Sevgi ve Nefret

fft68_mf53734 Sevgi ve Nefret

 

Sevgi ve nefret çizgisinin insan psikolojisinde derin etkileri vardır. Hatta bu derinlik ilk bakışta o kadar açıktır ki -Freud’un da zannettiği gibi- insan onların psikolojik yapıyı teşkil eden birinci derecedeki çizgiler olduğunu zannetmektedir Ancak çocuğun doğumundan itibaren geliş­me basamaklarında birlikte yaptığımız ilerlemede, bir önceki bölümde gördük ki korku ve ümit duygusu daha önce ortaya çıkmaktadır. Çünkü korku ve ümit duygusu, çocuğun öz varlığı ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Daha çocukla dış dünya arasında ilişki kuran sevgi ve nefret duygusunu tanımadan önce bu duygu bulunur. Dolayısıyla çocuğun kendi varlığıyla alâkalı olan korku ve ümit duygusu, psikolojisinde daha köklü ve daha geniş olarak yer alır. Buna rağmen sevgi ve nefret duygusu da geniş ve de­rin bir çizgi teşkil ediyor insan varlığında… Sevgi ve nefret duygusu aşağı yukarı korku ve ümit duygusuna denk bir yer işgal ediyor ama gerek konu gerek şekil bakımından aralarında çok önemli farklar bulunmaktadır.

iki dairenin tam olarak birbirine uyması elbette mümkün değildir. Sadece birçok noktalarda kesişebilirler. Ayrıca her dairenin kendisine has yönleri vardır ki bununla diğerlerinden büsbütün ayrılır. Korku ve ümit bazı noktalarda sevgi ve nefret duygusuyla kesişebilir ancak birbirinden farklı olan birçok noktaları vardır. Bazen insan bir şeyi veya bir kişiyi sever de bunun karşılığında ondan hiçbir şey istemez. Bunun aksi de ola­bilir. Bir insan bir şeyi veya şahsı sever ama ondan hiç mi hiç korkmaz. Nefret ettiği hâlde de korkmaz. Sadece aralarında bir “uyuşma”, karşılıklı “anlayış” yani birleşme ve imtizaç olduğu için sevebilir. Aynı zamanda insan birini korktuğu için de sevebilir. İnsanın tehlikelerden hoşlandığı da bir gerçektir. Bir de insan sevdiği ve istediği hâlde bir şeyi veya şah­sı sevmeyebilir. Bazı hallerde selamet ister ve karşılaştığı mahcubiyetten ötürü de ondan hoşlanmaz. Bunun yanı sıra bir de şu var: İki duygu ve yöneliş arasında esaslı tat farkı vardır. Korku gerek ümit (istek) insanın bizzat kendisiyle ilgili duygulardır. İnsanı çepeçevre sararlar. İçe doğru, merkeze doğru yönelirler. Sevgi ve nefret duygusuna gelince o da insanın bizzat kendisinden neşet eder, kaynağı insandır ama dışa doğru, diğerle­rine doğru yönelir.

Bu ilk duyguları nitelemek de oldukça zor tabii… Gerek korku ve ümit gerek sevgi ve nefret… Ancak bu duygular insan psikolojisinin apaçık şe­kilde belirttiği ve tarife muhtaç olmayan hususlardır. Her insan bunları açlık ve susuzluğu, zevk ve elemi anladığı gibi anlar. Yeter ki onu kendi varlık yapısının realitesinde kavramaya, araştırmaya çalışsın. Tabiattaki çekim yasasıyla çok benzer bir durumdur bu. Cisimleri çeken veya iten çekim yasası, sevgi ve nefret duygusunu açıklamak için en uygun örnek­tir. Tabiattaki çekim yasası ile sevgi ve nefret duygusu ve insan hayatın­daki tezahürleri arasında tuhaf benzerlikler vardır. Mıknatısın karşısına getirilen bir demir parçasına baktığımız zaman, birden onun sarsılıp kı­mıldadığını görürüz. Kımıldayan demir parçası, mıknatısa doğru çekilir ve ona yapışıncaya kadar hızla hareket eder. Bir insan psikolojisinin de sevdiği insana karşı nasıl titrediğini, nasıl harekete geçtiğini ve sevdiğine ulaşıncaya kadar nasıl bir hızla yöneldiğini ve ondan hiç ayrılmak isteme­diğini görebiliriz.

Mıknatısın aynı kutuplarının birbirini itmesine dikkat eden kimse… iki kutuptan birinin diğerini nasıl ittiğini ve onun da nasıl kımıldaya­rak uzaklaştığını, en sonunda da birbirinden tamamen ayrıldığını görür. Sonra da dönüp birbirinden nefret edenlerin birbirine karşı ne gibi ür­pertiler duyduğunu, birbirinden nasıl uzaklaşmak istediklerini ve en so­nunda birbirlerinden nasıl ayrıldıklarını açıkça anlamış olur.

Evet, bunu veya diğer İşlemleri dikkatle izleyip üzerinde düşünenler, maddî alemle psikolojik âlem arasındaki hayret verici benzerlikleri görür ve ilk anda sevgi ile nefret duygusunun -en azından duygusal şekilleriy­le- insan psikolojisine maddî kâinattan miras kalmış olduğunu hayretle müşahede ederler.

Mıknatısın içindeki çekiş mucizesini iyice araştıranlar -her ne kadar onun mahiyetini kavrayamazlarsa da çünkü burası insanoğlu tarafından keşfedilmemiş meçhuller arasında bulunmaktadır- çekme ve itmeye ve­sile olan elektromanyetik dalgaların nasıl hareket ettiğini görenler… Son­ra da insan psikolojisinde sallantılara vesile olup dolayısıyla da sevme­ye veya nefret etmeye sebep olan “bilinç dalgalarım” araştıranlar… Evet, bunları araştıranlar kâinattaki ışınlar âlemi ile ruhlarda ki şuur âleminin birbirine hayret verici şekilde benzediğini görürler. Ve dehşete kapılarak kendi kendilerine şu soruyu sormadan duramazlar: “Yoksa psikolojik şek­liyle sevgi ve nefret, insan ruhunun şualar ve ışınlar âleminden miras ola­rak aldığı bir duygu mudur?”

Manyetizma üzerinde etüd yapmış olanlar -ki manyetizma herkes ta­rafindan bilinen bir şeydir- duygu ve düşüncelerin, hislerin bir ruhtan başka bir ruha nasıl manyetik dalgalar hâlinde İntikal ettiğini, manye­tizma yapandan manyetize edilene doğru bu dalgacıkların nasıl aktığını araştıranlar, insanın varlık yapısındaki bu hissi duygularla manevî duy­guların nasıl imtizaç ettiğini hayretle müşahede ederler.

Nasıl ki korku ve ümit (istek), önce his sahasında doğar, sonra yavaş yavaş ilerleyerek manevî sahalara kadar çıkarsa… Sevgi ve nefret de aynı şekilde önce his sahasında kendisini gösterir sonra manevî alanlara kayar.

Nasıl ki korku ve ümit duygusu, his sahasından manevî alanlara yük­selmek için meme ve kucak köprüsünden geçerse sevgi ve nefret de his sahasından manevî alanlara yükselmek için aynı köprüden geçer. Çocu­ğun hissettiği ilk sevgi, annesine karşıdır. Kendisini emziren ve kucağına alan annesine karşı… Görüleceği gibi sevginin bütünüyle ilk ortaya çıktığı an, meme ve kucak ile alâkalıdır.

Freud, bu sevginin cinsel içgüdü ile alâkalı olduğunu sanmıştır. Bunun için de sınırsız bir aşırılığa ve bağnazlığa kapılarak yemek içmek, biyolojik ve fizyolojik hareketlerde bulunmak gibi bütün fiilleri, cinsel zevki tatmin esasına bağlamıştır. Onun çıkış yolu her hareketin cinsiyet boyasıyla bo­yanmış olacağı esasına dayanır. Dolayısıyla Freud a göre insan tarafindan ortaya atılan her şey cinsellik pisliğine bulanmış olarak ortaya çıkar.

Bu aşırılığı ve yüzsüzlüğü bir kenara bırakıp hiçbir delile dayanma­yan bu hipotezin bağnazlık yönünü göz önüne almayarak Freud ile birlik­te bir adım daha atalım ve Freudun doktrininin sakatlığını, çürüklüğünü daha geniş şekilde açıklamaya çalışalım:

Şüphesiz sevgi, kısa bir süre sonra biyolojik zevk alma alanını geçer ve doğrudan doğruya annenin şahsına yönelir. Bu yöneliş, meme emdiği ve kucağa alındığı zamanların dışında tamamıyla annenin şahsına yö­nelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi o hissi köprüyü aşarak manevî duygular alanına ulaşır. Çocuk annesini kesin olarak sever, çünkü onu emziren ve kucağına alan annedir. Fakat bu sevginin meme emme ve ku­cağına alınma anlarının dışındaki uzantısı hissi esaslara dayanan manevî duygular âlemine girmektir. Şunu da belirtmek gerekir ki buradaki ma­nevî esasların dayanağı, salt bir his değildir.

İşte bu aşamada yani sevginin doğrudan doğruya biyolojik olmadığı, psikolojik ve ruhî bir mesele hâline geldiği sıralarda… Kız veya erkek ço­cuk nasıl oluyor da sevgisini sadece annesine yöneltiyor? İnsan faaliyet­lerini cinsel içgüdü esasına göre açıklamaya çalışan doktrinin sahibinin sandığı gibi, mesele bir “cinsiyet” meselesi ise bu sevginin anneye yöneli­şinin -erkek, kız- izahı ne ile mümkündür?

Daha sonra birisi bize bu sevginin “cinsiyete” dayalı olmayan bir “sev­gi” olduğunu ispat edecek olursa… Hem bir müddet sonra çocuk anne­sinin dışında başkalarına karşı da sempati duymaya başlar. Baba, yakın akrabalar ve dostlar gibi. Onların da kucağına çıkmak için can atar ama bu devrede onlardan hiçbiri -doğal olarak- annenin yerini tutmaz. Bu atılım çocuğun ruhundaki sevgi dünyasının genişlemesinden başka bir şey değildir Bu atılım onun kendi benliğinin dışında kalan dış dünyaya karşı duyduğu hislerin genişlemesinin belirtisidir. Bu noktada kız veya erkek çocuk arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla bu farksızlık bile cinsiye­tin insanın bu aşamadaki ömrünün dışında kaldığını ve aksi bir iddianın hiçbir esasa dayanmadığını gösterir.

Cinsel sevginin yeri ancak gelişme devresi içinde kendisine ayrılan noktada başlar. O aşamaya geldiği takdirde canlı varlığın psikolojik bün­yesi onu kendi içinde bir ihtiyaç olarak duyar ve cinsel arzusunu tatmin için yapması gereken vazifeyi yerine getirir.

Çocukluk çağında ortaya çıkan sadece sevgi midir? Nefret duygusu o çağlarda görülmez mi?

Freud, “Totem and Taboo; Totem ve Tabu” eserinde şöyle diyor: “Bir müddet sonra çocuğun babasına karşı olan sevgisi üstün gelir. Daha baba­ya karşı bilinç dünyasında nefret duygusu gelişmemişken sevgi ağır basar” Freud’un iddiasına göre çocuk, annesini babasından kıskandığı için ba­basından nefret eder. Her ne şekilde olursa olsun -çocuğun dünyasında sevgi, meme emmekten ve annenin kucağına yapışmaktan ibarettir- ve nefretten önce sevgi çizgisi açığa çıkar. Diğer çizgi ise -nefret- insan psi­kolojisinin derinliklerinde gizlidir. Çünkü açığa çıkacak bir ortam bu­lamamıştır. Ama varlığı kesindir. Mesela, çocuk, o yaşta bile memesini ağzından alan herkese kızar ve nefret besler. Hatta bu kimse kendisinin sevdiği annesi bile olsa. Onu annesinin kucağından çekip alacak kimseye karşı da nefretle dolar. Hatta bu kimse sevgi duygusunun geliştiği babası dahi olsa. -Babasının kucağına alıştığı miktarda onu sever. Bazen de ba­basının kucağına kendiliğinden gitmek ister.- Sonra o, bu şuur haletinin başlangıç noktasında iken hiçbir belirgin sebebe dayanmadan bazı kim­seleri sever bazı kimselerden de kaçar. Onlar kendisini şevseler de o sev­mez, yaklaşmaz. Bütün bunlar gösteriyor ki o çağda da çocuğun ruhunda nefret duygusu vardır, ancak yenidir, önce sevgi duygusu doğar, sonra da ona yakın veya onunla birlikte nefret duygusu oluşur.

İnceleyin:  İkna odalarına değil, konuşma odalarına muhtacız..

Freud un bütün eserlerinde tekrarladığı eş tabiatlılık “Ambivalence’ yani insanlık dünyasındaki her şahsa ve her şeye karşı aynı anda hem sevgi hem de nefret duygusunun kendiliğinden ortaya çıkması efsanesi­ne gelince… Bu, realiteler dünyasında hiçbir delile dayanmaz. Sadece şu aldatıcı belirti müstesna: İnsan bazen bir şahsı sevmez ve ondan nefret eder, bu nefretin de sebebini bir türlü kavrayamaz.

Ancak bu çok yanıltıcı bir tezahürdür. Çünkü nefretin her zaman bir sebebi vardır. Bu sebebin bilinçaltında gizlenmiş olması onun başlangı­cından itibaren bilinç dünyasında mevcut olmadığı anlamına gelmez. Veya Freud un iddia ettiği gibi, sevgiden veya sevgi sebebiyle kendiliğin­den ve aynı anda ortaya çıkmış değildir.

Çocuk sevdiği annesine karşı onu memeden kestiği zaman nefret hissi duyuyor. Memeden kesilmesinin iyi olacağını düşündüğü zaman anne, yavrusunu memeden keser. Ama o, buna kızar. Çünkü çocuk ken­di açısından memenin şahsî malı olduğunu düşünmektedir. Kendisinin memesini istediği gibi kullanabileceğini, istediği zaman meme emmek­ten ancak kendisinin vazgeçebileceğini, başkasının burada tasarrufunun olmadığım zanneder. Ayrıca kirlettiği elbiselerini çıkarıp yeni elbiseler giydireceği zaman da kızar annesine. Çünkü elbisesini giyerken yapa­cağı hareketler onu sıkar, hem ruhunu hem bedenini tırmalar. Annesi onu banyoya sokup yıkadığı zaman da annesine kızar, çünkü üzerine su dökmekte, vücudunu sabunlamaktadır. Bunu yaparken çığlıklarına hiç aldırış etmemekte ve onun feryadına kulak vermemektedir. Elini dokun­durmak istediği şeylere dokunmasına engel olduğu veya dişleyerek ne ol­duğunu anlayabileceği cisimleri ısırmak istediği zaman, ona engel olduğu veya darıldığı için annesine kızar… Daha burada sayılmayacak kadar çok sebep çocukta annesine karşı nefret duygusu uyandırır. Bu nefretin belir­tisi annesinin yüzünü gözünü tırmalaması, elinin uzanabildiği yerlerine vurmasıdır. Meme emerken veya başka zamanlarda bu nefret duygusunu bu neviden hareketlerle ortaya çıkarır. Fakat bütün bu nefret işlemleri hiçbir zaman için annesine karşı duyduğu derin ve şiddetli sevgi duygusunu gölgelemez ve bastırmaz. Dolayısıyla bunlar geçicidir. Gelip geçici duygular hâlinde ortaya çıkar. Sevgi, nefretten önce de sonra da bütün ağırlığıyla duygularına hâkim olur. Ama bu gelip geçici nefret duygusu, ister bilinçaltına sindirilsin ister sindirilmesin ve şuur dairesinde kalsın -ki bu da mümkündür- hep bir sebebe dayanmaktadır ve Freud’un sandı­ğı gibi hiçbir zaman için sebepsiz değildir.

Çocuğun, babasını sevdiği de kesindir. Ama o, emredici ve yasaklayı­cı gücü temsil eden ve çocuğun istediği şekilde yaptığı hareketlerine sınır koyan, tehdit eden babasına da kızar ve ondan da nefret eder. Çünkü o, kendisinin şunu tutup bunu tutmamasına karışır ve engel olur veya bir şeyi ısırmasına kızar. Memnun olmadığı bir hareket yaptığı zaman azarlar veya döver. Kendisini kucağına almaz veya bırakıp işine gider de omuz­layıp gezdirmez. Daha burada sayılmayacak birçok sebeplerden dolayı… Babasına karşı nefret duyar ve ona kızar. Bu kızgınlık aynen annede oldu­ğu gibi onun yüzünü gözünü tırmalamasında veya ısırmasında kendisini gösterir. Ama bu nefret, babasına karşı duyduğu derin ve kuvvetli sevgiye karşı koyacak güçte değildir. Dolayısıyla annesine kızmasında olduğu gibi geçicidir. Bir müddet kendisini gösterir sonra kaybolur. Yine sevgi duy­gusu bütün anlamıyla hâkim olur. İster bu nefret bilinçaltına atılsın ister bilinç dairesinde yer etsin sebepsiz değildir. Doğrudan doğruya sevgiden ortaya çıkan ve kendiliğinden meydana gelen bir vakıa değildir. Ayrıca annesine karşı duyacağı cinsel duygular da bunun sebepleri arasında yer almaz. Yalnız insanı aldatan bir hâl müstesna. Çocuk annesini kıskanır çünkü onun sadece kendisinin olmasını ister. Doğal olarak başka birinin kendisiyle birlikte annesine ortak olmasına kızar. Bu hususta babasıyla annesi veya bir başka sevdiği arasında hiç fark yoktur. Yani hepsini de başkalarından kıskanır. Hem onun en çok kızdığı ve kıskandığı kimse, sadece babası değildir ki… Ondan daha fazla kendisinden sonra memesi­ne ve kucağına sahip çıkan kardeşine kızar ve onu çekemez. Çünkü onun mülkünü elinden almış, saltanatını yıkmış ve onu tahtından indirmiştir. İşte çocuk en çok bu tecavüze dayanamaz. Başkasının kendisinin yerine geçmesine tahammül edemez.

Anneye karşı duyulan cinsel sevgi ve çocuğun bu nedenle babayı kıs­kanarak sevmemesi safsatasına gelince, bu efsaneyi temelden yıkan yine çocuğun kendisidir. Çocuk bir kere annesine tam olarak sahip olduğunu kabul eder ve kendisini sahibi olduğu bu mülkten alıkoyan herkese karşı nefret duyar. Hele kendisinden sonra doğacak kardeşine daha fazla kızar.

Freud un ömrünü uğrunda feda ettiği ve tahlili için bir ömür boyu çalıştığı, çocuğun babasını sevmemesi konusu cidden çok derindir. Kökü bilinçaltına kadar iner ta çocukluk devrelerine kadar varır. Biz bu duru­mu gerek normal gerek anormal şartlar altında kabul ediyor ve asla inkâr etmiyoruz. Bizim kabul etmediğimiz nokta; çocuğun annesine karşı duy­duğu cinsel içgüdü ve duygudur. Çünkü hiçbir ilmi delile dayanmamak­tadır. “Oedipus Kompleksi’ni yani anneye duyulan cinsel sevgi dolayısıy­la babaya karşı kıskançlık duygusunu, asla kabul etmiyoruz.

Freud diyor ki: “Çocuğun rüyasında gördüğü korkunç hayvan motif­leri, bunların ona saldırması ve kendisini parçalaması gibi şekiller, aslında babasına karşı beslediği nefretin bilinçaltındaki ifadesidir”

Freud, araştırmasını daha da ilerletiyor ve diyor ki: “Bilinçaltının rüyada kullandığı motiflerde, hayvanların nefret edilen baba yerine geç­mesi ise ilk insanların annelerini tercih ederek babalarını öldürmüş olma­ları sebebine dayanır! Sonra ilk insanlar yaptıklarından dolayı pişmanlık duymuşlar, babanın hatırasını kutsallaştırarak anneyi ona tapınmaya zor­lamışlar ve böylece de öldürme hatalarını bağışlamışlardır. Sonra bunun yerini hayvanlara tapınma almış, bunun için de insanların bilinçaltında hayvan motifleri babanın yerine geçmiştir. Ve bu nedenle bilinçaltı babaya karşı olan nefretini motifleştirmek istediği zaman çocuğa saldıran bir hay­van şeklinde oluşur”

Freud’un sarılıp büründüğü bu uzun sargı işte… Biz bunun doğru olduğunu var sayarak sakat noktalarını araştırmaya girişeceğiz. Aslında doğru değildir ama biz araştırmamızı böyle farz ederek yürüteceğiz.

Bu faraziye doğru ise neden kız çocuğu da rüyasında üzerine saldıran vahşi hayvan motifleri görüyor? Freud’un görüşüne göre kız çocuğunun babasına sevgi duyması ve ona ortak olan annesine karşı nefret duyarak kıskanması gerekirdi yani “Elektra Kompleksi.” Hâlbuki anne, beşeriyetin başlangıç tarihlerinde kimseyi öldürmemiştir. Bir başkası işlediği hatayı bağışlatmak için annenin hatırasını da kutsallaştırmamışım Dolayısıyla anneye tapınma yerine onun hatırasını bir hayvan şekline çevirmemiştir. la buna ne buyurulur?

Diğer bütün insanlara yöneltilmiş olan nefret duygusuna gelince… Onun da birçok sebebi var. Asıl sebebi, egosunun varlığıdır. Çocuk veya genellikle bütün insanlar kendi ben ini sevdiği için başkalarından nefret ederler. Kendisi için iyilik ister her zaman: “Gerçekten mala da pek düş­kündür.” 84“Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır (elverişli) kılınmıştır.”85 Mademki insan kendi benliği etrafında yığmak yapmış durumdadır, mademki kendi ben ini tam olarak hatta aşırı denecek de­recede şiirselleştirmekte, başkalarını da sırf var olmalarından ötürü sev­memektedir… Çünkü onların varlığının kendi varlığını sıktığını, üzerine baskı yaptığını hisseder. İşte Kur’an-ı Kerimde “ğıll” diye zikredilen kalbteki ağırlık budur. Ve Hakk Teâlâ müminlerin kalbinden kıyamet günü bu ağırlığı kaldıracağını vadetmektedir. (Yani bu ağırlık dünya hayatında kalblerine yer etmiştir.) “Biz onların kalblerinde kin namına ne varsa söküp attık. Altlarından da ırmaklar akar.86

Bu bölümün sonunda insan psikolojisindeki karşılıklı çizgilerin tü­münü ve özellikle de korku ve ümit, sevgi ve nefret çizgilerini içine alan bir eğitme ve geliştirme metodundan söz edeceğiz. Daha ilerde de açıkla­yacağımız gibi bu eğitim ve geliştirme metodu bütün insan hayatı için za­ruridir. Fakat burada hemen belirtmek istediğimiz bir husus var: Normal bir psikolojik yapıya sahip olan insana hiçbir zaman için nefret duygu­su hâkim olmaz. Sapık ve hasta psikopatların dışında bu nefret duygusu hiçbir zaman için bir kin ve çekememezlik durumuna geçmez. Çünkü insanın varlığını hissettiği sevgi, bütün insanların sevgisidir. Başkalarını da kapsamaktadır. Bu sevgi hem fıtrî hem de çok derin temellere dayanır. Bu sevgi, nefret duygusuyla birlikte bir denge temin ederek faaliyetini sürdürür ve hiçbir zaman için insan psikolojisini ezerek aşırılığa kaçmaz. İnsanın kendi şahsı veya kendi nefsi için istediği hayır konularında bile aşırı bir hodgamhğa sebebiyet vermez.

İnceleyin:  Nefret

Yapılacak eğitim sadece başkalarına karşı “ağırlık” duygusunu asgari duruma düşürmeyi amaçlar. Biz bunun için başvurulacak yolları, karşı­lıklı psikolojik çizgiler üzerindeki son sözümüzü söylerken zikredece­ğiz. Bu eğitim insanın içindeki bu ağırlığı bertaraf ederken insanı kendi dışında bir şeyi yapmaya zorlamaz, içindeki duygusunu tamamen baskı altına alarak içine gömmesine sebep olmaz. Freud un bütün eserlerinde ileri sürdüğü gibi bu içe gömülen ve bastırılan duygular, insanın iç dün­yasında yerleşerek perde arkasından hayat seyrini değiştirmeyi hedefle­mez. Nitekim Freud, “Totem and Taboo; Totem ve Tabu” adlı eserinde ve bütün çalışmalarında insanoğlunun sosyal hayatını, iç dünyasını, fikrî ve dinî yaşayışını tamamen “Oedipus Kompleksinin ve “Ambivalence” eş tabiatlılık veya yeni tabiriyle zıt çift değerlilik kurallarının ışığı altında incelemektedir. Freudun zannına göre, bütün nefret duygusu sevgiden doğmaktadır ve sebepsiz, çekilmesi gereken bir yük, bir borç gibidir.

Sevgi… Meme ve kucakla başlayan sonra bu köprülerden geçerek “duygular” ve maneviyat dünyasına adım atan sevgi dünyası… Gerçekten son derece hayret verici bir âlemdir. Son derece göz alıcı… Ve cidden yüce bir dünyadır.

Bu sevgi dünyası oluşur, gelişir ve yücelir. Küçücük yaşta iken meme­den başlar; insanın bütün varlık dünyası memeden ibarettir ya bu yaşta… Sonra bu âlem, bütün kâinatı içine alır. Gerçekten kaplar her tarafı, me­cazi veya hayali olarak değil. Bütün kâinatı, hayatı ve insanın varlığını kaplar. En sonunda da Allaha kadar varır. Gerçekten sevginin taşıdığı güç, büyük bir güçtür. Ayrıca gelişme ve yücelme kapasitesi son derece engindir.

Çocuk annesini bütünüyle sevdikten sonra… Sadece memesini ve ku­cağını değil, bütün varlığıyla annesini sevdiği… Babasını da aynı derecede sevgiyle kuşattığı zaman… Sonra çevresinde bulunan herkese ve her şeye uzandığı zaman sevgi dünyası… Karşılaştığı, oynadığı hareket ve kader birliği yaptığı, düşünce ve konuşma sahasında ortaklaşa faaliyet yaptığı kimselere kadar uzanınca bu sevgi… Onun his dünyası da gelişir ve ge­nişler. Onunla birlikte sevgisinin sınırı ve seviyesi genişler ve gelişir. Bu devreden sonra artık belirli yerleri, eşyayı ve belirli tutumları sever, be­nimser. Oyun oynamayı, kendisini teselli edecek ve eğlendirecek şeyleri sever. Yemek ve tatlı zevki artar. Bunlarla birlikte daha birçok duygusu da gelişir.

Omuzlarda taşınmayı… Dolaştırılmayı… Yüzüne gülünmesin!… Ve takdir edilmeyi ister. Bu noktada mesele artık his planında değildir ya da tam anlamıyla salt bir his olmaktan ötedir. Bunlar manevî değerler ve ha­reketler dünyası ile ilgili tutum ve davranışlardır. Sadece hareketlerden de ibaret değildir. Başlangıçta onun doğal olarak sevdiği değerler, tamamen kendi şahsıyla ilgili değerlerdir. Kendisini rahatlatacak ve sevindirecek değerler… Ne var ki Allah’ın insanoğluna bahşettiği hayret verici geliş­me grafiği, insanoğlunu tek bir varlık olmaktan çıkarıyor, ilerde üzerin­de daha geniş şekilde duracağımız toplum planına itiyor. Gelişen yavru başkalarını da seviyor, tedricî olarak kendisiyle birlikte yaşamak zorunda olduğu kimselere karşı da sevgi duygusu gelişiyor.

Bu değerlerin gelişmesi başlangıçta basit ve kolay olmuyor tabii… Hatta bazı kereler evvelemirde tiksindirici oluyor. Sevgi dairesinde ge­lişeceğine nefret çerçevesi içinde gelişiyor. Ama yavaş yavaş değişiklik gösteriyor. Bir müddet sonra nefret çizgisinden çıkıyor ve sevgi hattına giriyor. Sonra bu hat da derece derece gelişiyor, ilerliyor ve en sonun­da yüce ufuklara kadar uzanıyor. İşte o zaman da insan adaleti, acımayı, doğruluğu, kahramanlığı ve insanlığı seviyor. Kâinatı seviyor ve tabiata uzanıyor sevgi ipi… Güzelliği, hayatı ve bütün canlıları sevmeye başlıyor. Sonra da en üstün tepeye, zirveye çıkıyor ve Allaha ulaşıyor sevgi bağı.

Daha sonra bu» Allah’a ulaşmış olan sevgi bağı dönüyor, ışıklarını bütün sevgi çeşitleri üzerine serpiyor ve sevilen her şeyi Allaha bağlıyor.

İşte insanın psişik hayatındaki en üstün sevgi budur. Bütün parlaklı­ğıyla hedefine varınca… İnsanın meleklik yanına uzanınca sevgilerin en üstününü elde etmiş oluyor.

Devamında da sevgi çizgisinde insanı hayretten hayrete sevk eden olaylar oluyor.

Daha önce de belirttiğimiz gibi sevgi ve nefret duygusu insanın var­lık yapısını oluşturan karşılıklı iki çizgidir. Ama bundan önce doğrudan doğruya insanın kendi şahsını ilgilendiren korku ve ümit duygusu gelir. Ama sevgi… Bu aydınlık ve şeffaf duygu… Zaman zaman öyle mucize­ler çıkarır ki ortaya… İnsanın kendisini de yükseltir. Kendi beninin de üstüne çıkarır ve belirli bir zaman için de olsa benliğinin yapılış tarzını kökten değiştirir. Sevgi, insan benliğinde en geniş ve en derin çizgiyi teş­kil eder. Bazen ondan önce gelen korku ve ümit duygusunu alt eder, bir aşama daha ileri geçer. İşte o zaman insan kendisini bile feda edebilir. Allah yolundaki değerler uğruna kendi şahsıyla ilgili olan korku ve ümit duygusunu yenerek her fedakârlığı göze alır.

