Selçuklular Devrinde Türk-İslam Medeniyeti
Paylaş:

1. Devletin Siyasî Bünyesi ve Karakteri

Selçuk devleti Türk ve îslâm menşeinden gelen unsur ve müesseselerin imtizaciyle kurulmuş bir imparatorluk idi. Onun göze çarpan ilk hususiyeti, Gök-Türklerde ve Karahanlılarda bütün belirtileri ile meydana çıkan, eski Türk feodal bünyesine sahip oluşu idi. Selçuk’un oğulları, daha babalarının ölümünü müteakip, en zayıf ve buhranlı zamanlarında bile, kendilerine mensup göçebelerin başında zümrelere ayrılmışlardı. ‘ Selçuk İmparatorluğu kurulurken bu feodal unsurlar da devletin bünyesine dahil oluyor; devlet hânadan âzasının müşterek malı ve aristokrat diğer Türkmen beyleri de, feodal hiyerarşiye göre, bir takım haklara sahip sayılıyordu. Dandanakan zaferini müteakip devlet kurulurken Tuğrul bey eski Türk hakanı yerine Sultan olmakla, İnanç yabgu ve Çağrı beg de dahil, bütün feodal beyler kendisine tâbi bulunmakla beraber son ikisi de kendilerine ayrılan ülkelerde müstakil olarak devleti fiilen üçe taksim etmişlerdi. Tuğrul beg daha başlangıçtan beri bir merkeziyetçi devlet vücuda getirmek için çok gayretler sarf etmişti; İbrahim Yınal, Kutalmış ve El-basan gibi Selçuk’un torunlarına bir hâkimiyet sahası bırakmamıştı.

Bununla beraber, kabile halinde iken yaşı icabı, hukukan reisleri bulunan amcaları İnanç yabgu ile devletin kuruluşunda ve askerî zaferlerde birinci derecede rolü olan Çağrı bey’i hükümranlık haklarından mahrum etmek kolay ve doğru değildi. Selçuk devleti bu sebeple daha kuruluşunda üçe ayrılmış; Çağrı beg ve İnanç yabgu kendi ülkelerinde Tuğrul bey’den sonra kendi adlarını hutbelerde okutuyor; namlarına sikke bastırıyor; kapılarında nöbet (nevbet) çaldırıyor; başlarında çetr (hükümdarlık alâmeti olup aslında Türkçe çadır) taşıyor; kendilerine mahsus hükümet idâresi ve ordulara sâhip bulunuyor ve bu suretle fiilî ve hukuki bütün hâkimiyet haklarını ellerinde tutuyorlardı . Tuğrul bey’den beri merkeziyetçi bir devlet makinesi kurmak gayretleri feodal beylerin mukavemetleri ve isyânları ile karşılaşmış idi.

Bu sebeple feodal an’anenin dayanağı olan Türkmen beyleri aristokrasisinin nüfûzu tedricen kırılmış; yerlerine kölelikten yeti­şen Türk emîrleri kumandan ve valiliklere yükseltilmiş; Tuğrul beg ile Çağrı beg’e aid mîras Alp Arslan’a intikal ederek ve Inanç yabgu’nun hâkimiyetine nihayet verilerek İmparatorluğun birliği kurulmuş ve onlara aid hâkimiyet hakları bir daha kimseye balışedilmemiştir(1). Lâkin Büyük Selçuk sultanlarının ciddî mücâdelelerine rağmen devleti hânedan âzasının müşterek malı kabûl eden Türk siyasî hukukunun kudretini yıkmak, saltanat mîrası usulünü değiştirmek mümkün olmadığından her sultanın ölümü bir taht kavgasına, mücâdele veya parçalanmalara fırsat veriyordu. Osmanlılar müstesna olmak üzere, az çok bütün Türk devletlerinde ve küçük Anadolu beylerinde bile devletin hânedan âzasının müşterek malı olma hukukunun devamı bu an’anenin ne kadar kudretli olduğunu göstermiştir.

İnceleyin:  Türkiye Selçukluları, Müslüman ve Hıristiyan Halk

Sultanların hayatlarında taht vârislerini tâyin maksadiyle veliahd göstermeleri bile durumu değiştiremiyor ve onun irâdesi hukukî bir mesnet olamıyordu. Hakan (kağan) ve imparator karşılığı kullanılan “Sultan”(2) unvanı bu mânayı Selçuklular ile birlikte kazanmış ise de bu en yüksek otorite ile dahi Selçuk sultanları hiç bir zaman Sasanı, Bizans ve hattâ Gazne hükümdarları gibi mutlak bir sultayı temsil etmemişler; melikler, beyler ve emîrler üzerinde ancak bir derece farkiyle en yüksek makama sahip bulunmuşlar ve eski Türk kağanları durumunda kalmışlardı. Merkeziyetçi gayretlerle Türkmen beyleri yerine geçen köle emîrler de yine bu feodal esaslara göre mevki almışlardı. Hânedana mensup şehzâdeler müstakil devlet kurmakta veya saltanatı ele geçirmekte ne kadar hak sâhibi idiyse ona mensup Türkmen bey ve askeri de bu uğurda mücâdeleye girişmekte kendilerini o şekilde vazifeli sayıyorlardı. Selçuk’un oğulları ve torunları hâkimiyet dâvasına giriştikçe bunlara tâbi bey ve boylar da sonuna kadar kendilerine sadakat göstermiş ve mücâdele yapmış­lardı.

Selçuk ve Gazne sultanları, Türkistan hakanları ile diğer tâbilerin dereceleri yükseldiği ve bu sebeple de Sancar’m hepsinin üstünde metbu bir mevkide bulunarak “En Büyük Sultan” (Sultan ul-A’zâm) unvanını ve makamını kazandığı zamanda da bu en yüksek otorite yine mutlak hükümdar hüviyetini kazanmamıştır. Sert kâidelere göre kurulmuş Ortaçağ Avrupa feodalitesi cemiyet nizâmı için ne kadar uyuşturucu olmuş ise Selçuk feodalizmi de o derece siyasî buhranlara sebebiyet vermişti. Bununla beraber berikisi kudretli şahsiyetlerin devletin başına geçmesine imkân veriyordu. Nitekim Selçuk devletinin kudreti Tuğrul beg, Alp Arslan, Melikşâh, Nizâm ül-mülk ve Sancar gibi büyük şahsiyetlerle mümkün olmuş; onların ölümleri ile İmparatorluğun sarsılması ve yıkılması da bu feodal bünye ile kolaylaşmıştır.

Bu münasebetle Sel­çuklu feodalizminin sâdece siyasî olup İçtimaî bir mahiyet arzetmediğini de hatırlatmalıyız. Sultan Sancar’m müstesna şahsiyetine ve kudretine rağmen Melikşâh’ın ölümünden sonra husule gelen siyasî buhran onun zamanında da tesirini göstermiştir. Böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu kuruluşundan Melikşâh’ın ölümüne kadar (1040-1092) Yükseliş ve Azamet devrini, Sancar’m ölümüne kadar (1092-1157) Duraklama ve II. Tuğrul’un ölümüne kadar da (1157-1194) İnkıraz devrini yaşayarak tarihe intikal etmiştir. Bununla beraber bu inkıraz sadece Büyük Selçuk hanedanına ait olup onun yerine geçen atabegler ve sultanlar onun adamları, emirleri, askerleri, müessese ve an’aneieriyle vücut buluyor ve fiiliyatta Selçuk devri devam diyor; Türkiye Selçukluları ise amcazâdelerinin yıkılışından sonra yükseliş devrine girmiş bulunuyordu.

İnceleyin:  Selçuklu Devri İktisadî ve İçtimaî Yükseliş

Selçuk devletinin kuruluşundan sonra Şeriâtın İslâm birliğinin reisi (Emîr ül-Müminîn) olarak kabûl ettiği halife yanında bir de sultan meydana çıkmış ve yüksek hâkimiyet bu iki makam arasında taksim olunmuştur. Filhakika din işleri halifeye, dünya işleri de sultana intikal etmiştir. Böylece dinî ve manevî bakımdan sultan nasıl halifeye bağlı idiyse siyasî bakımından aynı şekilde halife de sultana bağlı bulunuyordu. Bu sebeple emîr, melik ve hükümdarlara siyasî hâkimiyet fermanları, temlik menşûrları halife ile sultanın müşterek tefviz ve tasdikleri ile birlikte cereyan ediyordu. Şeriâtın, din ve dünya işlerinde, müslümanların başı tanıdığı halifenin yanında, sultanın meydana çıkmasiyle, İslâm siyasî hukukunda bir değişiklik husule geliyor ve iki otorite kurulmuş oluyordu. Bu, yalnız siyasî hâkimiyetin verilmesi veya tanınmasında değil, Şam atabeği Tâcül-müluk Böri’nin sahipsiz kalan arazinin satılması için şer’î bir müsaade elde edebilmek için hem halife ve hem de sultan Mahmûd’dan bir vesîka alması (bak. s. 198) hâdisesinde görüldüğü üzere, umumî hukuk sahasında da kendini göstermiştir.

Böylece halifelik çökmekte olan mevkiini Selçuklular sayesinde kurtardıktan başka manevî otoritesini de bütün îslâm dünyasına hâkim kılıyor; sultan da hilâfet makamiyle siyasî kudretine yeni bir destek elde ediyordu. Selçuk sultanlarına verilen “Kasım emîr ül-Mü’minîn” (Halifenin ortağı) unvanı da bu iştirakten doğuyordu. Selçuk hanedanı, muahhar Osmanlı hânedanı gibi, menşei, İslâmiyete hizmetleri ve bu sıfatları dolayısiyle, Türk-İslâm dünyasında kudsîyet kazanmış; asırlarca saltanatın Selçuk soyuna aidi- yeti hiç bir tereddüt ve münakaşa mevzuu olmamış ve Büyük Selçukluların inkırazından sonra da Türkiye Selçuklu hânedanı bu kudsî mevkiini muhafaza etmiştir. Abbasî halifeleri, siyasî buhrandan faydalanarak, maddî otoritelerini kurmağa çalıştıkları zamanlarda zayıf Sel­çuk sultanları bile yine sultanlık hukukunu korumakta (Bak. V. 8) çok titiz davranmışlar ve halifeyi dinî işler dışına çıkmamağa zorlamışlardı. Buveyhliler zamanında ise halifenin hem maddî ve hem de manevî kudreti kalmamış ve daralmıştı.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti