Şiir ve Bilgelik

gecegunesii_1342215955104 Şiir ve Bilgelik

Mustafa Aydoğan

1.Niyazi Mısri veya İnsanın Kendi Aslına Dönme Töreni

İnsanın kendine ve varlığa ilişkin tasarrufu aslında şairanedir.

Varlığın tecelli etme biçimi hakikat üzere gerçekleşir ve hakikatin sınırları insanın sınırlarını aşar. Hakikat, Allah’ın realitesidir ve mutlak bir realitedir. İnsanı, her türlü oluşun mümkün ve olağan olduğu bir kavrayış noktasına davet eder. Bu davette rica değil, emir ve tasarruf vardır. Biz buna “tecelli” diyoruz. Şairanelik, tecellinin mukadder ve hissedilir olduğu şartlarda, insanın kendi varlığının büyük varoluş seremonisi karşısında şaşkınlık ve fark ediş içerisinde kalmasıdır. Yanlış ile doğrunun, iyi ile kötünün, mümkün olan ile imkânsız olanın alışkanlıklarımızın aynasındaki görüntüsü ile ilahi kudretin huzurundaki şekil ve üslubunun farklı olabileceklerinin idraki ve kabulü, başka durumların yanında şairanelik durumuna da yol açar. Niyazi Mısri, bir rüyasını anlatırken, kendi zannı ile ilahi takdirin tecellisi arasındaki farkın şöyle gösterildiğinden bahseder: “Zannımda fâsık, âsi, riyakâr, sapkın, bidatçi, mülhid, zındık olanların çoğunu Allaha yakın, Allah»ın dostu, Onun sevgilisi gördüm.” Şairanelikten kasıt, biraz da, zıtlıklar içerisindeki müthiş dengeyi ve sonsuz değişimi görme ve fark edebilme yeteneğidir. İnsanın bu dünyada bulunuş biçimi, sadece yanlış ve doğrunun verdiği nizama göre değil, hakikatin tecellisinin her türlü formunu ve üslubunu beşeri varoluşun bir uzantısı olarak görme ve kabullenme kaidesine de bağlıdır. Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin “canlıların kanı kırmızıdır, âşıkların kanı ise siyah ve mavidir” sözünün manasını, bu kaidenin kabullenilişinin bir tezahürü şeklinde anlamak mümkün. Burada bahsedilen âşıkların, Allah’ın gölgesi altında nefes alan kişiler olduğunu ayrıca söylemeye gerek yok. Bu kişilerin tecelli karşısındaki durumları hayret ve secde durumudur. Hayrette şairanelik gizlidir, secdede ise “birlik” ve hakiki neşenin cıvıltısına dalma vardır. Mısri, bu şairane durumu bir mısrasında şöyle anlatır: “Her ne yana kim eğilem ol yana her şey eğilir”. Yani, ben ne yana eğilirsem her şey o yana eğilir.

Şimdi, Mısri’nin bir şiirini ele almak istiyorum. Sanırım şairanelikle neyi kastettiğim, bu şiirle daha iyi anlaşılacaktır.

Ey garip bülbül diyarın kandedir
Bir haber ver gül-i zarın kandedir
Sen bu ilde kimseye yar olmadın
Var senin elbet yarin kandedir

Arttı günden güne feryadın senin
Ah ü efgan oldu mutadın senin
Aşk içinde kimdir üstadın senin
Bu senin sabr ü kararın kandedir

Bir enisin yok acep hasrettesin
Rahatı terkeyledin mihnettesin
Gece gündüz bilmeyip hayrettesin
Ya senin leyl ü neharın kandedir

Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne
Kimse mahrem olmadı hiç razına
Bilmediler şehsüvarın kandedir

Gökte uçarken seni indirdiler
Çar unsur bendlerine urdular
Nur iken adın Niyazi verdiler
Şol ezel ki itibaren kandedir

Niyazi Mısri, bu şiirde, “tecelli geleneği”nin -Sünnetullah’ın yani, Allah’ın tasarrufunun sonsuz, sapmaz ve değişmez oluşunun büyük dervişi ve yaşayış sembolü olarak seyr-i sülük’unu anlatır. Başka bir ifade ile kendi varlığını ilahi hakikatin tınısına uyumlu hale getirme törenini anlatır. Ben böyle ifade etmek istiyorum. Bunun şiirle anlatılışı ilginçtir yüksekte bir dirilik sınırı yoktur. İnsan, eğer kelimeye mecbur kalarak yüksek bir şey ifade edecekse şiirin kapısını çalmak mecburiyetindedir. Bir de tabii şairane duruşun ya da şairane kavrayışın kendini ifade edeceği zorunlu tarz, şiir tarzıdır.