Bu sevgiye erişmiş olan insan artık “bayağı” bir insan değildir. Çün­kü alelade bir insandaki psikolojik çizgilerin gelişme seyri dediğimiz gibi olur. Yani önce korku ve ümit duygusu sonra sevgi ve nefret duygusu yer alır. Ama aleladelik çizgisini aşan insanın sevgi çizgisi de gelişir ve genişler. Bu durumda o insanın yüceliği, bu sevgi dairesinin genişliğiyle orantılıdır. Neticede sevgi duygusu o denli gelişir ki insanın yeryüzü ya­şayışıyla ilgili olan korku ve ümit duygusu, tamamen yok olur. Onun ye­rine sadece Allah’tan korkma ve ümit etme (isteme) duygusu yerleşir. Bu konuda insanların en üstün zirvesini peygamberler teşkil ederler. Çünkü onların ruhundaki sevgi halesi o kadar gelişmiştir ki kendi şahıslarıyla ilgili olan her türlü korku ve ümit belirtilerini yok etmiştir.

Bu bölümü bitirmeden önce Freud’un insan psikolojisindeki bu iki çizgiyle ilgili elde ettiği neticeler ve bu neticelerdeki gerçeklik payı üzerinde duralım: Freud, bu noktada bir takım gerçeklere parmak basmış ve uzun müddet bu hususlarda araştırma yapmıştır. Ama daha önce de be­lirttiğimiz gibi bazı noktalarda aşırı bir bağnazlığa ve şımarıklığa dalmış, nazariyesini de bu esasa oturtmuştur.

Parmak bastığı gerçeklerden birisi, sevgi ile nefret çizgileri arasındaki köklü irtibattır. Fakat bu irtibatın insanın bütün psişik hatlarını kapsa­mış olacağını bir türlü kavrayamamıştır. Bu irtibatı sadece sevgi ve nefret konusuna hasretmiştir. Zaman zaman bir şeyde veya bir şahısta sevgi ile nefret duygusunun aynı anda birlikte belirdiğini (Ambivalence – Zıt Çift Değerlilik) görmüş ama bunun devamlı olduğunda ısrar etmiş ve tabii bir hâl olduğunu, hiçbir sebebe dayanmayacağını ileri sürerek bu görüşünde diretmiştir. Hâlbuki biz, bunun sebeplerini ve en azından daha sürekli daha derin ve daha köklü olduğunu belirtmiştik.

Son olarak da Freud, bazen insanın belli bir sebebe dayanmadan, birden değişerek bir şahsı severken nefret etmeye başladığını veya sev­mediğini belirtmiştir. Bu da şüphesiz doğru bir düşüncedir ama Freud bu noktada kalmayarak işi daha da ilerletiyor: Sevgi ile nefretin insan psikolojisinde mevcut olduğunu ve bunun hiçbir sebebe dayanmaksızın her şeye ve herkese karşı yöneldiğini (Ambivalence – Zıt Çift Değerlilik) ileri sürüp bunun doğrudan doğruya bir durum değişikliği olduğunu, bi­linçaltında yer etmiş bulunan nefret duygusunun açığa çıktığını ve kar­şısında yer alan bilinçaltındaki sevgi duygusunu bastırıp içe gömdüğünü (Repression) iddia ediyor.

Biz bu açıklamasında Freud’u destekleyemeyeceğiz. Freud un bu va­kıayı hiç açıklamamış olmasını bir kenara bırakalım, bu tedrici ve ansızın gelen sebebi bile açıklamamıştır. Bilinçaltındaki bir olayın bilince inkılap edişinin nedenlerini izah edememiştir. Hem bu vakıa genel anlamda ve herkeste bulunan bir şey değildir; ferdî olup duygudan duyguya şahıstan şahsa değişir.

Freud, bu gerçeği tam olarak izah edememiş sadece meydana geldi- ğini tespit etmekle yetinmiştir. Nedenini bir türlü açıklamamıştır. Onun yaptığı; zaruretlerin tam olarak ortaya çıkmadığı, ispat edilmemiş olayla­rı neden olarak ele alıp bağnazca bir saplantıdan ibarettir. Bu da Freud’un ele aldığı diğer konular gibi daha fazla açıklamayı gerektiren bir husustur.

Bize gelince… Bu konuda Allah Teâlâ’nın Kur an-ı Kerim’inde söyle­diklerinden başka bir şey söyleyecek durumda değiliz.

“Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.”87

Bir de Allah’ın Yüce Resulünün (s.a.) söylediklerini tekrar etmekten başka…

“Şüphesiz ki Âdemoğullarının kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındaki bir kalb gibidir. Onu dilediği gibi hareket ettirir.”88

Muhammed Kutup – İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler,syf:89-102

Dipnotlar:

84. Adiyat Sureli, 8

85 Nisa Suresi, 128

86 Araf Suresi, 43

[87] Enfal Suresi, 24

[88] Müsned-i Ahmed Ibnı Hanbel

[89] İslâmî Eğitim Metodu

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir