Samiha Ayverdi – Dile Gelen Taş -Notlarım
Bâzen üşenip de yazmak istemediğim zamanlar, avucuma noktalar koyarım.
İnkişâf etmemiş” tohumlar gibi, elimin harâretiyle, o küçücük zeminde, filizlenip boy atacak bir çekirdekten hâsıl olan” dallı budaklı ağaç gibi, sanki cihâna kol atacak gibi gelir.
———————————————-
Ben derim ki: Ağlayan da haklı, gülen de. Veren de haklı, alan da.
Şu garip kadını seven de haklı, söven de. Herkes, her şey haklı.
Yalnız ben değilim.
Ne zaman haklı olurum bilir misin?
Senin istediğin gibi olursam Allâh’ım…
———————————————-
Dediler ki hava ne karanlık ne kasvetli. Güldüm. Eğer onların da gönlüne güleç yüzün tebessümle baksaydı, ne tatli bir gün, ne latif bir hava derlerdi.
———————————————-
» Hepimiz, kâinat kitabı içinde bir yazıyız ve dünyâya, kendi vücüdumuz suâlinin ifâde ettiği mânâyı çözmek için gönderildik. Ammâ inan bana, inan ki, bu cıhanda, benimle biliş tutmadan, o mânâyı kendi kendine çözen bir kul görmedim. Sen gördünse varalım berâberce alnından öpelim?
———————————————-
Hüzün ve hasret, kâh kuşluk! vakti güneşi gibi göz kamaştırmaktan çekinip, boynu bükük alçacık durur.
Kâh, meydana dökülmüş bir defineye benzeyen öğle vakti güneşinin huyuyla huylanmışçasına, düşünmeden yakar, kavurur.
Kâh onu, yanı başımızdan savdığımızı sanırız. Kapı ardına saklanıp, nâgehan” yolumuzu kesen alaycı bir arkadaş cesâretiyle belirip yüreğimizi oynaUr.
Gene o hüzün ve hasret, bâzen de, yeni doğmuş bir çocuğun el ayası gibi, yumuşak ve nâzik olur. Dokunmaya, örselemeye hatta öpmeye kıyamayız.
Gene o hüzün ve hasret, zaman gelir, toprakla güreşmekten budaklaşmış haşin bir pençe gibi, zahmetlerle yüz göz olmuş bir zâlim olur, boğuşur, didişir, yener yenilir, haykırır, şahlanır.
Ey zamânı inşâ eden! Mâdemki ebediyetle başlayan ayak seslerin hâlâ yürüyüşüne devam ediyor, edecek de. Mâdemki biz de bu sesleri kâh kovalayan, kâh kaçıranlardanız. Onun acısı da, onun hasreti de, sâhibinin peşi sıra giden gölge misâli, kâh önümüze düşer, kâh ardımızda kalır, kâh yanımızda yürür, kâh içimizde saklanır. Ammâ gizli de olsa, âşikâre de çıksa, kurtuluş yok. Ya o bizde, ya biz ondayız, Allâh’ım…
———————————————-
Bana ne, demekten vazgeç! Herkesin derdini de sevincini de paylaş.
Herkes kimdir?
Herkes dediğin: Sensin!
———————————————-
Bugün kendime dargınım. Her zaman sana küsecek değilim ya… Bir de bana: “İnsafsız,” dersin. Eğer dediğin gibi olsaydım, dargınlığım seninle olurdu.
Keşki sana küsseydim. Ammâ belki gene de öyle olacak. Çünkü, neden kendi kendimle aramın açıldığını sormuyorsun?
Öyle, biliyormuş gibi de yüzüme bakma. Yoksa sâhiden mi biliyorsun?
Doğru, bilemezsin. Sen, sâde bizim bilmediğimizi bilir, bildiklerimize ise, konuşmasını yeni öğrenmiş bir çocuk gibi hayretle bakarsın.
———————————————-
Hasta değilim, sarhoş da sayılmam.
Vakit vakit tutan nöbetlerim de yok.
Bakıyorum, deli de demiyorlar, ammâ dîvâneleri neden bu kadar seviyorum?
Neden aklını yağmaya verenlerle aram bu kadar iyi?..”
Bana sayı öğret… diye yalvardımsa, en güç hesaptan mı başlatman lâzımdı? Yazıya çiziye gelmez o hasret dakikalarını önüme serip de, bir acemiye, bildiğini de unutturup, şaşırtmak, senin mektebinden gayrı nerde âdet olmuştur?
———————————————-
Küsenler, kızanlar, taşlayanlar! Haydi, durmayın, vurun bana!
Korkmayın, halden anlamayanların hallerini anlamakla vazifelenen bu yürek, dişe diş, tırnağa tırnak kaydında değildir. Korkmayın, korkmayın vurun ona!
Niçin mi bu talep, bu iştiyak?! İçimde, zerrelerimi raksa getiren melâl(keder) yatışmıyor Allâh’ım, yatışmıyor. Bir çâre istiyor, arıyor, bekliyorum.
Bilirsin; zaman olur, göz dudak kesilir; hummâ” ve ateşle kavrulur. Zaman olur, dudak, sırrını ilân eden bir göz gibi, görüp araştırıcı olur. Zaman olur, zerreler içinde mahşer kurulur. Zaman olur, haşır gününden nişan veren o yürek, ademin” tâ kendisi oluverir.
Bu nasıl bir melâldir, Allâh’ım? Anlatamamak, söyleyememek çilesinden kurtulsam, biraz olsun yatışır mıydım acep?
———————————————-
Kimse bilmiyor ki biz, birbirimizin dudağından akan tek yudumuz. Zâten, ayrı ayrı köşelerden kaynadığımız için değil mi bu çatışma, bu çekişme, ey gönlümü alıp götüren?
———————————————-
Ey gönlüm, bana nasihat verme: Örtün gizlen! diye boş söz söyleme… Nasıl örtüneyim ki, gömleğim, ateşinden yanıp kavruldu. Onun için üryânım’…
Eğer esvâbın” genişse beni de içine al da bâri öylece saklanmış olayım.
———————————————-
Göz, açılıp kapanmakla nûrundan kaybeder mi? Harab türab olan, dünyadan toplanıp gene de dünyaya bağışlanacak olan et ve kemiktir.Seninle ihyâ olmuş bir yüreğe, son ve kıyâmet olur mu? Ey şanlılar şanlısı, ey dünya güzeli?
———————————————-
Ben sana, bir tek huyunu mu düzelt, dedim. Benim izimde yürü, bende yok ol! dedim.
Bir tek nohut için koca tencere kaynatılmaz. Getir şu çuvalı, boşalt… Ben de ocağı uyandırayım!”
———————————————-
Bir ara bana da “Heybende ne var var” dediler. “Ne bileyim?” dedim. “Baksana!.. ” dediler.
Heybemin tek gözü vardı, araladım, baktım. Bomboştu. Ammâ bu nasıl bir boşluk olmalı idi Ki içinden öylesine dayanılmaz bir râyiha’ çıktı ve: “Allah!” diye de bir ses geldi ki düşüp bayılmışım.
Bu defâ, beni sorgu suâle tutanlar: “Öldü, öldü!” diyerek etrâfımda toplandılar. Ölmemiştim. Onları duyuyor, lâkin cevap veremiyordum. Nasıl ölmüş olabilirdim ki, o güzel koku ciğerlerimden bütün mesâmelerime” yayılmış, duyduğum o sesle berâber beni esir etmişti.
Etrâfımdakiler hâlâ: “Zavallı göçebe öldü…” diyorlardı.
———————————————-
Ne aça acımalı, ne bikese,(kimsesize) ne yoksula… Kim ki sensiz, kim ki senden habersiz; ona yanmalı, ona ağlamalı…
Dünyâ bunu bilse, buna inansa âh, ne kavga kalır ne de nizâ(çekişme)
———————————————-
Şairsin dediler, âlimsin dediler. Amma senin esirin olduğumu bilemediler. Sen biliyorsun ya.. Bilmesinler, görmesinler, söylemesinler. Meramım, niyazım zati bu benim.
———————————————-
Sen ve ben, iki ayrı kalıbın sâkinleriyiz.! Artık, kim bunu böyle istedi, diye düşünüp gam yemiyoruz. Zira, ne kara gözlü adam dünyâyı kara görür, ne yeşil gözlü kadın için dünyâ yeşildir. Yeter ki ayrı bakışlar, ayrı kalıplar, aynı hakikatin tekliğini görebilsin.
———————————————-
Dünyâ, çirkefini penceresinden döken kadının hareketine özenip, gözünün tutmadıklarını, kendinden dışarı atmak istese de atamaz. Sırlı bir câzibe kânunu, çöpü de çirkefi de gene onun bağrına iâde ederken, ya ben, kötülük ve fenâlık damgası yemiş tâlihsizlikleri, yeryüzü manzümesinin âhenkleri arasında görmekten de göstermekten de nasıl baş çevireyim?
Beni, bu dünyânın hesabı kitabı arasına salan da kim oldu? Sonunda da o kesret âlemine” bir yekün çekip, hâsılını gönlümdeki nokta ile eş çıkarınca, neden cihanda bir velveledir koptu? Acabâ bu da mı, imanları denemeyi eğlence yapanın bir oyunu olmalı?
———————————————-
Göz, açılıp kapanmakla nürundan kaybeder mi? Harab türab olan, dünyâdan toplanıp gene de dünyâya bağışlanacak olan et ve kemiktir. Seninle ihyâ olmuş bir yüreğe, son ve kıyâmet olur mu? Ey şanlılar şanlısı, ey dünyâ güzeli?
———————————————-
Ey mesâfeleri aşıp, gönlü ile gönlümü tutan! O yanı başımda olanlara, içimden hiç, ammâ hiçbir renk, bir koku vermek istemiyorum. Ne çâre ki, kaptan kaba boşaltırken etrâfa damlayan su gibi, senden bana, benden sana durmadan aktarılan o seyyâleden,’ sağa sola damlalar sıçramaması da mümkün değil.
Ammâ bu yüzden pek de tasalandığım yok. Zira, dünyânın şu kızgın gaflet güneşi, o damlacıkları çarçabuk buhara çevirip ellerinden alıyor. Boşuna kuşkulanıp telâşlanmayalım.
———————————————-
Sen, istediğini düşün ve yap! Fakat bırak beni, yalnız seni düşüneyim Allah’ım..
———————————————-
Biraz daha otur, ey asırlardır beklediğim, gitme!
Söyler misin, neden sen ve ben diye ikiye bölündük? Bu oyunu kim oynadı bize? Yoksa kendimiz mi istedik, evet kendimiz mi yaptık bu işi?
Acabâ şimdi de bu iştiyak,! bu divâne? özleyiş, o ikiye bölünüşe, o sırlı ayrılığa bir isyan mı?
Yüzünü aynaya yapıştıran kimse kendini göremez. Birbirimizi ayrı vücutlarda görmemiz pek mi lâzımdı ki, geri geri çekilip araya bir mesâfe koyduk?
Sonra da gene, onu aşmak yolunda didinip uğraşmaktayız?
Gitme, ey asırlardır beklediğim, gitme? Tekrar gelecek de olsan, değil mi ki, bir hesaplı zaman ölçüsünde hayâlinle geçineceğim ve halleşip dertleşmeye daldığım bu hayâle, geleceğin zamânı sorarken, söylediğimi, söyleyeceğimi unutacağım.
———————————————-
Haydi yürü, gene berâber zeytinliğe gideceğiz, Bak, gökyüzü, bir çocuk dudağı gibi pembe… sabah mı, akşam mı bilmiyorum. Bizim dünyâmızda galibâ gece ve gündüz de bitti.
Bu yumuşak ve nemli toprakların üstüne bir yeşil dokuma serilmiş. Sakın çayır, çimen sanma… bunlar ot, çiçek olamaz. Sanki topraktan tüten bir yeşil buğu. Güz yağmurlarından sonra kırlar, yüreklerini yarıp yeryüzüne bu zümrüt rengi hohlamışlar.
Haydi bu sefer ver elini… iki çocuk gibi gene yan yana yürüyelim. Zâten çocuk olmadığımıza da inanamıyorum ki…
———————————————-
Kapların değiştiğini, fakat onların içine konmuş mânânın değişmediğini, her kabın, senin karşına boş ve bihaber” gelip, seninle dolduktan sonra mânâlanıp değerlendiğini, bu tahammül yıkıcı hamülenin(yükünün) şiddeinden paramparça olan nicelerinin her zerresinden yeni bir dünyâ doğup, gönül fezâlarının seyyâreleri” olduğunu da söyleyeyim mi Devletlim?
———————————————-
Âlem halkı, gaybı” zorlar, onun sırlarından çalmak için türlü çârelere baş vururken, senin, köpüren nehirler gibi ayaklarının ucunda duran o gizlilikler tomarını açmaktan utanır olup baş çevirdiğini söyleyeyim mi Devletlim?
Rahat, âsüde(sakin), gamsız ve kendi hâlinde yaşayanların yollarına çıkıp, üstlerine bir tılsımlı kaftan atarak, onları iki cihandan da ayıran bir inzivâya” müştak kıldığını da söyleyeyim mi Devletlim?
———————————————-
Ey ,gözümün yaşı! Ak, Ceyhunlar gibi ak… Şevkinden rakseder olan ruhum, zemine bir topuk vurup yükselme ye başlasın… Gideyim… Gene sağı solu, gecesi günü, zemini âsumânı(gökyüzü) olmayan o mekânsızlığa gideyim…
Orada, meleklerin bile duymadığı, yer ve gök ehlinin bile yabancı olduğu öyle dayanılmaz, öyle yürek parçalayıcı nağmeler var ki, döne döne rakseden rühum, safâsından ve şevkinden hızlansın hızlansın, nihâyet elimden kaçıp yok oluversin.
Orada her şey var. Sözün, sesin, yüzün en güzeli. Bu âlemin tuzağına yakalananlarda, ne dünyâ talebi kalıyor, ne de ukbâ(ahiret) endişesi…
———————————————-
Ne olur, bu gece efsânelerin kanatlı atına binsem de sana gelsem… Ya da sen, rüyâlarım olup, şu kapkaranlık sonsuzluğu baştan başa aydınlatsan…
Yumuşak ve tâze sabah, kundağında sarılı, pembe bir çocuk topuğu gibi, yıpratıcı zamâna basa basa, katılıp henüz tarâvetini(tazeliğini) kaybetmediği seher” zamânında da sen, bir gizli kalmış muhabbet gibi, gözlere görünmeden, yavaş, sesi duyulmaz adımlarla tâ can evime sokulsan…
———————————————-
Yeryüzünde senden başka hiçbir anahtar, şu önünde beklediğim kapıyı açmıyor.