Bu şiirde bir şikâyet hali ya da bir serzeniş durumu bulunmadığını ifade etmek gerek. Şikâyet etmek, dünyanın sınırlarını hakikatin sınırları sanma hatasından doğar. Niyazi Mısrt’nin bu hataya düşmesi ihtimal dâhilinde değildir, çünkü alış-veriş içerisinde olduğu makam ilahi makamdır. “var senin elbet yârin” demesinden anlıyoruz bunu. Yâr’dan kasıt Allah’tır. *kandedir” diye bitiyor mısra. “var senin elbet yârin kandedir”. Yani “nerededir”, Bu soruda bir arayış ya da şüphenin ötesinde, “bulmuş olma”nın esprisi vardır. Bulmuş olanın mütebessim ve dingin mizahı da diyebiliriz.

Ve son beyit:

Nur iken adın Niyazi verdiler

Şol ezel ki itibarın kandedir

İnsanın bu dünyada bulunuş hali, itibar olarak düşüş şeklinde de görülebilir. Allah’ın huzurunda bulunuşun itibarı herhalde hiçbir inbara değişilmez. Ne var ki “nur iken adın Niyazi verdiler” gerçeğini idrak etmek ve yaşamak zorundayız. Bu mecbur kalıştan kurtulmanın yegâne yolu o ilk hal olan “nur hali”ne dönüşün çabası ve arzusudur. Yani, Peygamberimizin bize hatırlattığı gerçeğe, gerçek özümüze dönüş sancısı ve arzusu: “Allah beni nurdan yarattı müminleri de benim nurumdan yarattı”,

İnceleyin:  Mekân'ın Ötesi

Ölümlü olmanın ıstırabı, ölümsüz olanın bize uzattığı elin aydınlığına çıkmakla aşılabilir. Ya varis olmak gerekir ya da varislerin katıklarından nasiplenmek gerekir. Niyazi Mısri’nin, peygamberin “varis”lerinden olduğunu bildiğimize göre kendi tecrübemizi bu varisin “tecrübesi”ne bakarak inşa etmek gerekiyor. Yani, Misri’nin sözünü ve yaşamını sadece “güzel” ya da “muhteşem” bulmak değil, onun “vücüdunu” kendi vücudumuz üzerine inşa etme çabasıdır esas olan. Ben bu şiiri böyle okumanın, bu açıdan bakarak okumanın bizi keşf ve hayret duraklarına bırakacağını sanıyorum.

Kişi aslında kendi seyr-i sülükunun peşindedir. Hakikatin tecelli mekânı kalptir. İnsanın gurbet duygusu içerisinde attığı adım, onu, gelecek her habere, ulaşacak her müjdeye kulakları ve gönlü açık hale getirir. “Yerleşmiş olma” duygusu ise idraki bütün haberlere kayıtsızlaştırabilir. Gurbet, kimsemizin olmadığı yerdir. Kimsesizlik duygusu, kalbi hasrete ve giderek aşka yaklaştırır. Aşk, sürekli düşünme ve tefekkür halidir. Tefekkür, omuzları eğer ve başı öne düşürür. Öyle ki alnımız git gide secdeye varır. Bir “yâr”inin olduğu haberini almış olan her garip, onun mekanına ve yakınına hasret duyacaktır. Hasret, kimsesizlik duygusunun acı halinde yoğunlaşmasıdır. Allah dostlarının acıyı ifade etme biçimleri yani feryatları, şikâyet formunda değil de anış, zikrediş formunda vücut bulur Zikir, bir bakıma, dervişin acısının açığa çıkış üslubudur. Sürekli anış ve arayışla bu üslubu harekete dönüştürür. Kendi gurbetinde başka gariplerin de olabileceğini hesaba katar. Çünkü derviş, dervişin kokusunu alır ve kalpleri birbirini arar. Ona gaiplerin sesi şöyle diyecektir: “Aşk içinde kimdir üstadın senin”.

Dervişin tek gerçek dostu Allah’tır. Dostundan uzağa düşmüş garibin döşeğinde alev vardır. Dünyada bu türlü bulunuş onu ilahi hakikatin tecellileri karşısında hayrete düşürür. Gecesi ile gündüzü arasındaki farkı ortadan kaldırır. Çünkü zaman ve mekân tasavvuru süre ve sınıra ilişkin bir tasavvurdur, eğer süre ve sınır ortadan kalkarsa, beşeri idrak ya infilak eder ya da sürekli bir hayret içinde kalır ve yeni bir nizama mecbur olduğunu anlar. Varlığın ve yaratılışın mahiyetini idrak etmek, insanı beşeri formların dışında ve ötesinde bir duyuş ve algılayışa götürür. Tıpkı gece dürbünleri gibi karanlıkta olanı aydınlığa, görünmez olanı görünür duruma getirir. Derin fark edişler safhası başlar. Gökler, ilahi hakikatin sırrını barındırız Ne var ki göklerin de ötesinde ve onların bile bilmekte aciz kaldığı mekânlar ve makamlar vardır. Ruhun kendi mutlak sükünetini bulacağı, gurbetin ve garipliğin sona ereceği makamlar… Bir anlamda, ruhumuza gerçek itibarının yeniden verileceği, nur makamı… Aslında buraya oradan gelmiştik. Bunun en açık izahlarından biri, adımızın Ahmet, Mehmet, Mustafa, Sadık oluşudur. Yani, bir ayrılığa, gayrılığa düşmüş olmamızdır. 2. Bilgeliğin Kalbi: Ebu’l Hasan Harakâni Ezel sırlarını, ne sen bilirsin ne ben, Bu muamma sözü, ne sen okur ne ben, Perde kalkarsa, ne sen kalırsın, ne ben.

(Harakâni) “Kutsal kitabı yorumlarken âşıklar kendilerini yorumlarlar” diyen Ebu’l-Hasan Harakani’nin İslam bilgelik tarihindeki kritik yerini belirleyen, her şeyden önce yaşamı, yetiştirdiği arifler ve etkileridir. Fakat O’nun derinlikli sözleri, özellikle irfani niteliğinin boyutlarını tek başına yansıtabilmektedir. Harakani, ‘vahdet algısında en üst düzeye ulaşmış bir bilge olarak, dilini de bu düzeyden kurmuş, sembolik ve şiirsel bir gramer oluşturmuştur. Bilgeliğin dilinin sembol ve süküt olduğu düşünülürse, Harakani’nin sözlerindeki sembollerin açımlanmasının önemi daha da belirecek ve artacaktır.

“Bütün varlıklar bendedir ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım” ifadesi derinliği ve bilge edası bir tarafa, şiir gücü itibariyle de kuşatıcı, etkileyici ve dönüştürücüdür. İrfan ehlinin Peygamberin sözdeki üstünlüğünün de varisi olduklarını galiba kabul etmemiz gerekiyor. Peygamberin üslubu, seri ve akılda kalıcı, etkileyici ve kuşatıcı, rahat ve anlaşılır bir üsluptu.

Şiirin dili, sembolün dilidir. Ariflerin dili de öyle. Âşıkların dili de. İrfan ehli şiirin peşinden gitmez ama şiirin her türlü imkânını ve şiirsel edayı bir deha kudretiyle edinir ve kendiliğinden sözlerine zemin kılarlar. Bu toprakların mayası ariflerin bu ölümsüz dillerinin yoğurmasıyla her an dirilişe ve ölümsüzlüğe can vermektedir.

İnceleyin:  Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve Tedavisi

Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin Nuru’l-Ulum adlı eserindeki sözlerini okuduğumda bana anlatmak istediği şeyin “aşk” olduğunu görüyorum. Onda gönül dilini buluyorum. Aşkın dili net, dolaysız ve katmanlı bir dildir. İnilecek derinliklerin beni aşacağı korkusu ve hayretiyle anlamlar arasında bocalıyorum. Onun sesinin geldiği ve kelimelerinin hayat bulduğu o bilinmezliğin nasıl olup da her daim taze kalabildığini hayretle kavramaya çalışıyorum. “Ne zaman ki başındaki saçtan ayağına kadar hey şeye kadir olanla dolu olursan, onun her şeyi mevcudiyetine şahit olur ve her solukta “Allah” der.” Harakani hazretlerinin bu sözü beni büyük Alman şairi Hölderlın’in bir mısrasına götürüyor. Şöyle diyor Hölderlin “Tanrıya ancak tanrısal olanlar inanırlar” Onunla dolu olursam mevcudiyetimin her an “Allah” diyeceği, yani, beni kaplayacak sonsuzluk neşesinin sürekli dalgalar halinde sonsuzun ve sınırsızın kıyılarına taşıracağı hakikatinin Hölderlin’in mısrasına güç verdiği ve zemin oluşturduğu sonucuna ulaşıyorum. Ya da Sokrates’in ölümünden önce dostlarına söylediği son sözlerinin aynı hakikatten yola çıktığını sanıyorum: “Ayrılık vakti geldi ve herkes kendi yoluna gidecek — ben ölmeye siz yaşamaya. Hangisi daha iyi Tanrı bilir.” Ariflerin aşk tasavvurunun yaşam ve ölüm arasında esasında bir fark olmadığı bilinciyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü gidilecek bir asıl mekân ve kavuşulacak bir asıl varlık vardır. Ve insan bu ayrılık âleminde acı ve hasret çekmektedir. Kendi yurduna dönmek için zamana ve sınıra teslimiyetten bir an önce kurtulmak ve yaratıcısının eşiğinde rahat bir nefes almak arzusundadır. Dünyanın kokusu ve rengi kalplere ferahlık veren ve gönülleri okşayan bir koku ve renk değildir. Harakani hazretlerinin “Herkes kendi kokar. Bu dünya yokluk kokuyor” sözünün hikmeti burada yatıyor.

İnsanın ulaşacağı ve tutamak olarak bulacağı nihai durumlar ancak semboller aracılığıyla kavranabilir ve aşk ile idrak edilebilir. Belki de sembollerle kavrama, sonsuz olanı geçici olanda görebilme ve kavrayabilme gücü ve yetisidi. Aşk ise hayat ile hakikat ve sonsuz arasındaki geçiş aralığı, heyecan kulübesi olsa gerek. Çünkü “Yaratanın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez.” Yaratılmış olan “hayat”tır. Ruhumuza seslenen ise sonsuzluk ve hakikattir. “O sana seni tecelli ettirirse bütün varlıkların farkına varırsın” diyor Harakani hazretleri. İşte sembol de bu, aşk da. Çünkü “sarhoşluk şarap içmiş olana yakışır.”

“Allah’ın eşiğinde yürümek için, onu görmüş, duymuş, farkına varmış ve öğrenmiş olmalıdır.” Allah’ı nasıl görebiliriz ki! Harakani hazretleri böyle söylediğine göre demek ki görenler var, duyanlar ve farkına varanlar var. İbn-i Arabi zaman zaman “Allah bana dedi ki” diye başlar sözlerine. Harakani hazretleri de böyle söylüyor “Allah bana dedi ki” diyor. Kulağın ve duyuşun mahiyet değiştirmesi böyle bir şey olsa gerek. İnsanın insanlığı içindeyken mevcudiyetinin her solukta “Allah” demesi için, bilinebilir olandan farklı bir makama varılmış olması gerekir. Belki sadece makam da değil, bütün cismaniyetin başka bir şekle dönüşmüş olması gerekir. Âşıkların halleri, bir tür dönüşüm, temizlenme ve yeniden, yeni bir biçimde var olma hali olmalıdır ki sevgilinin sesini duyabilecek naifliğe ve zarafete sahip olabilsinler. Belki de bunun içindir ki Harakani hazretleri âşıkların kanlarının farklı olduğunu söyler. “Canlılar kırmızı kana sahiptir, âşıkların kanı siyah ve mavidir.” Kırmızı kandan güç alan bir vücudun duyabileceği ses ancak görünen ve bilinenlerin sesinin pek azı olabilir. Kırmızı, siyah ve mavi. Tasavvuf erbabının, hikmet ehlinin ve ariflerin, dilin manasından vücudun manasına açtıkları geniş menfezden bir görünüm, bir sembol aralığı ve ibdası. Kanla alınmış abdestten bahseder Hallac-ı Mansur. Ki son anlarında bütün vücudu kanla boyanır ve bu halinden bir neşe duyar, sevinç le ürperir; sevgiliye, Allah’a kavuşacağı anın yaklaşmış olmasından dolayı. O kan hangi renkti acaba? Siyah mı, mavi mi? Kırmızı olmadığı kesin.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin en muhkem tutamağı olan aşkın meşalesi kendisinden önce gelen bu güneşin (Harakani hazretlerinin) ateşiyle yanmıştır. Harakani’nin Mevlana’ya aktardığı esas şey aşk olsa gerek. Çünkü bilginin ve hikmetin kaynağı aşktır. Aşkın olduğu yerde tamamlayıcı Allah olacaktır. “Yapılabilecek her şeyi yaptığın zaman Allah’tan “geri kalanını ben tamamlayacağım” nidasını duymayı umabilirsin”,

Edebiyat Ortami Dergisi,sayi:29,syf:14,19

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir