistisizmin de buradan başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira düşüncenin sükûtu, tefekkür faaliyetinin ulaşabileceği en uç noktadan sonra başlar.
Bu bağlamda Pisagor’un öğrencilerine dört yıl boyunca sükûtu tecrübe edinmelerini şart koşması mânîdârdır. Modemizmin Promete’si olarak bilinen Descartes, Hollanda’daki sürgün hayatında bir şöminenin başına oturur ve muttasıl pencereden dışarıyı seyreder. Hiç durmaksızın mevsimler değişmektedir… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Ve üstâd sürekli dışarıdaki çelişkili hayan temâşâ etmektedir: Karlı caddelerde acayip ve abartılı şapkalarla mahkûmmuşlar gibi işine gitmekte olan insanlar; bir yaz yağmurundan sonra sokakta oynayan tombul çocuklar; sokaklarda oluşan göletlere yansıyan fîrûze gökyüzü; pencere kenarlarına oturmuş sarışın genç kızlar; çatırdayarak şöminede yanan odunlar ve aydınlık… Bütün bunlar Descartes için sükûtî bir meditasyondur, ve tam yirmi yıl sürecek olan bir sükût… Bu sükût halinde “Cogito” Allah ile diyalog halindedir. Cartesianizm işte böyle bir sükûtun çocuğudur.
Bir adamın konuşmasından onun düşünerek mi yoksa uluorta mı konuştuğunu anlayabiliriz. Düşünerek konuşan insanın sözlerini sükûtun olgunlaştırdığını anlamak zor değildir. Kierkegaard der ki, “Sadece önemli bir ölçüde sükût edebilen esaslı şekilde konuşabilir.” Bir zembereğin bile kurulmadan boşanmasının mümkün olmadığı düşünülürse, münzevî bir rahibin günahtan arınmaya ve duaya yöneldiği içtenlikle tefekküre hazırlanan filozof haklıdır. Nietzsche de, “Çok şey söylemek mecburiyetinde olan birisi, öncelikle uzun zaman kendi içinde sükûta dalmalıdır” der. Haklı değiller mi?
Upanişadlar’m aksakallı Rişisine (bilge) “Atman nedir?” diye sormuşlar. Sükût etmiş. İkinci kez Atman’ın özünü anlatmasını istemişler. O, ısrarla sükûtunu sürdürmüş ve en sonunda, “Söyledim ama anlayamadın, Atman sükûttur” (sânto’yam âtına), demiş. Buddha da buna benzer bir şey söyler vaazlarından birinde: “Hayat için bir sonsuzluk yoktur. Düşünce zinciri kontrolüne imkân olmayan girdaplarla mahvolur; soranlar hatadadır; cevap verenler de hatadadır; en iyisi sus!”
Quo vadis
Hepimiz pekâlâ biliriz ki sükût, sözün kemâle erdiği yegâne yerdir. Bu yüzden kıvamına gelmeden sarf edilen sözler ham adamların işidir; ham meyveler gibi tatsız ve biraz da acıdırlar. Şu var ki bu neviden sözler, söz meydanında gevezelik olarak değerlendirilmek lâzım gelir. Zaten sükûta geri dönmeyen söze biz gevezelik deriz. Ne var ki modern insan, bugün bu gevezeliklere öylesine alışmıştır ki artık yalnızlığa ve sessizliğe tahammül edemez hâle gelmiştir. Bir iş gününün sonunda şehrin ve sokağın onca gürültüsünü ardında bırakarak akşam evine dönen insan, bir on dakika dahi kendini sessizliğin kollarına bırakamamaktadır. Daha evinin kapısını açmadan hangi televizyon kanalını veya hangi programı seyredeceğinin telaşına düşmektedir.
Modern insanın, iş hayatının ve caddelerin manasız gürültüsünü dinlemeğe ve hatta bu gürültülü caddelerde mp3 dinlemeğe bile zamanı vardır ama “bir günün dem-i alayişinde” beş dakika bile içinin sesini dinlemeğe zamanı yoktur. Doğrusunu isterseniz varlığımızın en büyük yarası buradadır. Çağımızın insanı sonsuz imkânlara sahip olmasına rağmen gün geçtikte standartlaşmakta ve sathîleşmektedir. Toplumun sinirlerini kemiren bu gürültü, bu mânâsız gevezelikler bize insanın bir kaçış içerisinde olduğunu göstermektedir; insan, sükûttan, sessizlikten ve yalnızlıktan velhâsıl kendinden kaçmaktadır. Korkmaktadır insan, kendi yalnızlığından ve hür olarak tadamadığı sükûtun azlığından… Meselenin en vahim boyutlarından birisi de hazzına varılamayan bu sükûtun günün gürültüleriyle birlikte şuuraltına gömülmesidir. Bunalımın ve patlamanın şiddeti esasmda buradan kaynaklanmaktadır. İşte bu noktada Pascal’a hak vermemek elde değildir. Diyor ki Pascal: “İnsanların bütün mutsuzluğu yalnız bir şeyden kaynaklanmaktadır: Sessiz ve huzur içinde bir odada oturmayeteneğini kaybetmelerinden.”
Öte yandan söz, en fazla sükûta muhtaçtır; sükûta yani ezelî düşmanına. Aynı şekilde sükût da, ölümün pençesinden kurtulmak için söze mahkûmdur. Çünkü uzun zaman sükût içimizdeki bütün dengeleri yıkmakta ve varlığımızın âhengini bozmaktadır. Filhakika sükûtun uzun soluğunun kaçınılmaz olarak insanı çılgınlaştırdığı ilmen sabittir. Mutlak bir sükût varlığımızın tahtında oturan en büyük despottur. Bu itibarla da içimizdeki bu karanlık despotu beslemekle kaçınılmaz olarak toplumun başına bela olan diktatörü beslemiş oluruz. O yüzden en büyük diktatörler sükûtun soğuk duvarlarını yıkamayan top- lumlardan çıkarlar. Goethe’nin pek itibar ettiği Mme de Stael, bu neviden toplundan ve böylesine bir sükûtu bakın nasıl yorumluyor:
Müstebit karakterler hangi istikamette yürürse yürüsünler, düşünceden nefret ederler; otorite, kör taassubu silah olarak ele alınca o en çok, muhakeme melekesini muhafaza edebilen insandan korkar. Zorbalar ancak dar kafalı insanlarla bağdaşabilirler; zira bir şefin arzusuna göre yalnız bu çeşit kimseler boyun eğer veya ayaklanırlar.
… insanlar ne kadar aşağılık olursa, o nispette birbirine denk olmaya gayret ederler; aydın düşünceyi, tabiatlarına aykırı ve iktidarlarına çok zararlı bir şey olarak yanlarından uzaklaştırırlar.[3]
Gelgeldim bizim burada bahis konusu ettiğimiz sükût, susturulmuş insanın veya toplumun sessizliği değil, bilakis hür insanın tefekkürden kaynaklanan sükûtudur. Söz ve ses işte böylesi bir sükûtta oluşur. Bu sükût; gerçi sözün negasyonudur amma, hakiki ve derin sözün beşiğini de o sallar.
Evvel de âhir de sükûttur
Şimdi tekrar başa dönelim: iptida kelâm mı, yoksa sükût mu vardı? Bu soru ilâhiyatın en önemli mevzula- nndandır. Mevcûdât yaratılmadan önce sonsuz sükût vardı, başka da bir şey yoktu. O yüzden Pascal, “sonsuz mekânların ebedî sükûtu”ndan bahseder ve der ki: “Hakkında hiçbir şey bilmediğim ve aynı şekilde benim hakkımda da hiçbir şey bilmeyen sonsuz fezalar tarafından kuşatılmış olmaktan ürperiyorum. (…) Bu sonsuz mekânların ebedî sükûtu beni korkutuyor,” Burada Pascal, sükûtu sonsuzluğa atfetmektedir ki, bu fikre katılmamak imkânsızdır. Çünkü biz sonsuzlukta sükûtu yaşarız; sükût hâlimizde de birazcık sonsuzluğu soluruz.
Evet, “İptidâ kelâm vardı” cümlesindeki “kelâm”, yani “söz” yani “Logos”, Allah’ın sonsuz sır hâzineleri arasında idi. Muhammed İkbal, “Âlem yaratılmadan önce ide halinde Allah’ta mevcuttu. Allah’ın fikirleriyle bizimkiler arasındaki fark, onların maddeye dönüşebilmesidir” der. Allah’ın yoktan var etmesinin sırrı işte burada saklıdır. Bir hadis-i kutside Allah, “Ben gizli bir define idim, bilinmek istedim onun için âlemi yarattım” der. Allah “fcün” (ol!) emriyle sınırsız sır hâzinelerinin kapılarını aralayınca varlığın ayrılık mâcerâsı başlar. İşte Zât-ı Kib- riyânın bu bilinme isteği “kelâm”ın metafizik ufuklardan “varlık evi” ne inmesine sebep olur. Heidegeger de “söz varlığın evidir” derken bunu düşünmüş olmalı. Yoksa bezm-i ezelde yalnız sükût vardı.
Bilindiği gibi dinimizde bütün sözlerin başında Allah kelâmı vardır. Hatta Allah kelâmı bütün varlıkların kaynağıdır ve sonsuzdur. Kur’an’da zikredildiği üzere Allah; kün, (ol!) deyince varlık yaratıldı. Demek ki varlığın da sözün de kaynağı Allah kelâmıdır. O yüzden Kur’an “ke- lâm-ı kâdim”dir. Bunun da ötesinde Allah, daha varlık sahnesine çıkmayan insana bezm-i ezelde: elestü birabbi- küm? (Ben sizin Rabb’ınız değil miyim?) (Sure 7/172) diye sorduğunda insan, belâ şahidenâ (evet, şahadet ederiz!) diye cevap vermiştir. Yani bezm-i ezelde de sözün İlâhî kaynağı Allah kelâmıdır ve bu kelâm bir deryâdır, nâmüte- nâhidir: De ki: Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, L Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez (Sure 18/109). Demek ki l varlık, doğru okunduğu takdirde İlâhî kelâmdan başka I bir şey değildir. Dahası yokluk dahi Allah indinde sözden ibârettir. O, kün (ol!) deyince yokluk varlığa dönüşür.
Sözün evveli de âhiri de sükûttur. O bakımdan sükût daha tabiidir. Söz, sonsuz sükûtun ancak çok sınırlı bir İ bölümünü tasarruf edebilir. Sükûtun tasarruf edilme ölçüsü bize “söz”ün ve “ses”in kalitesini, yani şiiri ve musikiyi verir. Esasen tüm sanatlar güzelin peşindedir ve sanat; güzellik, âhenk ve sükûndan ibârettir. Şu var ki sükût tasarruf edildiği gibi tecrübe de edilebilir. Sükût, belirli imkânları da beraberinde getirir. Öyle şeyler vardır ki, onları sükûttan başka bir yerde idrak etmemiz mümkün gözükmemektedir. Nietzsche, “En büyük hâdiseler en şamatalı zamanlarımızda değil, en sakin zamanlarımızda olur” der. Üstâd, “meyvelerin sükûtta olgunlaştığını ve zamanı gelince rüzgârın üflemesine gerek kalmadan düştüklerini” bilir; yine bilir ki, “En sessiz sözlerdir Artmayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen fikirlerdir dünyayı idare eden.”
Şimdi, sükûtun bir dili vardır derken, bunu sadece bir mecaz olarak kullanmıyoruz. Söz ve lisan sadece konuşulandan ibaret değildir. Kelâm geniş anlamıyla bir şeyi ifşa etmek, açığa çıkarmak, açığa vurmak, meydana dökmek, iletmek, ilân etmek, haber vermek, umuma bildirmek, müjdelemek ilh… mânâlarına gelir ki, bütün bunlar sükût içerisinde gerçekleşir. Yani sükût, bir şeyleri açığa vurur, ihbar eder, bildirir, ilân eder, ortaya koyar. Sözgelimi bir konuşmada belirli bir müddet araya beklenmedik bir sükûtun girmesi bizi sukut-u hayâle uğratabilir. Ama bu konuşmacılar arasında iletişimin bitmesi manasına gelmez. Bundan sonra da konuşma devam edebilir, ancak başka bir formda; söz olmadan yahut söze gerek kalmadan. Çünkü bazen mesajlar sükûtun diliyle verilir. O yüzden böylesi sükût anlarından sonra düşündüklerimizi kelimelere dökmek istediğimizde zorlanırız, lisanın kâfi gelmediğini anlarız. Sükûtumuzla daha çok şey söylediğimizi tecrübe ederiz. Bunun mânâsı şudur: sükûtumuzda hazineler gizlidir ve bu hâzinelere ancak sükûtun labirentlerinden geçilerek varılır. O yüzden Kur’an’da Musa şöyle dua eder:
“Ya Rabbi kalbimi aç ve bana işimi kolaylaştır. Sözümü anlasınlar diye de dilimden düğümü çöz.” (Sure 20/26-29)
Bu ayet Goethe’nin de sıkıntılarına tercüman olur. Evrensel şair iç âlemindeki büyük çalkantıları ifade edecek söz bulamayınca bunalır, göğsünde bir darlık hisseder. İşte böylesine ânlarında Hz. Musa gibi dua ettiğini söyler. Üstadı Herder’e yazdığı bir mektubunda diyor ki:
“Musa, Kur’an’da nasıl dua ettiyse, ben de öyle dua etmek istiyorum: Allah’ım, sıkıntılı kalbime ferahlık ver sen!”
Böyle anlarda sükût öylesine varlığımızın üzerine çöker ki, ağırlığı altında eziliriz adeta ve bir an önce bu ağırlıktan kurtulmak isteriz. İşte insanın kaçışı burada başlar; sükûtun zindanından, yani kendinden kaçışı. Jean Paul Sartre, “Gizli Oturum” adlı dramında bu durumu dâhiyane bir şekilde mevzu eder: Üç ölü, çıkışı olmayan bir odaya kapatılır ve sonsuza kadar birlikte yaşamak mecburiyetinde bırakılırlar. Dayanılması imkânsız bir durum, bir birlikteliktir bu: “Her biri diğerlerinin cellâdi.” “Her biri diğeri için cehennem.” Ve bu cehennemi durumdan onları yalnız bir şey kurtarır: Sükût. “Sonra… sonra kurtulduk. Sükût. Kendi içine dönüş ve bir daha ebedî olarak kafayı kaldırmamak.” Bu üç ölü böylece I sükûtu tecrübeye zorlanırlar. Ancak çok geçmeden anlarlar ki sükût, konuşmaya kıyasla dayanılması daha zor bir durum. Konuşmaya karar verirler. Ne var ki bu sefer de sükûttan kaçayım derken yeniden gevezeliğin cehenne- ı mine yuvarlanırlar. Çünkü ölüm bütün konuşmaların bir gevezelikten ibaret olduğunu öğretir. Zannımca hayat, sükûtun bu dayanılması güç ayazından kaçabilmek için yeni sebepler aramaktan öte bir şey değil. Zira sükûttan kaçış, insanın kendini murâkabeden kaçışıdır. Çünkü sükûtta her an kendimizle karşılaşırız.
Ama insan neden kendini murakabeden kaçar, kendiyle karşılaşmak istemez? Bunun cevabını Pascal’dan dinleyelim: “İnsan kendini murakabeye mecbur kalırsa, tarifi imkânsız kederler içerisinde bulur kendini.” Onun için Hölderlin, “Düş gördüğünde bir Tanrıdır insan, düşündüğünde ise dilenci” demiştir. Ama bu üzüntü, bu mutsuzluk nereden kaynaklanır? Filozof: “Günü öylesine yoğun yaşarız ki”, der, “bu hayhuy içerisinde neler kaçırdığımızı fark etmeyiz. Bunları ancak kendimizle baş başa kaldığımızda anlarız; sükût halinde ölümlü olduğumuzun idrakine varırız.” Nihayet sükûttan ve yalnızlıktan kaçışın esas sâiki ölüm korkusudur. Vakıa bu duyguyu ve korkuyu biz en yoğun sükût halinde, yani kendimizle baş başa kaldığımızda yaşarız. Sefaletimizi fark etmeden yaşamak: işte mutluluk. El-hak Pascal haklıdır: “Şimdi fevkalâde anlıyorum ki, bir insanı mutlu etmek için onun bakışını evdeki sefâletinden uzaklaştırmak lazım. Bunun için ona, ne kadar güzel dans ettiğini fısıldamak kâfidir.”
Büyük şüpheci filozof Pyrrhon, her sözden şüphe etmeği ve hiç kimseye itimat etmemeği öğretir. Çevresindekiler Pyrrhon’u bu tutumundan dolayı fanatiklikle suçlar ve derler ki, “O zaman senin bu söylediğin de fanatizmden başka bir şey değil, çünkü sen de aynı şekilde bu söylediğinin hakikat olduğunu iddia ediyorsun.” Bunun üzerine Pyrrhon, “Doğru söylüyorsun! Tüm sözlere karşı şüpheci olmak lazım gelir” der. Aralarından yaşlı birisi, “O zaman tamamıyla sükût etmek mecburiyetin- desin”, diye itiraz eder. Konuşmanın devamında yaşlı adam tereddüde kapılır ve “Şimdi birbirimizi tamamıyla anlıyor muyuz?” diye sorar. Pyrrhon kahkahayla gülmeye başlayınca, yaşlı adam: “Sükût ve gülmek; bütün felsefen bundan ibaret mi?” diye sorar. Pyrrhon’un cevabı son derece düşündürücüdür: “Şüphesiz böyle bir felsefe, en kötüsü olmazdı.”
Söz bir yelpazedir
Goethe, Doğu-Batı Divant’nda “Wink” (İşaret) başlıklı şiiriyle Hafiz’ın şiirlerini yorumlarken adeta sözün mânâ koordinatlarını çizmektedir:
Und doch haben sie Recht, die ich schelte:
Denn, dass ein Wort nicht einfach gelte,
Das müss sich wohl von selbst verstehen.
Das Wort İst ein Fâcher! Zwischen den Stâben
Blicken ein Paar schöne Augen hervor.
Der Fâcher ist nur ein lieblicher Flor.
Er verdeckt mir zwar das Gesicht,
Aber das Mâdchen verbirgt er nicht,
Weil das Schönste was sie besitzt,
Das Auge, bir ins Auge blitzt.
Ne var ki tenkit ettiğim âlimlerin de hakkı var:
Zira sözün sadece bîr mânâsı geçerli değildir,
Esasen bu durum kendiliğinden anlaşılmalıydı.
Söz bir yelpâzedir! Aralıklarından bu yelpâzenin
Bir çift güzel göz bakar.
Sadece sevimli bir çiçektir yelpâze;
Gerçi genç kızın yüzünü kapatır bana,
Ama kendisini saklamaz benden.
Çünkü kızın en güzel tarafı,
Gözlerime bakan gözleridir.
Şair bu şiirinde dünya ile söz arasındaki ilişkiyi hari- kulâde bir mecazla temellendirmektedir. Şimdi bu mecazı anlamaya çalışalım. “Söz bir yelpâzedir”. Eskiden zarif bayanlar hem yüzlerini gizlemek ve serinlemek hem de naz ve edâ için yelpâze kullanırlardı. Şimdilerde yelpâze pek nâdiren kullanılıyor. Esasen birbiriyle çelişiyor görünse de yelpâzenin iki fonksiyonu vardır. Birincisi güzelliği gizlemek, İkincisi gizlice hissettirmek ve bu güzelliğe âşinâ meraklıların merakını kamçılamak. Yelpâze kullanılırken güzelliği nasıl gizlediğini, ama diğer taraftan da açıp kapatılarak gizli güzelliği nasıl teşhir ettiği ortadadır. Dahası sevgilisine mesajlar göndermek isteyen zarif bayan, elindeki yelpâzeyi bir komünikasyon enstrümanı olarak kullanabilir ve yelpâzeyle sevgilisine rahatlıkla bir randevu verebilir. Söz de aynen yelpâzeye benzer bir fonksiyon icra eder. Söz, mecaz ve şiir de tıpkı yelpâze gibi bir imaj, bir işaret, bir randevu verebildiği gibi konuşanı da ihbar eder. İstediği kadar kendini gizlemeğe çalışsın söz konuşanı ele verir; zira her sözün arkasında mutlaka bir ruh ve bir ruh hali vardır; bütün arzuları ve çelişkileriyle, uçurumlarıyla, gerilim ve bunalımlarıyla bir ruh. Ancak söz bu uçurumları bir an için aydınlatan bir şimşek gibidir. Her ne kadar şimşek bizim bir şeyler görmemizi sağlarsa da gizledikleri bize gösterdiklerinden ziyâdedir. Bu itibarla söz hakikate götüren bir köprüdür amma hakikatin bizzat kendisi değildir. İç dünyamızda her sözün bir yeri olsa da, hiçbir söz sinemizde fırtınalar koparan bir duyguyu ifade etmeğe, hissi- yâtımızı hakkıyla anlatmağa muktedir değildir. Zira Ortaçağ filozoflarının dediği gibi “individuum est ineffa- bile”, yani “ferdin ifadesi imkânsızdır”. Schiller, Lotte von Lengefeld’e 10 Şubat 1790 tarihinde yazdığı bir mektubunda diyor ki:
Her duygu dünyada yalnız bir defa mevcuttur, o da yegâne onu yaşayan insanda. Oysa o duyguyu ifade etmek için binlerce söz söylemek lazım gelir. Bu yüzden de o his bunlann hiçbirisine uymaz.[4]
Kanuni Sultan Süleyman şöyle söyler:
Kadd-i dildan kimi serv okur kimi elif.
Cümlenin maksudu bir amma, rivayet muhtelif!
Evet, gerçekten “söz bir yelpâzedir” ve bu yelpâze, bu bir çift gözü gösterirken gizler, gizlerken gösterir. Kanaatim o ki Goethe, bu şiirinde yelpâze mecazını çok düşünerek kullanmıştır. Çünkü yelpâze sevgilinin yüzünü gizlerken, onun gözlerini yani ruha en yakın olan ve aynı zamanda da en çok dünyevî olanı açığa çıkarır. Yelpâze açılıp kapandıkça yüz görüntüden uzaklaşır, gözler yaklaşır, bakışlar mânâlaşır. İnsanın iç dünyasını, his dünyasını en çok yansıtan gözlerdir. Ayrıca gören organ yüz değil gözdür. Yüz pasiftir ama gözler aktiftir. Dolayısıyla gözler, insanın dünyaya açılan penceresidir. Ama aynı şekilde söz de dünyaya açılan bir penceredir. Bu itibarla şairin göz ve sözün dünyevilik özelliğini göz önünde bulundurmaması bana imkânsız gibi geliyor.
Senail Özkan – Söz Bir Yelpazediri,syf:11-27
Dipnotlar:
[1]J. G. Hamann, Werke, hrsg. V. J. Nadler, Bd. III, Wien 1951, s.284.
2 Waker Ruben, Felsefimin Başlangıcı, Ankara 1947, s. 52.
[3] Mme de Stael, Edebiyata Dair, Çev. Safîye ve Vahdi Atay, Ankara 1952 s. 380
[4] Schiller, Friedrich: Werke, Nationalausgabe. Cilt. 25, S. 415