Evet yine de şiirdir beni arasıra dinlendiren
Acıma aralıklar verdiren
Ufuklardan ufuklara taşıyarak kelimeleri
Ne yapılar kurdum eleğim sağma gibi içimdeki buluttan yağıştan şimşekten ışıklardan
Gizli bir yapı taşından ders okudum ben
Şiirin birden kaçışını denizlerden
Şiir içimizdeki zindanların mahkumu
“Arayışlar/Şiir”54
Sanatın Niteliği
Karakoç’un “Din, felsefe ve sanat insanın kendi yaradılış sırrını aradığı alanlardır” cümlesi, onu sanat anlayışına ilişkin bir anahtar görevi yapabilir.55 Karakoç, insanın ruh tarafına öncelik ve üstünlük tanıyan bir düşünce ve sanat adamı olarak sanatın, insanın geçimini ve üremesini sağlayan faaliyetlerin üstünde, gaye olmaya yakın bir mahiyet taşıdığına vurgu yapmaktadır.
Tanrı’nın sanatı önünde insanın sanatının fazladan bir şey getiremeyeceğini savunan Karakoç’a göre insanın sanatı, Tanrı’nın eşsiz sanatından bir örnektir ve Tanrı’nın sanatının gönüle vuran yankılarından doğmakta, onun tükenmez kaynağından beslenmektedir. Tanrı’nın sanatına ermeyen insan veya sanatçının kalıcı bir sanat eseri bırakmasına imkân yoktur. Karakoç, “içinde bulunduğu büyük sanattan habersiz bir sanatçı için kör mimar ve sağır musikişinas imajından daha yoksun bir imaj” düşünülemeyeceğini ifade eder. Çünkü kör mimarın iç gözü görebilir, sağır musikişinasın ruh kulağı duyabilir ama Tanrı’nın sanatını hissetmeyen gönülden bir sanat kıpırtısı beklenemez. Gerçek sanat Tanrı’nın sanatına
ötürecektir. Bazen de Tanrı’nın eserlerine olan hayranlık, ona olan sonsuz aşka engel olmaktadır, insan eşyaya takılıp, asıl hedeften geri kalabilmektedir.56
Karakoç, 1954’te yayınlanan bir yazısında “geniş anlamıyla veya gerçek anlamıyla sanat, sanatkâr içindir. Ancak gerçek sanatkâr olması şartıyla…” şeklinde görüşlerini belirtmektedir.57 Bu ifade tek başına değerlendirildiğinde yanlış yorumlara yol açabilir. Çünkü daha sonraki bir ifadesinde “sanat tutumum genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir” demektedir. Ne sadece fikir, ne de sadece sanat, belki sağlam bir fikri altyapıyla oluşturulmuş özgün bir sanat eserinin peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Sezai Kara- koç’un yıllardır yaptığının bu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Onun bir düşünce adamı mı yoksa bir şair mi olduğuna karar veremeyişimizin ardında bu yaklaşım vardır. O, düşünce ve duyarlığı kendi tabirlerinden biriyle ifade edersek “altın oranda” biraraya getirmiştir. “Sanat, sanatkar içindir.” ifadesindeki sanatkârı da, hakikat ve toplum adamı niteliklerini taşıyan bir portre olarak algılamak gerekir. Ancak Karakoç, sanatın sadece bir telkin vasıtası olarak düşünülmesini de kabul etmez. Sanatın, her şeyden önce bir medeniyet fenomeni, tabii bir veri olarak varoluşunu kabul etmek gerekir. “Sanat, bir şey için olmadan önce, vardır”.58
Sanat eserinde temel ilkenin, yaratılanın değil, yaratışın taklit edilmesi gerektiğini savunan Karakoç’a göre eser, taklit oldukça değerden düşer, sanatçı yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı anladıkça yoğunlaşacak olgunlaşacaktır.59 Çünkü sanat, insanın tabiattan kazandığı değil, tabiata bağışladığıdır. Bilim ve sanat yeteneği insana tabiat gibi yapı unsurları olarak verilmiştir. Bütün bunlar insanın ruhunun ilerlemesini sağlar. Ancak bu ilerlemenin esasını tabiattan değil» insanın içindeki “yenilik ve öteye uzanma sezgisinden doğar.[60]
Karakoç’un sanat tanımının temel kriteri, insanı Tanrı’ya yaklaştırmasıdır. Aksi halde sanat, insanı aşağıların aşağısına düşüren bir vasıtaya dönüşebilir.[61] İnsanoğlu, edebiyat, ahlâk gibi sanatta da aşkına ulaşmalı ve bu perspektifle hareket etmelidir.[62] Karakoç’un, bakış açısını diriliş kavramıyla ilişkilendirerek şöyle bir tanıma ulaştığını görüyoruz: “Gerçek sanat, kaynağı durmaksızın tazeleyen ve zenginleştiren bir duyarlık çilesinden, bu çileyi giyinecek sui generis biçimin kozmos dünyasına çıkış kahramanlığıyla yoğruluştur. Bu mayalanmadan, bu doğuş, bu çarmıha gerilişten dirilişe çıkmaktır gerçek sanat oluşumu.”[63]
Ayrıca Karakoç, geçmiş sanatçıların eserlerine ilham kaynağı olarak bakılması gerektiğini düşünmektedir.[64] Çünkü her sanatçı, kendi toplumunun kaderinden ve duyarlığından beslenmek durumundadır. Medeniyet dirilişinin, yerli kültürün tekrar canlandırılmasının önemli bir bölümü, sanatın özgün kılınmasıdır.[65] Karakoç, özgün bir sanatın oluşumu için medeniyetin temel öğelerinin bu alanda da aktif kılınması gerektiğini savunur. Bunun için sanata hâkim olması gereken iki temel özellik vardır:[66]
Karakoç, ülkemizde klasik Batı sanatını benimseyip, yeni ekollere direniş gösterme eğiliminin, bilinçli bir tercih olmayıp tamamen yadırgama psikolojisiyle oluştuğunu tespit etmektedir. özellikle resimde, soyut ve non-fıguratif ekol bizim genel dünya anlayışımıza ve ifade üslubumuza yakın olmasına rağmen, figüratif resmin daha çok tutulmuş olması çok anlamlı değildir. Çünkü îslâm sanatının hemen her alanında mücerrede yöneliş hâkimdir.67
Karakoç, yalnız şiirde ve edebiyatta değil, sanatın tüm alanlarında geleneğe yaslanılması gerektiğini belirtir. Ona göre tiyatromuzu orta oyunundan; sinemamızı soyut sinema olarak Karagöz’den; resmimizi, minyatür, hat, çinicilik motifleri, tezhip sanatları ve modern soyut resim sanatından ilham alarak oluşturabiliriz. Soyut resmimizi kurarken, kendi öz, duygu ve düşünce muhtevası, şuuraltı gölgesi ülkü hayali İslâm’a dayanmak şartıyla Batı sanatından faydalanabiliriz. Resimde, sinemada, tiyatroda da bugünkü Batı ekollerini taklide özenti yersizdir. Şekilsel unsurlardan faydalanılabilir, ancak muhteva bize ait, realite mutlaka kendi realitemiz olmalıdır. Şiir, resim, tiyatro, sinema, metafizik bir temele oturmalıdır. Çünkü hayatın ve hayat anlayışının en derin tabakasını dillendirmeyen, seslendirmeyen bir sanatın ömrü uzun olamaz.68
Ayrıca, Karakoç’a göre sanat eseri, insanı âdeta çarpar, büyüler, metamorfoza uğratır.69 Eleştiri, onun kalıcılığını engellemez, okuyucuyu kendine baktırabilen bir niteliğe sahiptir.70
Sanat-Din İlişkisi
İnsanın varoluş olgusuyla doğrudan ilişkili iki kavram olarak din ve sanat, birbiriyle de son derece ilgilidir. “Sanat, kaçsa da, inkâr etse de Tanrıya doğrudur hep”[71] ifadesinde de vurguladığı üzere Karakoç, dinin sanat ve sanatçı üzerindeki belirleyiciliği üzerinde durur.
Karakoç, din ve sanat kavramlarının» birbiriyle ilişkili fakat bağımsız olarak kabul etmek ve fonksiyonlarını o şekilde icra etmelerini sağlamak gerektiği görüşündedir. Bu iki kavramın sağlıksız ilişkisinin Hıristiyanlık örneğinde bulunduğunu ifade eden Karakoç’a göre, Hıristiyanlar -judeo-grek muhayyilesi- Hz. İsa’yı çarmıha gererek, onu yaşadığı hayattan koparma gereği duymuşlar, kendinden soyutlamışlardır. Daha sonra ise, onun yeniden kabirden çıkışını, dirilişini, ölülerden huruç edişini düşlemişlerdir. Bu, tarihî gerçekliği olmayan bir sanat düşlemesidir. Antik dünya estetiğinin, Sami uygarlık muhtevasında, bir melankoli anında yakalanan fırsatla tasarrufudur, ilk başta iyi niyetle sanat din için kullanılmak istenmiş ancak zamanla din, sanat tarafından kullanılır hale gelmiştir. Kara- koç’a göre bu eğilim Tolstoy ve Dostoyevski’ye kadar devam eder. Kur’ân’da Şuarâ sûresinde değinilen tehlikeli noktanın bu yaklaşım olduğunu belirtir. Sanatın Kur’ân’da aslıyla belirtildiğini, fakat sınır tanımazlığındaki tehlikelere işaret edildiğini hatırlatır. İslâm edebiyatının sağlıklı sanat anlayışı denilebilecek bu iz üzerinde oluştuğuna dikkat çeken Karakoç’a göre sanata kaynaklık eden din, dini bozmayan sanat disiplini, temel ilke olmak zorundadır. Dinle sanatın iç içe girdiği Mesnevide bu dikkatin bütünüyle korunmuş olması bu anlayışın sonucudur. Din dindir, sanat sanattır. Birbirine karışması, her ikisinde de bir soysuzlaşma, yozlaşma doğurur.[72]
Tarih boyunca pek çok sanatçı dinle olumlu veya olumsuz bir ilişki kurmuştur. Karakoç, Doğu klasiklerinin din eksenli olduğunu belirtir. Örneğin Mesnevi, insanı öteki dünyaya götürme çabasıdır. Leyla ile Mecnun, Hüsn ü Aşk vahdet-i yücud inancını anlatırlar. Batı’da da mahiyet farkına rağmen durum pek farklı değildir. Dante, miracı yazmak istemiştir. Faustun konusu ebedîlik, hakikat ve Tanrı’dır. Dostoyevski» ömrü boyunca Tanrıyı bulmayı amaçlayan bir roman yumak istemiştir. Gide, inanç sorununu yeniden gündeme getiren bir sanatçıdır. Din onda kurtulunmaya çalışılan ama bir türlü içinden çıkılamayan bir ağa dönüşmüştür. Camus ve Beckett tanrısız metafızikçiler, Maeterlink, tanrısız mistiktir. Kafka’nın bulunduğu nokta bir bakıma negatif bir mistisizmi temsil eder.[73] Karakoç, Hıristiyanların önce sanatı din için kullanmak istediklerini, fakat zamanla bunu dini sanat için kullanmaya dönüştürdüklerini düşünmektedir. Bu yaklaşımı sınır tanımazlık olarak nitelendiren Karakoç İslâm sanatının, sanata kaynaklık eden din, dini bozmayan sanat disiplini ilkesiyle büyük bir edebiyat oluşturduğu görüşündedir.[74]
Karakoç, Kur’ân’ı düşünce için olduğu kadar, sanat için de kaynak olarak görür. Böylece en mücerretten en müşahhasa kadar sanatı besleyen kaynaklardan faydalanma mümkün olacaktır.[75]
Sanat Eserinin Oluşumu
Karakoç’a göre, bir sanat eserinin oluşumu sanatçının içindeki bir sezgi, kuşku ya da tutku şeklinde ortaya çıkan bir arayışın neticesi olarak görür. Eşya, sanatçı için “dış ben”lerdir. Ama o “öz bencini arıyordur. Onu bulduğu zaman dünya özyurdu olacaktır. Bu arayış sürecinde yitiğin daha yitik hale geldiğini ve sanatçının aradığını bulmayacağını anladığını belirten Karakoç zaten arayışın tek başına değerli olduğuna dikkat çeker.[76]
Karakoç a göre bir eser meydana getirmek bir bakıma sanatçının eşyayla hesaplaşmasıdır. Sanatçı eşyayı yere serince, ona yeni bir ruh üflemek için, Tanrı’dan güç ve ilham almalıdır.[77] Eğer sanatçı, Tanrı’ya rakip olmaya kalkışırsa, doğa direnç gösterir. Sanatçının, alçak gönüllülükle Tanrı’dan izin alması gerekir. Çünkü, Tanrı’ya teslim olmayan eşyayı teslim alamaz. Eşyanın direnci kırılmadan sanatçı hilkatin öz yuvasına erişemez, mahremiyetine eremez.[78]
Karakoç, bir sanat eserinin oluşumunun iki aşamada gerçekleştiğini belirtir.
Soyutlama sanatçının ilk ve uzun uğraşısıdır. Bu yolla sanatçı, doğanın kalbine ulaşır, sanatçı onun kalbini kazanır, onu kendine uymaya razı eder. Sonra da kendi ruhunu soyutlanmış ve hazır hale gelmiş eserine üfler. Artık koparılan parça sanatçının ruhunda estirdiği bir ruhla yeni, canlı ve somut bir varlık olup çıkmıştır.[79]
Soyutlama bir zorunlu geçiş, başkalaşım, metamorfozdur. Eşya görüntülerinin, algılarının, duyguların, düşüncelerin ve anı parçalarının sanatçı özündeki durumu, şeyhin, müritten yeni bir insan yoğurmasında olduğu şeklinde ölü yıkayıcısının elinde ölü olma durumu gibidir.[80]
Karakoç, özellikle günümüz sanat dünyasında “soyut” kavramının ihanete uğradığı görüşündedir. Soyutlama, sanatın bir yandan biçime, bir yandan da kalıcılığı bütünüyle aramaya yönelen ilkesidir. Arındırma ve yaşayacak biçime bağlama işlemi çürüyecek olanı aşındırıp dayanıklı olanı ortaya koyma denemesidir.[81]
Karakoç, sanatta biçimcilikten kaçınmak gerektiği, özcülüğün temel alınması gerektiği fikrindedir. Bu biçimin reddi değildir. özcülük de sağlıklı bir biçimleniş içermelidir. Fakat biçimcilik esas olursa, özün giderek zaman içinde yokolup gitmesine neden olma ihtimali vardır. Biçimi esas alma, ruhun enerjisini boş bir davranış serisinde tüketir.[82] Esas olan özdür. Hatta Karakoç, bu öz ifadesini de netleştirir: “Eser, hakikat özü taşımalıdır.”[83]
Batı Uygarlığında Sanat
Karakoç, Batı medeniyetinin son yüzyıldaki durumunu “iç açıcı” nitelikte bulmamaktadır. Ona göre Batı’nın en büyük düşünür, filozof ve bilim adamları 19. yüzyılda kümelenmiştir. 20. yüzyılın 19. yüzyılı geride bıraktığı bir tek alan vardır. O da teknik alanıdır. Batı düşünce, felsefe, edebiyat ve sanat alanlarında âdeta durmakta, gerilemektedir.[84]
Rönesans sonrası Batı sanatının Antik Yunan ve Roma uygarlığının uzantısı olmaktan öteye gidemediğini öne süren Karakoç’a göre Modern Batı, müzik ve resim alanlarında başarılı atılımlar yapmıştır. Klasik Batı musikisi, psikolojik analizi verme bakımından, gerçekten antik uygarlık musikisini aşmıştır. Mozart, Beethoven, Schubert, Chopin, Liszt, Tchaikov- sky, Wagner insanlığın müzik üstadları arasında yer alacaktır. Ancak Karakoç, 20. yüzyıldan itbaren gelen ve diğer kıtaların egzotik etkileriyle doğan yeni müziği umut verici bulmadığı gibi, Batı uygarlığının sonuna gelindiğinin işareti olarak görmektedir.[85] Resimde ise Eski Yunan resmi, Orta Çağ resmi Rönesans başlangıç dönemleri gibi önemli ekoller oluşturmuş, Batı çizgi sanatı, sonraları Rönesans dönemini korumaya çalışmış ve bir daha Raphael, Michalangelo, Leonardo da Vinci çıkarması mümkün olmamışsa da Fransız, Alman, Hollanda, İngiliz ressamları bu geleneği sürdürmüşlerdir. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ise insan ruhunun bunalımını gerçekten başarıyla yansıtan eserler vermişlerdir. Karakoç, Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Marc Chagall gibi ressamları Batı uygarlığının kapanış metafiziğini sarsıcı bir hava ile dillendiren sanatçılar olarak değerlendirmektedir. Soyut, non-figüratif, kübik vb. yeni ekollerin deney çizgisinde Picasso, Salvador Dali, Kandinsky, Klee, Mondrian kimi zaman İslâm sanatından da yararlanarak Batı Uygarlığını müzik ve mimaride düştüğü eziliş ve yıkılıştan şimdilik korumuşlardır.[86]
Karakoç, Batı mimarisini de zayıf bulmaktadır. Mimarideki gotikten rokokoya giden üslup, en parlak döneminde bile ne eski Yunan veya Roma mimarisinin gücüne erişmiş, ne de soyutun en büyük anıtları olan piramitleriyle Mısır mimarisini dengeleyecek bir estetik kudret gösterebilmiştir. 19. asırdan sonra teknik, mimariyi tamamen buyruğuna almış ve arkaik üsluba zaten yetişememîş bulunan stili büsbütün yere sermiştir. Teknikle bağdaşık yeni ve büyük bir üslup da doğmamıştır. Amaç ve gerçekleştirilme bakımından Mısır, eski Yunan, Roma ve İslâm mimarileriyle karşılaştırılamayacak kadar zayıf bir mimari oluşturulabilmiştir.[87]
Karakoç, modern Batının getirdiği en önemli sanat yeniliklerinden biri olarak sinemayı gösterir. Sinema, şiir, resim, tiyatro, roman gibi sanat ve edebiyat türlerinin de yapısında bir anlatım aracı özelliği bulduğu bir sanattır. Sinema, kelime yerine görüntüyü birim alan ya da kelime akışı yerine görüntü akışı üzerine kurulan bir sanat türüdür. Başta bir araç gibi görünen sinema, tiyatronun katı duvarlarını yıkarak, gölge oyunundan karton figürler yerine fotoğrafın soyutladığı aktörü koyarak, bu sanatların enine boyuna derinliğine soyutlanma ve somutlanma sınırlarını başka bir sanat doğacak denli genişletmiştir. Tiyatro, eski Yunan’da bir tapmak gibiydi. Rönesans sonrasında eski Yunan tiyatrosunun fonksiyon alanı daraltılmış ve sosyal bir kurum olarak toplumun temel öğelerinden biri olmaktan çıkmış, sadece bir sanat olma niteliği içine itilmiştir. Sinema ise gelişerek bir sosyal kurum olmaya doğru gitmiştir. Hayatın içine girmiş ve hayatı içine almıştır. Eski Yunan tiyatrosunun katarsis görevini yüklenmiştir. Bu görev üstlenişi klasik müzik, tiyatro ve edebî sanatlarla birlikte ise de insanın günlük geri- limlerinin ruhsal katılaşma ve donmalarının yumuşatılması hatta erotik isterlerinin görüntüde sublimasyona uğratılması gibi özellikleriyle, başta gençlerin ruhsal oluşumunda büyük katkı sahibi olma niteliğini kazanmıştır. Gerçi Eski Yunan metafizik katarsisi söz konusu değildir, ama modern çağın psikanalitik katarsisi daha çok sinemayla sağlanır olmuştur.[88] Karakoç, sinemanın Batı ve dünya sanatında yeni bir etki duygusu doğurduğunu kabul etmekle birlikte, bu etkinin öbür sanatları yıkacak nitelikte ve güçte olmadığına ve olmayacağına inanmaktadır. Ne denli güçlü, sürekli ve şuuraltına yönelik bir etkisi olursa olsun, Batı ve dünya sanatım toptan bir metamorfoza uğratacak bir devrim radikalizmine kavuşamayacaktır. Sinemanın Batı uygarlığına en büyük yararı onun ömrünü biraz daha uzatma ve etkisini biraz daha yaygınlaştırma yönünde bulunmuş olmasıdır. Sanat olarak ise öbür sanatların yazgısını er veya geç paylaşacaktır. Sosyal kurum gücü zayıfladıkça o da sanatlar içinde bir sanat niteliğine bürünecektir.[89]
Batı Uygarlığında Edebiyat ve Metafizik
Karakoç, Modern Batı’ya özgü edebiyatın hümanizmle başlayıp, klasisizmle asıl dönemini idrak ettiğini belirtir. Antikiteye bakış bile ancak klasisizm döneminde bilinçli olarak yeni bir edebiyat doğurmanın ilham ve deney kaynağı olmuştur. Rönesans sonrası Batı’ya özgü estetiğin açıklık, kesinlik vb. ölçü ve sınırları, bu dönemde temellendirilmiştir. Kuralları tesbit eden edebiyat düşünürleri de bu dönem başında gözükürler. Masal, şiir, dram, deneme, kritik, poetika, söylev ve daha pek çok alanda önemli şahsiyetler yetişmiştir. Karakoç bu edebiyatı, akılla bağdaşan estetiğin, teknikle kaynaşan özün edebiyatı olarak nitelendirir. Artık belirmiştir ki, bu edebiyat ne İslâm edebiyatı kadar yüceye (transandantala), ne de antikite edebiyatı kadar metafizik plana yükselebilir.[90]
Karakoç Goethe’yi klasik edebiyata doruğu olarak kabul etmekte ve onun sonraki edebiyat ekollerine ipucu verdiğini öne sürmektedir. Goethe, metafizik planda Fausfla antikiteye, şiirindeki yüceye açılışla İslâm edebiyatına yalanlaşma gösterebilmiştir. Ancak ondan sonra Batı uygarlığı kendi özelliklerine kapanmış, Goethe tek başına yükselmiş bir dağ gibi kalmıştır.[91] Romantizm, klasisizmin göze çarpan nesnel yanma özneli koymuştur. Fakat hiçbir zaman antikite şairlerinde olduğu gibi şairin ve romancının sondajı, metafizik plana kadar inmemiş, İslâm şairlerindeki gibi Tanrı’ya yüceltici güç, onlarda görülmemiştir. Karakoç, onların insan psikolojisinde yatay açılımlar yaptığını düşünür. Hıristiyanlığa yakınlık duymuş olanları dahi bu yakınlığı bir metafizik problem, kişinin kendi öz problemi olarak değil, tarih ve toplumun insan duyarlığındaki yansıması olarak almışlardır.[92]
Karakoç, metafizikçi olarak nitelenen İngiliz şairlerini bile sadece bir metafiziğe özeniş içinde kabul eder, ve 20. yüzyılın büyük şairleri (Nerval, Baudelaire, Verlaine, Mallarme, Rim- baud» Valery, Rilke, Eliot, Pound, Lorca ve Sain-John Perse gibi) uygarlığın metafiziğe’ve transandantala ihtiyatla kapalı perdelerim bir hayli zorlamışlarsa da, içlerinden onu açıp öteye geçeni hemen hemen hiç olmamıştır.93
Rimbaud gerek yaşantısı, gerek “Cehennemde Bir Mevsim”, “îç Aydınlanışları”, “Sarhoş Gemi”siyle Batı edebiyatının hudutlarını zorlayan bir lirizme varabilmiştir. Pound, Doğu edebiyatlarına açılışıyla, Eliot ise âdeta uygarlığın şiir dairesini kapayıp başlangıç noktasındaki din ilgisine komşu olmaya çalışmasıyla, Rilke ve Valery soyutla antikiteyi yoklayıştan gelen bir yenidoğuş dirilişi ile Rimbaud’un yanında, kendi uygarlıklarım olanca gerilimle son ucuna ve öbür medeniyet edebiyatlarıyla boy ölçüşmeye zorlarlar. Fakat sonuç değişmez, ibrenin duracağı nokta ana düşey doğultudur. Karakoç, yeni Batı’nın edebiyattaki bu ana düşey doğrultusunu, belirgin ve egemen özünü klasisizmden alan edebiyat ideası olarak tespit etmektedir. Karakoç, son açılımları, medeniyetin son ucuna varıldığının belirtisi olduğunu düşünmektedir. Her bitişte bir metafiziğin olduğuna inanan Karakoç, bu açılımı, bir özdeğişim olarak ya da temelli bir gelişim gibi anlamaya imkân olmadığını ifade etmektedir.94
Karakoç, piyeste Oscar Wilde, Bernard Shaw, Camus, Arthur Miller, T. Williams, Beckett ve Brecht gibi yazarlarca insan psikolojisinin şuuraltı, irrasyonel ve absürde kadar didiklen- diği, mantık dışının da yoklandığını, modern bir görünüm altında tiyatro edebiyatının zenginleştirildiği, kimilerinin dini duygu ve uygarlığını işlediğini, politik lirizme kadar varıldığını ancak yine de klasik edebiyat ekseninin etrafında dönmekten öteye gidilemediğini, sadece eski Yunan tragedyasına bir öykünme olarak kalındığını düşünmektedir. Kimisi zamanı ve tarihi bir metafizik gibi ele almış» fakat ele alış tarzı ve bakış açısı ne olursa olsun, zaman metafizikçiligi veya insanlığın sonu uzmanlığı, kıyamet betimleyiciliği, insanın dünyadaki “sürgünlüğü, devlet ve politikadaki metafizik gerilim, bütün bu temalar temel olmaktan çok, insan psikolojisini ortaya koymak ve iyice belirtmekten öteye gitmeyen denemeler olmaktan başka bir şey değildir.95
Batı edebiyatının en önemli eksiğini metafizik yoksunluk olarak algılayan Karakoç’a göre, ne şiirde ne de piyeste eski Yunan’daki veya Hind, Çin ve İslâm’daki fizikötesine geçiş veya insanı insanüstüne yüceltiş atmosferi tam anlamıyla kurulabilmiştir. Asıl ülkü olarak, doğayı ve insanı evrenin sınırı gibi görmek, doğada ve insanda dolaşmak benimsenmiştir.96
Karakoç, romanı biraz daha farklı görür. Bu edebî tür insanlığa Rönesans sonrası Batı uygarlığının bir armağanıdır. Bu sebeple Batı’nın en büyük edebiyat açılımının romanda olduğunu ve kitleler üzerinde en etkili bir sanat vasıtasına romanda ulaşıldığını düşünmektedir.97
Tolstoy ve Dostoyevski gibi büyük romancılar eski Yunan tragedya yazarlarına yaklaşmışlardır. Harp ve Sulh yeni çağlar için bir İlyada ve Odise’dir; Karamazoflarda bir parça Oi- dipus; Anna Karenina’da Elektra denemesi vardır. Bütün bu bağlantı ilişkilerine rağmen Suç ve Ceza, Budala, Diriliş romanlarında da încil ruhunun yeni zamanlar içinde yeniden aranması söz konusudur. Karakoç, Dostoyevski’nin Ecinnilerini gelecek zamana dönük yeni bir duyarlık aşmasının arayışı olması bakımından önemli bulmaktadır.98
Karakoç, çağdaş romanda metafizik olanla, pozitif olan arasında bir denge kurmak maksadıyla Malraux’nun, metafiziğe ve insanın alın yazısını arayışına uzanışını önemli bir adım olarak görmektedir. Fakat Karakoç, Malraux’nun hemen karşısına “insan şartları’nı koymayı ihmal etmemekle, attığı cesaretli adımın bir kısmını geri aldığını düşünmektedir. O, bu dengeden çağdaş destana dönmeyi denemektedir. Çünkü devrimi bir destan süreci gibi algılamaktadır. Ama gerek sanat, gerek politika hayatı ilerledikçe bu coşkunun sönmeye yüz tuttuğu görülmektedir.”99
Camus ve Sartre da romanlarında insanlığın alınyazısına eğilirler. Bu, bir yandan antikiteye özeniş ve uzanış, bir yandan da Batı uygarlığının kapanışından birer haberdir. Camus, fi- zikötesini yadsıyarak absürditeye ulaşır. Karakoç’a göre ab- sürdite, akıl uygarlığında aklın tam sınırına varıp, susuşun itirafından başka bir şey değildir. Camus romanlarında çağın ve insanlığın üzerine çöken bir kabusu anlatmakta, bir bitişin panoramasının çizmektedir. Bu, bitişin aklı donduran kabusu vebasıdır. Veba, Batı uygarlığının ömür bitişindeki tarihsel ve toplu ölüm simgesidir.100
Karakoç, Kafka’nın da metafiziğin ulaşılmazlığı, Tanrı’nın varlığıyla birlikte erişilmezliği noktasından ileri gitmediğini belirtir. Bir bilinç-akışı ve psikanaliz ustası olarak Faulkner’de Karakoç, insanın sosyolojik, tarihî şartlarının bireyin psikolojisindeki trajik yansımalarının görüldüğünü tespit etmektedir Bir bakıma, onun romanında çağdaş insancıl duyarlık eklentisiyle antikiteye öykünüş fışkırmaktadır. Ancak bütün bunlar salt bir metafiziğin kurulmasına yeterli olmamıştır.
Karakoç, ne romanda ne de şiirde metafiziğin ve transandantalın yeniden kuruluşunun görülmediğini, belki uygarlığın sınıflarına varış ve bundan doğan bir bunaltı ve bulantı, hatta kimi yerde biyolojik gerçekliği mutlakın yerine koyma şokuyla özdeşleşen bir panik psikolojisi, trajikliğiyle metafiziği, lirikliği ve duyarlığıyla transandantalı anımsatan bir katastro- fik şiddet kanaması olduğu görüşündedir. 20. yüzyılın güçlü direnişine rağmen Batı edebiyatında iniş ve dönüş devrinin başladığını düşünmektedir.[101]
Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:390-404
Dipnotlar:
54.Gün Doğmadan, 333.
55.Ruhun Dirilişi, 77.
56.Ruhun Dirilişi, 80-81.
57.Turan Karata* Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, 435.
58.İslâmın Dirilişi, 36.
59.Edebiyat Yazıları I, 29.
60. Dirilişin Çevresinde, s. 85.
62.Çağ ve İlham III, s. 91.
63.Çağ ve İlham II, s. 116.
65.Islâmtn Dirilişi, s. 36.
66.İslâmtn Dirilişi, s. 35.
67 telâmın Dirilişi» s. 34.
68 telâmın Dirilişi» s. 35.
69 Edebiyat Yazıları II, s. 37.
70 Edebiyat Yazıları I, s. 36.
71.Edebiyat Yazıları I, s..22
72.Edebiyat Yazıları I, s. 13,14,15.
[73] Edebiyat Yazıları I, s. 23-24.
[74] Edebiyat Yazıları I, s. 14-15.
[75] Sütun, s. 233.
[76] Edebiyat Yazıları I, s. 22.
[77] Edebiyat Yazıları I, s. 12.
[78] Edebiyat Yazıları I, s. 11.
[79] Edebiyat Yazıları I, s. 10.
[80] Edebiyat Yazıları I, s. 12.
[81] Edebiyat Yazdan I, s. 9.
[82] Çağ ve tlham II, s. 116.
[83] Sütun, s. 444.
[84] Çağ ve İlham II, s. 9.
85] İnsanlığın Dirilişi, s. 108-110.
[86] İnsanlığın Dirilişi, s. 110.
[87] İnsanlığın Dirilişi, s. 108.
[88] İnsanlığın Dirilişi, s. 112-113.
[89] İnsanlığın Dirilişi, s. 114.
90] İnsanlığın Dirilişi, s. 99-100.
[91] İnsanlığın Dirilişi, s. 100.
[92] İnsanlığın Dirilişi, s. 101.
[93] İnsanlığın Dirilişi, s. 101.
[94] İnsanlığın Dirilişi, s. 102.
95] İnsanlığın Dirilişi, s. 103
[96] İnsanlığın Dirilişi, s. 103
[97] İnsanlığın Dirilişi, s. 104
[98] İnsanlığın Dirilişi, s. 105
[99] İnsanlığın Dirilişi, s. 105
[100] İnsanlığın Dirilişi, s. 106
[101] İnsanlığın Dirilişi, s. 107
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…