Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler

indir-3 Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler

4. Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler

Selçuklular, Afrika dışında, bütün îslâm dünyasına ve fethedilen Anadolu’ya hâkim olarak siyasî birliği kurdular. Tesis edilen medreseler, kü­tüphaneler, zâviyeler ve bunlara, mensuplarına yapılan vakıflar sayesinde bir ilim ve kültür ordusu da vücuda getirerek askerî ve siyasî kudretlerini yükselttiler; İslâmın ve kendi devletlerinin iç ve dış düşmanlarını bertaraf ettiler. Bununla beraber müfrit Şi’îlerle Sünnîler arasında oldu­ ğu gibi Sünnî mezhepler arasında da bazı gerginlikler devam etmiştir. Tuğrul bey’in zamanında veziri ‘Amîd ül-mülk, sultanın mezhepler arasındaki felsefî esaslara yabancı bulunmasından faydalanarak, Aş’ arîlere karşı, daha ziyâde siyasî rakiplerini bertaraf etmek gayesiyle, giriştiği mücâdele onun azli ve Nizâm ül-mülk’ün yerine gelişi ile nihayet buldu(12).

Fakat bir müddet sonra da gerginlik Aş’arîler ve Hanbelîler arasında devam etmiştir. Filhakika İmam Kuşayri’nin oğlu Ebû Nasr, 1077 (469) de, Hac’dan dönerken Bağdad’a uğrayıp Nizamiye’de vaazlar veriyor; Aş’arîlerin üstünlüğünü, Hanbelîlerin dar düşüncelerini ve tecsime vardıklarını izah ediyor; Yahudilerin, maddî menfaat mukabilinde de olsa, îslâm olmalarım memnuniyetle karşılıyordu. Bu tenkitlere dayanamıyan mutaassıb Hanbelîler bu Yahudi mühtedileri “rüşvetin müslümanı” diye alay mevzuu yapıyor ve Aş’arîlere saldırıp adam öldürüyorlardı. Vaziyeti öğrenen Nizâm ül-mülk Nizamiye müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye mektup yazarak sultanın ve kendisinin bir mezhebi himâye ve mezhebler arası bir tefrik siyâseti gütmediklerini, Nizâmiye’nin sadece ilmin korunması ve yükselme­si gayesiyle açıldığını, Ahmed bin Hanbel’in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı ve bu münasebetle de Halifenin veziri Fahr üd-devle, 1078 de, azledildi.

Bu durum karşısında bütün vaizler dîvânda toplanarak vaazlarında usûl ve mezheplere girişilmemesi kararlaştırıldı ve 1080 de bu husus bir disipline alındı(13). Mezheb ihtilâflarının bulunduğu baş­ka yerlerde ve meselâ Esterâbâd’da da kadının izni olmadıkça kimsenin vaazına müsaade edilmiyor ve böylece devlet mezhep mücâdelelerini Önlüyordu(14). 1082 (475) yılında Mağrip’den gelen, mezhep itibariyle de Şâfiî ve Aş’arî olan, Ebülkasım el-Bekrî Nizâm ül-mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak Bağdad’a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed bin Hanbel’i medh, fakat Hanbelîleri zem ediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganinin evi bir ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir.

İnceleyin:  Büyük Selçuklular - Alp Arslan (3. Bölüm)

Bu gerginliğin devamı dolayısiyle Halife, Ebu îshak Şirâzî ile Ebu Bekir Şaşî’yi Melikşâh’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede tâzimle karşılanıyor ve teberrüken rikâblarına el sürüyorlardı. Sultan Melikşâh ve veziri Nizâm ül-mülk huzurunda onlarla İmam ül-Haremeyn Ebuî-Ma‘âlî Cüveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabûl edildi. Nizâmiye’de Aş’arîlik hakkında vaazlarına müsaade edildi ve bir hâdisenin önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu(15).

Böylece devlet, İçtimaî nizâm ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine çalışıyordu. Selçuklular Sünnî mezhepler arasında olduğu gibi mutedil Şi’îlere karşı da bir tefrik siyâseti takip etmiyor; seyyidleri, şerifleri himâyesinde bulunduruyor; Alevîlere hankâh ve hattâ medreseler inşâ ediyorlardı. Böylece Halifelere küfretmeyen mutedil Şi’îler, Alevî bir müellifin ifâdesiyle, “Cihâna hâkim Gâzi Türkler” sayesinde tam bir hürriyet ve himayeye mazhar idiler. Bu devirde Suriye, Halep, Küfe, Kum, Kaşan, Mazandaran, Taberistan, Gürgan, Dehistan ve hattâ Sünnî hilâfet merkezi Bağdad Şiîlerin kesafet teşkil ettikleri yerler idi. Sel­ çuk sultanları ve beyleri büyük Şiî imamlarının türbelerin ziyaret ve inşâ ediyorlar; âyîn ve merasimlerinde bulunuyorlardı.

Bu mutedil Şiîler ile diğer mezhepler arasında da, ara-sıra, gerginlik ve mücadeleler baş gösteriyor; fakat bu kadan İçtimaî ve siyasî nizâm için bir mesele teşkil etmiyordu. 1165 (560) de Şi’î Abd ül-Celil Kazvinî tarafından yazılan Kitab un-Nakz adlı eser bu hususta çok mühim yeni malzeme vermektedir(16). Müfrit Şi’î ve Bâtınî faaliyetleri bu mutedil Şi’îler arasında tesir icra ediyor ve câhil halk iğfal ediliyordu. Mısır Fatımîlerinin gönderdiği dâ’î veya propagandacılar ifsad ve kışkırtma gayretlerinden geri kalmıyorlardı. Melikşâh Artuk beyi, 1078 de, Bahreyn’e göndererek orada kökleşmiş bulunan Karmatîlefi tenkil etmişti(17). Fakat bu muhit yine de Bâtınî faaliyetlerine elverişli idi. Mısır’dan gelen bir kimse Basra taraflarında Karmatî zemini üzerinde Mehdilik iddiasiyle meydana çıkmış ve 10.000 kişilik bir kuvvet teşkil ederek 1090 (483) senesinde Basra şehrini yağma etmiş ,ve yangına vermişti. İslâmın ilk vakıf kütüphanesi bu yangında yok olmuş; Melikşâh’ın yaptırmış olduğu su tesisleri ve kanallar da tahrip edilmişti.

İnceleyin:  Selçuklular Devrinde İlmin Himâyesi ve Fikir Hürriyeti

Bağdad şahnesi Gevher Âyîn âsileri temizledi; yalancı Mehdi’yi Melikşâh’a gönderdi ve Bağdad’ta halkın hakaretleri arasında asıldı(18). Bağdad’da, 1081 (473) de, basılan gizli bir cemiyet Bâtınî faaliyetleri bakımından daha dikkate şabandır. İbn al-Resûlî ve Abdülkadir al-Hâşimî adlı iki kişiden birincisi Futuvvat hakkında bir eser yazarak onun faide ve faziletlerini izah ediyor; İkincisi de “Feteyân kâtibi” unvaniyle cemiyeti idare ediyor, âza topluyor ve onlara menşur veriyordu. Bunlar toplantılar tertip ederek her beldeye ve Medine’de Mısır hadımına mektuplar gönderip bu yeni tarikate davetler yapıyordu. Bunların Bâtını olup Şi’î halifesi nâmına dâvette bulundukları ve metrûk bir mescidi, toplantı yeri yaptıkları dîvâna (hükümete) ihbar edilince oraya zabıta kuvvetleri bir baskında bulundu. Reisleri yakalandı; diğerleri kaçtı.

Ele geçen vesikalar akidelerini, Bâtınî olduklarını ve siyasî emellerini meydana koyuyordu. Bu durum sabit olunca aleyhlerinde bir fetvâ da çıkarıldı(19). Abbasî Halifesi Nâsır li-dinillah (1180-1225) tarafından, kurulan Futuvvet teşkilâtı Sünnî esaslara dayanmakla, Bâtınîlere, Mısır Şiî Hilâfetinin yıkıcı teşkilâtınane siyasî rakiplerine karşı tesis edilmekle beraber yine’ de o menşeden gelen unsurları ihtiva ediyordu. Bu sebeple devrin bazı âlimleri bu tesisin aleyhinde fetvâ çıkarmışlardı. Fakat halife de mukabil bir fetvâ ile kurduğu ve devrin hükümdarlarını içine aldığı bu teş­kilâtı müdafaa etmiş ve onunla siyasî mevkiini kuvvetlendirmeğe çalış­mıştır(20). Bununla beraber Futuvvet teşkilâtı asıl Selçuk Türkiyesinde yerleşmiş; Türk İçtimaî, İktisadî ve buhranlı zamanlarda da siyasî hayatında büyük bir mevki işgâl etmiş ve bilâhare Osmanlı esnaf teşekküllerinin de esası olmuştur(21).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir