Samiha Ayverdi – İnsan ve Şeytan -Alıntılar
” Biz insanlar, her şeyi bildiğimizi zan ve iddiâ ettigimiz için hiçbir şey bilemiyorduk. Amcamın mensup olduğu aydınlar sınıfı: İki doktorası olan adamın başka bilgilere ne ihtiyacı olur? diyordu. Ben ise: Hayır, asıl icâzet, sen bu kâğıtla istediğin mevkie çıkabilirsin… diye verilen diploma değil, sen bu arınmış gönülle ulu kişilerden oldun… diye rûha verilen mânevi fetvâdır diyordum. Fakat bu fetvâyı verecek olan ağız, kendisine karşı bilgiçlik gösterenler için dilsizdir. Hasta olan kimse, hekime: Muztaribim, beni tedâvi et, demedikçe, hekimin ondan ilâcını sakladığı gibi, yüze çıkmamış derinlerimizde kalmış dertlerimiz için de merhem ve şifâ aramadıkça, müzmin ve müz’iç illeti“mize derman bulamamaktayız, diyordum. Hayat bambaşka bir şey… o, bizim bildiğimiz gibi, doğmak, büyümek ve ölmekten ibâret değildi. İşte ben, bu doğumla ölüm arasındaki kısacık ömrü, basit ve değersiz kıymetlere bağışlayan insanlardan kaçtım. Evet şimdi, dalgalarla mücâdele edip, edip de sâhile düşen yorgun bir kazâzedeyim. Dinlenecegim; dinlenmek istiyorum. ” Kiminin duyduğu, kiminin hiç, ama hiç duymadığı bir ses, herkese ayni dersi tâlim ediyor, söylüyor, bütün mevcüdâtın dili ile barbar bağırarak söylüyor: “Beni inceleyin, ben kör ve sağır değilim. Ben şuursuz ve iz’ansız değilim. Ben ölümsüzüm, beni tanırsanız siz de benim gibi olursunuz. Kendi içinizde olan asıl benliginizle temâsa geçin, ki ben sizinle bu cevherden konuşurum. Siz, beni kendiniz, kendinizi de ben bilmedikçe buluşamayız, anlaşamayız.! s.8
————————————————-
Neden mi, dedim? Fakat hayatta olan şeylere “neden” diyen kimse acemidir. Vazgeçtim, olacak. Bunların hepsi, belki beterleri de olacak… Zehir bile sırasında ve dozunu aşırmadan kullanılınca şifâ getiriyor. Biz ise, zehir mâhiyetinde olan hâdiseleri iyi kullanmayı bilmediğimiz için “neden” diyor ve faydalanacağımız yerde zehirleniyoruz.” s.14
————————————————-
Evet, her şeyde her yerde, çokluk birliğe geri dönmekte. İşte umûmi âhengi meydana getiren de bu olmuş. Okun kavsinde olduğu gibi, her düz hat da kendi azimet noktasına dönmek için kavis hâline geçmeye meyletmektedir. Fakat çokluğu vücüda getiren de gene o birlik. Farazâ, ressamın kafasında bir nokta olan mânâ, inkişaf ediverince, binbir renkli bir san’at eseri heyetinde meydana çıkıyor. Esâsen insanları şaşırtan, tezat ve ihtilâfa düşüren de mânâdaki bu zuhur, bu uyanış ve çoğalış değil midir? s.4
————————————————-
Dünyâ gâlip bir zümre için Nasreddin Hoca’nın kürkünden başka nedir? O anda istedim ki bu çevrilen başı tutup kendime döndüreyim ve: Dostum arkadaşım, hemşerim! gerçi bu gün üstümde seni bana cezbedecek kürküm yok.. Fakat bir akıllı adamın yanıp yıkılacak, solup sararacak, çürüyüp dağılacak kıymetlere âşık olması yazık değil midir? Öyle ya, sen evvelce bendeki bu âriyet mevkie âşıktın; vaktâki onu, şu veyâ bu sebeple terkettim; yâhut o beni terketti, sen de, tıpkı sevgilisi birden bire çirkinleşmiş veyâhut ihtiyarlamış bir âşık gibi benden yüz çevirdin. Evvelce o kürkün ucunu öpen sen, şimdi câzibesinden, ziynetinden soyunmuş olan eski sevgilinden niçin baş döndürüyorsun? Ne bilirsin, belki de bu uryan kalan, kendi asli hüviyeti ile meydana çıkan adamda, tamah edilecek bir iç kıymeti, manevi bir kürk vardır? s.28
————————————————-
Dünyâ, kâh gece ile karanlık, kâh gündüz ile aydınlık olduğu gibi, kalb de gece ve gün gibi iki arada gidip gelmede.. Ancak elinde feneri olan kimse için gece karanlığı, yolunu görmesine mâni olmadığı gibi kendini aydınlatanlar için de zulmet yok. s.27
————————————————-
Bence şekil ve san’at, mânâyı ziynetleyen bir kap tır.Mânâ, şekil perdesi altında gizli olduğu için göz, iç kıymetini görmüyor da, dış tezâhürlerini görüyor. Ruhu görmeyip, cesedi gördüğümüz gibi. Şekil; mânâyı bulmak için bir kapıdır. Yazık ki insanlar bu kapının san’at inceliklerine, estetik vasıflarına dalarak, onu açıp içinde gizli olan hazineyi elde edemiyorlar. s.26
————————————————-
Yalnız vilâyette bana karşı olan bir kayıt memuru var. Halbuki Bursa’ya gelir gelmez bir vesile ile ilk yardım ettiğim adam bu olmuştu. Aramızda hiç bir kötu sözün geçtiğini, hattâ ne yüzden benimle arası açılmış olduğunu da bilmiyorum. İyiliğe fenâlıkla cevap veren bu zavallıya, acımaktan başka ne yapılır? Sonra düşünüyorum: Sâlih’e, bana bu derece sevgi ile bağlanması için ne yaptım? Hayat boyunca maaş mı bağladım, yoksa bağ, bostan mı bağışladım? Niçin bir tarafın şükranla karşıladığı iyilik, diğer tarafı küf. râna sevkediyor? Aynı şey bir tarafı minnetdar ediyor da, neden öteki tarafı gazaba getiriyor? Fakat bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki.. Rüzgâr, baharın cisminden ne hayatlar ne tarâvetler, ne çimenler ve çiçekler çıkarıyor; fakat gene o rüzgâr, sonbaharın cisminden ne kıyâmetler ne harâbiler ne ölümler meydana getiriyor. Şu hâlde, renksiz olan güneşin renkli camlardan geçince, ziyâsının da muhtelif renklerle boyandığı gibi, Ahmed’in, Mehmed’in de cisimleri camına çarpan renksiz mânâ, o cismin kâbiliyet ve istidâdı ile boyanarak ortaya çıkıyor. Bunda, kayıt memuruna kızmaya sebep yok. Güneş, ondan siyah renkte görünmek istemiş, vesselâm. s.23
————————————————-
Bir çok kimseler, halkı kendilerine bağlamak, itâat üzere görmek isterler. Halbuki ben, kendi kendimle kalabilmek için, âdetâ bütün dunyânın bana karşı olmasını temenni ettiğim çok defâ vâkidir. Yokuşun üst başında bulunan kimse için o yol inişse de, alt başında olan için çıkıştır. Biz insanlar, yorgunluksuz olduğu için dâimâ inişleri, sukutları, yukselişlerin, çıkışların zahmetlerine tercih ederiz. Halbuki içimizi yoran hâdiselerin bizi ne mertebe yükselttiğini aslâ hesâba katmayız da, başaşağı yuvarlayan alkış ve sitâyiş uçurumuna kendimizi atarız. s.31
————————————————-
Evet bir süs, bir biblo olan her kadın benim için bir tek su damlası. O hâlde denizin genişliğinde olan Kadriye mi? Maalesef hayır, o da değil. Gerçi aşkı umman olarak insanda görmeyi beklemek muhâl bir temenni. Zira kâinâtın her bir zerresinde dolaşan aşk, bir vücutla kayıtlı olabilir mi? Fakat öyle vücutlar vardır ki, cilâlarının şiddetinden aynalaşmış ve aşkın mutlak hüviyetini gammazlayan birer gösterici olmuşlardır. Ancak onlara bakan kendini ve aşkın saf yüzünü görebilir. s.34
————————————————-
Ben şimdi bu hâyret baskını altında büsbütün mâsumlaşan, çocuklaşan şu kızı, hemen ilk defâ alıcı gözü ile seyrediyordum: Ufak taptâze bir yüzün üstünde iki iri ceylan gözü ve bu beyaz yüzü keskin bir tezatla büsbütün ağartan simsiyah kaşlar.. ağız küçük ve güzel, fakat hemen hiç bir mânâ ile kudretlenmemiş. Esâsen çok güzel denebilen bu çehrenin tek kusuru, bir bebek şahsiyetsizliği. Maamâfih hârikulâde güzel olan gözlerinde öyle temiz ve duru bir ifâde var ki, insana gayriihtiyâri, bu bana yeter, dedirtiyor. Bilhassa aralarından kaçtığım kadın karikatürlerine bakınca, bu nefis bir san’at şâheseri. s.19
————————————————-
Bütün basit esasları dallandırıp budaklandıran da bahânelerden başka nedir? Niçin onları görüyor da, hareket ettiren ve tasarruf eyleyen mânâyı görmüyoruz? Görmüyoruz, zira bahânelerin kalın ve kesif örtüsü, mânânın ince ve renksiz varlığına perde oluyor. Hattâ bir denizin üstünde dalgaları ve köpüğü hâsıl eden rüzgârı bile görmüyoruz. İşte ezeli buyruk da, varlık denizini çalkalamakta ve köpürtmektedir. Fakat onu gören yok, Mehmed yere düştü, derken kabahatli olarak ayağına ilişen taşı görüyoruz. Ahmed öldü derken, gözümüzü gene bahâneye, Ahmed’in ölümüne sebep olan hastalığa dikiyoruz. Halbuki Mehmed’in düşüceği de, Ahmed’in öleceği de, bizim bilemediğimiz sebeplerden dolayı hüküm giyerek olmuş vak’alardır. Şu var ki, bu hükümleri verdiren sebepleri de daha evvelden gönül yolu ile duyan kimseler de var. Bu nasıl mı olur? Bir barometre, insan eliyle düzülmüş cansız bir âletken, havanın gelecekteki değişikliğini evvelinden haber veriyor. Bir beygir, bir kuş, hayvanken, olacak zelzeleyi evvelinden hissediyor da, bir insanın henüz açığa çıkmamış kararları vuküundan evvel sezmesi neden yadırganıyor? O, hilkatin hörikulâde nüktesidir. O hulâsasında en geniş tafsilât, tafsilâtında en büyük ihtisar olan sırlı mevcut.. s.39
————————————————-
Bakıyorum da dünyâda her mevcut, bir kelime.. Ağaç, dediğimiz zaman anladığımız mânâ başka, çiçek dediğimiz zaman anladığımız mânâ başka, masa, iskemle, soba, hâsılı her kelimenin delâlet ettiği ayrı bir mânâ var. İnsanlar ve bütün mevcüdat da böyle.. Her insanın, her mevcüdun kelimesine ayrı ayrı mânâlar yerleştirilmiş. Her varlık ve her insan bir çeşit mânâya delâlet eden kelimeler… Ve bütün bu kelimeler bir araya getirilince ölümsüz bir eser meydana çıkıyor. Fakat nasıl ki ümmi kimseler için, değil yüksek eserler, alfabe bile hiç bir şey söylemezse, mânâ lisânının câhilleri için de kâinat kitabını okumak ayni derecede imkânsızdır. s.40
————————————————-
Biber acıdır, yılan zehirlidir, sarmısak pis kokulurdur, diye fırlatıp attık mı, işte mahyâ karıştı ve bozuldu demektir. Şüphe yok ki biz bu kelimelerin delâlet ettiği mânâdan gâfil olduğumuz için, böyle yapıyoruz. Halbuki her kelimenin mânâsını hürmetle karşılayanlar, kâinat kitabını kekelemeden okur ve okuduklarını da anlarlar. s.40
————————————————-
Aynada bir parmak izi dahi leke sayılır; o, bir nefesten bile buğulanarak cilâsını kaybeder; gönlümüz ki aslında bir aynadan daha cilâlı olması lâzım gelirken, onu, benliğimiz, gurürumuz, kibir ve ceberütumuz çamuriyle sıvayıp hassalarından, asli istidâdından uzaklaştırıyoruz. s.41
————————————————-
Maymundaki istihzâ, tilkideki hud’a, kaplandaki hunharlık bizde oldukça, mücit, kâşif, âlim, san’atkâr olsak da insan olamayız. Bâzen sınıftaki çocuklara bakarım, tâze, örselenmemiş ruhlarının toyluğuna rağmen beşeri ihtirasların her bir kolu yerli yerinde mevzi almıştır, faâliyete geçmek için gününü bekler vaziyette inkişaf alâmetleri gösterir. | s.42
————————————————-
İlim, madde çemberini aşıp vicdâniyet hudüduna sıçramadıkça esâretten başka bir şey değildir. Bir insanın, derüni varlığı ile âşinâlık kurması, vicdâni hayâtın rehberliğini elde etmiş olmak böylece de, gerçeklerle biliş tutmak demektir. s.41
————————————————-
Hilkatın görünüşte biz kavi ve hâkim zümresi sayılan erkekler dünyâ işlerini idâre eden, kanlı savaşlara girişen, sınırlar çizen, hükümler veren, asıp kesen buyruk sâhipleri, hakikatte küçük bir kadın elinin ördüğü nahif bir ağın mahkûmlarıyız. s.46
————————————————-
Mevsimlerin en güzeli olan bahar, yazık ki on iki ayın en iptidâi devredir. Çiçeklidir, kokuludur, süslü ve şaşaalıdır; fakat olgun Ve oldurucu değildir. Kadriye’nin göz kamaştıran güzelliğinde de, bahar mevsiminin ihtişâmı gizli Halbuki ben onda, dört mevsimin biribirine zıt birbirinin hassalarını nakzeden çeşitliliğinden bulmayı ne kadar, ne kadar isterdim. s.46
————————————————-
Acaba bir heykeltraş gibi senin yumuşak rühunu kendi ellerimle işlesem, göze yorgunluk verecek kadar düz ve ârızasız rühuna girinti çıkıntı koyabilir miyim? Hayır, bin kere hayır.. Deniz ortasındaki bir adanın içinde tatlı su çıkıyor, denizin tuzlu suyu ile karışmıyor ve bu iki su birbirinin evsâfını değiştirmiyor. İki ayrı terkipten olan kimsenin de aralarında öyle aşılmaz bir berzah vardır ki ne kadar yaklaşsalar birleşemez, ne kadar söyleşseler anlaşamazlar. Sen, özenilerek yontulup şekillenmiş bir kadehsin; fakat boş, bomboş bir kadeh.. Ben, yanan ve kuruyan dudaklarımı bu boş kadehle avutacak adam değilim. s.48
————————————————-
Sen hilkat şâheserlerinin en san’atkârâne düzülmüş bir örneğisin; fakat ben bir heykelin yalnız gözlerimin ihtiyâcını doyuran san’at kıymetiyle kanacak adam değilim. Kadriye.. Benim güzel karım, bu sözlere inanma! Farzet ki sen bir çiçeksin; bak gör, ben bu çiçeğe hiç bir bahçıvanın bakamayacağı kadar itinâ gösterecegim. Onu, kışın keskin soğuğundan. kendi vücüdumu siper yaparak koruyacağım. s.48
————————————————-
O insan ki, bilgisinin dört başını mâmur etmemiştir; şu hâlde zavallılıktan kurtulmamış olan bir zavallının sözleri, bize iç selâmeti aşılayabilir mi idi? Uçurumun kenarındaki insan, bulunduğu yüksekliğe rağmen ne kadar tehlikeye mâruzsa, bence bilgisi kendisini uyandırmamış ve mânâ ile bilişiklik kurma. mış kimsenin yükselişi ve sözleri de, uçurum kenarındaki kimsenin korkulu yükselişinden farksızdı. s.51
————————————————-
İzzet Efendi, sen, beyaz sakalına rağmen yeni doğmuş bir çocuksun; dudaklarını iki tarafa gezdirip bir şeyler arıyorsun; çünkü açsın. Fakat dilin yok ki istediğini ifâde edebilesin. Açlıgını giderecek, seni susturacak olan şey, ananın göğsünden akan süttür. Halbuki seni ne zaman görsem dudaklarının arasında bir kuru emzik var. At bu aldatıcı, yalancı emziği.. anan ölmedi, git, onu bul! Onun ak sütü ile beslen. s.51
————————————————-
Bir kere de bana, hilkattaki tesâdüflerden ve zu, lümlerden bahsetmiştin. Hilkatta tesâdüf yoktur ki zulüm olsun! Gerçi hayâtın iç yüzü esrar dolu. Fakat bu sırlar, âlemşümül bir şuürun kaleminden çıkmış şifrelere benzer. Bizim bu şifrelerin delâlet ettiği mânâları bilmememiz onların mânâsız olduklarını isbat etmez ki. Evet dostum her hâdise bir kelime, bir mânâdır. Bunları bir araya getiren ve çözenlerdir ki kâinat kitabını kekelemeden okurlar ve haberdâr oldukları azametli mânânın önünde zevkten sarhoşa dönerler. s.56
————————————————-
Herkes yok İzzet Efendi.. ben herkesi tanımam, Ben, hesâbımı bir tek muhâsibe veririm; eğer içimin sesi, içimin fetvâsı beni mes’ül etmezse başkalarından korkmam… Kim isterse şöyle veyâ böyle desin, elverir ki ben, beni suçlamayayım. Dünyâda ayniyet yok, benzeyiş vardır. Hiç bir kum tânesi yok ki, diğer bir kum tânesinin eşi olsun? Ne yaprak bir başka yaprağın aynı, ne yıldız yıldızın, ne damla damlanın eşi.. şu hâlde sen şeklen bile birbirinin aynı olmayan iki insanın hissen yekdiğerinin eşi olmasını nasıl istiyorsun? Hiç bir zerresi diğerinin eşi olmayan hilkatta bu olur mu sanıyorsun? s.68
————————————————-
Acaba sevgi kadar mizaca tesir eden hangi kuvvet var?
————————————————-
Bence aczini bilmek, acizden kurtulmanın tek yolu. İşte ben bu tesellî ile siperli olarak dünyâsı madde sayılan arzın sırlarını fethetmeye savaşanlardanım. ‘ ‘ s.86
————————————————-
Hayat, canbazın üstünde gezdiği ip gibidir, iman da bu ipin üstünde yürüyenin elindeki muvâzene değneği gibidir. Emin ve tehlikesiz adım atmak isteyenler, mutlaka bu değneğe sâhip olmalıdırlar. s.92
————————————————-
Dünyâyı da uzaktan dinleyenler için o, bir uğultudan ibârettir; iyi zamânında da, kötü zamânında da. Fertler gibi cemiyetlerin de şaşmaz zannedilen fikirlerini ve kanâatlerini değiştirmek için pek sâde, pek basit değişiklikler kâfidir. Bu gün, dünkü hissinizin tamâmen zıddı olan bir duygu taşıdığınız vâki değil midir? Hattâ bir saat evvel hoşunuza gitmeyen bir şeyi, şimdi güzel bulabilirsiniz. , s.91
————————————————-
Ben seni aramak için, senden başlayan, sende nihâyetlenen bir yola girdim; girdiğim yol, insan ayağı ile fetholacak bir ülke değil.. Onun için ben de başı ayağı bıraktım, senden ibâret bir vücutla yollara düştüm, seferdeyim. s.137
————————————————-
Meşhur olmak,şüphe yok ki pek çok kimseler için bir gâyedir; fakat benim ilme intisâbım, şöhret kaygusundan değil, hem cemiyete olan borcumu ödemek hem de hilkatın azametini bu sâhadan seyretmek isteyişimdendir. . s.141
————————————————-
Seni beklemek, seni istemek, öyle bir tahassür ki, ben bu hasreti, her bir damarıma takılmış bir diken gibi feryatlarla çekiyor; çekiyorum… Fakat kopmuyor. s.142
————————————————-
Farzet ki elimde bir elma var; ben bunu ısırmışım, tadını biliyorum; fakat bu bilgi bana kâfi değil. Onu tahlil etmek, terkibini incelemek istiyorum. Dudaklarımdan bütün varlığıma yayılan leziz çeşni, bana çok şeyler söyledi, çok şeyler öğretti. s.142
————————————————-
Senden hiç bir şey istemiyorum. Çünkü seni seviyorum. Esâsen istemiş olsam, bütün bunları söylemezdim ve doğruca kalkıp sana gelirdim. Niçin o dağ başındaki rüyâyı gördüm? Mâdemki: gördüm, o hâlde niçin ölmedim? Eğer o zaman ölseydim, ölümü bir kere geçirmiş olacaktım; hâlbuki o gün bugün, hiç bir nefesim yok ki bin ölüm acısına bedel olmasın. Ne olur bana gel, yâhut ben sana geleyim. Bursa’ya gitsem, taşından toprağından seni istesem, beni dinler bana cevap verirler mi? Seni bir kerecik olsun ne zaman görebileceğim? s.145