Savaş Ş.Barkçin – Kalbin Aklı ”Alıntılar”
Medeniyetin yıkımı önce zihinlerde başladı. Bu sebeple, evvela, yeni bir medeniyet için zihinlerin iman ve zihni kirliliğin önlenmesi şart.
Meselâ, artık yazı yazarken inandığımız gibi yazmalıyız. İnandığımız Allah’ın uhrevî muhasebesini başa alarak yazmalıyız. Niyetimizi, başlarken besmele, bitirirken de O’nun ilmine teslim olarak sahihleştirmeliyiz.
İrademizin çapı da, sorumluluk ve niyetimizin menzili içindedir. Şimdi gerçek sorumluluğumuzu idrâk etmeliyiz. Biz kaybedilmişlerin ağıtçıları değil, dirilenlerin ve daim var olanların müjdecileri olmalıyız. Ümidimizi, evrensel bir “rahmet medeniyeti”ni hissettikçe, dualar ve ameller ile kendimize dayanak yapmalıyız.
Ey nefs-i entelektüel! Zaman pişmanlık zamanıdır, sonlayan ölüm gelmeden!(s.16)
Kısacası bugün gelinen noktada Batı güçlüdür, ama haklı değildir. Aslında hem suçlu, hem de güçlüdür. Çünkü Batı’da ahlâkın gücü değil, gücün ahlâkı hâkimdir.
Zulmü, yıkıcılığı, şeytanîliği doğru ve güzel gösteren söylemler üretilir. Buna o kadar çok örnek vardır ki.. Meselâ Batılı bir güç. bir ülkeyi işgal ederken orayı “özgürleştiriyoruz” der. Kadını metalaştırırken “kadının zincirlerini kırıyoruz” der. Allah’a itaati hor görür ama insanlara gazoz pazarlarken onlara “susuzluğuna itaat et” der. Meselâ Batılı ülkeler Insan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni yayınladıkları tarihte ABD’de zenciler ile beyazların aynı çeşmeden su içmesi bile yasaktır. Batı “demokrasi ve özgürlük” söylemlerini parlatırken Yahudilerin Filistinlileri, Sırpların Boşnakları, Suriye ve Irak’taki gibi zalim rejimlerin Müslümanları katletmesini teşvik eder.
Evet, Batı’nın yıkıcı ve ikiyüzlü karakteri açık… Ama bu, Müslümanların sorumluluğunu azaltmıyor. Müslümanlar, Batı ile uğraştıkları kadar kendi eksikleri ile uğraşmıyor. Istisnalarımız hariç 200 yıldan beri böyle yapıyoruz. “Madem Batı bu şekilde güçlendi, o zaman biz de ne olursa olsun onun kadar güçlü olmalıyız.” mantığıyla hareket ediyoruz. Bu yanlış mantık bize belirli bir güç kazandırdı, ama bu arada ahlâkı kaybettik.(s.37)
Müslümanlığın gayesi sadece güç kazanmak, sadece en güçlü olmak değildir. Gaye; iyi kul, iyi insan olabilmektir. Allah’ın ahkâmına, Resül-i Zîşân Efendimiz’in (s.a.v) ahlâkına bağlanmaktır. Niyeti de, gayreti de bunun için sarfetmektir.
Dünyevî güce herkes kötülükle, şer ile ulaşabilir. Asıl marifet, iyi ve doğru, yani ahlâklı kalarak güçlü olmaktır. Bunun için adalete, ehliyete dayanmak ve doğruyu yayıp yanlıştan sakındırmak dışında kazanılan hiçbir güç meşru olmaz.
Evet, çâre açık: Gücün ahlâkına değil, ahlâkın gücüne sahip olmak…(s.39)
İslâm’da doğruluk güzellikten, güzellik de doğruluktan ayrılamaz. Bir inanan hem doğru, hem de güzel iş yapmak durumundadır. Hem güzel, hem doğru bir insan olmak zorundadır. Fikri, işi, eseri doğru ve güzel olmalıdır. Meselâ namazı sadece dosdoğru kılmak değil, aynı zamanda güzelce kılmak esastır. Zekâtı da sadece dosdoğru değil, aynı zamanda güzelce vermek gerekir. İslâm’ı veya bir hakikati anlatırken de her sözün güzelce söylenmesi gerekir.
Tebessümün sadaka olduğu bir inanca mensubuz. İslâm’da hayat ile güzellik, vazife ile zevk, ahlâk ile sanat iç içedir. Her şey gibi sanat da ne hayattan, ne de inançtan kopuktur. Aksine fıtrat anlamına gelen ahlâka hizmet eden bir araçtır. Müziğin, mimarinin, tezhibin, şiirin, kısacası bütün sanatların gayesi kişinin edebini, kişiliğini, kulluğunu güzelleştirmektir.
Batı’da ise doğruluğu temsil eden etik ile, güzelliği temsil eden estetik iki ayrı, hatta çelişen, hatta çatışan kavramlardır. Çoğu kere “doğru” olan “güzel” değildir, “güzel” olan da “doğru? Bu, birliği parçalayan ve hayatı şizofrenik duvarlarla bölen seküler hayat nizamının doğrudan bir yansımasıdır.
O yüzden bizdeki sanat anlayışı ile modern sanat anlayışı arasında temelde büyük farklar vardır. Meselâ Batılı bir ressam, eserine kocaman bir imza koyarken, bizim şaheserler ortaya koyan hattatlarımız küçücük harflerle imza atarlar. O imzalar da genellikle şöyle dualardan oluşur: “Bunu yazan falan kişidir. Allah onun günahlarını affetsin.”(s.49)
Müslümanların inancında yeryüzü ve içindekiler, canlı-cansız, bitki-hayvan, insan, inanan-inanmayan hepsi Allah’ın bir emaneti. Çünkü Müslüman olmak demek, Allah’ın bu emanetine inanmak demek. Müslümanlar için beldeler, memleketler, hele insanlar sahip olunamayacak varlıklar. Çünkü, mülk Allah’a ait. Çünkü el-Melik olan O’dur. Müslümanlar, gerçek insanlığı temsil eden İslâm’a açtıkları beldelerde kontrollerine giren her şeyi Allah’ın tevdi ettiği birer emanet gibi görürler. Ona göre, şefkatle ve dikkatle muamele ederler.(s.56)
Türkçemizde eskiden eğitim konusunda birçok tabir kullanılırdı. Bunların her biri ayrı bir boyutu vurgulardı. Bu tâbirler; “tâlim’; “terbiye’; “tahsîl’; “tedrîsât” ve “maârif” gibi kelimelerdi. Şimdi hepsinin yerine “eğitim” kelimesini koyduk ve maalesef o kavramların içerdiği büyük zenginlik de ortadan kayboldu.
“Maârif” Vekâleti “Milli Eğitim” Bakanlığı oldu, fakat öğretimin asıl amacı olan kişilerin bilgi ile bilince ulaşması demek olan “irfan” ile aynı kökten gelen “maârif” yok oldu. Bu arada mevcut eğitimimizin “yerlilik ve özgünlük” açısından çok “millî” olduğu da söylenemez. Tahsil görenlerimizde terbiye yok, tâlim ettikleri konularda ârif değiller, tedrîsâtları ise maalesef zayıf.
Eğitim ve kültür alanındaki eksikler, dış politikadaki, ekonomideki veya başka alanlardaki eksiklerden daha az önemli değildir. Aksine onlardan ve diğer bütün alanlardan daha önemlidir. Çünkü eğitimi ve kültürü sağlamca binâ edilmemiş bir toplum, ne kadar refahça ve kuvvetçe ileri gitse de şahsiyeti olgunlaşamayacağı için geleceği aydınlık olamaz.(s.68)
Bilinçsizlik: Bilgi tekbaşına bilinci doğuramaz. Bilinci doğuran inanç ile, dünyaya bakış ile şekillenen zihniyettir. Yani maariftir, irfandır. Her elde edilen bilgi, irfana göre değer kazanır. Nitekim eskiler ma’lümâtfurüş kişiler için “ ilmi çok, irfanı yok” derlerdi. Bugün bu kınamaya muhatap olacak düzeyde bilgisi olan bile azdır.
Bizde sağlam, özlü, geçmişi ve geleceği gören bir zihniyet olmadığı için, en üst tahsilli insanlarda bile bilgi eksikliği, bilinçsizlik ile beraberdir.(s.70)
Nezâketsizlik: Tahsil yükseldikçe maalesef nezâket seviyesi yükselmiyor, hatta çoklukla düşüyor. Konuşma, oturma-kalkma, teşekkür, tenkid ve takdir etme, tartışma gibi âdâb-ı muâşeret usulleri maalesef şehirli ve eğitimli nüfusta giderek daha zayıf hâle geliyor. Bunun temel sebebi “terbiye” kavramının sözlüğümüzden, günlük konuşmamızdan iskat olmasıdır. Ailelerin terbiye konusunu artık unutup, okul eğitimini tek yetiştirme yolu olarak görmesidir.
Nezâket ve kibarlık aileden alınmayınca, çocuklar okullarda daha da gelişeceklerine terbiyelerini kaybediyorlar.(s.73)
İkinci Abdülhamid’den beri bütün muhafazakâr iktidarlar aynı hatâya düşüyor. Bu hatâ, maddî başarıların, fizikî şartların iyileştirilmesinin, yatırımların çoğalmasının ve büyük bütçelerin tek başına bir vasıf değişimi getireceği yanılgısıdır.
İnşâ edilen okullar ve derslikler, sınıflara İnternet bağlantısı, öğrencilere bedava ders kitabı gibi çok güzel işlerin bir asla istinad ettirilmeden tek başına arzu edilen, hedeflenen bir nesli kendi başına meydana getirmesi elbette mümkün değildir.
Halbuki hiçbir işin keyfiyet (kalite) boyutunda gelişme olmaksızın kemmiyet (nicelik) boyutundaki gelişme tek başına bir başarı sayılamaz.
Müfredâtta yapılan değişikliklerde olumlu yönler var. Fakat dünya örneklerini göz önüne alan, “bizim” insan modelimize uygun, “bize has” bir anlayış terkîb edildiği söylenemez. Kendi damgamızı vurmadan ithalata devam ediyoruz. Eğitim şurâlarında konuşulanlar hâlâ ayrıntılardır. İnsan hedefimiz, uygarlık anlayışımız ve gelecek tasavvurumuz hâlâ uzakta kalan konulardır.(s.75)
Nâçiz fikrim odur ki, toplumumuz özellikle 1908’den bu yana toplumsal bir travma içindedir. Aynı vatandaşımız, duruma göre vakur Osmanlı insanı, duruma göre ise müstemleke insanı gibi tepkiler vermektedir. Bir Batılıya karşı tutumu ile, bir komşu coğrafyadan insana, hatta kendi vatandaşına karşı olan tutumu bambaşkadır. Yeri geldiğinde aynı insan “Bu memlekette yaşanmaz” diye, yeri geldiğinde stadlarda “Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri” diye bağırabilmektedir.
Fakat bu travma, toplumun değil, devletin ayıbıdır. Çünkü asıl sorun devletin kendini hâlâ net olarak tanımlayamamış olmasıdır. Nihayet tarihin kuralı şudur: Devletin ahlâkı, toplumun ahlâkını belirler.(s.77)
Zamana da mekâna da hâkim olmak, bizim sandığımızın aksine “kendimiz” olmaktan çıkıp “başkası’: yani Batılılar gibi güç kazanmak, güçlü olmaktan geçmez. Bizim hâkimiyetimizin de, gücümüzün de temeli kulluktur.
Müslümanın güç sahibi olması gerekir, evet, ama başkası gibi değil, kendisi gibi. Yani asıl kaybettiğimiz maddî güç değil, ahlâktır. Yani kendimiz olma bilgisi, uyanıklığıdır.
Müslümanın diğer insanlardan esas farkı Görünmeyen’e Hakîm Olan’a teslim olmuş olmasıdır. Ama “teslim olmak” bizim gibi mâruz kaldığımız her netâmete ve dünyevî güce teslim olmak değildir. Rabb’e teslim olmak, insanın hâli ne olursa olsun, fakir olsun, esir olsun gücün tâ kendisidir. Bu kaynağa dayanan güç hayır getirir, savaştığı anda bile kılıcından kıvılcım değil, nur saçar. Bu temiz kulluğa yaslanmayan her güç ise karşısında zebün düştüğümüz zulmetin bir parçası olur ancak.(s.98)
İki asırdan beri hepimizin hissettiği ama açıkça söylemediği şey, “kendimiz”i kaybettiğimiz, “kendimiz”den gurbette olduğumuzdur.
“Kendi” olmadığı yerde dünyanın, hayatın, işin, fikrin, ilmin, sanatın anlamını sadece başkaları belirler. Kendisizliktir asıl gaybûbet.
Gideceği yeri bilmeyen onulmaz bir gâibdir, tümden kayıptır
Oysa her kayboluş bir buluştur. Ve her buluş da bir oluş.
Kayıplığımızın farkına varamadık, o yüzden kendimizi bulamadık. Kendimizi, yani kendi hanemizi, vatanımızı, yerimizi, özümüzü.
İki asırdır başkasını kendimiz, gurbeti vatanımız sanıyoruz.
O yüzden kendimiz olamıyoruz, kendimiz kalamıyoruz, kendimiz ölemiyoruz.(s.99)
Müslümanın gücü Görünmeyen’e ittibâ etmektedir. Görünen, ancak bu sayede değer kazanır. Halbuki biz görünürdeki kuvvete bakmaktan, kendi içimizdeki gücü göremedik. Görünürdeki kuvveti, parayı, makamı, şâşâayı kınadıklarımız kadar biz de kutsadık.
İslâm medeniyeti diğerlerinden farklıdır. Mekâna ve zamana bağlı değildir: Yeryüzünde iman etmiş bir kişi olsa bile, tek başına İslâm medeniyetini inşa etmiş demektir. Bütün medeniyet unsurları o bir imanlı kişinin cevherinden doğar. Kardeşlik ve kardeşini gözetmek de onu büyütür.(s.103)
Bizi kendimiz yapacak şey, bu eşi olmayan ve varlığımızın temelini oluşturan iman özüne yapışmaktır. Onu anlatırken ve savunurken bile ona kılıflar biçmek, ondan hicab etmek, onu mazeretlerle, şık argümanlarla saklamaya çalışmak asla değildir.
Biz, kendimiz olamadığımız için, kardeşliği de savsakladık. Bizi birbirimize, sınırların, pazarların, partilerin, yolların değil, inancımızın bağladığını unuttuk. Ancak böyle tevsik edilemeyen,tabelası olmayan, süreli yayım, üyelik mührü olmayan bir kardeşliğin gerçek kuvvet olduğunu unuttuk.
Kısacası, dışımıza bakıp yönsüzlüğün sefaletini müşahade etmek kadar, içimize bakıp özümüzün eksiklerini de görmemiz gerekiyor. İçimizdeki kendimizi bilmedikçe ve ona bağlamadıkça, dışımızdaki dünyayı ve diğerlerini anlamamız mümkün değil. Anlamadığımız bir dünyayı ise ne değiştirebilir, ne de yeni bir minvalde inşa edebiliriz.(s.103)
Tamahı besleyen hırstır. Hırs olmadıkça kişi tamah etmez, hakkı olmayanı istemez, onun için etrâfını, kendini, adâleti yıkmaz.
Hırs, “aşırı biçimde arzu etmek ve aşırı biçimde istemektir.” Yani sınırsız, tutarsız istek demektir. Böyle insana “muhteris” denir. Hırs içinde olan sonunda hüsrâna uğrar. Çünkü ölçüyü, müvazeneyi, kanaatı, cömertliği unutur. Muhteris kişi diğerini düşünmez, kendini düşünür. Bu sebepten fazîlet olan vasıfları geriye düşer. Zaaf olan bencillik, cimrilik, hasislik gibi yönleri öne çıkar.
İlginçtir, Arapçada hırslı anlamındaki “hâris” kelimesi, “yağmuru ile yeri âdetâ soyan bulut” ve “cildin soyulmasına yol açan bir çeşit yara” mânâsına da gelir. Demek ki, hırs kişiyi insanlığından, kişiliğinden, özünden soyuyor. Cilt, kişiyi dış tehlikelerden ve hastalıklardan koruyan bir zırhtır. Aynı zamanda hava almamızı sağlar. Cilt soyulur, yara olursa orası tehlikelere mâruz kalır. O halde hırs da can kılıfını öyle soyuyor, kişiyi nefsin bütün zararlarına açık hâle getiriyor.(s.164)
İbni Kayyim el-Cevziyye,Sabredenler ve Şükredenler adlı eserinde şöyle der:
Allah Teâlâ sabrı, tökezlemeyen bir at, körlenmeyen bir kılıç, bozguna uğramayan bir ordu, yıkılamayan, hatta gedik bile açılamayan muhkem bir kale kılmıştır. Sabır ile Nusret (zafere ulaşma) iki kardeştir, bunlar bir anadan süt emmiş ve hiçbir zaman birbirinden ayrılmayacaklarına dair yemin etmişlerdir.
Zafere ulaşmak, sabırdan sonra gelir, ferahlık ve sevinç üzüntüden sonra gelir, güçlük ve sıkıntıdan sonra kolaylık gelir.(s.166)
Yalanın hükmü yoktur. Yalan geçicidir. Eğer yalancıların vé yalanın kişiler ve ülkeler üstünde egemenliği olacaksa bunun dâimî olması mümkün değildir. Hak gelecek, bâtıl zâil olacaktır elbet. Gerçek her hâlükârda gerçek ortaya çıkınca yalan yok olup gitmeye mahkümdur. Bugün, yalanı bir “ilim” ve bir “sanat” hâline getirenler de isterse asırlarca hükümrân olsun, devlet sürsün, yıkılıp gitmeye mahkümdur. Küfrün en koyu bir rengiyle, yani yalan ile boyalı her şey, yalanın âkıbetine mahkümdur da ondan.
Yalanı sezmek de gerçeğe bağlanmakla ilgilidir. Ancak Gerçek olan Hakk’ın kulları, o Rabb’e bağlandıkları anda gerçekle yalanı
ayırd ederler.Yani yalanı gerçek anlamda tesbit etmek ve ondan nefret etmek inanan gönüllere has bir mevhibedir.(s.175)
Sultan İkinci Abdülhamid’den örnek verelim. Abdülhamid Han erken yatar ve erken kalkardı. Sabah banyodan sonra giyinirdi. Giyim konusunda çok titiz davranırdı. Giyimde sadeliği tercih ederdi. Temiz, düzgün giyinmeye özen gösterirdi. Şatafattan kaçınırdı. Sağlığa uygun giysileri tercih ederdi. Giyim kuşam konusunda çevresindekileri de uyarmaktan imtina etmezdi. Sonra sabah namazını kılar, dua eder ve akabinde bir süre Kur’ân okurdu. Ardından kahvaltısını yapardı.Kahvaltıda mümkün olduğu kadar hafif yerdi. Kahvaltısı, yarım bardak sütü maden suyuna katarak içmesiyle sona ererdi. Bunu kahve içme faslı takip ederdi. Kahveyi sigarayla içerdi. Günde 8-10 fincan kahve içerdi. Özellikle yemeklerden sonra ya da çalışma arasında kahve tercihiydi. Bu fasıldan sonra bazen kendisine gelen “jurnalleri’ yani istihbarat raporlarını inceler, masasına geçip hemen çalışmaya başlardı.
Abdülhamid’in günlük yaşayışı muntazamdı. Çalışma, yemek ve istirahat saatlerine harfiyen uyardı. Çalışmasına yemek için ara verirdi. Yemek vakti geldiğinde masaya geçer, eşiyle ve çocuklarıyla birlikte yemek yemeye özen gösterirdi. Onlarla yakından ilgilenîrdi’. Yemekten sonra 25-30 dakika uzanarak dinlenirdi. Bu arada Osmanlı sultanlarının Fatih’ten önce vezirleri ile beraber yemek yemeleri adet iken, sonradan güvenlik gerekçesiyle yalnız yemişlerdir.
Abdülhamid Han sonra yine devlet işleriyle uğraşmaya devam ederdi. Öğle namazını eda eder, akabinde başkâtibiyle görüşür ve bu görüşmeyi randevu verilen devlet adamlarıyla görüşme takip ederdi.
Bunu ikindi namazı izlerdi. Namaz sonrası sofraya geçer, akşam yemeğini yedikten sonra Yıldız Sarayı’nın bahçesinde yürüyüş yapardı. Bu yürüyüş esnasında bürokratları ona eşlik eder, onlarla fikir teatisinde bulunurdu.
Akşam namazını eda eder, çocuklarıyla ilgilenirdi. Yatsı namazını kıldıktan sonra dinlenmeye çekilir, yatmadan önce mutlaka kitap okur ya da okuturdu. Mütercimlerin kendisi için hazırladığı eserleri çok dikkatle dinlerdi. Çoğu zaman kitap okurken uyumayı tercih ederdi. Lâkin uykuya düşkün değildi. Bazen sabahlara kadar çalışırdı. Özellikle de devlet meseleleriyle ilgili geceleyin uykusundan uyandırılmayı hoş görür ve uyandırılması konusunda kesin emir verirdi. Son 150 yılımızın en çalışkan devlet başkanı olduğu kesindir.
Çok dindar bir kişiydi. Dinimizin bütün emir ve yasaklarına uyardı. “Bu milletin hiçbir evrakını abdestsiz imzalamadım” sözü meşhurdur. “(s.200)
İslâm’ın iki temel özelliği var: Doğruluk ve güzellik. Fakat seküler Batı’nın yaptığı gibi bu ikisi birbirinden ayrı vasıflar ve ilkeler değildir. Seküler bir anlayışın iki bağımsız sıfat olarak gördüğü bu kavramlar İslâm’da “ilke” hâlindedir. Çünkü Mevlâ’nın her ismi bir sıfâttır ve her sıfâtı da insanlar için bir ilkedir. Meselâ Rahîm ism-i şerîfi hem Rabbimizin bir ismidir, hem de O’nun sıfâtıdır. Fakat rahmetmek, merhamet insanlar için bir ilkedir. Öyle bir ilke ki, kişi o ilkeye uyarsa o sıfât onun hâli olur, giderek ismi olur.
Doğruluk ve güzelliğin birbirinden ayrı ilkeler olmadığı bize başka bir şeyi daha hatırlatmakta: Bizim ahlâk dediğimiz yekpare bir varlıktır. Bu sebeple doğru güzeldir, güzel de doğrudur. Allahu Teâlâ hem el-Cemâl’dir, hem de el-Hakk’tır. Yani hem Güzel’dir, hem de Gerçek’tir. Bu açıdan Güzel’i terennüm eden sanat da Doğru’dan bağımsız değildir. Doğru’yu temsil eden tefekkür de Güzel’den bağımsız değildir. Her ikisi ahlâkı, varlık edebini teşkil ederler.(S.249)
Gezmekde ağızdan ağza, der-bederiz biz.Yâni, Gâlib Dede’ye göre, mânâ bir evdir, açıkça “beyt”tir. Ve o ev bir korunaktır, o yüzden hikmet ehli mânâ evine sığınmışlardır. Buna rağmen sözün yeri ve makâmı yoktur. Hikmetin vatanı yoktur. Hikmet her yerdedir, o yüzden Gâlib Dede gibi ârifler ve ehl-i hikmet, evsizler gibi hikmeti her yerde ararlar.Mânâ sonuçta sizin gelip sığındığınız yerdir, ama esas maksat ona doğru seyyâh olmak, seyyâl olmaktır. Çin’e kadar onun için gidebilmek, menziller aşmak, nerede bulursa ona tâlip olup, almaktır.
Aslında bu beyit, bizim parçalanan varlık şuurumuzu tâmir ve ihyâ etmek için neler yapmamız gerektiğini de terennüm etmekte.(s.252)
Müslümânın temel tanımı “gâibe inanması”dır. Yani görünmeyene inanmaktır. Daha da ötesi, görünmeyen Bir’e bağlanmaktır. Akıl kelimesi de etimolojik olarak “bağ” mânâsına gelmektedir. O halde, herşey gibi akıl da Müslüman için varlığının özü ve sebebi olan Allah’a kendisini merbut edebildiği ölçüde hakktır, hakikate götürmektedir, aslî görevini îfâ etmektedir.
İslâm’da akıl da her şey gibi Allah’ın yarattığı, onun kullanılmasıyla ilgili ilkeler ve nasslar vaz’ ettiği, dolayısıyla kendi fıtratında Hakk’a götüren bir nimettir. İnsana bu nîmet verilmiştir, zirâ insan Allah’ın yegâne muhatabıdır, arz üzerindeki halîfesidir. İnsana verilen bu ilâhî bağ, onu Tanrı’yı reddeden bir cehâlete olduğu kadar, kendini Tanrı yerine koyan bir dalâlete de düşmesini engeller.
İslâm’da bu nedenle tefekkür vardır, irfân vardır, hikmet vardır. Çünkü bunlar bilinen, kılınan, olunan hakîkat ile ilgili eylemlerdir.
Bilmek, kılmak, olmak… Bu üç kavram “felsefe” adında olsun olmasın her bir tefekkürün ve her bir medeniyetin temelini oluşturur. Medeniyetleri, yani hayat tarzlarını birbirinden ayıran şey ise, ne etrâfında, ne için ve nasıl bilindiği, kılındığı ve olunduğudur.(s.260)
Bir Japon bilim adamının şu sözü, ahlâkın temel târiflerinden birisi olmaya lâyıktır: “Ne yapman gerektiği, ne yapmak istediğin ve şu anda ne yaptığın aynı ise mutlusun demektir.”* Gerçekten de değerler (gerekler), kişisel yönelimler (istekler) ve işler (eylemler) aynı hat üzerindeyse kişinin ahlâkî tutarlılığı var demektir.
Bu üç unsuru yani aklı, eylemi ve varlığı aynı bilinç, anlam ve tutarlılık içinde gerçekleştiremeyen her felsefe, her düşünce ahlâkî bir zaafa, yani benliğin dâimâ ötekinin bahasına tanımlandığı yıkıcı, bireyci, yalancı ve ikiyüzlü bir ahlâksızlığa yol açar. Batı felsefesi bunun çok güzel bir örneğidir. İnsanın radikal özgürlüğünü akla dayandıran Kant bile bakarsınız ırkları renklerine göre iyi-kötü diye ayırır. “Her insan özgür doğmuştur, o halde özgürlük bizim temel hâlimizdir” diyen Locke, bakarsınız köle alıp, satar. “Dünyadaki ilk özgür ülkeyi kurduk” diyen Washington ve Jefferson, bu “insan” tanımına zencileri dâhil etmezler. Tam aksine onlar köle sahibi toprak ağalarıdır.(s.261)
Merhum Mehmed Akif, “Süleymâniye Kürsüsünde” şiirinde Süleymaniye Camii’nin mimarisinin güzelliğine dikkat çeker. Sonra şöyle söyler:
Vecde gel, vahdete dal, âlem-i kesretten uzak
Yalnız Sânî ’i gör, san ’atı, masnû ’u bırak!
Şunu söylüyor burada: Gel, şu güzelliği seyret de kendinden geç; vahdete dal. Çiniler, hatlar, kavisler, renkler, camlar, taşlar, ahşaplar, duvarlar, sütunlar, nakışlar… Ama bunlara takılıp kalma. Bunların sanatını, neyin nasıl süslendiğini, efendim “sanat sanat içindir” yok, “sanat halk içindir” gibi gevezelikleri bir tarafa bırak. Sen asıl bu sanatları ilhâm eden, insana bu güzellik duygusunu ve onu gerçekliğe yansıtma azmini veren Gerçek Sanatkâr’ı, yani es-Sâni’ olan Allâh-u Teâlâ’yı gör.
Bizim müzik ve medeniyet bâbında yıllardır söylemeye çalıştığımızı Akif bir beyitte söylemiş geçmiş. Allah ona sonsuz rahmet eylesin.(s.327)
Fakir sık sık söylerim: “Bir şeyin adı, o şeyin yâdıdır.” Adların, isimlerin hakikatini kavrarsak o isimlerin cisimlerini de kavramış oluruz. Rabbimizin isimlerini zikretmek de bu bakımdan çok önemlidir. Rabbimizin kendi kelâmına “Bi ism-i Allah” diyerek başlaması çok mânidârdır. Böylece bize kendi ismini zikretme talimatı vermektedir. Besmele en büyük zikirdir, yani hatırlatmadır. Çünkü ancak O’nun ismini zikrederek, yâd ederek O’nu unutmaktan uzak kalabiliriz.
O halde isimler, kelimeler, kavramlar gelişigüzel şeyler değildir. Rabbimizin Hazreti Adem’e öğrettiği ve böylece onun meleklere olan üstünlüğünü işâret buyurduğu “isimleri bilmek” yeteneğini böyle anlamak gerekir. Bu açıdan dünyadaki insanların konuştuğu dillere hürmet edilmesi gerekir. Çünkü isimlerden oluşan, isimleri zihinde bir nizama getirip başka bir insana iç dünyamızı aktaran lisânların her biri bir mucizedir. Çünkü her dil bir “fıtrat” eseridir, “tabiî”dir. Her lisânın aslı, aynen her müziğin aslı gibi ilâhîdir, vehbîdir. Hiçbir insan bir lisân mantığını üretemez, icad edemez. Üretse bile sadece anadili olarak veya sonradan öğrendiği başka bir dilden örnek alarak yapabilir.
Bunun için en başta kendi dilimize, kendi kelime, isim, kavram ve anlamlarımıza sahip çıkmalıyız. Hürmet etmeliyiz.
Her kelime bir alemdir, yani bir şiardır. Her kelime aynı zamanda bir âlemdir, yani bir dünyadır. Onlara karşı itinasız, şuursuz, dikkatsiz olmak bunun için büyük kayıptır. ‘(s.233)
‘Öyle bir ülke düşünün ki en eğitimli insanları, hatta profesörleri “klasik Türkçe” demek olan “Osmanlıca”yı yabancı bir dil sanıyorlar. Ana dillerini adam gibi konuşamıyorlar. Üniversitelerinde yabancı dille eğitim yapılıyor. Öyle bir ülke düşünün ki üniversite mezunları tarihlerini bilmemekle övünüyorlar. En milliyetçisi de, en Batıcısı da Batılı referanslarla konuşuyor.
Osmanlı’ya her şekilde hakaret ediliyor. Memlekette bir tek tarihi şehir bile bırakılmıyor. Bu yıkımdan Safranbolu gibi birkaç kasaba ancak kurtulabiliyor. Öte yandan tam 550 yıl Osmanlı’ya başkentlik yapan İstanbul’da bırakın bir semti, bir cadde bile tarihî hâlinde bırakılmıyor. Bir ülkenin her yanına atom bombaları atılsa ancak bu kadar tahripkâr olabilirdi.
Yanıbaşımızdaki coğrafya ve uygarlık birikimimize uzun yıllardır sırt çevirdik. 600 sene yaşamış Osmanlı, onun öncesinde Afganistan’dan Anadolu’ya kadar hüküm sürmüş Selçuklu geleneği sanki hiçbir işe yaramamış gibi davrandık. Meselâ İran.
Bu ülkenin bugünkü başkenti Tahran’ın, aynı zamanda Selçuklu devletinin de başkenti olduğunu unuttuk. İran’ı tam 1000 sene yöneten Türkler yüzünden bu ülkenin yarısının Türk olduğunu bilmeyenimiz çok. O yüzden Türkçe konuşan bir İranlı devlet adamı gördüğünde şaşıran diplomatlara sahibiz.
Öyle bir ülke düşünün ki, milletin dinine, kültürüne, müziğine hakaret etmek serbest. Geleneksel müziği okullarda öğretilmiyor; 1975’e kadar konservatuarlarda yasaktı.(s.237)
Tozu-toprağı alır götürür, seni yürürken kirlenmekten kurtarır.Asıl’dan uzaklaştırmaz seni…Aksine, aslı gösterir. Dolayısıyla kalbin kırılması ayrı bir şey, hayalin kırılması, emelin kırılması ayrı bir şeydir. Hayâlî olanın hayâl kırıklığı olur. Ama derdi olanın derdi kırılmaz. Kişi derde “düşer.” Derde düşmek de güzel, neye düştüğüne bağlı. Allah bizi birbirimize “düşürmüş’i ne güzel! Kalp kırmak, herhalde kişinin işleyebileceği en büyük günahtır. Kendi kalbimizden haberdar olmadığımız için karşıdaki insanın da kalbinin olduğunu unutuyoruz.
Mevlânâ Hazretleri öyle der: “Karşındakinin kusurunu çok kınama, çünkü sende o kusur olmasaydı sen onda o kusuru göremezdin.” Kişi her şeyi bildiğine benzetir. Dolayısıyla kalp kırıklığı Allahu Teâlâ’yı doğrudan davet eden bir şeydir. Nereye? Senin karşına! Kırdığın kalbin yanına senin de karşına. Çünkü Allahu Teâlâ kalbe nazar ediyor. Sen o kalbe harp açıyorsun, oradaki sarayı yıkıyorsun.
Bizim şu andaki Batı’yla ilgili algılarımızın bile çok önemli bir kısmı Batı’nın hakikatinden uzaktır. Biz Batı’yı da hakikatiyle bilmeyiz. Çünkü Batı’yı hakikatiyle bilmek için bir kâfirin hayatını ve kendini nasıl kavradığını çok iyi bilmek gerekir. Bir mümin de hamdolsun kâfir olamayacağı için onu tam olarak tahayyül etmesi mümkün değildir. Bunu bilmenin tek bir yolu vardır. O da ihtida etmiş insanlarla konuşup onlara küfrün ne olduğunu sormaktır. Onlar size bunu ağlayarak anlatırlar.
Bizim bugün, ‘aman onlar da ne hoş, şehirleri çok gelişmiş, kaldırımları mükemmel, ne güzel insan hakları var’ diye övdüğümüz o sistemlerin içindeki insan boyutunu, lütfen ihtida etmiş insanlara sorun. Acaba kâfir iken kendini, ötekini, evreni ve hayatı nasıl görüyordu? İnsanları, merhameti, sadakayı, almayı-vermeyi, ticareti, savaşı-barışı nasıl görüyordu? Peki, mümin olduktan sonra nasıl görüyor? O hali biz bilemeyiz. Allahu Teâlâ bize iman nimetini vermiş. En azından bir tohum olarak var. O bile büyük bir ışıktır. Ben bunu şuna benzetirim: Kapkaranlık bir oda düşün, tamamen karanlık, hiçbir yerden ışık alamayan bir oda… Küfür böyledir. Fakat o odanın duvarında iğne ucu kadar bir delik bile açılsa oraya kuvvetli bir ışık huzmesi girer. Oda aydınlanır. İşte iman budur.(s.336)