Sıdkın mânasına gelince, bir tâife şöyle demiştir “Sıdk, maksada ulaşmada gayreti sonuna kadar sarf etmektir.”
Diğerleri ise şöyle demişlerdir:
“Sıdk, varılmak istenen maksada ulaşmak için mevcut olan (her şeyi) sarf etmektir.”
“Sıdk, Hakk’ı tanımak ve halktan uzaklaşmaktır.”
“Sıdk, zorluk ve ihtiyaç esnasında bütün gücü itaate sarf etmektir.”
“Sıdk, Allah sözünü, ruh ve nefsin murâkabesine uğramaksızın, Allah ile söylemektir.”
“Sıdk; sırrı fâş edecek bir şeye karışmaksızın söz ve fiilin bir olmasıdır.”
“Sâdık bir kimse sıdkın hakikatlerini nefsi için istemesi gerekir.” diyen birisine: “Nefsin maruz kaldığı fetret nedir?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir “Nefislerin icabet ettiği hevânın isteklerine maruz kalmasıdır. Böylece nefisler gayret ve zorluk ruhunu terk ederek fetrete düşerler.”
Haris el’Muhâsibî’ye fetretin artmasının nereden kaynaklandığı sorulduğunda: “Allah’dan olan lütufların ve nimetlerin azalmasından” diye cevap vermiştir. İnsanın bu duruma nereden düştüğü sorulduğunda “İnayetin azlığı ve gevşekliğin çokluğundan” demiştir, insanın bu duruma nereden maruz kaldığı sorulduğunda ise: “Kalbi düşüncelerin dünyevi meşgaleler ile meşgul olması ve ruhsatlara sarılma neticesinde insan fetrete meyleder ve bu durumu da gaflet hâli takip eder”, diye cevap vermiştir. Ardından bu hâli kalbin bileceği alâmetlerin olup olmadığı sorulduğunda: “Evet” cevabını vererek şöyle devam, etmiştir: “Bunun ilk aşaması tembelliktir. Eğer insanı riâyet hâli hâkim olursa tembelliği zail olur, bu hâl (riâyet) onda hâkim olmazsa tembelliği artar ve nihayetinde onda itaatten uzaklaşma meydana gelir.”
Bazı kimseler sıdkın sözlerde, amellerde (fiilde) ve hâllerde olduğunu söylemişlerdir.
Ameldeki sıdk; amellerin sözlere uygun olmasıdır, sözdeki sıdk, sözlerin hâllere uygun olmasıdır. Ahvâldeki sıdk ise, bunun (İlâhî) sırlardaki s sıdka uygun olmasıdır, İlâhî sırlardaki sıdk da, her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ’nın muradına muvafık olmaktır.
Hâris el-Muhâsibî de şöyle der: “Sıdk, ilk olarak niyette, sonra dilde, daha sonra da amelde olur. Niyetteki sıdk, sadece Allah’ı murâd ederek cezalandırma korkusu ve sevap alma ümidinin kalpte zuhur etmesidir. Dildeki sıdk ise, ifade etmede zayıf kalarak geri kalsa bile bir şey söylemek için niyetlendiğinde, Hak tarafından bir şâhidin onunla birlikte olduğunu bilmesidir. Ameldeki sıdk ise, amel yapmak için azmedilen şeye hücum edilmesi ve böylece amelin hırs ve hevesle tamamlanması, engellerin aşılmasıdır.”
Hâris el’Muhâsibiye, sıdkın nereden kaynaklandığı sorulmuş? : “Allah’ın işiten ve gören olduğunu ve ancak Allah’ın kendisini görüp işittiği bilincinde olan kişiye inanılabileceğini bilmekten; cezalandırmaya da mükâfatlandırmaya da ancak O’nun kâdir olduğunu ve kişiyi [cezadan] ancak sıdkın kurtaracağını bilmekten. Kul da böylece sâlih amellerini artırır. Çünkü Allah Teâlâ kitabında buyuruyor ki: “Allah’ın hükmüne sadakat gösterselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu’’Sıdk, kalpte müşahâde yakınlıgi ve murâkabe hürmetiyle Allah’ı bilmeye (mârdet) muvâfik olduğunda, bundan dolayı kalpten vücudun diğer;uzuvlarına nur yayılır ve her bir uzuv bu nurdânpâyını eşit miktarda alır” ,
Haris el-Muhâsibîye, sıdkın alâmeti sorulduğunda şöyle cevap vermiştir; “Sıdk, kişinin kalbinin salâhı için halk nezdindeki tüm itibarını kaybetse dahî aldırış etmemesi, azıcık da olsa iyi amelini kimsenin görmesini istememesi, kötü amelinin halk tarafından bilinmesinden de hoşnutsuzluk duymamasıdır. Zira bundan hoşnutsuzluk duyması halk arasında itibarının artmasını arzuladığının delili olur. Bu ise sâdıkların ahlâkından değildir.0
Sehl: “Kul sâdık olduğunda kalbi Allah’ın arşı, sadrı da kürsisi olur Sâdık olmadığında ise, kalbi Iblis’in arşı, sadrı da onun kürsüsü olur.” demiştir.
Bu konuda söz söyleyenlerden İbrahim b.Şeybân şöyle demiştir: “Kulun sırrı ile aleni (zahirî) olan şeyleri eşit olduğunda adalet, sırrı alenî olan şeylerden fazla olduğunda sıdk, zahirî olan şeyler sırrı olan şeylerden fazla olduğunda nifak olur.”
Yûsuf b. Esbât: “Allah Teâlâya karşı sıdk üzere bulunarak bir gece amel etmem, Allah yolunda iki kılıçla vuruşmadan bana daha sevimlidir.’’ dem iştir.
Birisi: “Daimî olan farzı eda etmeyen kimsenin muvakkat farzları da kabul edilmez.” dediğinde, daimî farzın ne olduğu sorulmuş; o da; “Sıdk” cevabını vermiştir.
Bazı kimselere sıdkdan sorulduğunda: “(Allah Teâlâ nın ahdine) vefa etmektir.” Demişlerdi.Nitekim“O şahıslar ki Allah ile yaptıkları muahedeye sâdık kalırlar.’’âyeti bunu ifâde etmektedir. .
İbn Furek – Tasavvuf Istılahları
(Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…