Üçüncü Mesele:
Şerî deliller, aklî prensiplere ters düşmez.
Delilleri:
1-Eğer şer’î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onlar ne şer’î bir hüküm için ne de başka birşey için insanlar hakkında delil olamazlardı. Halbuki, onlar sağduyu sahiplerinin görüşbirliği ile delil olmaktadır. Bu da onların, aklî prensipler doğrultusunda gelmiş olduklarını gösterir.
Şöyle ki: Deliller, sadece mükelleflerin akıllarınca kabul edilsinler diye getirilmişlerdir. Böylece onların gerekleriyle amel edecekler ve yükümlülük getiren hükümler altına gireceklerdir. Eğer bıi deliller aklî prensiplere ters düşecek olsaydı, o zaman akıl, gerekleri ile amel etme bir yana onları kabul dahi etmezdi. Onların böyle bir durumda delil olamayacaklarının mânâsı işte budur. Bu konuda, ilâhî (metafizik) hükümlerle, yükümlülük getiren hükümler hakkında getirilen deliller arasında bir ayırım yoktur.
2-Eğer deliller, aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onların gereği ile yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olurdu. Çünkü böyle bir durumda mükellef, aklının almadığı, bir türlü tasdik edemediği, hatta aksini düşünüp inandığı şeyi tasdik etme ile yükümlü tutuluyor olacaktır. [1] Durum böyle olunca da, aklın o şeyi tasdik etmesi zorunlu olarak imkânsız hale gelecektir. Bu durumda biz tasdiki imkânsız olan yükümlülüğün bulunduğunu kabul etmiş oluruz. Bu da takat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir yükümlülük ise, —usûl kitaplarında belirtildiği üzere— bâtıldır.
3-Yükümlülüğün dayanağı akıldır. Bu tam ve kesin olan istikra ile sabit bir sonuç olmaktadır. Bunun sonucunda akıl ortadan kalktığı zaman yükümlülük de tümden ortadan kalkmakta ve ondan mahrum olan kimseler başıboş bırakılmış sorumsuz hayvan yerine konmaktadır. Mükellefin sorumlu tutulabilmesi için aklın deliller sayesinde tasdike ulaşabilmesi gerekecektir. Eğer deliller, aklî prensipler doğrultusunda gelmeseydi, o zaman akıllı kişinin hükümlerle yükümlülük altına sokulması, bunak, çocuk ve uyku halinde bulunan kimsenin o hükümlerle sorumlu tutulmasından daha zor olacaktı. Çünkü bu sayılan kimselerin delilleri sınayarak tasdik ya da inkara gitmelerini sağlayacak akılları yoktur. Akıllı kimse ise böyle değildir; ona aklının kabul etmediği şeyi götürmek mümkün değildir. [2]Bu nokta gözönünde tutulduğunda sözü edilen kimselerden yükümlülüğün düşmesi, aynı şekilde akıllı kimselerden de düşmesini gerektirecektir. Bu ise,.şer’îatın konuluş amacına ters düşer; dolayısıyla böyle bir sonucu doğuracak şey bâtıl olur.
4-Eğer şer’î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman kâfirler şer’îatı reddetmek için herşeyden önce bizzat şer’î delilleri malzeme olarak kullanırlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in getirmiş oldduğu şer’îatı red konusunda son derece hırslı idiler. Hatta bu uğurda hem Hz. Peygamber hem de getirdiği şer’îat hakkında iftiralara kadar gidiyorlardı: Hz. Peygamber hakkında bazen sihirbaz, bazen divane diyorlar, bazen de onu yalancı sayıyorlardı. Kur’ân için de, o sihirdir, şiirdir, düzmecedir, onu mutlaka bir insan öğretmiştir, öncekilerin mitolojileri gibi sıfatları yakıştırıyorlardı. Şerî deliller hakikaten akla ters düşseydi bunlara hiç gerek kalmaz ve onların yerine (Bu makul değil’ veya ‘Bu akıl ve mantığa ters’ ya da benzeri şekilde itirazlarda bulunurlardı. Böyle bir itirazda bulundukları sabit olmadığına göre, bu onların şer’îatın muhtevasını kavradıkları ve onların aklî prensipler doğrultusunda cereyan etmekte olduğunu anladıklarını gösterir. Ancak onlar, buna rağmen olanlar oluncaya kadar ona uymamişlarsa bu, akıllarına yatmadığı için değil, başka durumlardan dolayı olmuştur ve onlardan hiçbiri böyle bir iddia ile ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla bu durum, şer’î delillerin aklî esaslar doğrultusunda yürüdüğünün kesin bir delilidir.
5-İstikra: Serî delillerin aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini, üstün akıllarının onu tasdikte [3] bulunduğunu; gönüllü ya da gönülsüz [4] ona boyun eğdiğini [5] istikra da ortaya koymuştur. Hal böyle iken, inatçı yobazların ya da bilenin bilmemezlikten gelmesinin bir önemi yoktur ve onlar dikkate alınacak değillerdir. Delillerin aklî prensiplerin gereği doğrultusunda cereyan ettiğinin anlamı budur. Çünkü akıllar, onlar üzerinde hüküm verme konumundadırlar; ne onları güzel/iyi ne de çirkin/kötü kılma durumunda değillerdir. Bu nokta Makâsıd bölümünde genişçe ele alınmıştı. [6]
İtiraz: Bu iddia yerinde değildir ve aksi görüşü destekleyecek deliller vardır:
1-Kur’ân’da asla anlamı anlaşılamayan unsurlar vardır: Meselâ sûre başlarında bulunan harfler gibi. Öbür taraftan âlimler şöyle derler: “Kur’ân’da çoğunluk (cumhur) insanların anlayabilecekleri şeyler yanında, sadece Arapların anlayabileceği şeyler de vardır. Keza şer’îatta sadece din âlimlerinin anlayabileceği şeyler vardır. Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği şeyler [7] vardır” Şimdi bu kısmın aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini söylemek nasıl mümkün olacaktır?
2-Kur’ân’da müteşabihât dediğimiz bazı unsurlar vardır ki, bunları çoğu insan bilemez; hatta Allah’tan başka kimse bilemez. Meselâ furû konularıyla ilgili müteşabihât ile usûl konularıyla ilgili olan müteşâbihâtta olduğu gibi. Bunların müteşâbih olmaları, sadece akıllara karışık gelmeleri ve ne mânâya geldiklerinin akıllarca tamamen anlaşılamaması ya da çok az kimselerce anlaşılır olması sebebiyledir. Herkes ya da büyük çoğunluk bunları anlayamamaktadır. Bu durumda mutlak olarak şer’î delillerin aklın kavrayabileceği şekilde geldiklerini söylemek nasıl doğru olabilir.?
3-Şeri deliller içerisinde öyleleri vardırki, akıllar onlar üzerinde ihtilafa düşmüş ve sonuçta insanlar fırkalara, hiziplere bölünmüşler; her grup kendi düşüncesinin haklı olduğunu savunmuş ve ona büyük bir coşku ile bağlanmıştır. Bunun sonucunda da her grup kendi akıl ve mezhepleri ölçüsünde birşeyler söylemişlerdir. Bunlardan bir kısmı tamamen arzu ve heveslerinin peşine düşmüş ve sonuçta bu durum onları helake itmiştir. Meselâ, Necran hıristiyanları teslis [8]inançları konusunda Kur’ân’da ‘işledik’, ‘hükmettik’ ve ‘yarattık’ gibi çoğul kipi ile gelen ifadelere yapışmışlardır. Daha sonra kendilerinin müslüman olduğunu söyleyen buna rağmen şer’îatta çelişki ve tutarsızlıklar olduğunu ileri süren bazı kimseler gelmiştir. Sonra da, Hz. Peygamber’in hadislerinde bahsettikleri fırkalar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, aklın hata etmesine sebep olan hitap şeklinden (şer’î deliller) meydana gelmektedir. Nitekim gerçek böyledir. Eğer deliller akılların kavrayabileceği doğrultuda sevkedilmiş olsalardı, normal olarak bu ihtilafların olmaması gerekirdi. İhtilaflar bulunduğuna göre onlar, —bir yönden de olsa— aklî esas-ların dışına çıkmaktadır, sonucuna ulaşılacağı anlaşılacaktır.
Cevap: Önce birinci itiraz noktasını ele alalım: Sûre başlarında bulunan ayrı ayrı okunan harflerin (hurûfu mukâtaa) yorumu hakkında âlimlerden çeşitli görüşler nakledilmiştir. [9] Bu farklı görüşler, onların âlimlerce bilinebileceği esasına dayanmaktadır. Biz onların, âlimlerin asla bilemeyeceği hususlardan olduğunu söylesek bile, onlar hiçbir şekilde (kalbî ya da bedenî) yükümlülük getiren türden hitaplardan değildir. Böyle olunca da onların herhangi bir fiil hakkında delil olmadıkları anlaşılır. Konumuz ise bu değildir. Bir an için onların delil oldukları kabul edilse bile, şer’îatta olup da Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği şeyler çok nadirdir. Nadir hakkında ise ayrıca hükümde bulunulmaz ve dolayısıyla bu yüzden hakkında istidlalde bulunulan küllî esas ihlâl görmez. Çünkü o takdirde bunlar (sûre başlarındaki harfler vb.) aklın anlamaya yol bulamayacağı şeylerden olacak, dolayısıyla sözünü ettiğimiz kısımla ilgili olmayacaktır. Bizim burada konu ettiğimiz husus, akılca kavranılabilen, ancak aklî prensiplere ters olduğu görülen kısımdır. Sûre başlarında bulunan harfler ise bu kısım dışında kalır. Çünkü biz kesin olarak inanıyoruz ki, eğer onların anlamları açıklanmış olsaydı mutlaka aklî prensipler doğrultusunda açıklık kazanacaktı. Varılmak istenen sonuç da budur.
İkinci [10] itiraz konusuna gelince, müteşâbihât konusu, —her ne kadar bazı kimseler öyle düşünse bile— aklî prensiplere ters düşen hususlardan değildir. Çünkü böyle bir yanlış düşünce, doğru bir zemin üzerine oturtulma sonucunda değil, arzu ve heveslere uyma yüzünden ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Yüce Allah: “Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre (keyfi) yorum yapmak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar’ [11] âyetinde buna işaret buyurmuştur. Eğer onlar doğru bir zemin üzerine oturtma yolunu seçselerdi, yorum (tevil) makul ve aklî prensiplere uygun bir sonuca ulaşırdı. Müteşâbihât konusunun, Allah’tan başka kimse tarafından bilinemeyeceği kabul edilecek olursa, o zaman aklın onlara ulaşamaması; onların aklî prensiplere ters düşer olmasından değil, daha başka bir durumdan dolayı olacaktır. Bu, tek bir cümle için olabileceği gibi, birçok cümle içeren söz ve çeşitli durumlarla ilgili haberler için de geçerli olabilir. Yeterince araştırma yapmayan kimse bu durumda onların aklî prensiplerle uyuşmadığı vehmine kapılabilir. Acem tabiatlı [12] konu hakkında kendisini bilgin zanneden cahiller de aynı hatayı yaparlar. îşte bu yüzdendir ki, Necran hristiyanları Kur’ân’da Allah için kullanılan çoğul kiplerine sarılarak teslis inancını savunmuşlar, mülhidler Kur’ân ve Sünnette akıl ve mantıkla bağdaşmayan hususların ve tutarsızlıkların olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Onlar arzu ve heveslerine uymak yanında hikmet-i teşri konusundaki cahillikleri ile birlikte, kendilerine izin verilmeyen zamanda ve mekânda onların içerisine dalmışlar ve bunun sonucunda da yollarını şaşırmışlardır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet Arapçadır. Bu itibarla onlar üzerinde inceleme yapacak kimselerin mutlaka Arap olması [13] gerekecektir.
Nitekim onların maksatlarını kavrayamamış kimselerin de, şer’î maksatlardan dem vurmaları doğru değildir. Çünkü, bu gibi konular bilinmeden onlar üzerinde inceleme yapmak doğru ve mümkün değildir. Eğer kişi, gerek dil ve gerekse şer’î maksatlar bakımından ehil olursa, o zaman şer’îatta herhangi bir çıkmaz olmadığını, onun akılla bağdaşmayan unsurlar içermediğini görecektir.
Konuya açıklık getirmesi bakımından bir örnek vermek istiyoruz: Nâfı b. el-Ezrak, İbn Abbas’a şöyle sorar:
“Ben, Kur’ân’da bana ters gelen bazı hususlar görüyorum: Meselâ bir yerde “O gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez [14] denilirken, başka bir yerde “Birbirlerine dönüp hal hatır sorarlar [15]deniliyor. Bir yerde “Ve Allah’tan bir söz gizleyemezler [16] denilirken, bir başka yerde “Sonra: ‘Rabbimiz! Allah’a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşik) değildik’ demekten başka çare bulamazlar” [17] deniliyor ve bu âyette gizledikleri belirtiliyor. “Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir” [18] âyetinde göğün yaratılışının yerden önce olduğu belirtilirken “Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz. … Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi…” [19] âyetinde de yerin yaratılışının göğün yaratılışından daha önce olduğu belirtiliyor. Sonra çeşitli âyetlerde gibi ifadeler [20] var. Sanki evvelce öyle idi de sonra bu özellik kalktı gibi intiba vermekte.”
İbn Abbas ona şöyle cevap verdi: “Aralarında soy yakınlığının fayda vermemesi sura ilk üflenişi (kıyametin kopuşu) anındadır. O zaman sura üflendiğinde gökte ve yerde her kim varsa —Allah’ın diledikleri hariç— hepsi baygın düşecektir. Sonra âhiret suru üflenecek ve o zaman da akrabalar “Birbirlerine dönüp hal hatır soracaklardır [21] “Ve Allah’tan bir söz gizleyemezler” âyeti ile Allah’a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşrik) değildik” âyeti ise şöyle: Yüce Allah ihlas sahibi kullarını affedecek ve onların günahlarını bağışlayacaktır. O zaman müşrikler “Allah’a and olsun ki, bizler puta tapanlar (müşrik) değildik” diyecekler. Allah onların ağızlarını mühürleyecek, onların elleri konuşacaktır. O zaman anlaşılacak ki, Allah’tan hiçbir söz gizlenemez. İşte o anda küfreden ve Rasûle isyan edenler yerle bir olmayı [22] ne kadar da isteyeceklerdir. Göklerin ve yerin yaratılışına gelince, Allah önce yeri iki günde yarattı, sonra göğü yarattı ve ona yöneldi; onları iki ayrı günde düzene koydu. Sonra da yeri düzene koydu yani ondan su ve otlak çıkardı, dağları, tepeleri ve onda bulunan diğer şeyleri ayrı iki günde yarattı. Böylece yeri ve yerde olanları dört günde, gökleri de iki günde yaratmış oldu. Bazı âyetlerde buyrulmuş ve Yüce Allah kendisini bu gibi sıfatlarla nitelemiştir. Bu tür ifadeler (Allah için söz konusu edildiğinde —Allah zamandan münezzeh olduğu için— geçmiş zaman mânâsı ortadan kalkar ve) O’nun her zaman için öyle olduğu anlamını taşır. Çünkü Allah’ın irade buyurduğu her şey mutlaka yerini bulur. Bu durumda sen, Kur’ân’da bir tutarsızlık bulamazsın; çünkü onun hepsi de Allah katındandır”
İbn Abbas’m cevabı böyle. O bu cevabıyla, eğer her şey yerli yerine konulacak olursa, Kur’ân’ın tamamının makul olacağını ve asla tutarsızlık içermeyeceğini göstermiş oluyordu. Dini lekelemek ve onda kusur bulmak isteyen kimselerin zikrettikleri, keza ilim talipleri hakkında problem olarak gözüken diğer konularda da durum aynıdır. Bu gibi konularda, ancak ilimde derinleşen insanlar (rüsûh sahipleri) başarı elde edebilirler. “Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı” [23]İctihad bölümünde —Allah’a hamd olsun!— bu konuda yeterli bilgi bulunmaktadır. Kur’ân ve Sünnette çelişki ve tutarsızlık bulunmadığına dair bir çok âlim eser yazmıştır. Bu konuda daha çok bilgi ve derinleşmek isteyen, susuzluğunu gidermek isteyen o tür eserlere bakmalıdır. [24] [25]
————————
[1] Bu, ilâhî ve itikadı hükümlerin delilleri konusunda açıktır. Amelî hükümlere gelince, bunlardan maksat tasdik değil, sadece fiilin işlenmesidir. Gelecek diğer izah şekillerinde durum birincideki gibi olabilir ve onlarda, da ıtikâdî hükümlerle, amelî hükümlerin delilleri arasında bu açıdan- bir fark bulunmaz.
[2] Çünkü böyle bir durumda, akıllı kimsede, getirilen yükümlülüğe zıd düşen ve onu engelleyen akıl bulunmaktadır. Çünkü getirilen delil akıl ile çatışmada ve akıl onun zıddınm makûl olduğunu düşünmektedir. Meselâ deli ise böyle değildir. Onun getirilen hükmün ne lehinde ne de aksi istikametinde düşünme gibi bir durumu yoktur. Onun için denilebilecek şey, sadece onun o yükümlülük için hazır olmadığıdır. Akıllı kimse ise, o şeyin zıddı için kendisini kabule hazır görmektedir. Birşeye ulaşmak için vasıtası olmayan kimse ile, o şeyin zıddına ulaştıracak vasıta içerisinde olan kimse arasında fark vardır. O şeyden ikincinin uzaklığı daha fazla ve güçlü olacaktır.
[3] Yani itikadı konularda,
[4] Yani deliller karşısında bir süre inat ettikten sonra veya inat etmeden hemen.
[5] Yani amelî konularda. Bu ayırım ehl-i sünnete göredir. Mutezileye göre ise.
her iki durum da (yani tasdik ve itaat) açıkça cereyan eder. Çünkü akıl, bu delillerin gereğinin güzelliğini tasdik eder. Öyle ki, deliller, aklın idrak etmiş olduğu güzelliğe uygun olur.
Ehl-i sünnete göre, akılların boyun eğmesi amelî konuların delilleri hakkında da geçerli olabilir; şu mânâda ki akıllar şer’îatın bidüziyelik arzedecek şekilde sadece kulların dünyevî ve uhrevî maslahatlarım temin etmek için geldiğini genel olarak kavrayabilir; özel hükümde bulunan husûsî maslahatı kavrayıp kavrayamaması ise Önemli değildir. İşte bu, aklın boyun eğmesinin mânâsı olur.
[6] Şâri’in, şer’îatı anlaşılır olsun için koyması bahsinde.
[7] Sûre başlarındaki harfler de bunlardandır. Burada sözü edilen müteşâ-bihâttan farklıdır. Çünkü müteşabihât bir bakıma kavranabilir, ancak netliğe ulaşılamaz. Burada sözü edilen kısım ise asla mânâsı kavranama-yacak şeylerdir. Böylece bir sonra sözü edilecek kısım ile aralarında fark olduğu anlaşılmalıdır.
[8] Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden oluşan inanç sistemi. (Ç)
[9] Yani bu haliyle onlar, anlamı akılla anlaşılabilen kısımdan olmaktadır.
[10] Üçüncü itiraz noktasının cevabı ile birleştirilmiştir. Çünkü her iki itiraz noktasının esası aşağı yukarı aynıdır.
[11] Âl-i İmrân 3/7.
[12] Necran hıristiyanları aslen Arap oldukları için müellif böyle bir kayıt getirmiştir. Onlar aslen Arap olmakla birlikte komşuları olan Acemlerin ifade tarzlarının etkisinde kalarak ‘Biz yarattık’ … gibi ifadelerden ne kastedildiğini anlayamamışlar ve tazim için olan bu ifadeyi gerçek anlamda çokluk için sanmışlardır.
[13] Arap diline vakıf olması denilse idi daha isabetli olurdu.
[14] Mü’minûn 23/101.
[15] Sâffât 37/27.
[16] Nisa 4/42.
[17] En’âm 6/24.
[18] Naziât 79/28-30.
[19] Fussılet 41/9-11.
[20] Lafzı tercümesiyle “Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametli idi…” anlamında. (Ç)
[21] Sâffât 37/27.
[22] Nisa 4/42.
[23] Nisa 4/82.
[24] Meselâ bkz. İbn Kuteybe, Te’vîlu müşkili’l-Kur’ân, Beyrut 1981 ; İbn Ku-teybe, Te’vîlu muhtelefı’l-hadîs, Beyrut 1985. (Ç)
[25] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/22-29
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…