Sultan Dördüncü Murad zamanının şairi ve şeyhülislamdır. Sivri dili sebebiyle can veren büyük şair Nef’î ile de aynı zamanda yaşamıştır.
Dört defada toplam 11 yıl kadar şeyhülislamlık makamında bulunmuştur ve divan şiirinde gazel tarzında Bâkî ile birlikte en büyük bilinir.
Çok basit ve harika bir üslûbu vardır.
Osmanlı Devletinin yıkılışını iki asır geciktiren hadise, Dördüncü Murad’ın zafere ulaştığı Bağdat Seferidir derler. Bu harbe bizzat iştirak etmişti. Sultanın başka bir yoldan Bağdat’ta kullanılmak üzere gönderdiği toplar mahalline üç gün gecikmeyle varınca, Şeyhülislam Yahya’nın teklifi ile beraberde götürülen birkaç topun sayesinde savaş kazanılmış ve böylelikle kendisinin müdebbir (tedbirli) ve âkil karakteri herkesçe bir kez daha hayranlıkla gözlenmiştir.
Osmanlı tarihinde Ebussuud Efendi’den sonra en müessir Şeyhülislam olduğu kanaati de genel kabule mukârindir.
İşbu Bağdat seferi meşhur “Genç Osman dediğin bir küçük uşak…” türküsünün de hikaye ettiği savaştır.
Yahyâ, o dönemde devletin başını ağrıtan zorbaların hemen her isyanlarında kellesi istenen kişilerin başında gelirdi. Gördüğü itibar, ilimdeki kudreti, devlete hizmeti hep hasedi çekmiş, kendisini kötü niyetlilerin hedefi haline getirmiştir.
Hasede dâir:
Âlemde zerre denlû değil iken vücûdumuz
Müşkül budur ki zerreden artık hasûdumuz
(Bu alemde varlığımız bir zerre kadar bile yoktur ama, gel gör ki zerreler sayısından fazla hasetçi ile başımız dertte)
Şeyhülislâm Yahyâ hem devlette yüksek görevlerde bulunmuş, hem ilim sahasında herkesçe kabul edilen mertebe ihraz etmiş; hem de şiir vadisinde emsalsiz denebilecek başarı göstermiştir.
Not: İşgal ettiği makam, bugünkü Danıştay ve Anayasa Mahkemesinin fonksiyonlarını karşılayan bir görev yapısında idi. Dînî hususlarda fetva makamı da olmakla beraber bu iş için Şeyhülislamlım makamının bir dairesi yetkilidir o kadar.
Kendisinden birkaç seçme:
Mâl için nâdân olur pâ-beste-i bend-i belâ
Hırs-ı dâne mürg-i bî-idrâki ilter dâme dek
[İdraki olmayan zavallı kuşun bir yem tanesine heves ederek, tuzağa yakalanması gibi; dünyanın hakikatini idrak edemeyip mal ve mevki hırsına kapılanlar da başlarını belâya sokarlar. Vâ esefâ!]
Bahr isen de katre-i nâçiz göster kendini
Gönlüne gir ey gönül ol goncenin şeb-nem gibi
Bahr : Deniz
Katre : Damla
Nâçiz : Zavallı, küçücük
Şeb : Gece
Şeb-nem : Gece nemi (çiy damlası)
[Deniz gibi büyük ve haşmetli olsan da, bir damla görünmelisin. Çünkü gülün kalbine girebilen o küçücük çiy damlasıdır; okyanus oraya sığmaz ki…]
Yerin od etmedik kim vardır erbâb-ı mehabbette
Semenderler gibi uşşâk da sükkân-ı âteşdir
[Aşka gönül düşürüp de yeri ateş olmayan, yanmayan olur mu hiç. Âşık için yanmak mukadderdir. Âşık, -efsâneye göre- ateşte yaşayıp, ancak orada rahat eden semenderlere benzer.]
Seni bu hallere koyan gülün aşkıdır ey bülbül
Neye düşse anı yakıp kül etmek şân-ı âteşdir
[Ey bülbül! düştüğü yeri yakıp kül etmek ateşin şanındandır; hâlinde şaşılacak bir şey yok.]
Zevâli gussası çeksün deyû ni’met verir yohsa
Felek ehl-i dilin sanman ki mesrûr olduğun ister
[Felek gönül ehli olanlara bir ni’met verince zannedilmesin ki, onun bahtiyar olduğunu istemektedir de onun için verdi. İşin içyüzü şudur: Bir ni’mete alışan onu kaybedince acı duyar ya, işte o acıyı derinden tatsın diye kısa süreliğine, şöyle bir ağzı tatlanıversin diye verir.]
Bülbül şetâreti gül-i handânı güldürür
Taklîd-i zâğ gebk-i hırâmânı güldürür
Yahyâ’yı ağladırsa eğer yâr gam değil
Müşkil budur ki düşmen-i nâdânı güldürür
Şetâret : Şenlik, gülme, eğlenme
Gül-i handân : Gülen gül
Zâğ : Karga
Gebk : Keklik
Hırâmân : -burada- salına salına yürüyen
Nâdân : Câhil
[Bülbülün neş’elenip gülmesi gülü güldürür. (Nasıl olsa benim dikenlerim göğsünü parçalayacak; bana mahkûmsun; gül bakalım, görürsün sen makamında güldürür yani.) Karganın, kekliğin alımlı yürüyüşünü taklide yeltenmesi de kekliği güldürür. Sevgilinin bizi ağlatması bir şey değil –ona zaten razıyız da…- alçak düşmanı güldürmesi dayanılır şey değil doğrusu.]