Kategoriler: Selçuklu Tarihi

Selçuklular ve Batıniler

Eğer Sultan’ın iyiliğini düşünmeseydim, bu hançeri yere değil de onun yumuşak göğsüne saplatırdım.

– Hasan Sabbah

11.yüzyılın ortalarında tarih sahnesine çıkarak kısa süre için­de Sünnî Islâm dünyasının siyasî lideri ve hamisi konumuna gelen Selçuklular, bu konumlarıyla bir anlamda Sünnî Islâm anlayışının da koruyucusu olmuşlardı. 1055 yılında Bağ­dat’taki Sünnî Abbasî Halifeliği’ni baskı altında tutmakta olan Şiî Büveyhî hanedanını etkisiz hale getirip Abbâsî Halifesi’ni özgürleştirerek bu koruyuculuk vasfının ilk gereğini yerine getirdiler. Bununla birlikte Abbâsî Halifeliği, Sünnî İslâm an­layışını yok etmek gibi bir misyon üstlenen Mısır merkezli Şiî Fâtımî Halifeliği’nin çok yönlü tehdidi altındaydı ve bu tehdit ile mücadele etmek kolay olmayacaktı.

Hz. Peygamberin kızı Fâtıma’nın soyundan geldiklerini iddia ederek 909 yılında yeni bir halifelik tesis eden Fâtımîler, başın­dan beri Sünnî İslâm’a karşı mücadele halinde bulunan Şia’nın İsmailiyye koluna mensuptular, İsmailîler, Ehl-i Beyt imam­larının altıncısı olan Cafer-i Sadık’ın vefatından sonra, onun halef olarak tayin ettiği oğlu Musa Kazım’ı değil diğer oğlu İsmail’i imam tanıyan kimselerdi. Ortaya çıkışından itibaren Şiîliğin aşırı yorumlarını benimseyen ve batini (ezoterik) bir formasyona sahip olan İsmailî hareket, Fâtımîler ile birlikte en etkili olduğu döneme girmişti. Bir çeşit propagandacı kim­liğine sahip olan dâîler (davetçiler) vasıtasıyla mezheplerini gizlice halk arasında yaymayı yöntem olarak benimseyen İs­mailîler, Fâtımîlerin devlet politikası olarak uyguladığı Sünnî karşıtı siyasetin icrasında önemli roller üstlendiler. Askerî ve siyasî olarak Abbâsî kontrolündeki Sünnî İslâm coğrafyasına yayılmak için çaba gösteren ve Filistin üzerinden ilerleyerek Suriye bölgesinin önemli bir kısmına hükmeden Fâtımîler, bir yandan Anadolu ve Irak’a doğru genişlemeye devam eder­ken, diğer yandan da Îsmailî dâîler vasıtasıyla bu coğrafyalar­da müfrit Şiîliği yaymaya çalışıyorlardı.

İsmailî davetini siyasî emellerinin keşif kolu olarak organi­ze eden Fâtımîler, Mısır’da kurmuş oldukları Dâru’l-Hikme isimli medresede yetiştirdikleri dâîler aracılığıyla Şiî İsmailî düşünceyi Sünnî İslâm coğrafyasında yaymak suretiyle bir anlamda siyasî hükümranlıklarının altyapısını hazırlıyorlar­dı. Selçuklular tarih sahnesine çıktığında Fâtımî tehdidi öyle bir boyuta ulaşmıştı ki Mısır güdümündeki Büveyhîler eliyle bütünüyle etkisizleştirilen Abbâsîler bu tehdit karşısında ça­resiz kalmışlardı. Hiç kuşkusuz Selçukluların erken dönem­lerde dış politika perspektiflerini Fâtımîlerle mücadele etmek üzerine inşa etmeleri de büyük ölçüde bu durum ile ilgiliydi.

Sultan Tuğrul Bey döneminden itibaren Fâtımîler karşısında yoğun bir mücadele sergileyen Selçuklular, Suriye ve Filistin coğrafyasında Fâtımî etkinliğini önemli ölçüde sona erdirdi­ler. Nizâmülmülk öncülüğünde kurulan ve kısa sürede ülke­nin dört bir yanma yayılan Nizâmiye medreseleri ile mücade­lelerine ideolojik bir arka plan da oluşturdular ve Sünnî İslâm dünyasındaki Şiî-Fâtımî etkisi, en azından siyasî anlamda bertaraf edildi. Bununla birlikte, ilk dönemlerde Fâtımîlerin hizmetinde olsalar da Mısır’ın siyasî önemini yitirmesinden sonra özellikle Suriye ve İran’da kendine özgü bir yapıya ka­vuşan ve devrin kaynakları tarafından kendilerinden Bâtınîler olarak söz edilen tsmailî hareket varlığını sürdürdü. Selçuk­lular, Haşan Sabbah tarafından Alamut merkezli olarak ya­pılandırılan ve mücadele yöntemi olarak terör ve suikast ey­lemlerini benimseyen bu hareket ile siyasî tarihleri boyunca mücadele etmeyi sürdürecek fakat Bâtınîleri bütünüyle yok etmeyi başaramayacaklardı.

Bâtınîlik Nedir?

Arapça bir mastar olan “batn/butn”dan türetilmiş olup “iç/ dâhil” şeklinde anlamlandırılabilecek “bâtın” (ki “zâhir” ke­limesinin karşıtıdır) kelimesine nisbet eki olan “ya”nm ek­lenmesi ile elde edilen bir terim olan “bâtınî” kavramı, “gizli olanı bilen ve meselenin iç yüzünü anlayan” gibi anlamlara gelir. Bir kavram olarak İslâmî literatüre 11 ve 12. yüzyıllarda girmiştir. Temelde kutsal metinlerin örtülü anlamlar barın­dırdığını ve bu anlamların ancak ehil olan kimseler tarafın­dan anlaşılabileceğini savunan yaklaşımı tarif etmek için kul­lanılır. Batılılarca “ezoterik” kelimesi ile ifade edilen anlamın benzerini taşıyan “bâtınî” kavramı, insanlık tarihi boyunca her dönemde çeşitli örneklerine rastlanan bir okuma, anlama ve idrak etme biçimine karşılık gelir.

Anlamın nakledilmesinde metin ile muhatap arasında bir ara­cı olması gerektiğini (Şiî-İsmailî gelenekte bu aracı “İmam”- dır) savunan bu yaklaşım, esasında belirli bir mezhebe ya da anlama biçimine özgü değildir, özellikle Şiîlik içerisinde ser­pilip büyüyen ve Hz. Ali’nin tanrı olduğu ya da Cebrail’in vah­yi Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e getirdiği iddia­sına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan ve “aşırı” anlamına gelen gulât” kavramı ile tanımlanan onlarca mezhep yöntem olarak bâtınîliği benimsemiştir. Bir başka ifadeyle, doğrudan “Bâtınîlik” şeklinde tanımlanabilecek yekpare bir mezhep mevcut değildir. Bununla birlikte, bâtinî hareketler içinde za­manla ana akım haline gelen İsmail! harekete mensup olanlar, kuşkusuz aksettirdikleri temsil dolayısıyla Selçuklu kaynakla­rında Bâtinî olarak isimlendirilmişlerdir. Bâtınîlik denildiği zaman, özellikle Selçuklu çağı açısından bakıldığında anla­şılması gereken, Haşan Sabbah tarafından Alamut Kalesi’nde yeni bir bakış açısı ile yoğurulan ve tabir yerindeyse bir terör ve suikast ideolojisine dönüştürülen Îsmailî gelenektir.

Hasan Sabbah ve Alamut Bâtınîliği

Selçuklu tarihinin önemli bir parçası olup Selçuklu sultanla­rını fazlasıyla meşgul eden Alamut Bâtınîliği, İslâm tarihinin en karanlık ve ilginç figürlerinden biri olan Haşan Sabbah ta­rafından yapılandırılan ve yeni, daha öncekilerden bütünüyle farklı bir Îsmailî ekolü temsil ediyordu. Aslında Haşan Sabbah, Şiîliğin mutedil bir biçimi olan Isnâaşeriyye (On iki îmamcı- lık) mezhebine mensup bir babanın oğlu olarak iyi bir eğitim almıştı. Felsefe, kelâm, mantık, fıkıh ve matematik sahalarında derin bir birikime sahipti. Denilebilir ki, İslâm tarihinin önde gelen âlimlerinden biri olmaya da adaydı. Fakat 17 yaşınday­ken Rey’de tanıştığı ve etkileri altında kaldığı Îsmailî dâîlerin de yönlendirmesiyle hayatı farklı bir yöne evrildi. 1072 yılında Rey’e gelen İsmailîlerin Irak başdâîsi Aldülmelik b. Attaş’ın dikkatini çeken Haşan, 1078’de bu zat tarafından Dâru’l-Hik- me’de Îsmailî mezhebinin inceliklerini öğrenmek üzere Mı­sır’a, Fâtımî Halifesi el-Müstansır Billah’ın yanma gönderildi.

Maceralı bir yolculuğun ardından, Îbnü’l-Esîr’e bakılırsa tüc­car kılığında Mısır’a gelen Haşan Sabbah burada üç yıl kalmış, Halife el-Müstansır ile görüşerek onunla yakınlık tesis etmiş­ti. Fakat Halife’nin ölümünden sonra meşru veliahd Nizar’ı öldüren kardeşi el-Müsta’lî’nin hilafet makamına geçişini ka­bul etmeyip Mısır’dan ayrıldı ve İran’a geldi. Süreç içerisinde Fâtımî hilafeti ile bağlarını tamamıyla koparan Haşan Sabbah, Nizar’ın imamlığını merkeze alan yeni bir yaklaşımın da ön­cülüğünü yaparak etkili bir figür haline gelecekti.

1081 yılında Mısır’dan ayrılıp İran’a gelen Haşan Sabbah, yaklaşık dokuz yıl boyunca bütün bölgeyi karış karış gezmiş, Kirman, Yezd ve Huzistan’da fikirlerini yaymaya gayret gös­termiş ve faaliyetlerini yürütebileceği uygun bir yer aramıştı. En sonunda İran’ın kuzeyinde yer almakta olup merkezî oto­ritenin çok da güçlü olmadığı sarp ve dağlık Deylem bölge­sinde karar kılarak faaliyetlerini burada yoğunlaştırdı. 1090 yılının sonbaharında yaklaşık iki bin metre rakıma sahip bir tepenin üzerinde bulunan ve küçük bir patikanın dışında yolu olmayan Alamut Kalesi’ne sızan kendisine bağlı İsmailî dâîleri burayı ele geçirdiler. Kaleye yerleşen Haşan Sabbah, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güçlü bir biçimde tahkim ettiği Alamut’u propaganda faaliyetlerinin merkezî üssüne dönüş­türdü ve Selçuklu coğrafyasındaki faaliyetlerini olabildiğince yoğunlaştırdı. Ömrünün sonuna kadar (35 yıl) Alamut Kale- si’nden dışarı hiç çıkmasa da, onun burada oluşturduğu İs­mailî teşkilat İranın her tarafına yayılacak, Alamut’un yanı sıra başka şehir ve kalelere de hâkim olan Alamut Bâtınîliği, dönemin en önemli siyasî aktörlerinden biri haline gelecekti. Alamut Bâtınîliği, çerçevesi Haşan Sabbah tarafından çizilen Nizâriyye anlayışına dayanıyordu. Bu anlayışa göre, Halife el-Müstansır’dan sonraki İsmailî imamı, kardeşi tarafından öldürüldüğü iddia edilen Nizâr’dı. O aslında ölmemişti ve Mehdî olarak yeniden gelecekti. Bununla birlikte söz konu­su mehdîlik düşüncesi, düşüncenin sistematiği içerisinde yer alan sorunlardan dolayı Haşan Sabbah tarafından bir süre sonra terk edildi ve imametin Mısır’dan gizlice Alamut’a ge­tirildiği söylenen bir bebekle devam ettiği şeklinde tadil edil­di. İmam önemliydi. Çünkü mezhebin bütün ilkeleri onun etrafından biçimlenmişti. İmama itaat etmek, Allah a itaat etmek anlamına geliyordu. İlahi bir güçle donatılmış olup kendisinden hiçbir kötülük sadır olmayan İmam gökyüzü­nün merkezi, yeryüzünün kutbu ve hakikatin bizatihi kendi- siydi. Allah’ın mesajı ancak onun bildirmesiyle anlaşılabilir, onun öğretmesiyle (talîm) öğrenilebilirdi. Nitekim harekete verilen isimlerden biri olan Tâlimiyye, imamın bu özelliğine işaret ediyordu.

İlkeleri Haşan Sabbah tarafından belirlenen Alamut merkezli İsmailî-Bâtınî hareket, mezhebi ya da ideolojik prensipleri bir yana, davanın bekası için temelde toplumun önde gelen isim­lerine yönelik suikastlar düzenleyerek kargaşa ortamı oluştur­mayı amaçlayan bir tür terör yöntemine dayanıyordu. Fedâi adı verilen (ki onlardan dolayı kaynaklarda Bâtinîlik için za­man zaman Fidâviyye ismi de kullanılır) ve Haşan Sabbah ta­rafından belirlenen hedeflerini genellikle hançerlerle öldüren suikastçılar, gözü kara ve cesur gençler arasından seçilirlerdi. Bunlar genellikle uzun bir hazırlık döneminin ardından hedef olarak seçilen kimsenin yakınına kadar sokulur, onun güve­nini kazanır, bazen de onun en güvendiği kimse haline gelir ve vakti geldiği zaman (ki bu süreç bazen aylar, hatta yıllar sürerdi) kendilerine verilen emri yerine getirerek kurbanlan- nı öldürürlerdi. Kaynaklarda eğitimsiz ve “sağını-solunu ayırt etmekten aciz” kimseler olduklarına işaret edilen bu fedâiler, işledikleri cinayetin hemen ardından genellikle orada bulu­nanlar tarafından öldürülmelerine rağmen kendilerine veri­len emri yerine getirmekten kaçınmazlardı. Cesaretlerinden dolayı, özellikle sonraki dönemlerde Bâtınî fedâiler hakkında birçok rivayet ortaya çıkacaktı.

Bâtinîler Gerçekten de Haşhaşı miydi?

İsmailî fedâilerinin haşhaş kullandıklarına ve suikastları bu şekilde gerçekleştirdiklerine dair yaygın bir kanaat vardır.

Özellikle 18 ve 19. yüzyıllarda Batı dünyasında konu ile ilgili olarak yapılan yayınlarda öne çıkarılmış olup adeta kesin bir bilgiye dönüştürülen bu kanaate göre, fedâiler suikast için gö­revlendirilmeden önce haşhaş marifetiyle uyuşturularak bir çeşit yapay cennete konulurdu. Bu cennetlerde güzel yemek­ler, lezzetli şaraplar ve şehvetli kadınlar tarafından ağırlanan fedâiler, kendilerine verilen görevi yerine getirdikleri takdir­de sonsuza dek bu cennete konulacaklarına ikna edilir ve bu şekilde mutlak bir itaat ve sadakatle donatılırlardı. Bu hikâye o kadar yaygın bir kabul görmüş ve bir eylem olarak suikast bu haşhaşî fedâilerle o kadar özdeşleştirilmiştir ki, birçok Batı dilinde suikast eylemi ve suikastçı için kullanılan “assassin/ assasination” kelimesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Fakat ol­dukça ilgi çekici ve merakı tahrik edici olan bu hikâye tarihsel anlamda sorunludur.

Alamut fedâilerinin haşhaş aldıkları ve bundan dolayı o ka­dar cesur oldukları ile ilgili bilginin doğru olduğunu gösteren bir kanıt yoktur. Devrin kaynaklarında onları anlatmak için Haşhâşî ifadesi kullanılmamakta ve haşhaş aldıklarına dair herhangi bir göndermede de bulunulmamaktadır. Haşhaş ile ilgili kanı, çok muhtemeldir ki 13. yüzyıl sonlarında bölgeye gelen ve Haşan Sabbah’tan “Dağın Yaşlı Adamı” (Şeyhul-Ce- bel) diye söz eden meşhur İtalyan seyyah ve maceraperest Marco Polo’nun anlattıklarına dayanmaktadır. Seyahatname­sinde birçok tuhaf ve aynı zamanda efsanevî öykü ile birlikte herhalde bölgede yaygın olan efsanelerden etkilenerek haşhaş hikâyesini de nakleden Marco Polo, son yüzyılda örneğin Amin Maalouf ve Vladimir Bartol gibi romancılar tarafından daha da köpürtülen bu rivayetin kaynağı olarak görülmekte­dir. Özellikle siyasî terör eylemi olarak intiharın alışıldık hale geldiği günümüzde, bu tür eylemleri gerçekleştirmek için ide­olojik motivasyonun yeterli olduğu artık genel kabul gören bir bilgiye dönüştüğüne göre, fedâilerin haşhaş kullandıkları ile ilgili hikâyeye inanmak için bir neden yoktur.

Bâtınî Eylemleri

Suikastı mücadele yöntemi olarak benimseyen Haşan Sabbah önderliğindeki Alamut Bâtinîleri, ilk eylemlerini İsfahan’da, İsmail! davetini kabul ettirmeyi başaramadıkları Sâveli bir müezzini öldürerek gerçekleştirmişlerdi. Cinayeti işleyen Ta- hir adlı Bâtınî fedâisi Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün emriy­le devlet makamları tarafından derhal yakalanıp ibret-i alem için idam ve teşhir edilerek şehirdeki Bâtınîlere ağır cezalar verilmiş olsa da, bu sert kovuşturmalar Haşan Sabbah’ı dur­durmaya yetmedi. Sultan Melikşah tarafından “kendisini ita­ate davet eden bir mektupla” birlikte Alamut’a gönderilen Selçuklu elçilerine, gözleri önünde intihar etmelerini emret­tiği ve gururla sayılarının 20 bin civarında olduğunu söylediği fedâileriyle gövde gösterisi yapan Haşan Sabbah, Selçuklu hü­kümdarını Fâtımî Halifesi’nin otoritesini tanımaya davet etti ve Sultan’ın kendisine tabi olma talebini reddetti.

İsfahan’da gerçekleştirdikleri ilk cinayetin ardından faaliyet­lerini hız kesmeden devam ettiren Bâtınîler, şiddet eylemle­rini giderek daha da yoğunlaştırdılar. Nişâbur ile İsfahan ara­sında bulunan Tabes yakınlarındaki Kayin Kalesi’nde üslenen Bâtınîler, Kirman yakınlarında bir ticaret kervanını basıp her nasılsa kaçarak canını güçlükle kurtaran bir Türkmen’in dı­şında herkesi katlettiler. Ardı ardına gerçekleştirilen kaos oluşturma amaçlı şiddet eylemleri, Selçuklu coğrafyasında büyük bir korku ve şaşkınlık yaratmıştı. Daha önce bu türden faaliyetlere aşina olmayan insanlar, özellikle beklenmedik za­manlarda ve beklenmedik kimseler tarafından gerçekleştiri­len bu eylemlerden dolayı birbirlerinden şüphe eder hale gel­mişlerdi. Güvensizlik ortamı giderek derinleşmeye başlamıştı. Haşan Sabbah istediğini elde etmiş gibiydi. Durmadı.

Ülke sathında ses getiren ilk büyük suikastlarını 1092 yılında gerçekleştiren Bâtınîler, Nihâvend yakınlarında Selçuklula­rın muktedir veziri Nizâmülmülk’ü hançerleyerek katlettiler.

Vezire bir maruzat dilekçesi verme bahanesiyle yaklaşan di­lenci kılığındaki bir fedainin marifetiyle gerçekleştirilen bu cinayetin üzerinden henüz bir ay geçmişken, Sultan Melikşah da Bâtınîlerin parmağının olduğuna dair söylentiler bulunan bir suikasta kurban gitti ve zehirlenerek öldürüldü. Bâtınîlere karşı şiddetli bir baskı ve kovuşturma siyaseti takip eden Sul­tan ve vezirinin öldürülmesi, Haşan Sabbah’ın hareket alanı­nı eskisine göre çok daha fazla genişletmişti. Ayrıca Sultan’ın ölümünden sonra Selçuklular arasında patlak veren ve derin bir krize dönüşen taht mücadeleleri de Alamut, İsmailîliğinin adeta önünü açmıştı. Bu kriz döneminde birçok yeni kale iş­gal ederek siyasî etki alanlarını genişlettiler.

Selçuklu çağının en önemli birkaç merkezinden biri olan İs­fahan’ı adeta teröre boğan Bâtınîler, şehirde büyük bir güven­lik sorununun oluşmasına neden olmuşlardı. Îbnü’l-Esîr’in kayıtlarına bakılırsa, güçlerinin yettiği kimseleri öldürüyor ve mallarını yağmalıyor, şehirde giderek kendi egemenlikle­rini tesis ediyorlardı. Halk o kadar korkuyordu ki zamanında evine dönmeyen birinin Bâtınîler tarafından öldürüldüğüne kanaat getiriliyor ve onun için taziye merasimleri düzenleni­yordu. Bununla birlikte halk arasında Bâtınîlere karşı tepkiler de ortaya çıkıyordu. Kör taklidi yapan bir adamın yoldan ge­lip geçen insanlardan kendisini eve götürmelerini rica ettiği ve daha sonra bu kişilerin Bâtınîler tarafından yakalanarak öldürüldüğü ortaya çıkınca galeyana gelen halk onlara kar­şı ayaklanmış, içerisinde ateşler yakılan büyük çukurlar ka­zılarak yaklaşık 500 Bâtınî bu ateşlere atılmıştı. Fakat bu tür eylemler münferit hadiseler olarak kalıyor, Bâtınîlerin terör faaliyetlerini sürdürmelerine engel olamıyordu.

Kaynaklarda yer alan bilgilere bakılırsa, bazen vezirlik de dâ­hil olmak üzere devletin çeşitli önemli kademelerine ve or­duya sızan, hatta askerî ve mülkî bürokrasi içerisinde sayıca ciddî bir yekûna ulaşan (en başından beri Şiî hareketlerin temel prensiplerinden biri olan takiyye ile gerçekleşiyordu bu) Bâtınîler, özellikle Nizâmülmülk suikastının kendileri açısından çok faydalı sonuçlar üretmesi üzerine bu türden eylemleri sıklaştırmışlardı. Horasan’daki birçok kasabaya ve Hacı kafilelerine yüzlerce kişinin katledildiği kanlı Bâtınî baskınlarının düzenlendiğini bildiğimiz Sultan Berkyaruk (ki kendisi de bir Bâtınî tarafindan pazusundan yaralanmıştı) ve Muhammed Tapar dönemlerinde vezir Fahrulmülk b. Nizâ­mülmülk, Abdurrahman Horasanî ile Rey reisi Ebû Müslim, Selçukluların ilk Bağdat şahnesi Emir Porsuk, Sultan Berkya- ruk’un annesi Zübeyda Hatun’un veziri Abdurrahman es-Sü- meyremî, hazinedar Ebû Ahmed el-Kazvînî, Emir Mevdud, Emir Erkuş en-Nizamî, Emir Üner, Emir Sermez, Emir Bilge Bey ve Hımış emiri Cenâhuddevle gibi devrin siyasî hayatmm önde gelen isimleri ile Nişâbur kadısı Ebû’l-A’lâ Saîd, İsfahan kadısı Ubeydullah el-Hatibî, Şafiî fakihi Abdülvâhid b. İsma­il, dönemin Kerrâmiye tarikatı şeyhi, Ebû Cafer b. Meşşât ve Ebû’l-Muzaffer el-Hocendî gibi din adamları Bâtınî suikastla­rına kurban gittiler.

Selçukluların Bâtınîlerle Mücadelesi

Selçukluların Bâtinîlerle mücadelesini, 1050’li yıllarda Sünnî İslâm’ı müdafaa biçiminde başlayan Fâtımîlerle mücadelenin bir devamı olarak görmek yerinde bir yaklaşım olur. Buna göre Selçuklular, Sünnî İslâm anlayışına karşı öncelikle ente­lektüel bir tehdit olarak etkin olan Bâtınî hareket ile özellik­le fikrî mücadele sahasında önemli işler yapmışlardır. Sultan Tuğrul Bey döneminde başlayan ve zaman zaman maksadını aşarak bazı Sünnî (Eş’arî ve Şafiî) âlimleri de hedef aldığı bili­nen Cuma hutbelerinde Râfızîlerin tel’în edilmesi şeklindeki uygulama söz konusu mücadelenin ilk örneğidir. Yine Nizâ- miye medreselerinin kurulması ve kısa süre içerisinde Selçuk­lu coğrafyasının hemen her yanında Sünnî ağırlıklı eğitimin yaygınlaştırılması da fikrî mücadelenin giderek daha sistema­tik hale getirilmesi ile ilgilidir. Nitekim başta “Fedâihu’l-Bâtıniyye” (Bâtinîliğin İçyüzü ismiyle Türkçeye de çevrilmiştir bu kitap) isimli kitabıyla bilinen ve Bâtınî harekete karşı birçok eser kaleme alan İmam Gazzâlî olmak üzere, birçok Selçuklu şehrinde Bâtınîlere karşı vaazlar veren önemli âlimlerin görül­mesi ve bunların zaman zaman Bâtınî fedâilerinin hedefi ha­line gelmesi de bu mücadelenin boyutlarını yansıtması açısın­dan dikkate değerdir. Selçuklular, Bâtınîlere karşı ayrıca askerî müdahale seçeneğini de etkin bir biçimde kullanmışlardır.

Selçuklular, Bâtınîlere yönelik ilk askerî müdahalelerini 1091 yılında Yoruntaş komutasındaki bir birlikle Alamut’u kuşat­ma altına alarak gerçekleştirdiler. Kale düşmek üzereyken Yoruntaş’ın hayatını kaybetmesi ile sonuçsuz kalan bu ilk mü­dahale hiç kuşkusuz Selçukluların son müdahalesi olmadı. Bu hadiseden bir yıl sonra Bâtınîlere karşı ilk büyük harekâtları­nı düzenleyen Selçuklular, tarihlerinin büyük bir bölümünde Bâtınîlerle mücadele etmeyi sürdüreceklerdi. 1092 yılı başların­da Arslantaş kumandasındaki bir orduyu Alamut’a, Kızıl Sa­rık komutasındaki bir diğerini ise Kuhistan üzerine sevk eden Sultan Melikşah, giderek kontrol edilemez bir noktaya evrilme- ye başlayan Bâtınî terörünü sona erdirmeye kararlıydı. Fakat bunu gerçekleştirmeye ömrü vefa etmedi. Alamut’u kuşatan Arslantaş, Kazvîn, Talekan ve Kuh-i Bara’dan gelen Bâtinîlerin takviye ettiği Haşan Sabbah’ın askerleri tarafından hezimete uğratılırken, Kuhistan’da başarılı bir şekilde devam ettiği gö­rülen harekâtlar da Sultanın ölüm haberi ile sonuçsuz kaldı.

Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra bütünüyle kontrolden çıkan Bâtinîler, Sultan Berkyaruk’un şahsında kendilerini yok etmeye kararlı bir düşmanla karşı karşıya geldiler. 1096 yılında Bâtinîlerin elinde bulunan Ehber yakınlarındaki Ves- nemkûh kalesini kuşatan ve ele geçiren Sultan Berkyaruk, kaledeki Bâtinîlerin katledilmesi emrini vermiş, burada kül­liyetli bir kıyım gerçekleştirilmişti. 300 Bâtınînin öldürüldü­ğü bir saldırıyı bizzat yöneten Sultan, 1100 yılında ülke sat­hına yaydığı daha kapsamlı bir müdahale için harekete geçti.

Adeta bir cadı avı başlatıldı ve Selçuklu şehirlerindeki Bâtınî- lere karşı yoğun bir takibat ve cezalandırma siyaseti uygulan­dı. Hatta kaynaklara bakılırsa, bu geniş çaplı kovuşturma es­nasında Bâtınî oldukları iddiasıyla aralarında önemli zatların da bulunduğu birçok masum insan öldürülmüş, düşmanları tarafindan Bâtınî olmakla itham edilen sayısız kimse suçsuz yere hayatını kaybetmişti. Yine 1101 yılında Sultan Berkyaruk tarafindan görevlendirilen Emir Bozkuş Kuhistan’da, Çavlı Sakavu ise Fars ve Huzistan bölgelerinde Bâtinîler üzerine başarılı saldırılar tertip ederek sayısız Bâtınî öldürdüler. Sul­tan Berkyaruk döneminde Bâtınîlere karşı yürütülen müca­delelerde hatırı sayılır başarılar elde edilmiş olmakla birlikte, Haşan Sabbah’ı durdurmaya bu da yetmedi. Hatta kaynakla­rımız, özellikle bu dönemden itibaren Bâtınîlerin Suriye’de de teşkilatlanmaya başladıklarının altını çizer.

Sultan Muhammed Tapar’ın hâkimiyet dönemi, Bâtınîlere yönelik Selçuklu mücadelesinin en yoğun olarak gerçekleşti­rildiği dönem oldu. Berkyaruk’un ardından Selçuklu sultam olan Muhammed, Bâtınîlere dönük harekâtları yeniden ve es­kisine nazaran daha teşkilatlı bir biçimde başlattı. Bâtinîliğe eğilimli olduklarına dair yaygın bir kanaat bulunan İraklıları devlet görevlerinden tasfiye eden Sultan Muhammed, onların yerine kendilerinden çokça zarar gördükleri Bâtınîlere karşı ölçüsüz bir nefret besleyen Horasanlıları getirme yoluna git­mişti. Bu şekilde Bâtınîlere karşı mücadelede siyasî bir tavır da ortaya koyan Muhammed Tapar, 1107 yılında Bâtınîlerin en önemli kalelerinden biri olan Şahdîz’i kuşatma altına aldı. Uzun ve sancılı bir kuşatmanın ardından (bu sırada veziri Sa- dülmülk’ün Bâtınîlerle işbirliği yaptığını tespit etmiş ve onu derhal idam ettirmişti) Şahdîz ve Halincan kalelerini ele ge­çiren Sultan, bu şekilde İsfahan’daki Bâtınî hareketi de tama­mıyla yok etmiş oluyordu. Bâtınîleri yok etmeye kararlıydı. Mücadelesini sürdürdü. 1109 yılında Alamut Kalesi üzerine birlikler sevk eden ve burayı ele geçiremese de sonraki üç yıl içerisinde bölgedeki birçok Bâtınî kalesini işgal eden, sayısız Bâtınî öldüren ve listelenmesi bile çok uzun sürecek pek çok saldırı gerçekleştiren Sultan Muhammed Taparın mücadelesi sadece İran’la sınırlı değildi. Onun zamanında Suriye Bâtinî- lerine dönük müdahaleler de gerçekleştirildi. Bu çerçevede 1113’te Halep’te kapsamlı bir Bâtınî katliamı gerçekleştirilmiş ve yüzlerce Bâtınî öldürülmüştü.

Bâtinîlere karşı yürüttüğü kararlı politika ile adeta hareketin belini kıran Muhammed Tapar, nihaî bir başarı elde etmenin ön koşulunun, Bâtınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi’ni ele geçirmekten geçtiğini görüyordu. Ülkesinin dört bir yanın­da gerçekleştirdiği sayısız Bâtınî harekâtının ardından bunu gerçekleştirmek için incelikli bir fetih planı hazırladı ve 1107 yılında güçlü bir Selçuklu ordusunu Alamut üzerine gönder­di. Başlarında Anuştekin olmak üzere Karaca, Gündoğdu, Il-Kavşut ve Bozan gibi devrin önde gelen komutanlarının liderlik ettiği bu ordu, Alamut’u düşürerek Bâtinîliğe son dar­beyi vurma konusunda her anlamda motive edilmiş durum­daydı. Kalenin kuşatılmasının ardından içlerinde uzun süre konaklanabilecek barakalar inşa edildi. Kuşatma süresi ne ka­dar uzarsa uzasın, kaleyi almadan buradan ayrılmayacaklardı. Karar buydu. Fakat bu son harekât da başarıya ulaşmadı. Ka- ledekileri çok zor durumda bırakan ve yaklaşık bir yıl devam eden Alamut kuşatması, Sultanın beklenmedik bir şekilde ölümü üzerine sona erdi. Anuştekin’in orduyu bir arada tu­tarak kuşatmayı sürdürmeye dönük bütün kararlılığına rağ­men, gerek Bâtınîlerin orduhgâhtaki casusları gerekse kişisel hırslarından dolayı birbirine düşen kumandanlar, kuşatmayı sürdürme konusunda gerekli olan kararlılığı gösteremediler. Merhum Sultanın bu en kararlı ve kapsamlı seferi de böylece başarısızlıkla sonuçlandı.

..

Mustafa Alican – Selçuklular,syf:164-175

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce