Sinema, sembolik düzeni yaratan bir iletişim aracı olarak[1] seyircinin algılama ve anlama biçimlerini dönüştürebilmekte ve kendisinin belirlediği yeni bir yapı inşa edebilmektedir. Sinemanın gerçekliği taklit etmesinin yanı sıra taklit edilen gerçekliği de değiştirebilmesi,[2] seyirci nezdindeki etki gücünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. O, hem inşa ettiği anlamlar ile hem de seyircinin bu anlamlara bağlı kalarak ürettiği yeni alımlamalar sayesinde ideolojisini empoze edebilmektedir. Bu bakımdan beyazperdede yer alan her bir karenin ve söylenilen her bir sözün, basit bir görüntü ve cümle dizini olmadığını; bunların kendilerine has ruhlarının olduğunu, yani belli bir ideoloji, düşünce biçimi ve hayat algılayışına dayalı olarak oluşturulduğunu vurgulamamız gerekir. Her film, en az bir hayatı gösterdiğine göre; filmlerin, o hayatın içerisinde yer alan ve ondan ayrılmaz bir biçimde duran sosyal dünya ile kuşatıldığını ve dinî, ahlaki, kültürel, siyasi ideolojiler tarafindan sarmalandığını; bundan dolayı filmleri, içinde bulundukları bu bağlamlardan bağımsız düşünmemek gerektiğini belirtmeliyiz. Dolayısıyla filmin ‘dilini’ anladığımız zaman, hem onun basit ve masum bir anlatım biçimi olmadığını hem de onun seyirci ile film arasındaki bağı sağlayan bir aracıdan ibaret olmadığını daha iyi bir şekilde kavramamız mümkün olacaktır. Filmin dili, seyirci üzerinde düşünsel, bireysel ve toplumsal yönlerden etki ederek karşılık bulabilmekte, pratik oluşturabilmektedir. Aynı zamanda seyirciyi ait olduğu anlam evrenine çağırarak onu kendisine ait değerlere, anlayışlara ve gerçeklikle ilgili farklı yaklaşımlara yönlendirebilmektedir. Tüm bu özellikleriyle filmler, seyircinin bakış açısını yönlendirerek onun yaşamının inşa edilmesinde merkezî bir rol üstlene- bilmektedir. Filmlerin sürekli olarak izlenmesi, film dilinin içselleşmesini sağlayarak dünyayı her defasında yenileyerek yaratmaya devam etmekte ve yaşamın da kurmaca bir hâl almasına neden olmaktadır.[3]
Sinemanın kadrajında yer alan her bir öğenin en ince ayrıntısına kadar özenle seçilmesi, bu öğelerin tümünün belirli bir anlama sahip olduğunu ima etmektedir. Ayrıca bir filmdeki planların, açıların, sekansların ve kurguların oluşturulmasında belli bir bakış açısının ve amacın gözetilmesi ayrıca filmin hikâyesi, senaryosu ve anlatı biçiminin başlı başına değer yüklü bir yapıya sahip olması, filmlere eklemlenmiş anlamlan gündeme getirmektedir. Bu açıdan kodlanmış alt metinlerin seyirciyle etkileşime geçerek yeni anlamların inşa edilmesinde oldukça etkili bir güce sahip olması, filmlerin tüm yönleriyle incelenmesini zorunlu kılmaktadır.
Beyazperdenin Arkası: Hegemonya
Subliminal mesajlarla seyircinin bilinçsiz bir şekilde ‘gösterilen? içselleştirmesi gibi, filmlerdeki alt metinler de aynı şekilde seyirciyi manipüle etmektedir. Aynı zamanda filmler ‘din dili’ni kullanarak seyircinin zihnine kolaylıkla girebilmekte ve onu sahte dinselliklerle aldatabilmektedir. Seyirci, filmlerin bu iki önemli yönünü fark etmeyerek arka plandaki yönlendirmelerle filmin büyüsüne kendisini kaptırmakta ve onun sekülerleştirici etkilerine maruz kalmaktadır.
Sinema, yalnızca sunduğu görüntüler ve anlatılarıyla seyirciyi etkilememektedir; aynı zamanda, bu öğelerle birlikte filmin alt metninin derinliğinde yer alan her bir unsurun da seyirciyle etkileşime geçmesini sağlayabilmektedir. Filmler dikkatli bir şekilde okunduğunda ve derinlemesine incelendiğinde birçok arka plan ayrıntısının var olduğu görülecektir. Bu açıdan karakterlerin sergiledikleri davranışlar, sahip oldukları alışkanlıklar, hatta kullandıktan nesneler seyirciyi farkında olmadan etkilemektedir. Çok az etkilediği zannedilen bu tür ayrıntıda kalan davranış biçimlerinin. aslında gerçek değişim modellemesinin özünü oluşturduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Seyirciyi etkileyen kültürel değişim boyutunun, büyük oranda bu alt metinlerde ve arka plan ayrıntılarında gizli kaldığı anlaşılmaktadır. Zira orada egemen kültüre ilişkin bir yapı örülmekte ve verilen mesajlar da bu yapı bütünlüğü içerisinde sunulmaktadır. Örneğin, çok önemli mesajlar veren bir filmde, karakterin bu mesajları sunduğu esnada etrafında bulunan ve onu çevreleyen her bir öge seyirciyle bir bağ kurmaktadır. Filmdeki karakterin giyimi, kullandığı eşyaları, içinde yaşadığı sosyal ortamı ve ilişkileri gibi birçok unsur, verilen mesajla bitişik bir şekilde seyircinin bilinçaltına yerleştirilmektedir. Dolayısıyla seküler bir bilinçle inşa edilen kurmaca hayatların bu önemli özelliği göz önünde bulundurulmadan izlenilen her bir film, seyircinin bu yapının içerisinde var olan her öğeyle etkileşime geçmesini ve onları kolaylıkla benimsemesini, içselleştirmesini sağlayacaktır. Bu şekilde sinemalardan yayılan iletilerle hâkim seküler kültürün, diğer kültürler üzerinde rızaya dayanan bir çerçevede hegemonya kurmaya çalıştığını söylememiz mümkündür.[4]
Sinema, ürettiği mitlerle mesajlarını seyirciye iletmeye çalışmaktadır. Kendisinin yarattığı egemen mitsel değerleri benimseterek soru sorulmasını ve eleştirel düzeyde düşünülmesini engellemektedir. Mitlerin kodlanmış anlamlar ile filmlerin içine yerleştirilmesi ve bu sayede yeni bir anlamlandırma biçimi sunması, kurmaca hayatların doğallaştırılmasını sağlayarak seyircinin anlamlandırma sistemini dönüştürmektedir. Barthes’ın mitleri ** çalınmış dil, bir dil soygunu** olarak nitelemesinden de anlaşılacağı üzere; sinema, seyircide yeni bir dilin oluşumunu sağlayarak mitsel anlamlandırmalar ile onu yönlendirmektedir.[5] Artık filmlerin kendisine sunduğu arketipler üzerinden düşünmeye başlayan seyirci, farklı tarzlarda olayları değerlendirebilme yetisini kaybetmektedir. Özellikle seküler kalıplarla şekillendirilen sinemanın. seyircinin algılamasını büyük ölçüde etkileyerek dinî perspektifle anlam üretmesinin önüne geçeceğini vurgulamamız gerekmektedir. Örneğin, senaryolarda sıklıkla karşımıza çıkan düşmanların ve kahramanların davranıştan, âşıkların flörtleri, gençlerin eğlenceleri gibi birçok anlatı biçiminin seküler bir tarzda oluşturulması seyircinin bu anlatıları mitsel bir unsur olarak kodlamasına neden olmakta ve bu mitler de seyircinin düşünmesini belirlenmiş kalıplar etrafında şekillendirmeye başlamaktadır. Böylece mitsel biçimlerin inşa ettiği anlamlar kolaylıkla seyircinin bilinçaltına yerleştirilmekte ve bu durum onun hayat algılamasını tümüyle değiştirecek yeni seküler kodların üretilmesine yol açmaktadır.
Seyircilerin olumsuz yönde etkilenme düzeyi göz önüne alındığında sinemanın eşi görülmemiş şekilde güçlendirilmiş panoptik bir aygıta dönüştüğü anlaşılmaktadır. Filmlerdeki yaşamlar seyirci için oldukça şeffaf alanlar olmasına rağmen seyircinin arka planlardan ve alt metinlerden tamamen habersiz bir biçimde seyre daldığını ve sonuçta sinemanın onun üzerindeki asıl amaçlarının alabildiğine gizli kaldığını söylemeliyiz. Filmlerdeki hayadan bir bakıma gözetleyen seyirci, o hayatlar üzerinde hiçbir denetim hakkına sahip olamazken; gözetleme kulesinde yerini alan sinema ise inşa ettiği panoptik düzenle seyirciyi evrensel bir denetim mekanizması altına almakta ve kolaylıkla şekillendirebilmektedir. Seyirci, bu panoptikon içinde güvenli bir biçimde gözaltına alınmakta ve kendisini çevreleyen gerçek kültürel yaşamlardan uzaklaştırılarak yalnızlaştırılmaktadır. Böylece savunmasız hâle getirilerek ideolojik bakışların nesnesi konumuna indirgenmektedir. Sinema, seyirciyi kendisinin belirlediği hipergerçek sınırlara ‘kapatarak* onun gündelik yaşamla ilişkisini kesmekte ve gerçek dünyadan soyutlayarak sahte bir anlam evrenine sıkıştırmaktadır.[6]
Sinema, toplumun ve tarihin dışında değildir; zamanın tarihsel ve sosyal bağlamına, varolan güç ilişkileri ve çatışmalarına bağlı olarak şekillenmektedir. Bu bağlamda filmler oluşturulurken belirli bir yaklaşıma göre görüntülerin seçildiğini, örgütlendiğini ve kontrol edildiğini vurgulamamız gerekmektedir.[7] Dolayısıyla sinemanın yalnızca insanın hayal gücünün inşa ettiği gerçek hayattan uzak metinler olarak algılanmasının, aslında onun kodladığı anlamlar bakımından gerçek gücünün anlaşılmasına engel olacağını belirtmeliyiz.
Sinema, sanal ve kurmaca olarak sunulan hayatları doğru bir yaşantı olarak göstererek seyircinin hayatında hiç tecrübe etmediği şeyleri onun bilincinde gerçekmiş gibi inşa etmektedir. Hakikat, yaşamda tecrübe edilen bir olgu olmaktan uzaklaşarak bir kurgu olarak seyircinin bilincinde yer bulmakta ve gerçek ile yapay hayatların birbirine karışmasıyla ortaya çıkan hipergerçeklik seyirciyi yönlendirmeye başlamaktadır, insanın böyle bir yaşamda realiteden tamamen uzaklaşması sonucunda, sanal hayatlar sahici yaşantıların anlamlarını kaybettirerek yeniden gerçekliği üretmektedir. Bu durum, hakikatin buhar olup gitmesine ve sanal olanın algıları, duyguları ve pratikleri dönüştürerek hipergerçek yaşamda (Çölde8) insanın kaybolmasına yol açmaktadır. Sinemanın yeniden ürettiği gerçeklik, kendi mekanizmasının sistemli bir şekilde işlemesini sağlarken etkilediği seyircinin dünyada olup bitenleri algılayabilmesinin ve anlamlandırabilme- sinin önüne engeller koyarak insan bilincini büyük bir karmaşayla karşı karşıya bırakmaktadır.[9]
Örneğin, Amerikalılar aslında ‘bir düş olan’ Vietnam Savaşı’nı kaybetmiş olsalar bile ”Apocalypse Now’ filmi ile kendi savaşlarını kazanmışlardır. Bu film, yarım kalmış bir savaş olan Vietnam Savaşının bir uzantısı ve en üst düzeyde yüceltilmiş hâlidir. Burada savaş bir filme, filmse bir savaşa dönüşmüştür; yani sinema, inanılmaz maddi koşullara sahip ve haddini aşan bir özel efekt makinesine dönüşmüş, sonuçta teknik altyapısının müdahale gücü yardımıyla bu iki olayı aynı potada eritmiştir. Bu sayede küresel güç, desteklediği film yapımcıları aracılığıyla sahte bir kurguyu seyircinin zihninde gerçek kılarak aslında dünya çapında zaferini ilan etmiştir. Yine aynı şekilde ‘Pearl Harbor filmiyle kendisini hem masum hem de kurtarıcı olarak gösteren ABD, Japonya’ya atom bombası atılmasının ne kadar gerekli olduğunu fark ettirmeden seyirciye kavratmış olur. Dolayısıyla sinemanın gücünün, endüstriyel-askerî araçların ve hükümetlerin gücüne eşit hatta onlardan daha büyük olduğunu söylemek mümkündür[10] ya da Paul Virillio’nun ifade ettiği gibi “Film çekmek ile silâh çekmek aynı şeylerdir ”
Sinemasal görüntü, yeni bir bilgi anlayışı etrafında kurulmaktadır. Orada zamanın ve mekânın belirlenmiş bir dilimi gösterilmektedir. Kurmacanın hüküm sürdüğü bu evrende bütün sınırlar (çerçeveler) keyfi ve yapay görünmektedir. Sinema çok sayıda karenin bir araya getirilmesi ile ortaya çıktığı için yapılması gereken şey, konuyu ya da malzemeyi belirlenmiş bir çerçevenin içine yerleştirmektir: Her şey birbirinden ayrılabilir, kesintiye uğratılabilir, herhangi bir öge başka bir şeyin yanma iliş- tirilebilir. Bu yönüyle sinemada hakikat, bir fotoğraf gibi küçültülür, büyütülür, kenarından köşesinden kırpılır, rötuşlanır, müdahaleye ve üstünde oynamaya tabi tutulur. Dolayısıyla sinema aracılığıyla bakılan dünya, aslında birbiriyle alakasız ve serbest duran parçacıklardan meydana gelmektedir. Bu durum geçmişi ve bugünü kapsayan tarihin, gelenekten kopuk bağımsız bir dizi anekdot ve kısa haberden oluşmasına; sinemanın gerçekliği atomlaştırmasına, idare edilebilir hâle getirmesine ve hakikati yansıtmayan kendine has donuk değerler üretmesine neden olmaktadır. Doğruları olduklarından farklı biçimlerde ambalajlayarak seyircinin hizmetine sunan sinema, düşüncelerin basmakalıp bir şekilde oluşturulmasına hizmet etmektedir.[11]
Seyirci filmlerde gösterilenleri bir çeşit öz ya da cevher gibi algılayarak onları mevcudiyeti olan şeyler olarak kabul etme eğilimindedir. Hâlbuki seyircinin bu noktada yapması gereken şey, kendisine gösterilenlerin herhangi bir gerçekliğinin olmadığının bilincine vararak filmlerin zihnini düzenlemek isteyen metaforlarla dolu olduğunu kavramasıdır. Ancak filmlerin hegemonik yapısının içine gömülen seyirci, reel hayatta hiçbir zaman gerçekleşmemiş olayları hakikat olarak algılayarak onların seküler paradigmasını bütünüyle içselleştirmektedir. Sinemanın yarattığı bu perspektif filmlerde yer alan küçük parçaları, anlamsız ve ilişkisiz gibi görünen bölümleri kendi referanslarıyla bağlantılandırarak büyük puzzle’in içine yerleştirmektedir.[12] Bundan dolayı ‘küçük’ olarak görülen sorunlarla seyircinin karşısına çıkan her bir film, aslında bu paradigmanın inşasına katkıda bulunan çok önemli bir özelliğe sahip olmaktadır. Evde tek başına film izleyen seyircinin bu açıdan aslında hiçbir şekilde yalnız olmadığını kavraması gerekmektedir. Zira küresel düzeyde büyük kitlelere ulaşarak onların zihinlerini şekillendiren sinema, kazandığı her bir seyirciyi kendi hegemonyasının içine hapsetmektedir.
Seyirci aslında kendi düşünüşüne bir şeyler katmak için değil, başkalarının hayatlarını kendisine uyarlamak için film izlemektedir. Bunun gerçek sebebi, kimliklerin inşa edilmesinde veya yıkılmasında bir araç olarak seyircinin hayatına giren sinemanın gündelik hayatı tekeline alarak dönüştürmesi ve böylece onun algılayışını etkilemesidir. Küresel medyanın da kendisi gibi şekillenmeye başlaması, seküler kültür ve ideolojinin dayattığı biçimde sisteme uyumlu bireylerin üretilmesine katkı sağlamaktadır. İhtiyaçları manipüle ederek yapay gündemler oluşturabilen sinema, seyirci için artık bir arzu nesnesi hâline gelmektedir. İyi-kötü, güzel-çirkin, biz-öteki gibi ayrımlaşmalar yaratabilmekte ve popüler kültürüne bağımlı kıldığı seyirciyi istediği yönde hareket ettirebilmektedir. Geçerli olan siyasal, kültürel ve ekonomik yapılara göre konjonktürel bir tavır sergileyerek aksiyon ve hız odaklı olarak biçimlendirdiği seyirciyi değişken göstergeleriyle kolay bir biçimde etkilemeyi başarabilmektedir. Örneğin, istediği zaman düşmanlar üretebilmekte, ötekini karşısına konumlandırabilmekte, davranışları kodlayabilmekte, kıyafetleri ve güzellik algılarını biçimlendirebilmektedir. Böyle bir yaklaşım ile hareket eden sinema, bazı tutum ve davranışları onaylayarak onları bütünleştirici kabul ederken; diğerlerini ise sistem dışı, gayrimeşru ve yasak olarak gösterebilmektedir.[13]
Bahsedilen bu konu çerçevesinde ‘ Transfonners’ filmini izleyen seyircinin; bu anlatıda Kuzey Kore ve İran’ın düşman olarak gösterildiğini, farklı bir galaksiden gelen uzaylı robotların aslında ABD’ye tehdit oluşturan yabana ülke ve gruplan temsil etiğini, ABD’nin birçok farklı ülkede karargâh kurmasının ne kadar gerekli olduğunu, bilim ve teknolojiye sahip olma ile güç ve otoritenin sağlandığını, güzel aktrisler ve en son model arabalar ile algıların biçimlendirildiğini, barış içinde yaşayabilmek ve ‘büyük güce’ itaatsizlik etmemek için uyulması gereken kuralların neler olduğunu ve en önemlisi dünyayı kurtarabilmek için insanların Tanrı’ya değil teçhizatlı süper kahramanlara ihtiyaç duyduğunu, dolayısıyla bu kurguda Tanrı’nın yerinin olmadığını anlayabilmesi için oldukça fazla çaba sarf etmesi gerektiğini vur- gulamalıyız.
Sinema, kullandığı ideolojik yaklaşım ve stratejik yöntem ile gerçek dünyadaki toplumsal hayatın derinlerine sızarak kurucu aktör olmaya çalışmaktadır.[14] Bu sebeple sinemanın inşa ettiği gündelik hayatın gerçekliğinden bahsedebilmemiz mümkün görünmemektedir. Zira yaşam, tüm doğal tarafını yitirerek üretilen bir şey hâline gelmekte; dekoruyla, oyuncusuyla, senaryosuyla hiçbir hakikatin simgelenmediği bu hayat, sanki gerçekliğin bir parçası olarak algılatılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca sinema tarafından inşa edilen bu gerçeklik yanılsaması, bir tahakküm aracı olarak işlev görerek egemen görüşlerin daha çabuk ve daha rahat bir şekilde meşru kılınmasını ve seyirci tarafından kabul edilmesini sağlayabilmektedir. Onun bu şekilde güçlü bir etki yaratabilmesinin en önemli araçlarından birisi, kullandığı ‘dil’dir. O, dili seküler gerçekliğin algılanmasında kurucu bir unsur olarak kullanarak gündelik hayatın içinde yeni anlamlandırmalar yaratabilmekte ve dolayımlamalar yoluyla da seyircide sahte gerçeklikler üretebilmektedir. Ayrıca kendi ideolojisini anlamlandıracak birçok farklı yöntem kullanarak sahte gerçeklikleri evrenselleştirme ve meşrulaştırma yoluna gidebilmektedir.[15] Sinema hakikatin doğru bir şekilde kavranmasına engel olan bütün yöntemleriyle, seyirciyi hiçbir şekilde zorlamadan kendiliğinden oluşan bir onay ilişkisine bırakabilmekte ve böylece ideolojik düşüncelerini kolay bir şekilde benimsetebilmektedir.[16]
Sinema, seyircinin seküler hayallerinin temsili haline gelebilmekte;[17] bu sayede insanın sahte benliğiyle bağlantı kurmasını kolaylaştırmaktadır. Böylece varoluşa ait soru/n/lara sahte çözümler üretmektedir. Bu açıdan, dünyayı olduğu gibi yansıtmamakta; onun yerine seyircinin hayallerini gerçek dışı isteklerle dolu bir hayatla bağlantılandırarak yeni bir düşünce ve ilişkiler ağı örmektedir. Dünya artık nesnel olarak orada dışarıda varolan bir şey olmaktan uzaklaşarak seküler ilişkilendirmelerin ve ideolojik yaklaşımların bir ürünü hâline gelmektedir. Böyle bir dünyanın hayalî ve temsilî versiyonu olarak sinema, aslında neyin gerçek olduğu hakkında kendimize anlattığımız hikâyeleri gerçek kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle, gündelik yaşamı anlatmak yerine insanların hayallerinde ürettikleri ilişkilerin temsillerini sunmaktadır.[18]
Seyircinin arzu ve korkularını şekillendirebilen ve sunduğu imkânlar ile yeni bir yaşamın kurulmasında merkezî bir rol üstlenebilen sinema, hayatın içerisinde farklı imgeler, göstergeler ve gösterge sistemleri inşa ederek seyirciyi ‘sinemalaştırılan’ bir toplumun içerisine yerleştirmektedir. Bu yönüyle kurgulanan dünyanın toplumsal bilinçaltına girerek hayatın yorumlanması, sınırlarının çizilmesi, çıkarımları ve üretimleri ile resmettiği toplumun ayrılmaz bir parçası hâline gelmektedir. Hayatın içine sızarak gerçekliği istediği gibi sahneleyen sinema, kurguladığı dünyanın içine hapsettiği seyirciyi bir ‘homo sinematografikus’a dönüştürmektedir. Geçirdiği bu evrimle birlikte gerçekliğin kendisini de bir kurmaca olarak deneyimlemeye başlayan seyirci, özdeşleştiği ve kontrolü altma girdiği anlatıların etkisinde kalarak hakikatle olan tüm bağlantısını kaybetmektedir. Bu sebeple bir mağaranın içerisinde zincirlenerek tutsak edildiğini bile bile bu kurmacayı izlemekten ve onun içine dâhil olmaktan keyif al’ maktadır. Dolayısıyla sinema salonlarının karanlık ortamlarında anlam yaratma makineleriyle aydınlandığım hisseden ama aslında körleşerek onun sanal öznesi hâline gelen seyirci, kendisine benimsetilen bu çarptırılmış dünyanın ideolojilerinde tüm hakikatini yitirmektedir.[19]
Sinema, normal yaşantıda mümkün olmayan durum ve olayları göstererek seyirciyi gerçekleş/tiril/ecek olaylara önceden hazırlamaktadır. Zihinsel yönden altyapı kurarak kurgusal olanın içselleştirilmesini ve daha sonra onun gerçeğe dönûşmesinin kabul edilmesini sağlamaktadır. Sonuçta gündelik hayattaki şaşırtıcı ve dikkat çeken olayları sıradanlaştırırken duyarsızlaştırmaktadır. Tüm bu süreç, gerçeklikten uzaklaşılmasma yol açarak seküler yaşam tarzlarının sürekli tekrarlanan göstergelerle zihinlere yerleşmesini sağlamaktadır.
Yöntem: Göster/il/enleri Gör/ü/yorum
Alt metinsel film çözümlemeleriyle birlikte, sinemada ilk bakışta görünen ve söylenen şeylerin yanı sıra sinemaya hâkim olan güç ilişkilerini, değerleri, ideolojileri, kimlik tanımlamaları gibi çeşidi toplumsal olguların seyirciye ve hayata nasıl yansıdığını belirlemek mümkün olabilecektir. Sinema, kurmaca yaşamlar ile gelenek, sosyal yapı, düzen gibi dinin temel ilgi alanlarını yeniden oluşturabilmekte ve dönüştürebilmektedir. Seyirciyi dinî perspektiften uzaklaştırarak seküler algılamaların yasallaştırılması, onaylanması, meşrulaştmlması, dönüştürülmesi ve yeniden yapılandırılması üzerine odaklanabilmektedir. Bu bağlamda sinemanın bireysel ve sosyal planda dini nasıl kullandığının, ona nasıl anlam yüklediğinin ve bu anlam doğrultusunda kendi gerçekliğini nasıl yarattığının açığa çıkarılması sonucunda seyirci neyle karşı karşıya kaldığının bilincine varabilecektir. Sinemanın dinle ilişki kurarken tercih ettiği iletişim biçiminin dinî normlar, tercihler ve beklentilerle uyum arz edip etmediğini film analizleriyle tespit edebilmek mümkündür. Ayrıca seyircinin de filmlere bağlı kalarak dini nasıl yapılandırdığı ve ne tür anlam inşaları gerçekleştirdiği tespit edilebilecektir.[20]
Söylem analizi, içerik analizi, yapı çözümü, metinlerarasılık, hermenötik, yapısalcılık, postyapısalcılık, kodlama&kodaçımlama, alımlama ve göstergebilimsel yöntemler[21] filmlerin dinî açıdan değerlendirilmesinde önemli imkânlar sağlamaktadır. Bu yöntemlerden hareketle filmlerde yer alan her türlü konuşma, söylem, tutum, davranış, kişiler arası ilişkiler, kurumsal yapılar ve gündelik yaşamda kullanılan nesneler, arabalar, araçlar, evler, alışveriş merkezleri, çarşılar, giyim, moda ve benzeri birçok öge dinî açıdan değerlendirmeye tabi tutulabilmektedir.[22] Bu öğelerin aynı zamanda karşılıklı olarak etkileşimlerinin de incelenebilmesi, olayları ve olguları anlamlandırmada sağlıklı sonuçların elde edilebilmesini sağlamaktadır. Dinin insana ve topluma sunduğu, onlarda olmasını istediği ideal yaşam ile beyazperdede gösterilen post/modem yaşamın gündelik ve toplumsal bağlamı arasındaki anlamlandırmaların farklıkları göz önüne alındığında filmlerde gördüğümüz şeylerin, aslında göründüğünden çok farklı bir şekilde eklemlenmiş ve kodlanmış anlamlara sahip olduğu vurgulanmalıdır. Bu açıdan filmlerde yer alan unsurların yan anlamlan, düz anlamlarından çok daha fazla değer kazanmaktadır. Bu sebeple bir film yorumlanırken onunla ilgili doğru bir anlama ulaşılmak isteniyorsa; göstergelere yeni değerler yükleyen kültürün yan anlamsal ideolojilerini ve kodlarını içeren çok katmanlı yapısını mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Filmlerle bütünleşen bu eklemlenmiş ve kodlanmış yapının gözden kaçırılması, dinî açıdan hakiki anlamın yakalanamamasına neden olmakta ve elde edilen analiz sonuçlarını da geçersiz kılmaktadır. Filmlerde üretilen kurmaca hayatlardaki toplumsal uygulamaları ve toplumsallaşma süreçlerini doğru bir şekilde anlayabilmemiz için, onların içinde saklı olan ideolojilerin açığa çıkarılması gerekmektedir. Böylece bu perspektifle oluşturulan model ile eklemlenmiş boyut analiz edilerek söz konusu ideoloji ile filmin biçimi arasındaki bağlantı soyutlanabilecek ve gerçekler aydınlatılabilecektir. Filmlere kodlanmış ideolojiler, toplumsal düzen içinde çeşitli görünüş biçimleri, etkileşimler, gündelik hayat unsurları ve kültürel nesneler olarak maddileştirilmiştir. Bu çerçevede yapılan bir analiz, söylemsel olarak kültürü üreten sinemanın ve kendisine sunulan kültürü tüketen seyircinin bakış açılarım ortaya koymayı amaçlamaktadır.[23]
Filmlerdeki kültürel unsurların aynştınlmasmda ‘göstergenin dûzeyleri’ni ayn ayrı incelemek gerekir. Filmin biçimi yani gösteren* tarafı, kodlanmış toplumsal etkileşim ve simgesel davranışlar yoluyla maddileştirilmiş özel biçimsel unsurları ve ideolojileri temsil ederken; filmin içeriği yani arka planda ‘gösterilen’ anlamlan ise eklemlenmiş çok boyutlu bir yapıyı göstermekte ve görünen şeylerin arkasındaki kodlanmış ideolojileri yansıtan işaretlere vurgu yapmaktadır. Filmin biçim (gösteren) ve içerik (gösterilen) taraflarını hep birlikte ortaya çıkaran bütüncül anlam (gösterge), dizisel ve dizimsel olarak birbirine bağlı öğelerin gerçekte ne anlam ifade ettiklerini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Yani filmlerin oluşmasına katkı sağlayan herhangi bir ilkeye ve dünya görüşüne göre düzenlenmiş düşünceler, bilgiler ve öğretiler bütününün gönderme yaptığı asıl kaynak, bu anlamlandırma sistemi ile açığa çıkarılmaktadır. Filmlerde yer alan görüntü, konuşma, müzik, yaşanan hayat gibi seyircinin doğrudan karşılaştığı her maddi unsur, çok anlamlılıkla birlikte birçok göstergeye işaret etmekte ve bu göstergeler de söz konusu kodlanmış ideolojilerle kesişen verili kültürel anlatımların ortaya çıkmasını sağlamaktadır.[24] Bu bağlamda seyircinin izlediği filmlerde kendisine göre alımladığı birçok farklı anlam olsa da filmlere kodlanmış asıl anlamların subliminal bir etki yaratarak seyirciyi şekillendireceğinin düşünülmesi gerekmektedir. Filmlerde yer alan görüntüler incelenirken hayatın akışı, gerçekleştirilen aktiviteler, mekânlar, boş zaman etkinlikleri, yapısal tasarımlar gibi birçok unsurun analizinin yapılması,[25] aslında gündelik yaşamın içerisinde gömülü bulunan sekülerliğin kapalı taraflarını bizlere açık bir şekilde gösterebilecektir.
Filmin sunduğu anlam ile seyircinin çağrımsal ve imasal bir biçimde çıkardığı anlamın birbirinden farklı şeyler olarak değil, bir işaretin iki yanı olarak kabul edilmesi gerekir. Gösteren ve gösterilenin bu açıdan birbirine bitişik olması ve göstergeyi oluşturmasından dolayı, ikinci düzey anlam vermenin zorlama bir yöntem olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Örneğin, bir filmde bir şarap kadehi gören seyirci için, bu görüntüyle birlikte dinî ve seküler perspektiflere göre birçok anlam ortaya çıkabilecektir. Dinî bakış açısına göre kadeh, içkiyle, sarhoşlukla yani bütün kötülüklere sebebiyet veren bir içecek olarak büyük bir günahla ilişkilendirilmektedir. Seküler bakış açısında ise kendinden geçme, eğlenme, romantizm ve hoş vakit gibi haz odaklı bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bundan dolayı filmlerdeki görüntülerle ortaya çıkan anlamların bireysel, toplumsal, kültürel, ideolojik ve dolayısıyla dinî bağlamlarla iç içe olduğunu vurgulamalıyız. Her görüntü yani işaret bir fonksiyon taşımakta, her fonksiyon da belirli bir yönlendirme amacı gütmektedir. Filmlerden dinî açıdan üretilen anlamların açığa çıkarılabilmesi için, filmin dine yüklediği bu anlamları, ona çizdiği sınırları, dini nelere dâhil edip nerelerden dışladığını tespit ederek atanmış/kodlanmış anlamları kavramamız gerekir. Bu bakımdan bir filmden dinî bağlamda bir anlamı üretmek ve belirlemek için, filmin içerisinde dolaşımda olan atanmış ve ima edilen anlamların bilinmesi zorunludur. Filmdeki anlamlar bilinmiyorsa seyircinin dinî bağlamda bir anlam üretmesi oldukça zor olacak hatta çoğu zaman imkânsız bir hâl alacaktır.[26] Verdiğimiz örnek üzerinden açıklamaya devam edersek; seyirci, kadehin işaret ettiği dinî anlamı zihninde canlandıramıyorsa veya filmin kadehe yüklediği seküler anlamı fark edemiyorsa bu durum seyircinin filme dinî perspektifle yaklaşamadığı ve yönlendirilen bir konuma sürüklendiği anlamına gelecektir.
Bir film dinî açıdan analiz edilirken üç aşamalı bir yöntem izlemek mümkündür: îlk aşamada, filmdeki dinî konulara ve yaşam biçimlerine gönderme yapan unsurlar tespit edilir. Ayrıca bu unsurların ‘dizisel çözümlemesi’nin (ikilik ve karşıtlıkların tespit edilerek anlamın ortaya çıkarılmasını sağlayan ayrıştırma işlemi: iyi X kötü gibi) ve ‘dizimsel sıralaması’nın (kalıplaşmış anlatı biçimleri; sahnelerin film içindeki bağıntıları, öncesi ve sonrasıyla ilişkilendirilmesi)[27] da dikkate alınması, asıl dinî anlamın ortaya çıkarılmasını kolaylaştıracaktır, ikinci aşamada, filmdeki bu unsurların dinî bağlamda ifade ettiği anlamların bulunması ve onların seyircide nasıl bir etki bırakabileceğinin düşünülmesi gerekir. Zira seyirci filmde var olan anlamı ilk bakışta belleğine yerleştirmekte ve daha sonra onları yorumlayarak yeniden yapılandırmaktadır. Dolayısıyla seyircinin bu yapılandırması doğrudan kendi düşünüşüne bağlı olarak gelişmemektedir; filmin sunduğu önerilerle birlikte ilişkiler kurulmakta, böylece seyirci ve film arasında uyum sağlanmaktadır. Bu noktada seyircinin yorumlaması sonucu ortaya çıkan anlamlar, filmin iletileriyle ilişkilendirilerek söylemdeki anlam yeniden oluşturulmaktadır. Son aşamada, filmin anlamlarını içselleştiren seyircilerin verilen mesajlarla makro düzeyde nasıl bir algılamaya yöneldikleri belirlenmelidir. Seyirciler filmlerden bir takım çıkarımlar yaparak hayatlarının anlamlarını değiştirecek ve bakış açılarını yönlendirecek yeni bir düşünce biçimine sahip olabilmektedirler. Bu açıdan filmlerdeki öğelerin küresel düzeydeki etkilerinin tespit edilmesi, dinî çerçevede temel meselelerin açığa çıkanla- bilmesi için oldukça önemli görünmektedir.[28]
Bir film dinî açıdan analiz edilirken seyirciyi etkilemesi bakımından filmin tüm boyutları değerlendirmeye alınmalıdır. Filmdeki karakterlerin nasıl kişiliklere sahip oldukları, otoriteleri, neye dayandıkları, seyirciye ne söyledikleri ve bu söylemleriyle neyi amaçladıktan incelenmelidir. Filmin söyleminin, seyircinin anlamı inşa etmesinde belirleyici bir etkisi olması nedeniyle onun yapısını oluşturan arka plandaki sistematik düzenin; yani bireysel ve sosyal hayatın, fikirlerin, iletişim ve ifade biçimlerinin, bilgilerin, kullanılan terminolojinin ve konuşmaların betimlenmesi gerekir. Böylece seyircinin filmde hâkim olan bu söylem ile dinî açıdan dünyayı nasıl görebileceğini, olay ve olguları nasıl sınıflandırabileceğini ve onlara nasıl tepki verebileceğini anlayabilmek mümkün hâle gelecektir.[29]
Seyirci başka bir dünyaya ait otan anlam bağlamını, içinde yaşanılan dünyaya aktararak filmin bir parçası hâline gelmektedir. Bunun sonucunda hipergerçek yaşamın kapıları aralanmaktadır. Bu sebeple filmdeki alt metinlerin dinî açıdan okunabilmesi için asıl anlamın taşıyıcısı olan film dilinin aynntılı bir şekilde incelenmesi ve yorumlanması gerekir. Bu bağlamda filmi meydana getiren her bir unsurun ima ettiği anlamların dinî açıdan değerlendirilmesi zorunlu hâle gelmektedir. Bu şekilde yapılan bir okuma; filmdeki yapay anlamın maskesini düşürecek, gizlenen ya da başka bir biçimde kodlanan anlamın üzerindeki örtüyü kaldıracaktır.[30]
Bir filmin olumsuz olarak vermek istediği mesajı etkili bir biçimde seyirciye kabul ettirebilmesi ve onda bir iz bırakabilmesi için, söz konusu mesajın filmin bütününün içerisinde en az oranda gösterilmesi ya da sembolik anlatımların kullanıldığı örtülü bir dil ile sunulması gerekmektedir. Filmin içerisindeki olumsuz mesajların oranının artması, onların fark edilmesini kolaylaştırmaktadır. Bundan dolayı subliminal mesajların 25. kareye yerleştirilmesi gibi, filmin tümüne oranla en az şekilde verilen mesajların seyirci tarafından kavranması oldukça güçleşmektedir. Sembolik anlatımlar filmin etkisini artırarak filmdeki olaylarla bağ kurulmasını ve böylece anlamı yakalayan seyircinin vurgulanan konularla özdeşleşmesini sağlamaktadır. Filmin etkili bir konuya sahip olması ve estetik açıdan da cezbetmesi olumsuz mesajların kavranılmasını zorlaştırmakta, seyircinin bu mesajları anlamlandırmasına engel olmaktadır. Ayrıca beğenilen, ilgi çeken ve özdeşleşilebilen filmlerin genel itibariyle oldukça doğru mesajlar vermeleri, onların içinde yer alan olumsuz bölümlerin ve anlatımların algılanmasını neredeyse imkânsız hâle getirmekte ve seyircinin onları farkında olmadan içselleştirmesine neden olmaktadır. Bu açıdan ‘kaliteli’ bir filmin içerisinde en az şekilde yer alan olumsuz bölümün ve filme hâkim olan sembolik anlatımın görülmemesi veya dikkate alınmaması, aslında verilmek istenen mesajın kabullenilmesini sağlayabilmektedir. Dolayısıyla bu tür filmlerin içerisinde yer alan küçük parçaların ve sembolik anlatımların tespit edilebilmesi için ayrıntılı analizler kaçınılmaz hâle gelmektedir.
Filmlerdeki söylemlerin farklı boyutlara ve çeşitliliklere sahip olması, filmlerin dinî açıdan çözümlenirken dil yapılarının göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda söylem analizi[31] ve yukarıda sayılan diğer alt metin belirleme yöntemlerinden faydalanıldığı takdirde dinî çerçevede gerçek anlamın yakalanabileceğini ve doğru bir sorgulamanın yapılabileceğini vurgulamamız gerekmektedir:
Bilinçsiz Seyirci veya Kusursuz Kurban
Seyirci filmi kendisine göre okumakta elbette özgürdür; ama çerçevesi çizilen sınırların dışına çıkarak yeni bir anlam üretebilmesi oldukça zordur. Seyircinin filmi alımlaması esnasında üzerinde vurgu yapılması gereken asıl husus, filmin dinî referanslardan uzak bir şekilde biçimlenmesi sonucunda film alımlanırken seküler perspektifle yeni anlamlar üretmek zorunda kalınmasıdır. Bunun en önemli sebebi, filmlerin alımlanmasında ‘dini ve ‘seküler9 bakış açılarının seyircinin hayatı algılamasında temel etken olmasından kaynaklanmaktadır. Seyirci dinî perspektifle yaklaşmadığı takdirde ve arka plandaki asıl anlamları fark edemediği sürece, bir filmden ne kadar anlam üretirse üretsin bu durum onun çizilen sınırları aşmasını sağlayamayacak; aksine üretilen her anlam, seküler zihni daha da kuvvetlendirecek ve o evren içinde sıkışıp kalınmasına yol açacaktır. Buradan dindar bir seyircinin seküler bir filmden üretebileceği anlamlar üzerinden bir sorgulama yapılacak olursa; filmin yapısı, anlam üretmede seyircinin dinî bakış açısının önüne geçerek anlamı seküler bir perspektifle inşa etmektedir. Yani metnin güçlü yapısı, okuyucuyu pasifize ederek şekillendirmektedir. Seküler olanın her zaman etkileyici, güçlü ve büyüleyici bir tarafının olması genel çerçevede belirleyici olmaktadır. Zira filmin seküler yapısı seyircinin dinî bilincini kaybetmesine neden olarak onun bakışındaki temel odak noktasını ve hedefini kaybettirmektedir. Bu sırada seyirci yeni anlamlar üretebilmesine bağlı olarak iradesini kullanabildiğini düşünmekte; gerçekte ise manipüle edilmiş bir irade ile seküler zihnin istediği yönde anlamlar üretilmektedir. Tüm bu sebeplerle filmin içine giren seyirci dinî açıdan muhalif okuma yapmayı başaramamaktadır.
Yorumlayan ile yorumlanan arasındaki köprü var olduğu sürece, seyircinin filmin üstü örtük bir biçimde vermek istediği mesajlardan kurtulması mümkün olmayacaktır. Filmin inşa ettiği kanaldan geçerek alımlamalar yapan ve yeni anlamlar üreten[32] seyircinin yalnızca verili anlamlarla sınırlı kalacağını düşünmemiz gerekmektedir. Bu açıdan seyircinin film izlerken kendi başına ve özgür bir şekilde anlam üretebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Zira seyirci filmde gömülü olan söyleme dayalı olarak anlamı inşa etmekte ve böylelikle filmdeki semboller ve anlamlar arasında bağ kurmaya başlamaktadır. Bu sırada seyirci özdeşleşim kurduğu filmdeki konular, olaylar ve olguların söylemi üzerinden nasıl düşüneceğini ya da iletişim kuracağını kavramaktadır.[33] Filmin güçlü ve karmaşık yapısının içerisinde onun söyleminin karşısında durarak yeni anlamlar üretmeye çalışırken aslında o söylemin dışına çıkamamakta ve düşüncelerini ona paralel bir biçimde şekillendirerek çizilen sınırlar içerisinde kendi yerini ve değerini belirlemektedir. Seyircinin alımlama yaparak kendisine göre yorumladığı anlamlandırmalar film dilinin yönlendirdiği doğrultuda oluşmaktadır. Dolayısıyla filmin ideolojik yapısına karşı yeni bir okuma yapan aktif seyircinin, şayet dinî perspektifle filme yaklaşamıyorsa ondan ürettiği anlamların sadece seküler ideolojinin değişik yüzlerini yansıtacağını kavraması gerekmektedir. Film, seyircide istediği bilinç yapışım oluşturmak için kurmaca hayadan kullanmakta ve bu hayadar seyircinin sosyal yapı ve anlam arasında bağ kurmasına etki etmektedir. Bu aşamadan sonra seyirci, artık söylemin gücüne itaat ederek kendisine empoze edilen hayata bağımlı kalmaktadır.
Yönetmenin filme yüklediği anlam ile seyircinin filmden çıkardığı anlam arasında bir farklılık oluşabilmesinin en önemli şartı, seyircinin filme yüklenmiş asıl anlamları fark edebilmesi ve kavrayabilmesidir. Şayet seyirci filme yüklenmiş/kodlanmış orijinal anlamlan, niyet ve amaçları fark etme becerisinden uzak ise onun filmden çıkardığı anlamların filmin istediği doğrultuda oluşacağını vurgulamamız gerekir. Filmin vermek istediği anlamın önemli olmadığı ve bu sebeple anlamı seyircinin oluşturduğunu söylemek, İslam dini söz konusu olduğunda gerçekçi bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmamaktadır. Zira her film insanla ve toplumla ilişki kurarken kendine göre dinî bir yaklaşım sergilemekte ve sunduğu anlamlar ile yönlendirmeler yapmaktadır. Bu bakımdan filmin orijinal anlamını yok saymak veya anlamı seyircinin inisiyatifine bırakmak film yapımcılarının, senaristlerin ve yönetmenlerin kendilerine göre kurdukları tarihi, toplumu, söylemi yani bilginin kontrolü ve üretimini dikkate almamak anlamına gelecektir.[33] Örneğin David Lynch, Stanley Kubrick, Lars Von Trier gibi ‘etkileyici’ yönetmenlerin filmleriyle büyülenen seyircinin, bu filmlerden alıntıladığı şeylerin onun ruhuna dokunması mümkün olmayacaktır. Çünkü bu yönetmenler üstlendikleri yükün farkında olan, sorumluluk bilinciyle kuşanan ve insanı hakikatle buluşturan bir hizmetkâr değil; cehennemin içine girdirdikten sonra seyirciyi orada karanlıkta bırakan kimselerdir.[34] Dolayısıyla seyircinin bu ‘önemli’ yönetmenlerin hakikati yansıtmayan filmlerini irdelemeksizin onlardan ‘anlamlı’ sonuçlar çıkarmaya çalışması, onun yanlış bir kurguyla bütünleşmesine neden olacaktır.
Beyazperdenin karşısında seyirci pasiftir. Aralarında eşitsiz bir ilişki ve orantısız bir güç olduğunu söylemek mümkündür. Sinema, seyirci üzerinde yarattığı etki gibi; seyircinin de kendisi üzerinde güç sahibi olmasına, bağımsız hareket edebilmesine ve karşılıklı etkileşimle kendi anlam mekanizmalarını devreye sokmasına izin vermemektedir. Filmin sundukları karşısında edilgin bir konumda kalan seyirci tüm savunma mekanizmasını kaybetmekte ve seyir anında filmle bütünleşerek onun karşısında itaatkâr bir kimliğe bürünmektedir. Aslında filmlerin seyirciyi etkileyebilmesinin en önemli şartı, seyircinin bu itaatkâr kimliği kazanabilmesidir. Seyirci, filmin kendisine sunduklarından yararlanarak geliştiğini hissederken farkında olmadan ona itaat etmekte ve filmin gücünü onamaktadır. Böylece içine girdiği ve mutlu hissettiği hayal dünyasında gerçek hayatın sorunlarından ve varolmanın sancısından kurtularak kendisine korunaklı ve güvenli bir liman bulmakta, itaat ettiği yaşamlarla bütünleşerek onların bir parçası hâline gelmekte ve onlarla özdeşleşmektedir. Fakat bu tavrıyla sinemanın kendisini yönlendirdiği şeylere ‘dı- şa dönük itaat’le boyun eğerek kendi özerkliğinden vazgeçmektedir. Aynı zamanda kendi hayalleri ve düşüncelerine bağlılığını kaybederek başka otoriteler tarafından şekillendirilmeyi kabul etmektedir.[35] Bu durum filmlerin dayatmaları karşısında seyircinin gönüllü bir teslimiyetle olayları karşılamasına yol açmaktadır. Filmlerde kendi değerlerinin dikkate alınmadığı ve hatta hiçe sayıldığı sahnelerle karşılaşmasına rağmen seyirci tüm bu olağan dışı durumları sıradanlaştırarak bu görüntüleri hayatın normal bir süreci gibi algılamaya başlamaktadır. Süreç içerisinde artık gerçek hayata yani dış dünyaya filmlerin içinden bakılarak yeni bir aidiyet uzamı yaratma tehlikesiyle karşı karşıya kalınmaktadır.[36]
Seyircinin hayalini canlı tutan şey, gördüklerinin bir gün gerçekleşebilme ihtimalinde yatmaktadır. Sinemada hayal olarak kurgulanan şeylerin reel hayatta az da olsa örneklerinin bulunması seyircinin onlarla buluşabilme umudunu artırmaktadır. Fakat seyircinin bu fantezisi, hayal olarak kurgulanan seküler yaşam tarzlarının meşruiyet elde etmesine ve post/modern yaşam mekanizmalarının yasallaşmasına yol açmaktadır. Aynı zamanda, önce ekranda görülen hayalleri daha sonra ise onun gerçek hayattaki yansımalarını yaşamında elde edemeyen seyirci, gerçeklikten gittikçe uzaklaşarak kendisine ve toplumuna yabancılaşmaya başlamaktadır. Bu noktada seyirciyi üzen şeyin, hayallerin yalnızca zihinlerde kalması olduğunu söylemeliyiz.[37] Dışarıdan bakıldığında seyirci için asıl acıtıcı tarafın ise onun artık özgürce hayal kuramayacağı gerçeği olduğunu vurgulamamız gerekir.
Seyircinin filmlerdeki sahtelikleri eleştirel bir bakışla fark etmesine rağmen bastırılması zor bir istekle kendisini bu yaşantılara teslim etmesi, sinemanın büyük etkisini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ancak onun düşünmeyi tamamen engellediğini söylemek mümkün değildir.[38] Sinemanın aklı devre dışı bırakmasının asıl anlamı, doğru bir düşünme tarzını ortadan kaldırmasıdır. Dolayısıyla seyircinin film izlerken birçok yeni fikir üretmesi gerçek anlamda düşündüğünü göstermemektedir. Zira filmle birlikte zihinde parlayan yeni fikirler seküler bir perspektifle ortaya çıktığı için herhangi bir değeri de söz konusu olmayacaktır. Aynı zamanda filmlerde yer alan birçok yanlışın içinden hakikat bağlamında küçük bir kırıntının elde edilmesi, kaybedilen büyük hakikatlerin gözlerden kaçırılmasına yol açacaktır. Bu yönüyle olumsuz niteliğe sahip bir filmin seyredilmesi, akıldan tamamen vazgeçme anlamı taşımamaktadır; ama daha yanıltıcı bir tarzda seyirciyi yönlendirerek dinin gösterdiği biçimden farklı olarak aklın doğru işleyişinin tahrif edilmesini gündeme getirmektedir.
Sinema kullandığı etkileyici yöntemlerle seyircinin gördüğü gözü, işittiği kulağı ve en önemlisi hisseden kalbi hâline gelerek onu kontrol altında tutabilecek büyük bir güce kavuşmaktadır. Seyircide ‘tünel tasarımı’ yaratan sinema, seyirciyi ‘tünel vizyon- lu’ bir bakışla hareket ettirerek onun çeperdeki görsel alanla temasını kesmekte, yalnızca kadraja odaklanmasını sağlayarak bakışının diğer yönlere çevrilmesine engel olmakta ve istediği yönde ilerleterek gerçeklerden uzaklaştırmaktadır. Sinemanın yarattığı bu merkezî bakış açısı, seyircinin dengesini bozarak onun sorgulama yapmasını önlemekte ve yalnızca tünelin sonunda gösterilen ışığa odaklanmasını sağlamaktadır. Fakat bu durum kurmaca dünyanın bağlamı, arka planı, zararlı ve olumsuz getirileri gibi çeperdeki birçok bulanık unsurun kaçınılmaz şekilde bir kenara itilmesine neden olmaktadır. Seyirciyi sadece tek yönlü ve dar bir görüş açısından kaynaklanan yanılsamalar dünyasına götüren sinema, onu yan kör bir tasarımla buluşturarak seküler ideolojilerin kurbanı hâline getirmektedir.[40] Bu bakımdan seyircinin sahip olduğunu düşündüğü birbirinden farklı bakışlar ve bu bakışların hareketliliği, aslında işlevini ve anlamını kaybetmektedir; zira nerede durduğunun farkında olmayan ve kontrolünü kaybeden seyircinin artık kendisine gösterilenler dışında başka bir şey görmesi mümkün değildir.[41]
Rüyasındaki olayları kontrol etmek ve gerçeklerden uzaklaşarak sanal bir dünyaya girmek isteyen hipergerçek birey[42] gibi, seyirci de filmin içine girerek orada istediği gibi bir rol üstlenmeye başlamaktadır. Film kahramanlarının yerine geçen seyirci, kendisini gerçek hayattan kopararak sanal bir dünyaya girmekte ve o yaşamın içerisinde aktif bir özne olmaktadır. Gerçek ile sahtenin birbirine girdiği bu evrende fantezilerinin esiri olarak hiç gerçekleşmeyecek bir hayatın zevkini çıkarmaktadır. Dünyanın sıkıcılığından bunalarak gerçeklerle yüzleşmenin kendisinde bıraktığı bunalımları, “Ready Player One* ve “Suretler filmlerinde olduğu gibi kurgusal bir evrene giriş sağlayarak düzeltmek istemektedir. İzlediği her filmle yeni âlemler kurgulama fırsatını elde eden seyirci, bu hayata daha fazla bağlanmak zorunda kalarak gerçeklikten adım adım uzaklaşmaktadır. Dolayısıyla seyrettiği yaşamların içinde kaybolan ve oradan kendisine yeni anlamlar inşa eden seyirci, film bittikten sonra hiçbir zaman önceki yaşantısına geri dönüş sağlayamayacaktır. Zira filmi izledikten sonra kimlik değiştirerek farklı bir yapıya bürünmektedir. Film seyrederken kendi hayatına entegre olacak şekilde inşa ettiği hayalî kurgusal yaşamı, film bittikten sonra kaldığı yerden devam ettirmek isteyen seyirci artık tamamen realiteden uzaklaşarak hayatını filmleştirmeye başlamaktadır.
Sinema, seyircinin gerçekliği yeniden üretebilmesi için onu yapıcı bir tarzda filmin içine dâhil etmektedir. Seyirci böylece filmlerle ürettiği yeni anlam sistemlerine bağlı olarak hayatı gözlemlemeye ve değerlendirmeye başlamaktadır. Kendini güvende ve mutlu hissettiği sinemasal dünyasında artık hayallerin kitlesel olarak üretilmesinde aktif bir işçi olarak sistemin gönüllü bir üyesi hâline gelmektedir. Sinema seyirciyi öyle bir hâle getirmektedir ki, o artık ‘aktif olarak’ baştan çıkarılma peşine düşmektedir. Seyirci kendisine çekici gelen her bir gösteriden haz duyarak başka bir gösteriye dalmakta, her ayartıcı sahneden diğer bir ayartılmaya gönüllü bir şekilde koşturup durmaktadır, ilgisini çeken her bir gösteri, ayartma, kırıntı ve yemi şuursuzca takip etmekte; bundan dolayı yeni ve farklı olarak önüne konulan her filmle birlikte daha çok doyumsuzlaşmaya başlamaktadır, içinde bulunduğu durumun farkında olmayan ama iradesini serbestçe kullandığını düşünen seyirci piyasadaki filmleri yargılamakta, eleştirmekte ve beğenisine göre izlemektedir. Fakat her filmi izlemek ve beğenmek zorunda olmayan seyirci, sunulan sonsuz seçenekten yalnızca istediğini seçtiğini düşünürken her halükârda sinemanın gösterdiği seküler evrenin içinde kalmaktadır; zira bu yaşam tarzlarının hepsi birbirine benzemektedir. Sonuçta kendisini baştan çıkararak olgunlaşan seyirci, içselleştirilmiş baskıdan habersiz bir şekilde, gösterilen hayattan başka bir şekilde yaşamayı düşünememektedir.[43]
Arka Pencere filminde oturduğu tekerlekli sandalyeden hiçbir tehlikeye maruz kalmadan keyifli bir serüven yaşamak isteyen Jeff merakla karşı apartmandaki pencereleri dikizlerken bir süre sonra bir cinayete şahit olur; ama gözetlendiğinin farkına varan katil, karşıdaki evinden çıkar, bahçeyi geçerek Jeff’in kapısına doğru yaklaşır ve korkuyla bekleyen Jeff’e ”Benden ne istiyorsun?” şeklindeki o ürpertici soruyu sorar. Kapı arkasındaki Jeff, bu soru karşısında şok olur ve ne yapacağını bilemez. Bu soru. aslında seyircinin oturduğu yerden niçin tutkuyla, heyecanla veya tatlı bir korkuyla ekran-evleri ve kurmaca yaşamları izlediğini, en önemlisi onlarla birlikte hayata bakışım değiştirdiğini sorgulatmasına yönelik önemli bir yaklaşım sunar. Bu noktada film, ekrandaki karakterlerin bir anda beyazperdeden inerek keyifle oturduğumuz koltuklarımızın karşısına çıkabileceklerini hatırlatır.[44] Fakat bu iniş, ‘Kahire’nin Mor Gülü* filmindeki gibi kişiyi hipergerçekliğin içine düşürmemeli, aksine onun hakiki anlamda gerçekliği fark etmesini sağlamalıdır. Ancak seyircinin izlediği hayadan hiçbir engelle karşılaşmadan ve şeffaf bir şekilde seyrederken böyle bir farkındalığa ulaşması oldukça zor görünmektedir. Bu sebeple o, başkalarının hayatlarını dikizlediğini anlayamayacaktır.[45] Seyircinin ilk baştaki amacı dikizlemek değilken, o bir süre sonra bu bakışı içselleştirerek kendi hayatında onun izdüşümlerini yaşamaya başlayacaktır. Artık gözünü çevirdiği her bakışta başkalarının hayatlarının içine sızmak, onları değerlendirmek, beğenmek, eleştirmek, örnek almak, onlardan zevk almak veya nefret etmek gibi psikolojik yapıyı ve kimliği olumsuz şekilde etkileyen bu yamuk bakışın ortaya çıkardığı birçok olumsuz durumla karşı karşıya kalacaktır. Bu bakımdan seyirci çeşitli amaçlarla izlediği filmlerden elde etmek istediği duygu ve düşünceleri dinin kesinlikle tasvip etmeyeceği bir yöntemle kazanmaya çalışırken, filmlerin kendisine hediye ettiği bu dikizleyici bakışın gerçekte onu farklı bir karaktere dönüştürdüğünü kavrayamayacaktır.
Sinema, gerçeklikten uzaklaştırarak seyirciyi bir rüya içerisine hapsedebiliyorsa ve insan gördüğü rüyaların yüzde doksanını unuttuğu gibi seyrettiği filmleri de unutuyorsa; bu süreçte seyircinin farkına varmadan bilinçaltına yerleştirdiği imge ve anlamların onun hayatına olan derin etkilerini göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Bundan dolayı film seyreden ve seyretmeyen bireylerin birbirlerinden çok farklı bir hayat algısına sahip olduklarını düşünebiliriz. Zira filmler seyircinin ‘gözünün açılmasını* sağlayarak onun yaşamında yeni bir dünya tasarımlamasına olanaklar sunmaktadır. Sinemada görülen rüyaların seyircinin yaşamını şekillendirmesine bağlı olarak hayatın yapay bir şekilde oluşturulduğunu söylemek mümkündür. Bunun en önemli kanıtı, korku filmi izleyen seyircinin gerçeklikle ilgisi olmayan yapay bir korkuyu gerçek hayatına taşıması ve onun etkisinden kurtulamamasıdır.[46] Filmlerdeki olumsuz görüntü ve mesajlardan etkilenmediğini düşünen seyircinin bu bakımdan bir aldanma içerisinde olduğunu vurgulamamız gerekir: * Gittiğim her film, bütün uyanıklığıma karşın beni biraz daha aptallaştırıyor biraz daha kötüleştiriyor.”47 Sinemanın büyülü dünyasının içine dalarak şuurunu kaybeden seyircinin, ‘kusursuz bir kurban* olarak kışkırtıldığını ve zorlandığını düşünebiliriz. Zira bu süreçte iradesini kaybeden seyirci, artık bireysel bir tercih olmaktan daha ziyade zorlayıcı koşullar tarafından sinemanın içine sürüklenmektedir. Ancak sinemasal evrendeki suçlarından ‘kendini aklama’ya çalışacak seyircinin, hiçbir şekilde mağdur olduğunu söylememiz mümkün değildir; çünkü o, kendi isteği doğrultusunda gerçeklerden-uzaklaşmayı tercih ederek tüm masumiyetini kaybetmektedir.[48] Her film, dinin insan hayatını inşa etmesi gibi, seyircinin bilinçlilik düzeyine bağlı olarak yaşamını çeşitli oranlarda etkilemekte ve yeni bir ‘dünya kurma’sim49 sağlamaktadır. Dolayısıyla filmler, özellikle bilinçsiz bir seyircinin hem hayal dünyasını hem de gerçek yaşamını orantısız bir şekilde tahrip etmektedir.
Mustafa Sarmış – Filmlerle Din Sosyolojisi,syf:53-80
Dipnotlar:
1 Berger, Kutsal Şemsiye, s.67.
[2] Edibe Sözen, Söylem • Belirsizlik, Mübadele, Bilgi/Güç ve Refleksivite, Birleşik Yay, Ank, 2014, s.42.
[47] Şentûrk, Postmodem Kaos ve Sinema, s.l 1.
[3] Çelik & Ekşi, a.g.m, s. 101-102; Peter L. Berger, “Küresel Kültürün Dört Yüzü”, Çev. Ali Köse, Kutsalın Dönüşü – 21. Yüzyılda Dinin Geleceği, Der. Ali Köse, Timaş Yay, İst, 2014, s.256; Sözen, a.g.e, s.9-13,42-46.
[4] H. Hüseyin Taylan & Ümit Arklan, “Medya ve Kültür: Kültürün Medya Aracılığıyla Küreselleşmesi”, Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.l, 2008, s.90-91.
[5] İrfan Erdoğan & Korkmaz Alemdar, öteki Kuram, Erk Yay, Ank, 2010, s.301; Ayrıca bkz. Barış Çoban, “Sinema, Mitoloji, İdeoloji: Sinemaya Eleştirel Bir Bakış”, www,academia.edu/610115/SIN EMA_MITOLOJI_IDEOLOJI
(11.02.2015), s. 1-5; Mehmet Arslantepe, “Popüler Sinema Filmlerinde Hikâye Anlatımı”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.l, 2008, s.237-256.
6. Uğur Dolgun, “Gözetim Toplumunun Yükselişi: Enformasyon Toplumundan Gözetim Toplum un a”, Yönetim Bilimleri Dergisi, C.2, S.l, 2004, s.63-64.
[7] Erdoğan & Alemdar, a.g.e, s.295.
[8] Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon, s. 13-15,207-208.
[9] Kaplan, “Seküler Aklın Ötesi”, s.94-96.
[10] Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon, s.90-93.
[11] Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine, Çev. Osman Akmhay, Agora Kit, îst, 2008, 1.3-4,27-28.
[12] Abdulvahab M. El-Messiri, “Daha Kapsamlı ve Açıklayın Bir Sekülarizm Paradigmasına Doğru: Modcmite, îçkinlik ve Çözülme İlişkisi”, Dîvân, Yıl:2, S.3, 1997, s.62.
[13] Soner Yağlı, “Gündelik Hayatın Bir Alanı Olarak Moda Aracılığıyla Kültürün Yeniden İnşası”, İstanbul Arel Üniversitesi İletişim Çalışmaları Dergisi. Yıl:2.S.3,2012, s.4.
[14] Dennis K. Mumby, “İdeoloji ve Anlamın Toplumsal İnşası: Bir İletişim Bakış Açısı*, Çev. Çiler Dursun, Doğu Batı, S.30,2004, s. 128.
[15] Bkz. Terry Eagleton, İdeoloji, Çev. Muttalip özcan, Ayrıntı Yay, İst, 1996.
[16] Yağlı, a.g.m, s.5-6.
[17] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtlan, Çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, 4.Bas, İletişim Yay, İst, 2000, s.51-55.
[18 ] Erdoğan & Alemdar, a.g.e, s.328-329.
[19] Bülent Diken & Carsten B. Laustsen, Filmlerle Sosyoloji Çev. Sona Ertekin, 3.Bas, Metis Yay, İst, 2014, s.24, 26-28,31-32.
20 Çelik & Ekşi, a.g.m, *.113-115.
[21] Ayrıntılı bilgi için bkz. Çelik & Ekşi, a.g.m.’, Sözen, a.g.e.; Nuri Bilgin, Sosyal Bilimlerde İçerik Analizi: Teknikler ve örnek Çalışmalar Siyasal Kit, Ank, 2006; Orhan Gökçe, İçerik Analizi • Kuramsal ve Pratik Bilgiler, Siyasal Kit, Ank, 2006; Şentürk, Postmodem Kaos ve Sinema; Zafer Özden, Film Eleştirisi – Film Eleştirisinde Temel Yaklaşımlar ve Tür Filmi Eleştirisi, İmge Kitabevi, İst, 2004; Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yay, Ank, 2000; Ali Bayraktaroğlu & Ufuk Uğur, “Postmodem Sinemada Filmlerarasıhk Bağlamında Pastiş ve Parodi”, SDÜ Arte – Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Dergisi, G4, S.7,2011; Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Ayraç Yay, Ank, 2008; Emet Gürel & Jale Alem, “Postmodem Bir Durum Komedisi Üzerine İçerik Analizi: Simpsonlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.3, S. 10, 2010; Erdoğan & Alemdar, a.g.e.; Stuart Hail, “Kodlama, Kodaçımlama”, Çev. Yiğit Yavuz, Medya ve İzleyici Bitmeyen Tartışma, Der. Şahinde Yavuz, Vadi Yay, Ank, 2005; Brigitta Hoijer, “izleyicilerin Televizyon Programlarım Alımlayışı: Kuramsal ve Metodolojik Değerlendirmeler”, Çev. Şahinde Yavuz, Medya ve izleyici Bitmeyen Tartışma, Der. Şahinde Yavuz, Vadi Yay, Ank, 2005; Mustafa Yağbasan, “Film Okumalarında Alımlama Estetiği – Bir Filmi Yeniden Okumak”, Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, S.6, 2007; Tülay Şeker, & Salih Tiryaki, “Savaş Fotoğrafçısı Filminin Alımlama Analizi”, Global Media Journal: Turkish Edition, C.3, S.6, 2013; Aybike Serttaş, “V For Vendetta Filminin Alımlama Analizi İle Sinemada Televizyon”, Global Media Journal: Turkish Edition, C.5, S.9, 2014; Mehmet Rifat, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları 1 – Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler, Yapı Kredi Yay, İst, 1998; John Fiske, İletişim Çalışmalarına Giriş, Çev. Süleyman İrvan, Bilim Sanat Yay, Ank» 2003; Peter Wollen, Sinemada Göstergeler ve Anlam, Çev. Bülent Doğan, Zafer Aracagök, 2.Bas, Metis Yay, İst, 2004; Bilgehan Çağlar, “Bir İletişim Biçimi Olarak Göstergebilim”, LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C.3, S.2, 2012; V. Doğan Günay, “Görsel Okuryazarlık ve İmgenin Anlamlandırılması”, SDÜArte – Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Dergisi, C.l, S.l, 2008; İbrahim Demirkıran & İsmail Büyüksütçü, “Göstergebilim Açısından İmajinal Değerlerin Din Eğitimine Katkısı”, Kuram ve Eylem Yönüyle Din Eğitiminin Teolojik ve Felsefi Temelleri Sempozyumu, Konya İlahiyat Derneği Yay, Konya, 2010.
22 Mark Gottdiener, Postmodem Göstergeler – Maddi Kültür ye Postmodem Yaşam Biçimleri, Çev. Arhan Nur, Erdal Cengiz, Hakan Gür, İmge Kit, İst, 2005, s.52.
[23] Batı, “Günümüzde Tüketim Araçları…”, s.377-378.
[24] Gottdiener, a.g.e, s.52; Özden, a.g.e, s. 137-153.
[25] Batı, “Günümüzde Tüketim Araçları…” s.378.
[26] Erdoğan & Alemdar, a.g.e, s.300.
[27] Özden, a.g.e, s.147-151.
[28] Türker Baş & Ulun Aktaran, Nitel Araştırma Yöntemleri, Seçkin Yay, Ank, 2008, s.33; Günay, a.g.m, s. 19.
[29] Çelik & Ekşi, a.g.m, s.100-101.
[30] Sözen, a.g.e, s.72,156-157.
[31] Baş & Akturan, a.g.e, s.34-35; Sözen, a.g.e, s.79-152.
[32] Sözen, a.g.e, s.72-76.
[33] Rana î. Süzen, “Dijital Evrende Mimemisi Yeniden Düşünmek; Avatar Filmi’, The Turkish Online Journal of Design, Art and Communication – TOJDAC, C.2, S.2,2012, s.22-26.
[34] Erdoğan & Alemdar, a.g.e, s.298-299.
[35] Enver Gülşen, Sinemanın Hakikati, Külliyat Yay, İst, 2011, s.75-76. Bu tür yönetmenlerin söz konusu olumsuz özelliklerine karşın filmlerini Tanrı’y a, ona duyduğu sevgiye yönelik birer armağan olarak görmek isteyen ve onlan insanların Tanrıya yaklaşmalarını sağlayan bir dua olarak kabul eden Tarkovsky, bir yönetmenin nasıl bir bakışla sinemayla ilişki kurması gerektiğini hatırlatan önemli bir model olarak bizlere çok anlamlı bir yol göstermektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Fatih İbiş, “Bir İbadet Biçimi Olarak Sinema: Tarkovsky Örneği”, Sinema ve Din, Ed. Bilal Yorulmaz vd., Dem Yay, İst, 2015, s.865-879; Enver Gülşen, Hakikatin Sineması, Külliyat Yay, İst, 2011, s.69-113.
[36] Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Çev. Ayşe Sayın, Yaprak Yay, İst, 1987, s. 10-15.
[37] Ömer Aytaç, “Modem Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.15, S.2,2005, s.337-338.
[38] Robert Bocock, Tüketim, Çev. İrem Kutluk, Dost Kit, Ank, 1997, s.57-58.
[39] Theodor W. Adomo, Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, Çev. Nihat Ünler vd., 6.Bas, İletişim Yay, İst, 2011, s.23.
[40] Dolgun, a.g.m, s.59.
[41] Şentürk, Postmodem Kaos ve Sinema, s. 70.
[42] “Lucid Dream: Kişinin uyku sırasında rüya gördüğünün farkında olması ve rû- yasındaki olayları kontrol edebilmesi.” https://en.wikipedia.org/wihLudd_dream (12.10.2015).
[43] Zygmunt Bauman, Küreselleşme – Toplumsal Sonuçlan, Çev. Abdullah Yılmaz,4.Bas, Ayrıntı Yay, İst, 2012, s.87-88
[44] Gönen, a.g. e, s.65-68.
[45] Şentürk, Postmodem Kaos ve Sinema, s.258.
[46] Buradan hareketle araştırmamız Ek’inde yer alan ‘Seyredilen Film Listesi ’nde tür olarak neden en az ‘Korku filmi’ olduğunu bu şekilde kendimizi savunmak için kullanabiliriz. Bu kadar güçlü bir etkiye sahip olan sinema, bu sebepledir ki o kadar Önemlidir»
[47] Theodor W, Adomo, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, 2.Bas, Metis Yay, İst, 2000, ı.26.
[48] Bandura, a.g.m, 1.254.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…