Sosyal Bir Varlık Olarak İnsan
Prof.Dr. Ali Büyükaslan*
İnsan nasıl tanımlanabilir? İnsanı zamandan ve mekândan bağımsız olarak tanımlamak mümkün mü? Bu soruların cevabını bulabilmek için Cüneyt Arkın’ın filmleri düşünülebilir. Bir genç doğar, güçlü kuvvetlidir, zalimlere ve kötülere karşı durur. Hayatı böyle çizgi gibi bir sona doğru gider. Çizgisel, lineer dediğimiz bir hayat yolu vardır. Sinemadaki geri dönüş tekniğinde bir hayal perdesi olur ve filmin kahramanı, geriye dönük bazı olayları hatırlar. Ancak insan böyle bir varlık değildir, dümdüz yaşayan bir varlık hiç değildir. Çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve fâni dünyadan dâr-ı bekâya göçme…
Bu, insanın seyr-ü seferinde çizgiselliği belirten bir durumdur. Oysa insan dairesel yaşayan bir varlıktır. Dairesel yaşamak ne demek? Bugün dünden etkilenmeyen, dünde yaşadığının etkisini hissetmeyen, çocukluğunun etkisinde kalmayan bir insandan bahsedebilir miyiz?
Anda Yaşayan İnsan
İnsan söz konusu olduğunda mutlaka dünün bugünde, bugünün yarında etkisi vardır. Bu, hem zaman hem mekân olarak böyledir. Dolayısıyla çocukluğumuzda, gençliğimizde ister eğitim ister şahsiyeti oluşturan diğer faktörler, isterse başa gelen birçok olay açısından düşünülsün, dünümüz bugünümüzde etkilidir.
Aynı şekilde bugünümüz de yarınımızda etkili olacaktır. Dolayısıyla insan dediğimiz varlığı, “anı yaşayan değil, anda yaşayan” olarak tarif etmemiz mümkündür. Anda yaşamak, evet ama anda yaşadığımızın geçmişle mutlaka bir bağlantısı vardır, dünden kopuk değildir. Dolayısıyla “Hangi insan?” sorusuna “Anda yaşa, yan, ama dünden kopmayan, yarına etki bırakan insan” diye cevap veririz. Herkesin yönü ileriye, önüne doğrudur. İnsanın yönünün ileriye doğru olması, bir şeylere sırt döndüğünün de bir ifadesidir aynı zamanda. Bu ister fikri, ister fiziki, isterse ruhsal planda olsun; hangi düzlemde alınırsa alınsın yönünüzü bir tarafa dönüyorsanız durduğunuz yer yönünüzü belirliyor demektir. Bu, aynı zamanda bir şeylere sırtınızı döndüğünüz anlamına da gelir. Bu maddi ve manevi, sosyal ve psikolojik, hısımlık ve hasımlık anlamında anlaşılabilir. Dolayısıyla insanın mekândan ve zamandan uzak bir tanımı mümkün değildir.
Dünyada o kadar çok insan var ki Cenab-ı Allah’ın kudreti burada tecelli ediyor. Yedi buçuk milyar insanın hiçbiri birbirine benzemiyor. Ama bu insanlar arasında bile biz, “Hangi insan?” sorusuna cevap ararız. Felsefe, psikoloji, tarih, hepsi kendi disiplini açısından bu sorunun cevabının peşine düşer. Diğer sosyal bilimler de kendi alanlarının prensipleriyle sorunun cevabını arar. Ama insanlar, “Hangi insan?” sorusuna yine durduğu yerden, kendi disiplini açısından cevap verir.
Allah, “insanı ahseni takvim olarak yarattık” diyor ve eşref mahlukat olan insandan sonra esfel-i safilin, aşağıların en aşağı sı olan insandan bahsediyor. Yine Kitab-ı Kerim, “Hangi insan?” sorusunun cevabı olarak kabirlere varıncaya kadar geçmişiyle, ecdadıyla övünen insandan bahsediyor. Sonra dünyanın oyun ve oyalanmadan ibaret olduğunu bilen ve bilmeyen insandan söz ediyor. Şimdi inanç ekseninde alındığında birkaç tane insan tanım ortaya çıktı. Bu insanlar içerisinde Müslümandan mı kafirden mi, müminden mi münafıktan mı, alimden mi cahilden mi, zalimden mi mazlumdan mı, zenginden mi fakirden mi bahsedilecek? Çünkü her birinin durduğu yön, sırtını çevirdiği yön, baktığı yön ve dolayısıyla gördüğü gerçekler çok farklıdır. “Hangi insan?” sorusunun cevabı, “Hangi bakış açısıyla insan?” sorusunu da getiriyor. Dolayısıyla “aç-tan (aç insandan) bahsederken “Hangi insan?” s0rusuna başka cevap, “tok”tan (tok insandan) bahsederken başka cevap verilir. Siyah ya da beyaz, ağlayan ya da gülen, hasta ya da sağlam, genç ya da yaşlı, hasbi ya da hesabi, vefalı ya da nankör?
Biri, “Ben Allah korkusunun insanlarda iyiliğe, doğruluğa sürükleyici olduğuna inanmıyorum” demiş. Diğeri ise “Erdem, insanda bizatihi kendiliğinden olabilmeli” diye belirtmiş. Eğer insan, bile bile bir yanlışı yapıyorsa veya Allah korkusu onu yanlış yapmaktan engellemiyorsa gerçekte Allah’tan korkmuyordur. Bu durumda onun inancını veya duygularını sorgulamak lazım. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diyor. İnanç sahibiysen böyle bir şeye muhatapsın insan olarak.
Hz. Peygamber şöyle diyor: “Ya hayır söyle ya da sus.” Bu kadar basit. Çok basit, müthiş bir iletişim prensibi. “Lüzumsuzluk yapma, boş konuşma, insanların zamanını alma.” Buradan bir sürü iletişim prensibi çıkar. Kitab-ı Kerim’de ilim ve düşünceyi teşvik eden ayetlerin sayısı, fıkıh ve hukukla ilgili ayetlerin sayısından üç-dört kat daha fazladır. Yani Kitabın “Hangi insan?” sorusuna cevabı; düşünen, ilim öğrenen, ilim edinen insandır.
“Hangi insan?” sorusuna bir başka açıdan da cevap verilebilir. Mesela 15. yüzyılda Makyavel’in dediği, “hedefe giden her yol mübahtır” anlayışına sahip insan. Bu anlayışa göre amaca giden her yol meşrudur, mübahtır. Hâlbuki meşru da olmaz, mübah da olmaz. Uygundur, geçerlidir gibi kavramlarla karşılanabilir ama meşru ve mübah İslam’a ait iki kavramdır. Bu düşünceye meşru dediğin zaman İslam’ın kavramlarıyla bir Batılı düşünceyi tanımlamaya çalışıyorsun demektir ki bu yanlıştır. Ya da yine Hobbes’un meşhur sözü: “İnsan insanın kurdudur.” Hâlbuki Turgay Başkan’ın dediği gibi, “İnsan insanın umududur.” Âdem Aleyhisselamın oğlu olmakla insan insanın kardeşidir.
La Fontaine’de yer alan kurt ile kuzu hikâyesi oldukça çarpıcıdır. Kurt suyun yukarısında, kuzu ise aşağısındadır. Kur kuzuyu yiyecek ama bahane üretmesi lazım. Kurt, “Suyumu niya bulandırıyorsun?” der. Kuzu, “Nasıl olur efendim? Siz yukarıdasınız ben aşağıdayım. Sizin suyunuzu nasıl bulandırabilirim?” diye cevap verir. “Kes sesini, bulandırıyorsun işte!” der kurt. “Üstelik geçen sene bana hakaret de etmiştin” der. Kuzu, “Ama geçen sene ben daha doğmamıştım ki!” der. Kurt olarak düşünürsen, kuzuyu yemek için bir sürü bahane uydurursun. Eğer insanı kurt olarak görürsen kurtlar arasında yaşarsın. “Hangi insan?” sorusuna verilen cevaplardan biri budur.
“Hangi insan?” sorusuna ideolojilere göre cevap verirsen veya ideolojilere teslim olan bir insansan, ideolojiler arasında gidip gelirsin. Bir orada, bir burada olursun. Oysa biz biliyoruz ki sosyal bir varlık olarak insan; konuşan, ilişki kuran, iletişimini yöneten bir varlıktır. Bütün bunları kendini tanıyarak yapar. Öğretmenlere hep şu sorulur: “Hocam, benim çocuğum çalışkan ama düşük puan alıyor.” Kimse kimseyi kandırmasın, çocuğunuzu en iyi siz biliyorsunuz. Ayağınızı sağlam basın, gerçekçi olun, çocuğunuzun geleceğini karartmayın. Gerçekleri kabullenerek bir plan program yapın. Olanı, olanın ötesinde görmeye veya ona aşırı bir değer biç meye kalkarsanız hayal âleminde yaşamış olursunuz. Gençlerin ve kendinizin ızdırap çekmesine yol açarsınız. İletişim kurarken ilişkiyi yönetirken kendinizi tanıyın. Çünkü maskeler takmanın kimseye faydası yok. Zaten Covid-19 sürecinde maskeyle tanıştık Cenab-ı Allah bunu taktırdı en sonunda, “Haddinizi bilin!” diye Haddini bilmek, kendini doğru ifade etmekle olur. Kendimi doğru ifade etmenin yolu ne? Allah iki kulak vermiş, dinlemeyi bilmek için. Çok dinle, az konuş ve empati kur. Yerleştiği için em pati kelimesine bir şey demiyorum ama tuhaf bakıyorum. Bunu” yerine özdeşme gibi öz Türkçe kelimeler kullanılıyor. Ama sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma, bu kadar basit. Ön yargıyı kaldırıp hoşgörüyü ilke edinerek ilişkini yönet, iletişimini kur. “Hangi insan?” sorusuna cevap verirken kendinin eleştirilmesine izin ver. Bunu kolaylıkla söyleriz ancak genelde yapmayız.
Hani, Yahudi bir genç hastalanıyor… Peygamber Efendimiz de onu ziyarete gidiyor. Burada dikkati çeken, Peygamber Efendimizin davranışıdır. Allah Resulü’nün bir Yahudi gencin evine gitmesi ne kadar güzel bir davranış. Gencin babası Hz. Peygamber’e hürmet ediyor. Ama benim asıl dikkatimi çeken şu: Allah Resulü beden diliyle konuşuyor. Söylemiyor, konuşmuyor, nasihat vermiyor. Yeri geliyor onu da yapıyor ama beden dili, yani yaşayarak anlatmak, iletişimin yüzde altmışıdır. “Hangi insan?” dediğimizde, “Yaşayarak anlatan insan” cevabını veririz, yani konuşandan çok yaşayan, söyleyenden çok yapan, uygulayan insan.
Üslub-u Beyan, Ayniyle İnsan
Ben ve sen dilini kullanmamayı öğütleriz. Çünkü ayrıştırıcı, ötekileştirici, itham edicidir. Oysa “biz” dili; daha kuşatıcı, daha kapsayıcı ve daha birleştiricidir. Birine “Gel” dediğinizde hitap ettiğiniz kişiyle aranızda kesinlikle bir soğukluk oluşacaktır. Ama “Gelir misin?” dediğinizde bambaşka bir etki bırakacaktır. İkisi de aynı kelime, ikisi de aynı amaca matuftur. Ama “Hangi insan?” sorusunun cevabına, “Doğru ilişki kuran, doğru iletişim kuran insan” derken “Gel” değil, “Gelir misin”, “Ben değil biz, sen değil siz” diyen insan.
On dört-on beş yaşlarındayken Dale Carnegie’in kitabını okuyorum ve orada söylenenler bana tanıdık geliyor. Carnegie, aslında Peygamber Efendimizin sözlerini, davranışlarını almış, yazmış, onlarla nasihat ediyor insanlara. Peygamber Efendimizi tanımayanlar da alıp bu kitapları okuyor. Beslendiğin kaynağa, su içtiğin pınara yabancı olursan başka coğrafyaların, başka insanların Suları, pınarları sana lezzetli gelir. Ama bilmiyorsun ki senin vücut kimyanı değiştiriyor o sular, o kaynaklar.
İletişimde şöyle bir prensip var: “Üslub-u beyan, ayniyle insan” deyiminde vurgulanan üslup veya kelimeler, iletişimde yüzde on ağırlığa sahiptir, yüzde otuzu ses tonu, yüzde altmış, da beden dilidir. Tek bir kelime bile konuşmadan herkesle anlaşa. bilirim. Bir Kayserili, bir kız annesi olduğu için rahmetli annem kız kardeşime kaş göz işaretiyle her şeyi anlatırdı. Eve çaktırmadan dünür gelirdi, baş işareti yapardı. “Kahveyi, bisküviyi, çayı hazırla getir kızım.” Bir şey söylemeden her şeyi anlatırdı. Beden dili dediğimiz şey bu aslında. Giyim, kuşam da beden diline dâhildir, bakış da beden dilidir. El, kol hareketleri beden dili içerisinde yer alır. Bunu Hoca Nasreddin’in deyimiyle “Ye kürküm ye!” şekline dönüştürenler de var, ancak unutulmamalı ki bu da bir söylemdir, bir anlamdır. Döneme ilişkin bir anlayışı, bir bağlamı ortaya koyan, yani aslında yine bir anlamı olan ifadedir, bir söylemdir; o günü, o günün insanını, o insanın hayatla ilişkisini, hayata ve insana bakışını, insanla ilişkisini kürk üzerinden ifade eden, yansıtan!
Kelimeler yüzde on etkilidir ama eğer doğru kelimeler kullanılırsa yüzde on bile çok şey değiştirir. O yüzden siyasal iletişimle uğraşanlar ve bunu meslek olarak icra edenler, halkın nabzını çok iyi tutarlar. Biz reklamların niye esiri oluruz? Çünkü bizi çok iyi tanırlar da o yüzden. Bizim eğilimlerimizi bildikleri için bize neyi, nasıl satacaklarını, en uygun kelimelerle, renklerle, seslerle yaparlar. O yüzden kelimeler önemlidir. Ama bu önemli kelimelerin ağırlığı, her şeye rağmen yüzde ondur.
Biz kendi iletişim ve ilişki yönetimimizi kendi kavramlarımızla yapmazsak kendimiz olmaktan çıkar, başkalarının gözüyle kendimize bakarız. Bugün empati, yarın sempati deriz, arada” kardeşlik, gardaş, kurban, dost kelimelerini kaldırırız.
Her dönem kendi tanımlamaları, kendi söylemiyle insana” ayar verir, yön çizer. İnsan neyi nereden alacağını bilmek durumundadır. Biliyorsunuz değil mi? Dizilerle geleneğimize, kültürümüze, inanç ve değerlerimize yapılan tahribatın bir benzeri de çeviri kitaplarla oldu. Bir İtalyan, bir İngiliz, bir Amerikan ailesinin aile içi davranışları Türkçeye çevrildi, bize uyarlanmaya başlandı ve sonra ilişki biçimimiz de değişti. Farklı organları alıp birbirine yamayarak ortaya bütünlüklü bir varlığın çıkacağını bekledik. Bir takma kol veya protezle insan yapmaya kalkıştık. Oysa kendi kavramlarımız bizi yeterince ifade ediyordu. Kendimizi bunlardan niye uzaklaştırdık ki! Kimliğimizi, kişiliğimiz olarak yansıtamadıgımız sürece kişilik bozuklukları yaşamak kaçınılmazdır.
Şu anda sıkıntılı bir durumla karşı karşıyayız. Sosyal bir varlık olarak kendimizi insan olarak tanımlarken, sosyal ağlarda yalnız yaşayan insanlar haline geldik. Çaresi ne bilmiyorum, ama her hâlükârda içerik üretmeliyiz. Çünkü sosyal medya kullanmamak saflık olur. Ama başkalarının içeriğine mahküm olmak, mahvolmaktır. Sosyal bir varlık olan insan, sosyal medya üzerinde yalnızlaşarak sosyalleşiyor. Biz ilişki ve iletişimi yönetirken insan olarak evlad-ü iyali ihmal ettik. “Başkalarını kurtarmaktan çocuklarını ihmal ediyorsun” diye yapılan şikâyetlerle karşılaşırız.
Birliği, beraberliği terk edip bireyselleşerek cemaati de terk eder olduk. Aynı şekilde saf olmayı da bıraktık. İlginç bir şekilde insan olarak her şeyi biliyoruz, her türlü malumata sahibiz, bilmediğimiz bir şey yok. Ama ne hikmetse bir şeyler yanlış gidiyor. “Söz gümüşse sükut altındır” dedik, ama herkes gümüş tüccarı oldu. Herkes söz alıyor, söz satıyor. “İletişimsizlik problemimiz var” diyenlere Hucurat Süresi her şeyiyle cevap veriyor. Orada iletişim dersleri var. Bizim bakış açımızın, durduğumuz yerin, gerçekliği tanımamızla alakası hiçbir zaman göz ardı edilmemeli. Gerçekliğe, hakikate ulaşmanın yolu, çok farklı bakış açılarını tanımaktan geçer. Eğer tek bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışılırsa hiçbir zaman gerçeklik görülemez.
Mesnevi’de bir fil hikâyesi vardır. Daha önce hiç fil görmemiş, fille temas etmemiş Hintlileri kapkaranlık bir odaya koyarlar. Sonra, herkes file dokunmaya başlar, ama göz gözü görmez bir haldedir. Biri kulağına, biri hortumuna, biri bacağına, biri sırtına dokunur Sonra dışarı çıkarlar. “Neydi bu gördüğünüz, anlatın bakalım, neye benziyor?” diye sorarlar. Filin kulağına dokunan, “Yelpaze, ye benziyor” der. Hortumuna dokunan, “Boruya benziyor” der Ayağına dokunan, “Ağaca benziyor” der. Sırtına dokunan, “Tahta. ya benziyor” der. Dolayısıyla gerçekle ilişkimiz, dokunduğumuz ve gördüğümüz kadardır. O nedenle gerçeğin bütününü görmek, parçaları birleştirmekle ya da bakış açımızı çoğaltmakla mümkündür. Ve unutmuyoruz: Testide ne varsa dışarıya o sızar. O yüzden testiyi iyi doldurmamız gerekiyor.
Medeniyet İnşa Eden İnsan
Ayne’-yakin, ilmel-yakin, hakka’I-yakin, hiss-i kable’l-vuku; irfan, hikmet, feraset, basiret… Bilmenin, anlamanın, fehmetmenin, zikretmenin, fikretmenin temelidir bunlar. Bu kavramları; temelinde, düşüncesinde, sistematiğinde barındırmayan bir anlayış benimsendiğinde bunlar yok olur. Bunlar yıkılıp yok edildiğinde bugüne kadar geçmişten taşınanlar da yok edilmiş olur. Çünkü geçmiş; bu kavramlar sayesinde gelecekle, manayla, anlamla ilişkisini kuruyordu. Bu nedenle bu kavramlardan uzak kalmak, bununla edinilenleri de ortadan kaldırıyor.
Fernand Braudel, “Her şehir, ait olduğu medeniyetin tezâhürüdür” der. “Hangi insan?” sorusuna “Ait olduğu medeniyetin inancının tezahürü olan çevreyi ortaya koyan, şehri inşa eden iv sandır” cevabı verilmeli. Çünkü her medeniyetin tezahür ettiği anlayışı çevresine yansıtan, insandır. Bunun için kuş evleri inşa eder, sadaka taşları kurar, zimem defterleri oluşturur, şehrin en merkezinde yer alan camiye yakın bir hayat silsilesi meydana getirir. Bu hayatın akışında en nezih meslekler, camiye en yakın olanlardı” İnsan, sosyal bir varlık olarak konuşan bir kültürel mirası sahiplenmek zorundadır. Çevrenize baktığınızda dünden bugüne bize bırakılanlarla iletişim kurabiliyorsanız, onların hangi ruh haliyle bize neleri, nasıl, ne için bıraktığını anlayabiliyorsanız, o ruh halini siz de öteye taşıyabilirsiniz. Bunun çok somut örnekleri vardır. Selçuklu’nun, Osmanlı’nın yaşadığı coğrafyalar, o ruh anlayışının tezahürleriyle doludur. O yüzden o ruhla konuşabilmeliyiz, onun sesini duyabilmeli, onun dokusunu hissedebilmeliyiz. İstanbul’da mezarlıklardaki servi ağaçları insana bunu söyler. Endülüs’te sarayın duvarlarında “La galibe illallah” yazar, sadece Allah’tır galip olan. Bu bir hatırlatmadır. Mezarlarda “Hüvel-Baki” yazar, sadece O sonsuzdur. Bütün bunlar o ruhun yansımasıdır, ama görmesini bilirsen. Şimdi maalesef mezar taşını yok edip sehpa yapıyorlar.
Cemil Meriç’in “Bu Ülke” kitabında, “İdeolojilerin peşlerine takılanlar pusulasızdır” der. Şuur, tarih, millet ve kişilikten yoksun olanlar ideolojilerin peşine takıldığında pusulasız kalırlar. Allah korusun, yönlerini şaşırır giderler. Bir ideolojiye saplanıp kalan başka ideolojiye saplanıp kalanlarla sürekli bir çatışma halinde olur. Her dönem yeni ideolojilerin çıkması da söz konusudur.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Ne zaman güzel, hayır, hasenat, iyilik konusunda bir toplantıya girsem bu ayet beni mest ediyor. Kalem ve kelam üstadı İranlı Sadi Şirazi “İnsan nedir?” sorusuna cevaben der ki: “Bir damla kan, bin bir dert elem.” Kendimize bakalım, aynaya bakalım; ne gördüğümüzü, ne olması gerektiğinin cevabını kendimizde arayalım.
Bir olgunun veya durumun anlamına, ancak parçaların bütünü oluşturmasıyla erişiriz. Aynı fil hikâyesindeki gibi… Dolayısıyla gerçeğin bütününe vakıf olmadan gerçeklikle ilgili fikir beyan etmek yanlıştır. Çok kırıcı oluruz, canımız acır, can acıtırız, kul hakkına gireriz. Gerçekliğe vakıf olduğumuzu düşünmediğimiz konular hakkında fikir beyan etmeyelim.
Herkes her şeyi biliyor, ama Allah Resulü (sav) gibi yaşayan, beden dilini kullanan çok az. O yüzden asıl önemli olan, bilip da ihmal ettiklerimizdir. “Duyduğunuz bir haberi araştırmadan ona inanmayın.” Biz ise sosyal medyada tam tersini yaparız.
“Bir topluluk diğerini alaya almasın.” “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” “Zannın birçoğundan sakının.” Bu ayetle Hucurat Süresi’nden. Bunları biliyoruz, yoksa “Niye bilmiyoruz” demiyorum. Bunlar, bilip de ihmal ettiklerimiz. Rahmete mazhar olmanın yolu kardeşlikten geçer. Saf olmayı beceremediğimiz için Cenab-ı Allah camilerde saflarımızı da ayırdı. Kibirli olmamayı, alçak gönüllü olmayı, karşılık beklemeden iyilik yapmayı bize emreden bir Kitab’ın sahibiyiz.
Hakkın ve hakikatın yolunda yürümenin insana, bedel ödeme de dâhil yüklediği yükümlülükler ona hak ve hakikat yolcusu sıfatını layık görür ki bu, insan için dünyada erdemli olmanın adıdır.
* Medipol Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı
İnsanı Yeniden Düşünmek – Kolektif,syf:119-129
TİRE KİTAP