Samiha Ayverdi’nin Kitaplarından Alıntılar

QgVi1nd5Ap_large-222x300 Samiha Ayverdi'nin Kitaplarından Alıntılar

Çelebi’nin dudaklarından düşmeyen şu büyük sözü, çâresiz bir kabulle kendi kendime tekrarlıyorum: Emeline karşı ecelin gülüyor, tedbîrine karşı takdîrin gülüyor.

Yaşayan Ölü

————————————————————

Okuyorum, fakat ne anlıyorum; orasını pek bilmem. Okuduklarımı sen de dinle: “Cihanda her şey kendi yaratılışına münâsip olan bir şeyi cezbeder. Eğer karşına düşen kimsenin nasıl bir adam olduğunu bilmiyorsan, bak ki, o ne türlü kimseleri kendine dost, arkadaş kılmıştır. Zira her yavru, anasının ardınca gider ve ona tâbi olur, tâ ki bu hareketiyle, ceddine olan cinsiyeti zuhüra gelir. Bil ki nefsin teveccühü dünyâya ve kendi isteklerinedir. Halbuki bir şeyin kıblegâhı soysuz ise o şey dahi soysuz olmuş olur. Nefse, bu dünya meclisi lâyıktır, nitekim ölüye kefen ve kabir lâyıksa. Kabir ve kefen, ölünün cifeliğini örttüğü gibi, nefsin dahi cifeliğini dünya ile beden örter.

Yasayan Ölü

————————————————————

Ruhların ve mânâların birliği ve benzerliği kalıpların karşı karşıya gelmesine nasıl bağlı olabilir ki, aynı aşıyı yemiş bir gül ağacı, yedi günlük yolda da, yetmiş günlük yolda da aynı evsâfı hâizdir.

Yaşayan Ölü

————————————————————

Şüphe yok ki insanda olan güzellik, bütün güzelliklerin en mükemmeli, en sarih, en nükteli ve en mânâlısı olduğu için, onun da güzellere olan meyli, bütün güzelliklere olan meylinden üstündür..

Yaşayan Ölü

————————————————————

İnsan, kâh zulümdür, kâh fesattır, kâh ateştir kâh ise veba… Gene o insan hem hikmettir, hem salâhtır, hem kainat ve hem maksut.
Lakin sen, gözlerindeki illetten, birincileri görüyor, ikincilerin gafili bulunuyorsun.

Yaşayan Ölü

————————————————————

meğer insanın , yüzü gibi, içini de görmek için bir aynaya bakmasi lâzımmış.

Yaşayan Ölü

————————————————————

Handır bu gönlüm, yâ misâfirhâne…
Dert konuklar, derman konuklar, hayal konuklar, melal konuklar; mümkün konuklar, muhal konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.
Handır bu gönlüm, yıkık, dökük…
Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan… ”

Hancı

————————————————————

Bir mîras var içimde, ona vâris istiyorum.
Bilmiyorum ne var içimde? Sel gelir sel alır, yel gelir yel alır, el gelir el alır. Sağarlar açarlar, çalarlar, kaçarlar. Gene de dolar, gene de taşar.
Bir defîne var içimde, ona yağma istiyorum.

Hancı

——————————–

Hüzün kapımı çaldı… Vuruşundan tanıdım. Kim o, demeye kalmadan itip içeri girdi. Kızdım… Nedir bu destursuz geliş..? dedim. Kahkahalarla gülmeye başladı. Hakkı da var ya…Kendi çatısı altına izinle gireni de kim görmüş…??

Hancı

————————————————————

Seferim var, seferim var…
Dıştan içe seferim var.
Bir eyyam gideyim, cihandan göçeyim, candan geçeyim…
Seferim var, seferim var…
Yanıma yanaşma, derdime sataşma; sorma hâlimi, bilen bir Allah…
Seferim var, seferim var…
Bırak gideyim, gideyim, kendimi geçeyim; tâ yanı­na varınca, kapına ulaşınca…
Seferim var, seferim var…
Dur deme duramaz oldum; dünyâya sığamaz ol­dum. Yıldız yıldız atlayım, yeri göğü aşayım, sen önü­me düşeli, önü ardı olmayan, seferim var, seferim.

Hancı

————————————————————

Kime gideyim, kime gideyim, bir çift sözüm var kime ideyim?
Sen gidicek kimsesizim; bu dünyâda ben nideyim, ben nideyim, ben nideyim?
Kimim, kimsem?
Söyle bana, kime gideyim?
Ben nideyim, ben nideyim?
Derd-i d âğı m kime diyeyim?
Sensiz kalmış cihân içre, ömrü günü ben nideyim, ben nideyim, ben nideyim?
Ah ben nidem!

Hancı

————————————————————

Ne gelen umûrumda, ne giden umurumda…
Gelip gidici sen olmayalı beri ne gözlerim yolda, ne gözleri yolda olanlar umûrumda.
Kandil mi istedim, çerağ mı yak dedim?
Gecem­den günümden hayır kalmayalı beri, ne zaman umû­rumda, ne zamandan mekândan ümit tutanlar umû­rumda…

Hancı
————————————————————

Sordular, nasıl bir îmânın tâlibisin?

dediler. Hz. Muhammed: Yâ Ebû Bekir, bana bir melek göründü, sen Allah’ın resûlüsün dedi, deyince; tasdik ettim, sen Peygambersin, diyen Ebû Bekir’inki gibi îman isterim.

Resûlullah, peki ama sen benden hiçbir delil ve işâret görmeden sözümü nasıl kabul ettin?
deyince Bu yüz yalan söylemez!
diye Allah’ın resûlünü kabûl eden Ebû Bekir’inki gibi îman isterim.

Hancı
————————————————————

İsmini sorarlarsa söylemem. Sen de benimkini sakla. Bu dünyâya lâzım olan, nam nişan değildir, in­san oğlu, güneşe bir ad takmamış olsaydı da o gene seher vakti gerine gerine doğmakta, akşam vakti de kirpiklerinden yorgunluk akarak batmakta devam ede­cekti.
Varsın âlem halkı, bizim de kim olduğumuzu araş­tırmakta kalsın. Kalsın da, yalnız seyrânımızın gözcü­sü olsun. Hoş o meraklıların suallerini cevaplandır­mak istesem de, üstesinden gelemeyeceğimi biliyo­rum. Zîra şu anda seni kendimden ayırt edebiliyor muyum sanki?

Hancı

————————————————————

Gece dünyânın üstüne basılmış efsânevî bir mü­hür gibi, girift yazısını tabiata nakşetmiş. Sanki bir görünmez dudak da, bu zor hecelenir yazıyı sökmek için kendi kendine mırıldanıp duruyor.
Güneşe haber yolladım. Geciksin, doğmasın di­ye…
O da bana, müjdelerle yüklü bir haberci gibi ko­şarak ve gülümseyerek gelen rüzgârla cevap gönder­di. Ne fayda ki, tuzak olup av olmayan bir sevgili mi­sâli, çabuk kaçtı; ne dediğini anlayamadım.

Hancı
————————————————————

Şu etrâfın güzelliğine bak…
dedim. Gözüm sen­den gayriyi görmüyor, dedi.
Hele şu yürek ezici kaval sesini dinle…
dedim.
Kulaklarıma senin kelâmından gayrisi haramdır…
dedi.
Ya şu, havaya asılmış güzel kokuları içine çek­mez misin?
dedim.
Senin, canımı tutmuş kokun, cihânın ıtrini bastır­mış, duyamıyorum ki…
dedi.
Bir türkü söyle de dinleyeyim öyleyse, dedim.
Senin methinden gayrisine dudaklarım bağlı oldu­ğunu daha öğrenmedin mi?
der gibi sitemlerin en acı­sıyla yüzüme bakıp başını yana çevirdi…

Hancı

————————————————————

Nişangâhım, ben nişangâh…
Gelen vurur, geçen vurur; nâdan vurur, dânâ vurur; yâr vurur, ağyar vu­rur. Neme lâzım, vuran vursun…

Hancı
————————————————————

Gel, bir zamanlar geldiğin gibi, gene gel…

Kar­şımda bütün dehşetinle savrul. Şiirden es, besteden es, renkten es, kokudan es, suretten es, sîretten es, hikmetten es, irfandan es, safâdan es, cefâdan es, îmandan es, inkârdan es, zevkten es, vecdden es, sars, savur, yerden yere vur, ey gönül fırtınası!

Baht mısın, tâlih misin?
Kâr mısın, zarar mısın?
Çile misin, safâ mısın?
Nîmet misin, mihnet misin?
Av mısın, tuzak mısın?
Şirk misin, îman mısın?
Çarp, yık…
sür götür, ey gönüller fırtınası

Hancı

————————————————————

Akşam oldu. Yüreğim, varını yoğunu müsrifçe harcayan bir bahar kadar gamsız, seni bekliyor.

Nerde kaldın?

Nerdesin, ey gönüller fırtınası?

Yaz meltemleriyle tatlı tatlı çırpınan bir perde gibi, yüreğimin açık duran penceresinde, halecan ve ümit­le kabarıp taşarak seni bekliyorum. Nerde kaldın, ner­desin?

Es!

Hancı


Acep ben, ezel denizinde kâh kabaran kâh yatı­şan bir dalga mıyım ki, asırdan aşıra yuvarlana yuvarlana bugüne geldim. Bugünden de yarına doğru geçip gitmekteyim?

Yolun neresindeyim, demiyorum. Başlamamış ve bitmeyecek olan bir yolun her noktası bir baş ve son değil de nedir?

Hancı

—————————————-

Bir an oldu gene de gittin. Amma o zaman, bu zaman, hayâlin bende rehindir. Sen gelinceye kadar, yemîn ettim bırakmam.
Kande isen tez gel…
gel de hayâline izin verip, seni onun yerine oturtayım. Oturtayım da gene başı­ma geleceklere râzı, sen söyle ben dinleyeyim.
Söyle fermanlım, söyle…

Hancı

————————————————

Kapını aç, kapını aç.. Sana geldim, kapını aç…
Bu dünyâdan o dünyâdan, aldım boyum ölçüsü­nü…
Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum…
Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç…
Yoldaşım var, çift kişiyim, günah benden hiç ay­rılmaz…
Tek değilsem n’olur sanki?
Yer gök sığmış o kapı­ya…
Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç…

Hancı

——————————————————

Ne mutlu sana ki Kadir Gecesi dünyâya gelmişsin, diyorlar.

Onlara nasıl söyleyebilirim ki, seni ilk gördüğüm gün benim için Kadir Gecesi olduğunu…

Evet, o gün bu gün, seninle geçen her günüm, her saat Kadir nurları ile ışıklıdır. Bunu da bilen bilir, ama bilen de âşikâr etmez, sâdece yaşar vesse

Hancı

———————————————-

Kimsin? diye sordular.

Bu dünyâda işi bitenim! dedim.

Öyle de neden sefere çıkmazsın? dediler.

İşi bitmemiş olanlara yoldaşlık etmem murattır, dedim.

Senin için mürit diyenler de, murat diyenler de var, hangisisin sen? dediler.

İşte buna gülesim geldi Yesriblim! Kâh müridin, kâh murâdın olduğumu onlara söyler miyim hiç?

Hancı

————————————————-

Ne gelen umûrumda, ne giden umûrumda… Gelip gidici sen olmayalı beri ne gözlerim yolda, ne gözleri yolda olanlar umûrumda.

Hancı

————————————————————-

Handır bu gönlüm, ya misafirhane…

Dert konuklar, derman konuklar, hayal konuklar, melal konuklar; mümkün konuklar, muhal konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.

Handır bu gönlüm, yıkık, dökük.

Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, cahil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan..

Hancı

——————————————————————–

Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum
Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç.
Yoldaşım var, çift kişiyim, günah benden hiç ayrılmaz
Tek değilsem n’olur sanki? Yer gök sığmış o kapıya
Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç

Hancı

—————————————————–

“güzelliği isteyen ve anlayanda, mutlaka güzelliğe istîdat vardır.

————————————————

Zîra insan,ancak cinsine,kendine benzeyene meclûp olup gönül bağlar ve kendi müşterek mânâsını bulduğu değerlerin hayrânı ve enîsi olur.”

Dost

——————————————————-

Hayâtın mânâsı budur… Hicranla karışık vuslat, heyecanla karışık sükûnet, gizlilikle karışık âşikârlık.

Dost

——————————————————————–

Gene çocukluğumdan bu yana, hâfızamdan çıkmayan bir ses de, büyükannem yaşındaki
hanımların, birbirlerini tanımadıkları hâlde, sokakta: “Selâmünaleyküm!” diye selamlaşarak yollarına devâm etmeleri idi.

Ne İdik Ne Olduk

————————————————————

Artık evlerin saçak altında ‘Yâ Hâfız’ levhaları yok. Odalarının duvarlarında ise, Kur’an-ı
Kerim’lere, cüz keselerine, Hilye-i Şeriflere ve sedirlerin üstünde ise rahlelere, sevâhiden minderlere, sırma ve ipek işlemeli yağlıklara pek rastlanmıyor.

Ne İdik Ne Olduk

————————————————————

Insan dediğimiz zavallı mahluk nedir? Şuradan buradan gelen zıt cereyanlarm mecrası… Fakat o, ne bu cereyanları intihâba ne de onların hücümunu defe muktedir. Insanı evirip çeviren bir mânâsı var. Hâşim, elini masaya uzatarak bir biblo aldı ve kâh sönen kâh alevlenen bir ateş kararsızlığı ile devam etti:

Şu bibloyu almak için elim, yâni varlığımın gözle görülen kısmı, gene varlığımın gözle görülmeyen kısmından bir emir aldı. Elim görülüyor, fakat ona bu kumandayı veren kuvvet görülmüyor; fakat inkâr da edilmiyor. Halbuki bir kuvvet var ki, o yalnız benim içimdeki kuvvete değil, bütün kâinata kumanda ediyor.

Gözle görülen, görülmeyen her şeyi hareket ve süküna getiren; gözle görülmeyen kendi mânâsı. Fakat biz insanlar bu mânâyı bir köprü gibi kullanarak niçin mânânın mânâsını aramıyoruz? Belki Siret gibi bomboş olanlar az çok mâzurl. Fakat biz, üstümüze çöken bu korkunç gaflete nasıl tahammül ediyoruz? Hayır Seniha ben artık…

Son Menzil

————————————————————

Biz insanlar gurur ve azametten(büyüklenmeden) gelen süflî(bayağı) hislerle değil, insanlıktan gelen büyük, derin hislerden heyecan duymalıyız. Yazık ki olamıyoruz işte, esefîm buna. Hâdiselerin esîri ol, gül, ağla… Düşünmek, yâni insanlığa ne kalıyor?

-Düşünmek insanlık mıdır?

-Elbette… Haz ve elem hayvanlarda da vardır; fakat onlar düşünemezler, araştıramazlar. Insanlığın ölçüsü düşünmektir. Düşünmek ve dâima öğrendiğinin üstünde bir bilgi ve varlık olduğunu aramak. İşte şuurun iki şâhidi!

Son Menzil

————————————————————

Tilkinin hîlesinden, çakalın kan dökücülüğünden, kedinin nankörlüğünden kurtulmamış kimseye acınmaz mı? Kibrinin, kîninin, tamaının(aç gözlülük), hasedinin, hırsının, şehvetinin, gazabının kulu olan kimseye, kendinin efendisi denebilir mi? Mâdemki insan, ayağını bağlayan bu bentleri koparmamıştır, şu halde hür de değildir. Halbuki bizi yaratan Allah, fâil-i muhtardır; insanların da muhtar(hür) olmalarını ister. İnsanda Hakk’ın sıfatlarından birer nişane vardır;ilahi iradenin örneği de, bizde cüz’î irâde ile belirir.

İşte bu cüz’î irâde ile varlığımız sürüsünün çobanı olup ruhumuzu istiklâle yetirmemiz gerektir. Ancak o zaman “Kul bana, benim râzı olduğum şeyleri yapmakla yaklaşınca onu severim; sevdim mi, tuttuğu el, gördüğü göz, işittiği kulak ben olurum” sözünün mânâsı âşikâr olur; ki hilkatin rumuzu(işareti) ve hikmetlerin esrar ve muammâsı bu sözlerdedir. İşte bu neticeye yeten kimse, her mahlukun üstündedir. Yoksa hayvanlık îcaplarının esîri olanlar, hayvandan da aşağı kalmış olurlar.»

Son Menzil

————————————————————

Ne acı şeydir, kendine, kendinden yakın olandan uzak kalmak! Biz, kendimize yaklaşmak ve bulmak için dünyâya geldik. Aradığımız, bizden uzak değil ki… Halbuki onu kimimiz servette, kimimiz şöhrette, kimimiz şehvette zannetmişiz. Eğer kendimizdeki varlıkları bulsaydık, dışardan gelecek kıymetlere ihtiyâcımız kalmazdı ve o zaman, müstağni olduğumuz bu varlıklar kendi kendine bize gelirdi.

Insan, nasıl acınmaya lâyık olmaz ki, kadrinin büyüklüğünü bilmez de, emri altında olması lâzım gelen meyillerin, arzuların emrine girer ve onlara tapar. Halbuki kâinatta hiçbir şey yoktur ki o insanda olmasın…

Son Menzil

————————————————————

Göz yaşlarında bile sevinçli zamanların zevkini taşıyan Boğaz’dan hiç bıkılır mı? Her bir dalgacığında bir sevdâ nağmesi gizli olan denizinin, her otunda bir çiçeğin dili ile konuşan dağlarının ne içten, ne sıcak bir âşinâlığı vardır! Onda, ne baş üstünde gezdiği devirlerden kalma bir gururun izi ne de düşkün ve yoksul günlerinin ıztırâbı görülür; zîra hâdiselerin mihnet ve horluklarına, iltifat ve alkışları kadar bîgâne kalabilmiş, müsbet olsun menfi olsun her şey, bu sudan ibâret çehre üstünde iz bırakmadan akıp gitmiştir.

Son Menzil

————————————————————

Hilkat(yaratılış), cehâleti ve ahmaklığı o kadar gönül alıcı süsler ve zevklerle bezemiştir ki, insanlar, bu ziynetli varlıklara gösterdikleri düşkünlükle dünyâyı dünya yaparlar.

Bu itibarla ben de kuşu bırakıp gölgesinin peşinden koşan bir Hâşim’in arkasından yıllarca koştum. “0 gölgedir, kuşu görmek için başını göklere kaldır,” dedim. Bana, ukalâ dedi, inanmadı. Kâh sustum kâh söyledim. Sustuğum zaman, söyle, diye yalvardı. Söylediğim zaman susturmak için tepinip bağırdı. Ne olsa ihtiyarladım, yoruldum artık.

Son Menzil

————————————————————

Ağaçların gizli damarlarındaki kurdu bir ağaç kakana, yerin altındaki karıncayı upuzun dilli bir hayvana, serçeyi atmacaya, kuzuyu kurda, insanları da gene insanlara musallat eden kuvvet, yalnız yıkıcı yalnız tahripkâr, haşin ve abus(somurtkan) olarak tezâhür etmez.

Çoğalan, üreyen, tâmir ve ıslâh eden hamlelerle yaratılışta dâimî bir muvâzene(denge) temin eder. Dünya gibi güzel bir meydan nerede? Ben bu güzellik demetinden bir çiçeği bile çıkarıp atmam. Ressam Hâşim de bu cihan demetinin bir çiçeğidir; dikenli ve kokusuz olsa bile!

Dünya, ıztırâbı, velvelesi , kederi, zevki, sevinci ve kahkahasıyla bir küldür. Eğer bütünü ile insanlık âlemi çok derin çok yüksek bir görüşe sâhip olsaydı,dünyanın manası kalmazdı.

Son Menzil

————————————————————

Belki de haklısın, ne olurdu insanlara gerçekleri telkin etmek için bir söz, tek kelime kâfi gelseydi. Halbuki bildiğimizi bildirmek, gördüğümüzü göstermek, inandığımızı anlatmak için ter döküyor, uğraşıyor, yoruluyoruz, gene de çok defa hakîkatin çehresini meydana çıkaramıyoruz.

Bahâeddin’in kısa ve kalın vücüdu sert ve kat’î bir hareketle Aziz’e döndü: Ne dedin, ne dedin delikanlı? Sen küpe girmeden sirke olmak istiyorsun. Bu söylediklerin bir genç için hastalık sayılacak ruhî bir bezginlik, daha doğrusu bir nevi hodbinlik!(bencillik)

İnceleyin:  Samiha Ayverdi - İnsan ve Şeytan -Alıntılar

Son Menzil

————————————————————

-“Hiç şüphe etme ki her ziyânın altında ne kadar menfaatler vardır; her zahmetin sonunda ne kadar ferahlıklar gîzlidir. Bu böyle olduğu gibi, ölüm ve yokluk dahi hayat ve bekâya bitişiktir. Çünkü zıt zıddıyla meydana çıkar. Fakat sana bunları göstermeyen perde, dünya çamuruna bulaşmış olan aklındır; eğer o karanlık aklı bırakıp aşk hudutsuzluğuna varırsan, o sana gizlilik dünyâsının rehberi olur ve meçhuller, bir bir karşına gelip örtülerini yırtar. O zaman söylenen, söyleyen ve söyletenin de aynı şey olduğu meydana çıkar. İşte gene o zaman, Allah’ı başka, kâinâtı başka bilenlerden olmazsın!

Son Menzil

————————————————————

O ki, şöhreti en ücrâ köşelere yayılmış bir ressamdı. O ki şerefli bir mevkiin hâsıl etmiş olduğu sıkı bir tâzim çemberi içinde yaşamaya alışmış bir adamdı. Farzımuhal bu zevklerini ve bağlandığı bütün kıymetleri terketse, bunların yerini ne ile dolduracaktı?

Bu düşüncesine Okçu’nun sert ve kalın sesinin verdiği mûtat(alışılmış) cevâbı gene duyar gibi oldu “Aşk, kemal haddine varan bir ruhun en yüksek hazzıdır; o, her kaybı telâfi eder, her eksileni ikmal eder. Her şeyi bir eder, ağyârı(düşmanı) yâr eder.”

Son Menzil

————————————————————

Fakat, onun ruhuna hesapsız kazanca mâlolan seyranları inkâr olur muydu? İnsanın düşünce ve hayal kuvveti bile istediği zaman ileri geri uzayabiliyor, bir anda kıt’adan kıt’aya atlıyor, ne girip çıkmadığı kâşâne(büyük,süslü köşk) ne gezip dolaşmadığı vîrâne kalıyordu. Ne kapıları tutan sırma elbiseli bekçilere gözükme tehlikesi, ne kol gezen devriyelere yakalanma kaygusu gözetiyordu.

Hangi hududu geçse hiçbir sorgunun çengeli yakasına takılmadan, hangi ülkede yaşasa örf ve nizâma tâbi tutulmadan bir anda Bağdat’tan Çin’e, Türkeli’nden Rum diyârına geçip gidiyordu. Mâdemki hayal ve tefekkürün bile kolunu bükecek kuvvet yoktu, şu halde süfli(âdî) ve dünyevî kayıtlardan âzat(hür) ve salim(korku,endişeden uzak)olan ruh latîfesinin kim önüne durabilir ve onun akıl almaz seyranlarına kim mâni olabilirdi?

Son Menzil

————————————————————

Fettah Efendi: “Ben, câhil bir eskiciyim, ama kulağımda, Efendimin sözlerinden kalma, hazineler değer hikmetleri unutmuş değilim. O: “Tahammül mülkünün eri olmak isteyenlerin, sabır küpünü taşırmak yolunda gayret edenlere dikkatli davranması gerekir, Onun için her asırda onlar hâkim, biz mahküm oluruz. Tek çâre nedir, derseniz, yokluğa sarılmaktır, Ama dikkat edin ki, yokluk iddialarınızda, o insi varlıklar gizli olmasın…” derdi.

Mahallenin Fettah Amcası, onun içindir ki, bakkalın acı sözlerine, ağuları bal gibi yutmak gerek demiş ve bir huzurun cennetinde yaşamanın zevki ile cümle çevresine örnek olmaktan sonuna kadar vaz geçmemiştir.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Hatâsını idrak ederek telâfisi yolunu açanlar olursa, onu ukalâlık ve işgüzarlık ile suçlamadan,yanlışından dönmenin ne kadar tebcile(ululama,saygı gösterme) değdiğini kabul etmemek olur mu?

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Her söylenen dinlenmez, her dinlenen yazılmaz…

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Yalnız insan oğluna yakışan vasıflar yiğitlikten mi ibâretti?

Tevhit ağacını aşkı ile sulayan âdem oğluna meyve ve mahsul ikram edenler, yalnız kılıç erleri mi idi? Ya Muhiddin-i Arabiler, Râbia Adeviye’ler, Yünus’lar, Mevlânâ’lar, kahraman sayılmaz mıydı? Dalâlet karanlıklarını delerek, beşeriyeti aydınlığa kavuşturanlar nasıl olur da kahraman sayılmazlar?

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

İslâm ruhu, Türk’ün her zerresinde buyruk yürüten öyle bir kudrete sâhiptir ki, bunu bünyenin ne siyâsi, ne içtimâi, ne de vicdâni çevresinden koparıp atmak imkânı vardır. Kültürde, maârifte, sanat ve teknikte olduğu kadar, çocuğunu emziren, yemeğini pişiren, evini silip süpüren kadının bütün tutum ve davranışında dahi, kanın damarlarında akışı gibi günlük hayâtında bile söz sâhibi olduğunu görmek mümkündür. Hülâsa Türk insanı, kadın ya da erkek, hep imânın kumanda ettiği bir hayâtı sürüp yaşar.

Müslüman Türk cemiyetinde, sevgi ile sarmaş dolaş olan saygının yerini tutacak bir şey düşünülemez.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Osmanlı bütün hayâtı boyunca öğrendiklerini bir laboratuvar çalışması gibi yaşayışının her bölümünde tatbik etmek süretiyle ahlâkın, nizâmın, celâdetin sözcüsü ve öncüsü olmuş bulunuyordu.

Arada mevzii(bir yere ait) aksaklıklar olmuş bulunsa da pek yadırganamaz. Zira beşer ne derece mükemmel olsa da, arada suça meyletmek, tabiatının bir cilvesi olduğundan, zaman zaman baş kaldırmaktan da geri kalmaz. Mühim olan, kütlenin topyekün sâhip bulunduğu iffet ve nezâhetidir ki, bunu inkâr etmek hiç de işe yarayacak bir çâre değildir.

Türk’ün, en eski devirlerinden gelmiş ve Osmanlı’da kemâlini bulmuş cibilli(doğuştan) meziyet ve faziletlerini tahrif etmek için ne kadar gayret gösterilmek istense, bu kimsenin ne haddi ne de hakkıdır. Zira buna, değil batı haçlı inadının, târihin dahi gücü yetmez.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Şu bir gerçek ki Türk insanı, yüzyıllarca hep, Allah saygısını bir şaşmaz ölçü olarak hayâtının her safhasında tatbik ederken, birden gevşetilen daha doğrusu, itilip tekmelenen, mânevi bir terbiye ve anlayıştan mahrum edilen cemiyet içinde egosundan başka kuvvet tanımamak gibi rühi bir sefâlete düşmüştür.

Bu yüzden ondan sapıklık ve şahsi çıkarlarına dört elle sarılmak gibi davranışlar beklemek pek yadırganamaz. Böylece kendisini iman adamı olarak görmek hatâsına düşen ve kendisini öyle takdim edip etrâfını aldatan sahtelerin ortaya çıkmış olması nasıl inkâr edilebilir?

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

İnsan oğlunun, ahlâk-ı Muhammedi ile terbiye edilmedikçe ıslâhı ve âdil bir nizâmı gerçekleştirmesi mümkün olamaz.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Fakir düşmüş bir millet eski elbiseye rağbet etse belki hoş görülür. Fakat muhteşem bir târihten artakalmış Türk oğlunun, iman ve kültür zaafı içinde yalpalayıp yabancı değerler ithâli ne affedilir, ne hoş görülür. Zira elbise, çamaşır eskir, lâkin toplumun bağrına yerleşen bir an’aneyi söküp çıkarmak hemen hemen mümkün değildir. Şu halde milli-mânevi bir kültürün nöbet tutacağı geçit vermez bir gümrük duvarına toslayıp geri döndürmek tek çâre olsa gerek.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Şuna inanıyorum ki Türkiye’de bütün keşmekeşlerin, sıkıntı, ahlâksızlık ve seviyesizliklerin kaynağı, bir milli-mânevi maârif politikamızın olmayışındandır.

Düşünmeli ki, Cumhüriyet’ten bu yana, memleketimizin çeşitli müesseselerinde tahakkuk! ettirilen inkılâplara rağmen maârif hayâtı yüz üstü bırakılmış, hattâ başta dili, târihi ve iftiharları, enkaz hâline getirilmiş, bu arada yetişen kaç neslin beli bükülmüş, kaç nesil vatan sevgisinden, dil, din ve târih şuürundan, milli ve beşeri felsefeden, geçmişin iftiharlarından mahrum olarak, günlük hayat sahnesine atılmıştır. Böylece de, Türk evlâdı, devlet adamı, mühendis, avukat, hekim, iktisatçı ve sanâyici sıfatları ile, kundaklanmış bir dil, har vurulup harman savrulmuş bir
kültür yıkımının verdiği pervâsızlık içinde, bol keseden harcadıkları kendi kültürleri ile birlikte milli ahlâkı da yerle bir etmek yoluna gitmiştir.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Kaşı gözü, eli ayağı ile mücessem(gözle görülür) ve müşahhas(somut) bir varlık olan insanın merhamet, şefkat, sevgi, saygı ve İman gibi gözle görülmeyen fakat inkâr da edilemeyen bir derüni ve hissi bünyesi de vardır ki maddesi ile imtizaç(uyuşma) hâlinde bulunan bu iç kuvvetlerini dış yapısından ayırmak hatâsı işlendiğinde, cemiyetlerin ve kütlelerin o iki kuvvet arasındaki ayrılığı yüzünden, içtimâi bir muvâzenesizlik ve iflâsa gitmemesi nasıl beklenebilir? *

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Sevgiyi, saygı ve terbiye zırhı içinde sağlama almak gibi, güzelliği taçlandırıp mânâ ve câzibe verenin zarâfetle terbiye olduğu nasıl inkâr olunabilir?

Bir zamanlar sazlı sözlü mesirelerin başında Buyuk Çamlıca setlerinin bulunduğunu artık pek bilen kalmış sayılmaz. Bu setlerden ileriye doğru bakıldığında, arâzi sanki çökmüş, derinlere saklanmış gibidir. Daha da ileride karşımıza çıkan İstanbul panoraması ise, hasret çeken, nemli ve buğulu gözler gibi hafif bir sis örtüsü altında, yarı gizli, yarı âşikâr, kendisini seyredenleri sanki gülücüklerle çağırır. Öyle ya yeryüzünde ikinci bir İstanbul var mıdır ki kendisine hayran olanlara tebessüm ederek hem dâvet eylemek, hem de naz eylemekten vazgeçebilsin?

Üç Günlük Dünya İçin

———————————————————–

Süleymâniye’nin ne dili var ne de ağzı… Ammâ sesini, yalnız biz Türkler değil, cihan âlem işitmekte bulunuyor.

*

Süleymâniye, denize gönül vererek aklı orada kalmış bir levent gibi, kendisine Boğaziçi’nden bakanlara masallar, efsâneler anlatmaktan hiç mi hiç bıkıp usanmamıştır.

İşte bu dilsiz şehnâme,uzun asırların yayığı içinde döğüle döğüle şekil, suret ve kemal bulurken, ona kendi canından can katan nicelerini de görmezlikten gelmek, ne akla ne de insâfa sığar.

Üç Günlük Dünya İçin

————————————————————

Cenâb-ı Hakk’ın: Ben emâneti yere göğe vermek istedim, kabul etmediler. Onu ancak insan kabul etti? dediği gibi, emânet denen o aşk yükünün ağırlığının sâdece insan gönlüne sığmasıyle bir vecd3 ve aşk mahsülü olan Tekbir de, aşka tâlip olan bir mahâle sığmıştır.

***

Aynı topraklar üstünde dünyâya: “Biz bir sanat ve iman mücizesiyiz. Bizi bu anlayışla görmeyenler bizden değildir!” diye bağırmakta bulunuyor ve ne yazık ki bakıyor ve görmeden geçip gidiyoruz!

Osmanlı cihan devletinin benzeri olmayan, yere göğe sığmayan Tekbir’i, imparatorluğun bu muazzam âbidesi, Serdab Sofası denen o küçücük sofaya nasıl sığabilmiştir, diyemeyiz. Zifa kâinâtın rühu olan aşk ve vecd, dağa taşa sığmazsa da vecd ve aşka makar olan mahal, ister adı gönül ya da sofa olsun, işte dünyâlara sığmayan o vecd ve aşk, oraya sığar. Hem de ardından dünyâlara taşarak…

Üç Günlük Dünya İçin


Aslına bakılacak olursa bugünkü hayâtımız dünün tortusu, bugün de yarının bereketi ve sermâyesidir. Öyle ki, hal, istikbâlin mimârı olduğuna göre, insan oğluna düşen, zamânını har vurup harman savurmak olmayıp yaşayacağı ânı, yaşadığı an içinde inşâ ve ihyâ edecek hasletlerde konuklamak süretiyle değerlendirmeyi bir yaradılış borcu bilmektir.

O da Bana Kalsın

——————————————————-

Maamâfih ruhun giyimli olması, yalnız şekilde kalmış bir ibâdet ile de temin edilemez. Kin, kibir, yalan, riyâ, hile, kalp kırmak, ara bozmak gibi nefsin yedi başlı ejderi içimizde yaşar ve rühumuzu çırıl çıplak bırakırsa, istediğimiz kadar carlara, ferâcelere, çarşaflara sarılalım ne fayda?

O da Bana Kalsın
————————————————————

Gelelim giyim kuşam meselelerine: Bir kere şunu bilmek yerinde olur ki, bir kadının iffeti her şeyden evvel kendisi için mukaddestir. Kocası ve evlâtları arkadan gelir. Şu halde, bu iffeti, bu şerefi ve nâmüsu kadın kendi için korumak zorundadır. Kendi nâmüsunu koruyamayan veya korumak istemeyen kadını, hiç kimse muhâfaza ve müdâfaa edemez. Zira fâhişelik, yalnız vücüdunu yabancılara teslim etmekle olmaz, gözle, kaşla da fâhişelik yapılabilir. Hattâ bu, kalben de mümkündür. Bu vaziyete göre, hâriçten gelecek müdâhale ve baskının ne kıymeti kalır?

O da Bana Kalsın

————————————————————

— Feminizm anlayışına karşıyım. Kadın-erkek eşitliği adına yapılan bu kavganın kadınlara bir şey kazandıracağına inanmıyorum. Türk kadını dün mesuttu. Bugün de öyle mi, siz düşünün.

Seviyeli, disipline sâhip medeni cemiyetlerde bir kadın-erkek meselesi zâten düşünülemez. Düşünmeye zorlayan zümreler ise, Allâh’ın kendilerine vermiş olduğu biyolojik ve psikolojik vazife çerçevesinin dışına tırmanmaya uğraşan basit kalabalıklardır. Erkek erkekliğinin, kadın da kadınlığının mes’üliyetlerini idrak ve tatbik ettiği ölçüde, dâvâ kendiliğinden düşmüş olur.

Hz. Mevlânâ: “Câhil kimse kadına gâliptir. Akıl ehli ise kadına mağlüptur. Nasıl ki su, ateşe gâlip ise de, bir kap içine koyarak ocağa oturtursan, işte o zaman, ateşin suya gâlip olduğunu, onu kaynatmasından anlarsın,” buyurur ve gene devam ederek: Kadın lık ne ulvi ne büyük bir vazifeyi hâizdir. Sanki mahlük değil hâlıktır!!” Allah ona, yaratıclık hüviyeti bahşetmiş ve Cenâbıhak da Kur’ân-ı Kerim’de kadını erkekten ayırmamış, “müminin-müminât, müslimin-müslimât, hâfizin-hâfizât, zâkirün-zâkirât” diye âyetlerde berâber zikretmiştir.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Ailenin, kıvâmını muhâfaza ettiği asırlarda, memleketimizi ziyâret etmiş, yabancı seyyahların, Türklerin dunya görüşleri, ahlâk ve insanlık anlayışları üstünde birleştikleri noktalardan biri de, ana ve babaların çocuklarını, sıkıcı nasihatler vererek değil, kendi yaşayışlarından, hallerinden ve tutumlarından örnekler vermek süretiyle terbiye ettikleri merkezindeydi. Ne yazık ki, artık bu çeşit terbiye metodlarına rastlamak müşkül.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Ama kadının ismetli olması ve çocuklarına sahip çıkması kâfi görülmüyor. Halbuki dünyâda Allah kadınla erkeğe ayrı vazife vermiştir. Yarışmaya lüzum yok ki… O kendı sâhasının insanı olsun öbürü kendi sahasının… Fizik yapısı, ruh yapısı ayrı.Kadın daha zarif, nazik ve duygulu yaratılmıştır. Yarışmaya lüzum yoktur. Yarışmak fıtrata karşı gelmektir. Şahsen, kadının iyi bir anne olmasını iyi bir memur olmasına tercih ederim. Annesiz çocuk şefkatsiz büyüyor. Sıhhatsiz oluyor. Haşin oluyor.

O da Bana Kalsın

————————————————————

İsnatların aksine eski evlilik müessesesi sağlam temellere dayanırdı. Nikâh kadının bir nevi hayat sigortası demekti. Şöyle ki, evlenecek kızın mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel adları altında kocası tarafından karşılanacak iki türlü teminâtı vardı.

Birincisi, halk arasında ağırlık denen mihr-i muaccel ki, nikâhtan evvel kızın âilesine teslim edilir;ikincisi ise boşanma hâlinde erkekten, ölüm hâlinde erkeğin vârislerinden alınmak süretiyle bir nevi geçim karşılığı olurdu. Böylelikle kadının her ihtimâle karşı geçim darlığıyla güç durumda kalması baştan önlenmiş olurdu. İstıklâli teminat altına alınmış olurdu. Halbukı hırıstıyanlıkta böyle değildir. Kadın erkeğe para verir. Drahoma verir. Anadolukavağı’nda böyle mihr-i muaccelle yapılmış bir çeşme vardır. Cevriye isminde bir hanım mihr-i muacceli ile bir çeşme yaptırmış hâlâ durur.

Evlilikte böyle olduğu gibi boşamanın da çok ağır şartları vardı. Size misal vereyim. Merkez Efendi mezarlığında bir mezar vardır. Taşta adamın, “karısının dedikodusuna dayanamayıp öldüğü” yazılıdır. Eğer boşamak kolay olsaydı. Bir ömür boyu bu eziyete katlanır mıydı?.. Onun için kadın esir değildi, emirdi…

O da Bana Kalsın

————————————————————

Ya siyonizmin ileri karakolu olan mason localarının ve onlara bağlı bir iktisâdi zümre saltanatının temsilcileri olan liyons klüplerinin, çocuklarımızı daha ilkokul çağından evvel elde ettilerine neden reaksiyon göstermiyoruz?

Bir yandan onlar tarafından kemiriliyor, bir yandan da biribirimizi kemiriyoruz.

Bu mu Türklüğün şanı?

Bu mu Islâmın gâyesi?

O da Bana Kalsın
————————————————————

Ülkemizin geleceğini ancak Cenâbıhak bilir. Allâh’a ve kula karşı vazife ve mes’üliyet duygusunun mukaddes heyecânı ile herhangi şahsi bir kaygı ve menfaat peşine takılmadan gerçekleri gören bir cemiyet hâline gelebilirsek, önümüzdeki hâilleri! yıkmak hiç de güç olmaz!

Islâm coğrafyasını kaplayan müslüman milletler içinde de, aynı şuurlu hamlecilikle silkinip esâret bağlarını koparmak, efendiliğe kavuşmanın müjdesi demektir. Yeis ve fütur, iman sâhiplerine yakışmaz. Onun için, Islâm dünyâsını bir bâsübâdelmevtin beklediğini düşünmek abes değildir sanırım.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Bu bölümde yayınladığımız edebiyatçılarımızla konuşmaları hazırlayan Perihan Tok, Sâmiha Ayverdi’yle konuşmasını şöyle yazdı:

Sâmiha Ayverdi ile yapabildiğimiz telefon görüşmesi şöyle oldu:

— Sâmiha Hanım, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, yuvarlak yaşlarına gelmiş yazarlarımızla röportajlar yapıyoruz. Siz de yetmişinci yaşınıza varmışsınız bu yıl.

— Kim çıkarıyor?

— Aziz Nesin.

-Ben solcu dergilere yazı yazmam.

-Biz solcu-sağcı ayrımı yapmadık. Bütün yazarlamızı bu ülkenin yazarı olarak düşünüyoruz.

Ben solcuları bu memleketin yazarı saymıyom.

Öyle mi? O halde teşekkürler. Rahatsız ettik

-Ben de teşekkür ederim.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Ana, âilenin kaptan köprüsünde gözünü pusuladan ayırmayan idâreci olmak zorundadır. Çocuklarının fikri gelişme ve rühi terbiyesine karşı dikkat kesilmek, onun en mukaddes vazifesidir.

İnceleyin:  Mustafa Sıbai - Hayat Bana Böyle Öğretti.-Alıntılar

O da Bana Kalsın
————————————————————

Eski kadını, sabırlı ve temkinli, vakarlı, şefkatli ve bilhassa hamiyetli ve gayretli kılan ve daha nice ustün vasıflarla silâhlandırmış olan kuvvet neydi dersek, en küçük yaşından itibâren maddi ve mânevi yapısının bütününde sâri ve câril olması gelenekleşmış bulunan terbiye sistemiydi.

Bu terbiye sistemi, adını sanını dahi bilmediği.

O da Bana Kalsın
————————————————————

Fabrika, baraj, köprü, yol, su tesisleri, santraller, silolar muhakkak ki siyâsi bir iktidarın takdire lâyık gayret ve himmet? eserleridir. Fakat asıl gayret ve himmet isteyen, “insan’dır, İnsanı kalkındırmadan, onun kafasını da, rühunu da kontrollü, düzenli ve şuurlu bir seviyeye getirmeden yapılan her maddi hamle, akâmete mahkümdur. İş, onu hem kendi benliği, hem de cemiyetle uzlaşmaya götüren bir terbiye ile beslemekte ve böylece de ehlileştirdikten sonra aktif hâle getirmektedir. Artık yabancı menşeli(kökenli) sakat ve ithal malı kültür politikasını terketmeye ve milli ruhdan istiâne etmeye! mecburuz. Zira kendimizi inkâr eden maârif siyâsetimizin meş’um(uğursuz) ve korkunç neticesi, bugün ödenmeyecek kadar ağır olan faturasını elimize vermiş bulunuyor.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Bugün İngiliz milletine Shakespeare’i, İngiliz edebıyat ve târihinden silmek şartıyla Hindistan’ı tekrar kazanmayı teklif etseler, hiçbir İngiliz vatandaşı, milletlerinin gurüru olan büyük şâirlerini fedâ edip, yerine altın kaynağı olan Hindistan’ı istemez. Halbuki biz,evlâtlarımızı, değil Puzüli’yi, Nedim’i, Bâki’yi, hattâ Yahyâ Kemal’i ve hattâ Atatürk’ü dahi anlamayacak kısır, çorak ve kıraç bir dil sath-ı mâiline! iterek her gün bıraz daha uçuruma doğru kaydırdık ve kaydırıyoruz.

En fenâsı da, ilmi ve milli gerçeklerden uzak ve tamâmen sol cereyanların bir zaferi olan bu sakat dil politikasının havası içinde yetişen nesiller, doğruyu ve gerçeği bilmedikleri için, artık bu tehlikeli yanlışlığı müdâfaa eder hâle geldiler. İyiyi tanımayınca kötüyü benimsemek, kaçınılmaz bir tabiat kaânünu olduğundan, bu harcanmış ve aldatılmış zavallılar da, hakikatle temasları kesildiği için, dalâlette karar kılmak vaziyetinde bulunuyorlar.

O da Bana Kalsın

————————————————————

Haram ile helâli, doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini, mektep sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil ne kadar bahtiyardır. Işte kütlelerin mukaddes bir zincir hâlinde birbirine emânet ettiği bu terbiyeyi devam ettirmek, Türk âilesinin bir iman borcudur. Onun için de âile, Türk fikriyat ve ahlâkının bir mecellesi olmuştur. Bu yüzden de Müslüman-Türk’ün târihi düşmanları bu temel değere nişan aldılar, onu vurdular ve devirdiler.

O da Bana Kalsın
————————————————————

Türk gençliğindeki bu tehlikeli başıboşluk, daha doğrusu baştan kara gidiş, kütleyi düzensizliğe düşürüp dengesini bozarak ona ne türlü bir akibet hazırlamaktadır?

Amma oturmamış, hatta pek anlaşılmamiş bir yeni düzen sevdası ile girişilen ve bu yolda yürüyenlerin, “özgürlük” diye adlandırdıkları kıyımla nerelere gitmekte bulunduğumuzu düşünenlerimizden ses beklemek de hakkımız değil midir?

Paşa Hanım

—————————————————————

Yeryüzünde ne güzelliğin sonu bulunur ne de çirkinliğin. İkisinin de biribirilerini tamamlamalarına rağmen aralarındaki geçimsizlik sürer gider. Bilhassa güzelliğin taraftarları ağır bastığı için, devamlı olarak çirkinliği harcar. İşte muhteşem bir malikane var ki, duvarları da, tavanları, kapı ve bacaları da nakışlar, süsler ve yaldızlarla bezenmiş olmasına rağmen, çöplüğü, pis suların aktığı çukurları da mevcuttur. Amma adları çirkinlik olan kısımları saklı, kapalı ve gözlerden uzak yerlere yerleştirilmiştir. Bu, güzelliğin çirkinliğe meydan okuyuşudur.

Sen de ey insan oğlu, yaptığın hayratı, iyilikleri ve sevapları sayıp dökmekten çekinmezken, günahla rının, şenaat ve gaddarlıklarının ortaya çıkmaması için nasıl gayret ettiğini kul bilmese bile Allah’tan nasıl saklayabilirsin?

Kaşın gözün, inci gibi parlayan dişlerin bir güzellik meşheri olduğu halde, çirkinliklerle dopdolu bağırsaklarının da gene karın zarı içinde saklanması, güzelliğin çirkinliğe olan savaşı ve galebesi sayılmaz mı?

Paşa Hanım

————————————————————

Dünyaya: “Ol!” emrini vermiş olan yaratıcısı, onu yalnız insan oğlunun aklına sığmayacak bir ince hendesi hesap ve kıl kadar şaşmaz nizamların teminatı içinde yaratmakla iktifa etmemiş, o hesap ve kitap hassasiyetinin yanı sıra İstanbul’a “güzellik” denen tılsımı da birlikte hediye etmiş bulunuyordu.

Paşa Hanım

————————————————————

Selçuklu ve Osmanlı eserlerini köhnelikle iftira kurşununa tutanlar, iklimin ve coğrafyanın izni alı narak inşa edilmiş o güzellikleri nasıl hesapsız ve düşüncesiz bir hücum ile yıkıp yerle bir etmektedirler. Bunlar hep, çirkinliğin savaş galibi olmasından ileri gelmekte değil midir?

Ya kadim Türk musikisi, şimdi nerelerde revaç bulmaktadır?Batının avamis sesleri olan ve musikinin veled-i gayri meşrusu denecek o çatlak, kavgacı haykırışlar ne çare ki Meragi’ lerin, Hafız Post’ların, Dede Efendi’lerin, Itri’lerin asil nağmelerinin yerlerini aldıktan başka, neo-klasik denebilecek Hacı Arif Bey’leri, hatta Şevki Bey’leri ve Lem’i Atlı’ları dahi silip süpürmekte bulunuyor.

Ya şiire, resme ne demeli? *

Paşa Hanım

————————————————————

Üçüncü Sultan Murad’ın sarayı da, mudhiklerı, meddahlar, mukallitler ile dolup taşan hakani bir eğlence mahalli idi. Padişahın huzurunda hünerlerini ortaya dökmüş bir kıssahanın2 da marifetlerine karşılık kendisine ihsanda bulunulması tabii olduğu için, sıra bu noktaya gelip de, alacağı ihsanı reddeden mukallit: “Hayır hünkarım, ben altın değil, yüz değnek isterim!” deyince, padişah bu sözün mukallidin bir başka oyunu olduğunu zannederek pek hoşlanmış. Sebebini sorunca da, şu cevabı almış: “Hele elli değnek vurulsun, o zaman söylerim.”

Mukallit yere yıkılarak, elli değnek yiyince, sopalama işi tamam olmuş ve “Durun, bir ortağım vardır, geri kalanı şimdi ona vurun!” demiş. İşin neye varacağını merekla bekleyen padişah, ortağının kim olduğunu sorunca mukallit: “Saray-ı hümayun bostancılarından3 biridir ki, “Seni saraya ben tanıttım, aldığın caizenin4 yarısı benimdir,” diyerek aldığım ihsanlara5 ortak olur ve elimden çekip alır. İşte bugünkü değneklerin yarısı da onun olması icap eder,” karşılığını vermiş. Böylece de zekası ve dirayeti yüzünden, hem bostancıya haraç vermekten kurtulmuş hem de adama elli değnek yedirmek suretiyle ondan öc almış.

Paşa Hanım


Çocuğun terbiyesi mektepte değil evde başlar. Siz evde ona sağlam bir terbiye verirseniz onu ne cemiyet bozabilir ne mektep bozabilir. Gelir size mektebin ve cemiyetin yanlışını dertleşerek anlatır. Anlatır ve anlatmalı. O hâle getirmeli çocuğu. Arkadaş olun, ürkütmeden, korkutmadan, hoşuna gitmediği şeyleri anlattırmalı. En güzel hoca ana. Ana gibi hoca yok. Eğer ana hocalık etmeyi biliyorsa o çocuklar kurtuldu demektir. Dışarının tesiri rüzgâr gibi eser fakat içine işlemez.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Görüyorsunuz dünyâda mâneviyat adına ne kaldı? Beşeriyet mâneviyâtını kaybettikçe; huzürunu, selâmetini, rahatını kaybediyor. İstediği kadar göklere çıksın, başka seyyârelerde vatan tutsun, şu gönül rahatını bu teknikle veyâhut ilimle veyâhut herhangi bir vâsıtayla elde edemez.

Sen Onu Kaybettin
————————————————————

Hayat nedir?

“Hayat, kalbin cehil ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, kalbin ikilik ve tefrikadan necat bularak himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır.

İlimle hayat bulan bir kalbin nişanı, her dirinin nişanının hareket olması itibâriyle Hakk’ı istemekte hareket etmesidir.

Cehl ile ölü olan kalb meyyit gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır.

Hazret-i Ali buyuruyor ki; kalbin hayâtı ilimdir, elde ediniz. Ölümü de cehildir, sakınınız.”

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

İnsan efâliyle, amelleriyle sevilir.

Sen Onu Kaybettin
————————————————————

Aya gidiyorlar. Mükevvenat aydan mı ibâret? Artık iftihârından, gurürundan fezâya çıktık, aya gittik diye yere göğe sığmıyorlar. Mükevvenâtın azameti karşısında aya gitmek nedir? Hiç. Bir arpa boyu yol demek. Ne aylar var, güneşler var, ne kıyâmetler var! Bunu insan bilebilecek mi? Hayır bilemeyecek. Bilmesi de lâzım değil. Bizim evvelâ bilmemiz lâzım olan kendimiz. Kendi benliğimiz. Neresi tasfiye edilecek, neresi temizlenecek, neresi ayıklanacak. O gidenlerin yerine ne gibi iyilikler gelecek, getirilecek. Bilmemiz lâzım olan bu. l

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Sâmiha Ayverdi: Hak’tan gayriye güvenmeyen kimseye insanlar muhtaç olur. Meselâ bir Muammer Dede vardı; görünüşte insanların en mütevâzı olanı idi. Kimseden bir şey istemez, kimseye güvenmez, müezzin aylığı ile geçinemediği için ayakkabı tâmir eder. Fakat o tâmir parasını da sana bana dağıtır, dağıtır. Fakat herkes ona muhtaçtı. Gider elini öper, duâsını ister, yanında bulunmakla huzüra kavuşur. “Ver derdini ver, ver sen kaldıramazsın ben çekerim” der. Böyle insandı. Allah’a güveniyor başka kimseye güvenmiyor ama karşısındaki de ona güveniyor işte, muhtaç oluyor. Allah’tan başkasına güvenmediği için. Kuvvetli, kuvvetli.

Dâimâ buyururlar ki: “Sen eğer Allah’la isen isterse kimse seninle olmasın, her şey seninledir. Ammâ herkes seninle olmuş, Allah seninle olmamış, hiçbir şey değilsin.” Fakirsin, muhtaçsın.

Eğer bir kimse sana bir nimet ihsan ederse onu Cenâbıhak’tan bil. Çünkü kalplere senin için teshir eden Allahtır.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Meselâ bâtıla inanmış o kadar büyük bir kütle var ki ama ben onları da suçlayamıyorum. Çünkü biz öyle yetiştirdik. Biz nafakasız yetiştirdik, aç yetiştirdik. Gençliğimizin dayanacağı hiçbir kuvvet yok. Hepsini elinden aldık. E ne olacak? Münhal sâhayı herkes işgal edebilir. Bir tarlanın otunu ayıklamazsan, ektiğin hiçbir mahsülü alamazsın. Çapalayacaksın, otunu ayıracaksın, sulayacaksın, lâzım olan her türlü mesâiyi göstereceksin, Ancak o zaman ektiğin tohumdan mahsul alabilirsin. Beri taraf, bunu yaptı. Zehirli tohum ekti, biber ekti, baldıran ekti fakat suladı, çapaladı. Bugün işte anarşi mahsülünü elde ediyor. Ama onlar bu işi yaparken biz uyuduk, hâlâ da uyuyoruz. Emek verildiği içn; kanını canını o bâtıla, yanlışa veriyor. Biz terlemekten üşeniyoruz, değil kanımızı, canımızı vermek, Terlemekten üşeniyoruz.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Münevver din adamı lâzım bize! Münevver din adamımız yetişse oğlum her şey düzelir. Her şey düzelir. Cemiyeti mayalamaya diyoruz deminden beri. İşte âile bu. Herkes bir din adamıydı eskiden, ona bakarsan herkes bir din adamıydı. Yâni herkeste milli şuurla berâber, dini şuur da mevcuttu.

Sen Onu Kaybettin
————————————————————

Çocukken öyle çok şey var ki onlara öğretilecek; ama dır dır söyleyerek değil, kendi hareketinle öğrete. ceksin. işte size anlatmıştım; otobüsteyiz, hanımın ku. cağında çocuk… Biletçi geldi: “Hanım, çocuk kaç yaşında” dedi. 5, dedi annesi. Çocuk, şöyle döndü anne. sine: “Anne ben 7 yaşındayım, değil mi?” demez mi? Tamam, daha 7 yaşındaki çocuğa annesi yalancı ol oğlum, dedi, bitti! E demek ki ilk iş yuvada başlıyor, yuvada başlıyor. Hattâ yuvadan evvel de başlıyor.

Gene böyle bir şey okumuştum: Birisinin bir bebegi olmuş. Çocuk devamlı olarak ağlarmış gece gündüz, durmaksızın ağlarmış. Nihâyet olacak şey değil, psikoloğa götürelim, demişler. Götürmüşler. Doktor sormuş, demiş ki: “Ana baba geçimli misiniz?” “Maalesef,” demişler. “Geçimli değiliz ve hırgürdür aramız.” “O halde çocuğu son derece sâkin ve gürültü patırtı olmayan, kavgasız, gürültüsüz, neşeli bir eve misâfir bırakın” demiş. Götürmüşler sâkin, temiz, gürültüsüz eve. Şak demiş çocuk susmuş. Bir vibrasyon var ki o geçiyor ama biz fark etmiyoruz; ama geçiyor, geçiyor.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Gönlümde yer ettin, ayrılmamaya çalış. O sûretle ki derûnuna nazar ettikte aynını aslını göresin.

Sen Onu Kaybettin
————————————————————

Ayhan (Songar) Bey, Edebiyat Mecmuası’nda Erol Güngör’ün bir sohbetini yazmıştı. Ayhan Bey’e bir hasta gelmiş. Ona adını sormuş, söylemiş. Ahmet, Mehmet her neyse. Soyadını sormuş, “Kavgalı”, “Kiminle kavgalısın””, “Nefsimle kavgalıyım, nefsimle” demiş. “İşte, ben buna irfan sâhibi derim” diyor, yoksa ordinaryüs profesör olmuş adam, hiç nefsiyle kavga etmek aklına gelmiyor, senle benle kavga ediyor.”

Evvelâ kendiyle kavga edip de sulha varsa, zâten dışarıyla kavgaya lüzum yok. Insanları olduğu gibi kabul edersin. Kusursuz olamayız ki biz. Iyiliğini görme, kötülüğünü gör, iyiliğini görme, kötülüğünü gör. Ne huzur kalır, ne rahat, ne selâmet.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Ergun Balcı: Efendim, sevgi öğretilebilir mi, tâlimle, eğitimle, maârifle, yoksa kendinde olan bir şey mi?

Sâmiha Ayverdi: Aslında kendinde olan bir şeydir ama şu var: İstidatlar da inkişaf ettirilir oğlum. Meselâ, elinde bir pırlanta var. Çamura yâhut da kirh bir yere düşürmüşsün. Çeşmenin altına götürüyorsun, yıkıyorsun, pırlantalığı meydana çıkıyor. Ama çakıl taşını istediğin kadar yıka, hattâ suyun içinde yıllarca bırak, pırlanta olmaz, çakıl taşıdır. Onun için ezeli istidâdı da dürtüp, meydana çıkarmak, mühim, çok lâzım.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Biz cihat hâlindeyiz. Süngüyle değil fikirle, imanla. Evet, başta da söylediğim gibi evvelâ çocuklarımıza haramı, helâli, günâhı sevâbı öğretelim. Büyüdükten sonra artık günah olmasın yâhut haram olmasın diye değil. Hâliyle yapmaz. Artık onda hal olur o. Hal olur. Ama bir yerde siz öğretmezseniz mesul olursunuz. Lâkin bunu böyle sıkıcı nasihatler şeklinde değil, hayat hikâyeleri içinde, birbirinizle konuşurken, çocuğunuza hitap dahi etmeden öğretmeniz lâzım.

1700’lerde 1800’lerde falan gelip giden seyahat hâtıralarını yazanlar pek çok olmuştur. Ben seyahatnâme okumayı çok severim. Bu okuduğum seyahatnâmelerin birinde bir yabancı diyor ki Türkler çocuklarını karşılarına alıp uzun boylu nasihat etmiyorlar. Fakat kendi hareketleri o kadar güzel, o kadar doğru dürüst ki çocuklar, analarının, babalarının ve âilelerinin doğru hareketlerinden ibret alarak doğru oluyorlar. Köprünün Istanbul tarafında kilit kürek yok. Yankesicilik yok mu diye sordum. Yankesiciliğin ne olduğunu bilemedi Türkler. Ama köprünün öbür tarafına geçerseniz, her türlü kötülük var.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Disiplin çocukluktan ve evde başlar. Asıl eğitici merkez evdir. Meselâ leke, herhangi bir yerde bir leke katiyen görülmezdi bizde. Çünkü kazâra bir şey dökülecek olsa derhal silinir, temizlenir, eski hâli. ne getirilirdi. Yırtıksa yamanır, örülür. Bugün evde örülecek bir şey olursa bana getirirler. Neden? Ben örücü değilim. Fakat benim bir Fransızca matmazelim vardı, birkaç sene bizim yanımızda kaldı. O sörlerde yetişmişti. Sörlerin örmesi meşhurdur. O yaparken, bana yaptırmadı ama, dikkat etmiş, ondan öğrenmişim. Böyle kalıp gibi bir şeyi örebilirim. Bir örücü kadar değil tabii, bir örücü kadar değil. Fakat Sinan getirir, Nâdide!7 getirir aman şunu örüver derler. Bunlar zararlı şey değil. Ama bütün bu faâliyet benim diğer çalışmalarıma katiyen sekte vermez. Çünkü planlı olarak yapmayı âdet etmişim. Her şeyin zamânı vardır. İş zamânım, dikiş zamânım. Ben de meselâ düğmem koparsa ertesi güne bırakmam, o gece dikerim. Akşam kopmuşsa ertesi güne kalmaz.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

Hepinizin çocuklarınız var, çocuklarınız olacak daha da olacak inşallah. Onların yetişmesinde hocadan evvel sizin rolünüz son derece mühim. Bugün varlıklı âilelerin çocuklarını görüyoruz. Vitaminler, güneş banyoları, gezintiler, eğlenceler, her şey tertip ediliyor. Fakat içleri boş bırakılıyor çocukların. Yâni iç terbiyeleri, mânevi terbiyeleri tamâmıyla ihmal edildiği için çocuk ot gibi büyüyor. Yalnız bedeni besleniyor, içi beslenmiyor. Rühu beslenmiyor çocukların. Beslenmediği için de büyüdüğü zaman kim çekerse o tarafa gidiyor. Bir müslüman-Türk çocuğu olarak yetişmiyor. Hele ecnebi mekteplerinde okuyanlar mutlaka o ecnebi kültürünün bir sempatizanı oluyor. Bugün evlâdını ecnebi mektebinde okutmak ve Avrupa’ya yâhut Amerika’ya göndermek dostluk mu, düşmanlık mı? Gönderdiklerimizin çoğu geri gelmiyor. Geri gelen de artık Türk olarak gelmiyor. Bir yabancı olarak geliyor. Aklı fikri dışardaki teknikte, oradaki refahta, orada gördüğü bizde olmayan imkânlarda.

Sen Onu Kaybettin

————————————————————

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir